ALAK SURESİ
Bu surenin ilk beş ayeti, tartışmasız bir şekilde, Kur”an vahyinin başlangıcını teşkil etmektedir. Kesin tarihini tesbit etmek mümkün değilse de, bütün otoriteler, bu beş ayetin hicretten önce onüçüncü yılda (ki miladî Temmuz veya Ağustos 610 tarihine tekabül etmektedir) Ramazan ayının son on günü içinde nazil olduğunda hemfikirdir. Muhammed (s) o zaman kırk yaşlarındaydı. Hayatının o döneminde “yalnızlık ona cazip geliyordu ve [Mekke yakınındaki] Hira Dağı mağarasında inzivaya çekiliyor, uzun tefekkür ve dualarla kendini ibadete veriyordu” (Buhârî). Bir gece âniden Vahiy Meleği yanında belirdi ve ona “Oku!” dedi. Muhammed (s), ilkin gerçek bir metni okumasının istendiğini zannetti -ki ümmî olduğundan o talebi yerine getirmesi mümkün değildi. Bu nedenle “Ben okuyamam!” dedi. Bunun üzerine, kendi sözleriyle: “Melek beni yakaladı ve kendine çekti, öyle ki bütün gücüm kaybolup gitti; sonra beni bıraktı ve “Oku!” dedi. Ben: “Okuyamam” diye cevap verdim. Sonra beni yeniden yakaladı ve kendine çekti; sonra beni bıraktı ve dedi: “Oku!” -ben [tekrar] cevap verdim: “Okuyamam …” Sonra beni üçüncü defa yakaladı ve kendine çekti ve tekrar bıraktı ve dedi: “Oku, Yaratan Rabbin adına -insanı bir yumurta hücresinden yaratan! Oku, çünkü Rabbin sonsuz kerem sahibidir…”” Böylece Muhammed (s), anî bir aydınlanma ile, “okumaya”, yani Allah’ın insana mesajını almaya ve anlamaya çağrıldığını farketti.
Yukarıdaki alıntılar, Sahîh-i Buhârî’nin giriş bölümünü oluşturan Bed”u’l-vahy bölümünün üçüncü Hadisinden yapılmıştır. Bu Hadisin hemen hemen aynısı, Buhârî’nin başka iki yerinde daha ve Müslim, Neseî ve Tirmizî’de de bulunabilir.
Bu surenin 6-19. ayetleri nisbeten daha sonraki tarihlere aittir.
1 OKU1 yaratan Rabbin adına, 2 insanı bir yumurta hücresinden yaratan!2
3 Oku, çünkü Rabbin Sonsuz Kerem Sahibidir, 4 [insana] kalemi kullanmayı öğretendir, 5 insana bilmediğini belleten!3
6 Gerçek şu ki insan fütursuzca azar, 7 ne zaman kendini yeterli görse: 8 oysa, herkes eninde sonunda Rabbine dönecektir.4
9 HİÇ düşündün mü şu engellemeye kalkışanı 10 [Allah’ın] bir kulu(nu) namazdan?5
11 Hiç düşündün mü o doğru yolda mıdır, 12 ya da Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yüklü mü?6
13 Hiç düşündün mü onun hakikati yalanla[ma]yabileceğini ve sırtını [ona] dön[mey]ebileceğini?7
14 O bilmez mi ki Allah [her şeyi] görür?
15 Hayır, eğer vazgeçmezse, onu alnından8 tutup sürükleyeceğiz, 16 o yalancı, isyankar alnından! 17 Bırak, kendi aklının [asılsız, düzmece] tavsiyelerini9 [yardımına] çağırsın, 18 [o zaman] Biz de semavî azap güçlerini çağırırız!
19 Hayır, ona kulak verme, ama [Allah’ın huzurunda] yere kapan ve [O’na] yakınlaş!
DİPNOTLAR
1 Zımnen, “bu ilahî kelâmı”. İkra” emri, “oku” yahut “telaffuz et/dile getir” olarak çevrilebilir. Birinci çeviri, bana göre, bu bağlamda daha tercihe şayandır; çünkü “telaffuz etmek/dile getirmek” kavramı, yalnızca o anda yazılı olan veya hafızada bulunan bir şeyi -anlayarak veya anlamadan- dil ile söylemeyi ifade eder; oysa “okumak”, bir dış kaynaktan, burada Kur”an mesajından, alınan sözleri veya düşünceleri, yüksek sesle olsun veya olmasın, ama anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihnine nakşetmeyi ifade eder.
2 Bu iki ayette geçen haleka fiilinin geçmiş zaman halinde kullanılması, ilahî yaratma fiilinin (halk) sürekli tekrarlanmakta olduğunu göstermek içindir. Dikkati çeken bir husus da, bu ilk Kur”an vahyinin, insanın bir yumurta hücresinden -yani, döllenmiş bir yumurtacıktan- embriyonik bir gelişme göstermesine işaret etmesi ve böylece insanın biyolojik kökeninin ilkelliği ve basitliği ile zihnî ve ruhî potansiyelinin zıtlığını vurgulamasıdır: hayatın yaratılışının gerisinde bulunan bilinçli bir planın ve amacın varlığına işaret eden bir zıtlık.
3 “Kalem”, burada yazma sanatının veya, daha spesifik olarak, yazı yoluyla kaydedilen bütün bilgilerin sembolü olarak kullanılmıştır: ve bu, 1. ve 3. ayetlerin başındaki “Oku!” sembolik çağrılarını da açıklamaktadır. İnsanın, düşüncelerini, tecrübelerini ve kavrayışlarını, yazılı kayıtlar aracılığıyla bireyden bireye, kuşaktan kuşağa ve bir kültür çevresinden diğerine aktarması yeteneği, insan bilgisinin toplamına bir birikim karakteri kazandırır; ve Allah vergisi yetenek sayesinde her birey, insanlığın kesintisiz bilgi birikiminden şu veya bu yolla yararlandığından, burada, tek tek bireylerin kendi başlarına bilmedikleri -ve aslında bilemiyecekleri- şeylerin “Allah tarafından insana öğretildiği” kaydedilmiştir. (İnsanın, kendisini biyolojik bir varlık olarak yaratan ve ona bilgi elde etme iradesi ve yeteneği veren Allah’a kesin bağımlılığının bu şekilde iki kez vurgulanması, nihaî şeklini, sonraki üç ayette almaktadır.) Ayrıca, Allah’ın insana “öğretme”si (veya “belletmesi”) aynı zamanda, O’nun yalnızca beşerî tecrübe ve akıl ile oluşturulamayan ruhî hakikatleri ve manevî/ahlakî ilkeleri/ölçüleri peygamberler aracılığıyla vahyetmesini de göstermektedir: ve böylece, ilahî vahiy olgusunun çerçevesi oluşturulmuş bulunmaktadır.
4 Lafzen, “dönüş (er-ruc”â) Rabbinedir”. Bu isim, burada iki anlamda kullanılmıştır: “herkes mutlaka hesap için Allah’ın huzuruna getirilecektir” ve “var olan her şey asıl kaynağı olan Allah’a geri dönecektir”. Nihaî analizde, 6-8. ayetlerde ifade edilen düşünce, insanın kendine yeterli olduğu ve dolayısıyla “kendi kaderinin efendisi” olduğu şeklindeki küstahça iddiayı saçma görerek reddeder; ayrıca bütün ahlakî kavramların -iyi ile kötü, doğru ile eğri arasındaki ayrım ölçülerinin- insanın bir Üstün Güc’e karşı sorumluluğu kavramı ile kopmaz şekilde bağlı olduğuna işaret eder: başka bir deyişle, “ahlakîlik” kavramı, böyle bir sorumluluk hissine -ister bilinçli isterse bilinç altında olsun- dayanmadığı zaman bütün anlamını kaybeder.
5 Lafzen, “[Allah’ın] bir kulunu namaz kıldığı zaman yasaklayanı”: müminleri ibadetten fiilen engelleme teşebbüsüne işaret. Bu ifade, kamuya açık şekilde namaz kılmayı kasdediyor göründüğünden, klasik müfessirlerin çoğu bu pasajda (ki ilk beş ayetten en azından bir yıl sonra nazil olmuştu), Hz. Peygamber’in Mekke’deki en amansız düşmanı olan, o’nun ve o’na inananların Kâbe önünde namaz kılmalarına inatla mani olmaya çalışan Ebû Cehil’in kasdedildiğini söylemişlerdir.
Ancak yukarıdaki pasajın muhtevası, aslında herhangi bir tarihsel olayın veya durumun çok ötesine uzanmaktadır; çünkü her dönemde görülen, dinin (“namaz” kavramında sembolize edilen) sosyal hayatı şekillendirme fonksiyonuna karşı koyma teşebbüslerinin tümü için geçerlidir -bu teşebbüsler, ya dinin bireylerin “özel meselesi” olduğu ve bu nedenle sosyal hayata “nüfûz etmesine” izin verilemeyeceği görüşü, yahut, alternatif olarak, insanın hiçbir metafizik (mâverâî, semavî, ötelerden gelen -T.ç.n.) rehberliğe muhtaç olmadığı iddiası şeklinde gerçekleşmektedir.
6 Lafzen, “yahut Allah’a karşı sorumluluk duymayı (takvâ) emretti mi” -yani, dinin tamamen kişisel bir mesele olduğunda ısrar etmek suretiyle insanların Allah’a karşı sorumluluk bilinçlerini derinleştirmeyi mi amaçlamaktadır: bunun açık anlamı, asıl amacın bu olmadığıdır ve onun, düşündükleri ve yaptıkları ile doğru yolda bulunmadığıdır. Bu çalışma boyunca takvâ terimi -ki burası, Kur”an’ın nüzul kronolojisinde ilk kullanıldığı yerdir- “Allah’a karşı sorumluluk bilinci duymak” şeklinde çevrilmiş ve bu ismin türetildiği fiile de aynı anlam yüklenmiştir. (Bkz. ayrıca sure 2, not 2.)
7 Zımnen, “çünkü küstahça kibri, onunla karşı karşıya gelmesine mani olur”.
8 Yahut: “perçeminden” -bir kimsenin yakalanmasını ve aşağılanmasını gösteren eski bir Arap deyimi (bkz. 11:56 ve ilgili not 80). Ancak Râzî’nin de işaret ettiği gibi, “perçem” terimi burada perçemin bulunduğu yer yani, alın (nâsiye)’den mecazdır (karş. ayrıca Tâcu’l-“Arûs).
9 Lafzen, “meclisini”. Bu gibi ayetleri tamamen tarihî bir bakışla açıklamaya eğilimli olan müfessirlere göre bu ifade, müşrik Mekke’deki geleneksel ihtiyarlar meclisine (dâru’n-nedve) bir işarettir; ama bana göre, büyük ihtimalle insanı “kendi-kendine yeterli” görmesine yol açan küstahlığa ve kibire (yukarıdaki 6-7. ayetler) bir atıftır.