CİN SURESİ
Hz. Peygamber’in Mekke’deki ikametinin son iki yılında nazil olan bu sure, adını birinci ayetinde geçen çoğul cinn isminden almıştır.
1 DE Kİ: “Tanınmayan/bilinmeyen varlıklardan bir kısmının [bu ilahî kelâma] kulak verdikleri1 ve sonra [arkadaşlarına şöyle] söyledikleri bana vahyedildi:
“Biz olağanüstü güzellikte bir hitabe dinledik, 2 doğru ile eğriyi ayırd etme bilincine bizi ulaştıran (bir hitabe); ve böylece ona iman ettik. Ve artık Rabbimizden başka kimseye asla ilahlık yakıştırmayacağız, 3 çünkü [biliriz ki] Rabbimizin şanı yücedir: O, kendisine ne bir eş, ne de bir erkek çocuk edinmiştir!
4 Ve [şimdi öğreniyoruz ki] aramızdaki beyinsiz (kişi), Allah hakkında asılsız şeyler2 söylüyordu, 5 ve ne insanın ne de [hiçbir] görünmez gücün Allah hakkında yalan uydurmayacağını3 düşün[mekte yanılmış]tık. 6 Gerçi bazı insanların [bu tür] görünmez güçlere sığındığı [her zaman vaki] olurdu;4 ama bunlar yalnızca onların şaşkınlığını arttırdı. 7 O kadar ki, sizin [vaktiyle] düşündüğünüz gibi, onlar da Allah’ın hiç kimseyi [yeniden] asla [elçi olarak] göndermeyeceğini düşünmeye başladılar.5
8 Ve [zaman oldu] biz göğe uzandık:6 ama onu güçlü muhafızlar ve alevlerle dolu bulduk,7 9 halbuki onu[n gizlediği her sırrı] dinleyebileceğimiz [uygun] yerlere kurulmuştuk:8 ve şimdi [veya başka zaman] onu dinlemeye çalışan herkes [aynı şekilde] kendisini bekleyen bir alev ile karşılaşacaktır!9
10 Ve [şimdi anladık ki] biz [yaratılmış varlıklar,] yeryüzünde yaşayanlar için kötü bir akibetin hazırlanıp hazırlanmadığını, yahut Rablerinin onları doğru ile eğriyi ayırd etme bilinciyle donatmak isteyip istemediğini10 bilmiyoruz 11 tıpkı, içimizden bazıları [nasıl] dürüst ve erdemli olurken bazılarımızın da bunun [çok çok] aşağısında kaldı[ğını bilmediğimiz gibi]: biz her zaman birbirinden çok farklı yollar-yöntemler izledik.
12 Ve sonunda anladık ki yeryüzünde [hayat sürerken] Allah’a asla üstün gelemeyiz ve (yine anladık ki) [hayattan] kaçarak da O’nun hükmünden kurtulamayız. 13 Bu nedenle, [Allah’ın] rehberliği[ne çağrıyı] duyar duymaz ona inanmaya başladık: Rabbine inanan kimse hiçbir zaman ziyana veya haksızlığa uğrama korkusu duymaz.
14 Ama içimizde kendilerini Allah’a teslim edenler bulun[duğu doğrud]ur, tıpkı kendilerini zulme kaptıranlar bulunduğu gibi. Kendilerini Allah’a teslim edenler doğru ile eğriyi ayırd etme bilincine ulaşanlardır; 15 ama kendilerini zulme kaptıranlar yalnızca cehennem [ateşi] için yakıt oldular!””11
16 ÖYLEYSE, [bilin ki] onlar, [çağrımızı duyanlar,] şaşmadan [doğru] yoldan gidecek olurlarsa kendilerine sınırsız nimetler12 yağdıracağız, 17 ve onları bu yolla deneyeceğiz: çünkü Rabbini anmaktan uzaklaşanı Allah, en şiddetli azaba uğratır.13
18 Ve [bilin ki] kulluk14 [yalnızca] Allah’a mahsustur: O halde Allah’ın yanısıra başka hiç kimseye yalvarıp yakarmayın! 19 Ama ne zaman Allah’ın bir kulu O’na ibadet etmek için ayağa kalksa, o [hakikati inkar ede]nler hep birlikte etrafını telaşla kuşatırlardı.15
20 De ki: “Ben yalnız Rabbime yalvarırım ve O’ndan başka hiç kimseye ilahlık yakıştırmam”.
21 De ki: “Size zarar vermek yahut doğruyu eğriden ayırd etme bilinciyle sizi donatmak benim elimde değildir”.
22 De ki: “Gerçek şu ki hiç kimse beni Allah’a karşı koruyamazdı ve O’ndan kaçıp saklanacak hiçbir yer bulamazdım, 23 eğer Allah’ın mesajlarını ve O’ndan [bana ulaşan ay-dınlığı dünyaya] duyurmamış olsaydım.”16
Allah’a ve Elçisi’ne isyan edenlere gelince, şüphe yok ki onları içinde sonsuza dek kalacakları cehennem ateşi beklemektedir.17
24 [Öyleyse bırak,] önceden uyarıldıkları [akibet]i görecekleri an18 gelinceye kadar [beklesinler]: o zaman anlayacaklar kim, hangi [tür] insan daha çaresiz ve daha kimsesizdir!19
25 De ki: “Önceden uyarıldığınız bu [akibet]in yakın olup olmadığını yahut Rabbimin onun için uzun bir vade koyup koymadığını bilemem”.
26 [Yalnız] O bilir yaratılmışların kavrayış sınırlarının ötesindekini ve hiç kimseye açmaz Kendi erişilmez derinlikteki sırlarını,20 27 seçmekten hoşnutluk duyduğu elçisi hariç:21 o zaman Allah hem o’nun gözü önüne serilmiş olan her konuda, hem de aklının ermeyeceği her alanda22 o’nu gözetlemek için [semavî güçler] gönderir; 28 böylece bu[elçi]lerin tebliğ ettikleri şeyin [yalnızca] Rablerinin mesajları olduğunu açıkça gösterir: çünkü onların [söyleyebilecekleri] her şeyi23 [bilgisi ile] kuşatan O’dur; ve [mevcut olan] her şeyi bir bir hesaplayandır.
DİPNOTLAR
1 Yani, onu dinledikleri ve kabul ettikleri: bu, isteme”a fiil kalıbının yukarıdaki bağlamda kullanılışının karşılığıdır. Cinn çoğul ismine yüklenebilecek çeşitli anlamlar için (ki burada “tanınmayan/bilinmeyen varlıklar” olarak çevirdim) bkz. Ek III. Orada işaret edildiği gibi, cinn Kur”an’da birçok anlamda kullanılmıştır.
Birkaç yerde -mesela bu örnekte ve 46:29-32’de- “o âna kadar görülmemiş olan varlıklar”ı, yani halkın ve Kur”an’ın nazil olduğu kimsenin daha önce hiç rastlamadığı yabancıları göstermektedir. 46:30’da (ki bu örnekteki olay ile bağlantılıdır) geçen cinn, Hz. Musa itikadının mensuplarıydı, çünkü onlar Kur”an’ı “Musa[nınkin]den sonra nazil olmuş bir vahiy” olarak anarlar, böylece ikisinin arasında yer alan Peygamber İsa’dan söz etmeyi ihmal ederlerdi ve aynı şekilde (bu surenin 3. ayetinde) Hristiyanlıktaki Teslis kavramını reddettiklerini gösterirlerdi.
Bütün bunlar, bizi, o varlıkların, şimdi Arap toprakları olan uzak bölgelerdeki, muhtemelen Suriye ve hatta Mezopotamya’daki Yahudiler oldukları sonucuna götürür. (Taberî, birçok yerde, bu surede ve 46:29 ve devamında işaret edilen cinn‘in Fırat’ın yukarı taraflarındaki bir kasaba olan Nusaybin’den olduklarını söyler.) Ancak, benim bu olay ile ilgili açıklamamın henüz kesinleşmemiş bir görüşten ibaret olduğunu vurgulamak isterim.
2 Eğer burada sözü edilen varlıkların Yahudi kökenli yabancılar oldukları varsayımını kabul edersek, onların söyledikleri “asılsız şeyler”in (şetat) Yahudilerin kendilerini “Allah’ın seçilmiş toplumu” olarak görmeleri saplantısına bir işaret olduğu sonucu çıkar -Kur”an’ın ısrarla reddettiği ve İslam’a girenlerin/bağlananların uzak durdukları bir inanç.
3 Bu ayette ve sonrakinde cinn terimi (burada “görünmez güçler” olarak çevrilmiştir), açıkça “tabiatüstü güçler” olarak tanımlanan varlıklara veya daha doğrusu kişinin onların egemenliğine girmesine işaret etmektedir (bkz. Ek III). Bu “güçler”, ister gerçek, isterse insan tahayyülünün ürünleri olsunlar, “Allah hakkında yalan uydururlar”; çünkü kendi hakimiyetleri altında bulunanları, Allah’ın varlığının ve yaratılmış evren ile ilişkisinin “mahiyeti” hakkında hayalî, keyfî anlayışlar benimsemeye iterler: bütün batınî dinlerde, (ruhanî sırlara nüfûz ve üstün güçlere yakınlık iddiasındaki -T.ç.n.) gnostik ve teosofik sistemlerde, kabalistik Musevîlikte ve hepsinin birçok ortaçağ versiyonunda ortaya çıkan anlayışlardır bunlar.
4 Lafzen, “insanlar arasındaki (bazı) kişilerin (ricâl) cinler arasındaki kişilere sığındığı olurdu (kâne)”. “İnsanlar”a (el-ins) işaretin hem erkek hem de kadınları kapsamasından dolayı, ricâl ifadesi, burada, -Kur”an’da sıkça rastlandığı gibi- “bazı kişiler” yahut “belli tip” insanlar anlamında kullanılmıştır. “Sığınmak”, yardım/himaye talebi yahut fiziksel ve ruhsal ihtiyaçları tatmin isteği ile eş anlamlıdır; yukarıdaki pasaj bağlamında bu ifade, “belli tip insanlar”ın, yöneldikleri tabiatüstü güçlerin kendilerine hayatları boyunca başarılı bir şekilde rehberlik yapacakları ve böylece kendileri için yeni bir peygamber beklemeyi gereksiz kılacakları ümidine bir işarettir.
5 Taberî’nin (Kelbî’nin rivayetine dayanarak) ve İbni Kesîr’in yorumları. Yahudilerin hakim çoğunluğu, Eski Ahid’de açıkça zikredilmiş olanların dışında hiçbir peygamberin gelmeyeceğine inanıyordu; onların Hz. İsa’yı ve Muhammed (s)’i reddetmelerinin ve Allah’ın yaratılış planına doğrudan nüfûz sağlayabilmek amacıyla “göğe uzanmaları”nın (bkz. sonraki ayet) sebebi budur.
6 Bu, yalnızca, küstah ve kibirli Yahudilerin kendilerini “Allah’ın seçilmiş toplumu” olarak görmelerine mecazî bir atıf değil, aynı zamanda, pratik hayatta onların öteden beri astrolojiyi geleceği okumanın bir aracı olarak görme eğilimlerine ve uygulamalarına bir atıftır. Bunun dışında, onların “göğe uzanmaları” daha genel anlamda, insanın kendisini “kendi kendine yeterli” görmesine ve kendi kaderine hakim olduğu saplantısına yol açan bir zihinsel durumun mecazî tanımı olarak görülebilir.
7 Bkz. 15:17-18, not 16 ve 17.
8 Yani, “İbrahim’in soyundan olduğumuz halde ve bütün kabiliyetimize ve bilgimize rağmen başarısız kaldık”.
9 Ayetin devamının gösterdiği gibi (ve 15:18 ile ilgili not 17’de işaret edildiği gibi) bu ifade, astroloji veya gizemli (esoteric) hesaplamalar yoluyla geleceği tahmin etme yahut “esrarlı bilimler” aracılığıyla gelecekteki olayların yönünü etkileme teşebbüslerinin tümü ile ilgilidir.
10 Böylece, bu surenin 2 ve 21. ayetlerinde olduğu gibi, “doğru ile eğriyi ayırd etme bilinci” (raşed veya rüşd), kötü akibetin tersi ile, yani mutlu bir son ile eş tutulmuştur.
11 Bütün klasik müfessirlere göre, bu pasajın başında cinn olarak tanımlanan varlıkların “imanlarını kabul ve ikrar etmeleri” bu yargı ile sona erer. Cinn teriminin bu örnekteki gerçek anlamı ne olursa olsun -ister insanın bilemediği bir niteliğe sahip olan “tanınmayan/bilinmeyen varlıklar”ı, isterse uzak topraklardan gelen bir grup yabancı insanı göstersin- fazla önem taşımaz, çünkü kullanıldığı bağlam açıkça göstermektedir ki bu varlıkların “konuşması”, “doğru ile eğriyi ayırd etme bilinci”ne ulaşmaya kararlı bir akla Kur”an’ın sunduğu rehberliğin bir temsîlinden başka bir şey değildir.
12 Lafzen, “bol yağmur”: Kur”an’da çok sık tekrarlanan cennetin “ırmakları”na temsîlî atıfları yansıtan bir mutluluk mecazı (Ebû Müslim, Râzî’nin nakli).
13 Yani, Allah’ın nimetlerini ihsan etmesi, yalnızca iyiliğin bir “ödülü” değil, ama daha çok insanın O’na karşı sorumluluk bilincinin ve bu nedenle O’na şükrünün sınanmasıdır.
14 Lafzen, “ibadet mahalleri” (mesâcid), yani ibadet eylemi.
15 Lafzen, “kalabalıklar halinde (libed, tekili libdeh) onun üstüne üşüşürlerdi” -yani “Allah’ın [hidayet] ışığını söndürmek” niyetiyle (Taberî, 9:32’ye atıfta bulunarak). Müfessirlerin büyük kısmı, yukarıdaki ayetin Peygamber Muhammed (s)’e ve müşrik çağdaşlarının o’na gösterdikleri düşmanlığa işaret ettiği görüşündedirler. Bu yorum ilk bakışta doğru olsa bile, pasajın genel bir anlam taşıdığı ve toplumun çoğunluğunun, bütün dönemlerde ve bütün toplumlarda, aşikar olan -ama popüler olmayan- bir manevî/ahlakî hakikati savunan bir azınlığa veya kişiye gösterdikleri düşmanlığa işaret ettiği açıktır. (Daha iyi anlaşılması için yukarıdaki ayet 19:73-74 ve ilgili notlarla bağlantılı olarak okunmalıdır.)
16 Lafzen, “… tebliğ etmem dışında” (illâ belâğan). Ancak bu örnekte, illâ edatı in lâ‘nın (“eğer olmazsa/eğer yoksa”) kısaltılmış biçimidir: böylece, yukarıdaki ifade, “eğer tebliğ etmezsem” [yahut “eğer duyurmakta başarısız kalırsam”] anlamındadır (Taberî, Zemahşerî, Râzî).
17 Bu ifade, açıkçası, “hakikati inkar edenler” -yani, bilinçli olarak- ve böylece kendi ruhsal kimliklerini tahrip edenler ile ilişkilidir. Burada sözü edilen insanlar, “topluca etrafını telaşla kuşatanlar”dır (ayet 19).
18 Yani, Hesap Günü. Karş. benzer bir ifadeye sahip olan 19:75’in ikinci paragrafı.
19 Lafzen, “yardımcılar açısından zayıf ve sayı bakımından az” -yani, sayıca kalabalık olmalarına rağmen fazla önem taşımayan.
20 “Alâ ğaybihî ifadesindeki “O’nun” mülkiyet zamiri, Allah’ın “yaratılmış varlıkların kavrayış sınırları dışındaki şey” (ğayb) ile ilgili bilgisini gösterir: bu tam olarak çevrilemez ifadenin yukarıdaki biraz da serbest çevirisinin dayanağı budur.
21 Karş. 3:179 -“Ve Allah, insan idrakini aşan şeyleri kavrama gücünü size verecek değildir; [Bunun için] Allah, elçileri arasından dilediğini seçer.”
22 Min beyni yedeyhi ve min halfihî ifadesinin (lafzen, “elleri arasındakinden ve arkasındakinden”) bu şekildeki çevirisinin bir açıklaması için bkz. 2:255, not 247. Bu bağlamda yukarıdaki ifade, ilahî vahiyle onurlandırılmanın, her peygamberi, hayatındaki bilebildiği yahut bilgisi dışındaki bütün endişelerden ruhsal olarak koruduğu gerçeğine işaret eder.
23 Lafzen, “onların yanında olan her şeyi”, yani hikmeti ve bilgiyi.