BELED SURESİ
Suyûtî, bu sureyi Mekke döneminin ortalarına ait gördüğü halde (50. sureden –Kâf– sonra), Muhammed (s)’in peygamberliğinin ilk yıllarına ait olması daha kuvvetli bir ihtimaldir.
1 BEN bu beldeyi tanıklığa çağırırım, 2 senin serbestçe yaşadığın bu beldeyi,1
3 ve [tanıklığa çağırırım] anne-babayı ve çocukları:2
4 Gerçek şu ki, Biz insanı acı, sıkıntı ve imtihan [ile yüklü bir hayat]a gönderdik.3
5 İnsan, kimsenin kendi üzerinde güç sahibi olmadığını mı zannediyor?
6 Övünüp duruyor: “Ben, yığınla servet tükettim!”4
7 Peki, kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor?5
8 Biz ona iki göz vermedik mi? 9 Bir dil ve bir çift dudak,6 10 ve ona [kötülüğün ve iyiliğin] iki yolunu da göstermedik mi?
11 Ama o, sarp yokuşa tırmanmayı denemedi…
12 Bilir misin nedir o sarp yokuş?
13 [O,] boynunu [günah zincirinden] kurtarmaktır;7 14 yahut [kendi] aç iken (başkasını) doyurmaktır, 15 yakını olan bir yetimi, 16 yahut toprağa uzanıp kalmış olan [yabancı] bir yoksulu, 17 ve imana ermişlerden ve birbirine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmaktır.
18 İşte böyleleri dürüstlüğe ve erdemliliğe erişmiş olanlardır;8 19 Bizim mesajlarımızın doğruluğunu inkara şartlanmış olanlar ise kötülüğe batmış kimselerdir, 20 üzerlerine salınmış ateş [ile].9
DİPNOTLAR
1 Lafzen, “sen bu beldede serbestçe otururken”. Klasik müfessirler, beled terimine “şehir” anlamı vermişler ve hâze’l-beled (“bu şehir”) ibaresinin Mekke’yi anlattığını ve ikinci ayetteki “sen” şahıs zamirinin ise Muhammed (s)’e işaret ettiğini belirtmişlerdir. Mekke’nin kutsallığı Kur”an’da defalarca vurgulandığı için bu yorum makul görünmektedir, ancak ayetlerin devamı ve surenin tümünün genel havası, daha geniş kapsamlı ve daha genel bir yoruma imkan vermektedir. Bana göre, hâze’l-beled sözleri ile “bu insanlık yurdu”, yani yeryüzü kasdedilmektedir (ki bu ikinci terim, birçok dilbilimciye göre, beled‘in aslî anlamlarından biridir). Sonuç olarak diyebiliriz ki, 2. ayetteki “sen” zamiri, genel olarak insana râcidir ve “tanıklığa çağırılan” da, onun yaşadığı dünyevî hayattır.
2 Lafzen, “doğuranı ve doğurduğunu”. Taberî’nin ikna edici açıklamasına göre bu ibare, “her anne-baba ve bütün çocukları” anlamına gelir: yani, baştan sona bütün insan soyu. (Vâlid müzekker şekli, elbette, hem erkek hem kadın ebeveyni göstermektedir.)
3 Kebed terimi, “acı”, “sıkıntı”, “zorluk”, “baskı”, “imtihan” vb. kavramlarını kapsadığından ancak yukarıdaki gibi bileşik bir ifade ile çevrilebilirdi.
4 Kendi kaynaklarını -ve dolayısıyla, imkanlarını- bitip tükenmez gördüğüne işaret. “İnsan” teriminin burada “insan soyu” anlamında kullanıldığını unutmamalıyız: bu nedenle, yukarıdaki övünme, -dinî gerilemenin ve zayıflamanın yoğunlaştığı bütün dönemlerin karakteristiği olan-insanın önündeki güç imkanlarının sınırsız olduğu ve bu nedenle dünyevî “menfaatler”in doğru ile yanlışın tek ölçüsü olduğu şeklindeki yaygın inancın mecaz yoluyla ifadesidir.
5 Yani, “kendinden başka kimseye karşı sorumlu olmadığını mı sanıyor?”
6 Yani, Allah’ın varlığı hakikatini tanıması ve bu hakikati dile getirmesi yahut en azından hidayeti istemesi için.
7 Beğavî tarafından nakledilen “İkrime’nin ve ayrıca Râzî’nin yorumu. Fekku rakabe ibaresi, alternatif olarak, “insanoğlunu boyunduruklarından kurtarmak” şeklinde de çevrilebilir (karş. 2:177, not 146). “Boyunduruk/zincir” terimi, burada, “kölelik” olarak tanımlanabilecek olan bütün tutsaklık ve sömürü -sosyal, ekonomik veya politik- biçimlerini kapsar.
8 Lafzen, “sağdaki/sağ taraftaki insanlar (ashâb )”: bkz. 74:39, not 25.
9 Yani, öteki dünyada “[günahkarların] kalpleri üzerinde yükselen” ve “onları kuşatan” ümitsizlik/çaresizlik ateşi: karş. 104:6-8 ve ilgili not 5. “Kötülüğe batmış kimseler” şeklinde çevirdiğim ibare, lafzî olarak, “sol tarafın insanları (el-meş”eme )” şeklindedir.