NASR SURESİ
Adı: Birinci ayetteki “nasr” kelimesi sureye isim olmuştur.
Nüzul Zamanı: İbn Abbas, bu surenin, Kur’an’ın son suresi olduğunu söylemiştir. Yani bundan sonra tam olarak bir sure nazil olmamıştır. (Müslim, Neseî, Taberanî, İbn Ebi Şeybe, İbn Merduye). İbn Ömer’den bu surenin Veda Haccı’nda, teşrik günleri sırasında Mina’da nazil olduğu rivayet edilmiştir. Rivayete göre Rasulullah daha sonra devesinin sırtına çıkıp meşhur hutbesini okumuştur. (Tirmizî, Bezzar, Beyhakî, İbn Ebi Şeybe, Abd b. Humayd, Ebu Ya’la, İbn Merduye).
Beyhakî Kitabü’l Hac’da, Serra b. Nebhan’dan Rasulullah’ın o meşhur hutbesini nakletmiştir. Serra demiştir ki, ben Veda Haccı’nda Rasulullah’ın söylediklerini duydum. Şöyle dedi: “Ey insanlar biliyor musunuz bugün hangi gündür?” Orada bulunanlar: “Allah ve Rasulü daha iyi bilir” diye cevap verdiler. Rasulullah: “Bugün, teşrik gününün orta günüdür” dedi. Sonra şöyle buyurdu: “Biliyor musunuz bu yer hangi yerdir? Oradakiler: “Allah ve Rasulü daha iyi bilir” dediler. Rasulullah: “Burası meş’ar-i haram’dır” buyurdu. Daha sonra şöyle buyurdu: “Bilmiyorum, bundan sonra belki sizi göremeyebilirim. Dikkat edin, kanınız ve şerefiniz birbiriniz için haramdır. Bugün, bu yerde haram olduğu gibi. Rabbinizin huzuruna çıkıp, amelleriniz hakkında sorulacağınız zamana kadar bu haramlık sürecektir. İyi dinleyin, bu söylediğim yakın ve uzaktakilere ulaşsın. Dinleyin, size tebliğ ettim mi?”. Biz Medine’ye döndükten kısa bir süre sonra Rasulullah ahirete irtihal etti.
Bu iki rivayeti birarada okuyunca, Nasr suresinin nüzulu ile Rasulullah’ın vefatı arasında üç ay ve birkaç günlük bir süre geçtiği anlaşılır. Tarihlere göre, Veda Haccı ile Rasulullah’ın vefatı arasında ancak bu kadar zaman geçmiştir.
İbn Abbas’tan şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah’a bu sure nazil olduğunda; “Bu benim vefatımı bildirmektedir. Vaktim gelmiştir” dedi. (Ahmed, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Merduye). İbn Abbas’tan ikinci rivayet de şöyledir: Rasulullah, bu surenin nazil olmasından, bu dünyadan ayrılacağının haberi olduğunu anlamıştır. (Ahmed, İbn Cerir, Taberanî, İbn Ebi Hatim, İbn Merduye).
Ümmü’l Mü’minin Ümmü Habibe şöyle buyurmuştur: Bu sure nazil olduğunda Rasulullah, “bu sene vefat edeceğim” dedi. Bunu duyan Hz. Fatıma ağlamaya başladı. Rasulullah bunun üzerine şöyle buyurdu: “Ailemden bana ilk kavuşan sen olacaksın.” Fatıma bunu duyunca güldü. (İbn Ebi Hatim, İbn Merduye). Hemen hemen aynı muhtevaya sahip bir rivayeti Beyhakî, İbn Abbas’tan rivayet etmiştir.
İbn Abbas şöyle buyurmuştur: Hz. Ömer (r.a), Bedir gazvesine katılan büyüklerin toplantısına beni de çağırdı. Onların arasına girmek pek hoşuma gitmezdi. O büyükler Hz. Ömer’e: “Bu çocuk bizim çocuklarımız gibidir. Özellikle bunu, toplantılarımıza niçin çağırıyorsun” dediler. (Buharî ve İbn Cerir, bu sözü söyleyenin Abdurrahman b. Avf olduğunu açıklamışlardır.) Hz. Ömer şöyle buyurdu: “İlim bakımından bu çocuğun makamını biliyor musunuz.” Bir gün Hz. Ömer’in, beni bu büyüklerin toplantılarına her zaman niçin çağırdığını ispat etmek için beni de davet ettiğini anladım.
Hz. Ömer sohbet sırasında Bedir ehlinin büyüklerine şöyle sordu: “Nasr suresi hakkında ne dersiniz?” Bazıları şöyle dedi: “Bize Allah’ın nusreti gelip fetih nasip olduğunda, Allah’a hamd ve istiğfar etmemiz emredildi.” Bazıları: “Bundan murad şehir ve kalelerin fethidir” dediler. Bazıları da sessiz kaldılar. Hz. Ömer daha sonra: “İbn Abbas, sen de aynı şekilde mi düşünüyorsun, sen ne dersin?” dedi. Ben “Hayır” dedim. Hz. Ömer: “Sen ne diyorsun?” dedi. Ben: “Bundan murad Rasulullah’ın ecelidir” dedim. “Bu surede Rasulullah’a, Allah’ın nusretinin gelip fetih nasip olmasının, eceline işaret olduğu bildirilmiştir. Ondan sonra Allah’a hamd ve istiğfar etmesi emredilmiştir” dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Ben de senin dediklerinden başka bir şey bilmiyorum” dedi. Bir rivayette Hz. Ömer’in, Bedir ehlinin büyüklerine şöyle buyurduğu da kayıtlıdır: “Bu gencin toplantımıza katılmasına hâlâ itiraz ediyor musunuz? O’nu bu toplantıya çağırmamın sebebini herhalde anladınız.” (Buharî, Ahmed, Tirmizî, İbn Cerir, İbn Merduye, Beğavî, Beyhakî, İbn Münzir.)
Konu: Yukarıda zikerdilen rivayetlerden anlaşılıyor ki, bu surede Allah (c.c.) Rasulullah’a, Arabistan’da İslam’ın zaferi kemale erdikten sonra ve insanlar grup grup dine girdiklerinde bunun anlamının, bu dünyadaki misyonunun sona ermesi olduğunu bildirmiştir. Ondan sonra Rasulullah’a, hamd ve Allah’ı tesbih ile meşgul olması emredilmiştir. Çünkü O, Allah’ın lütfu ile büyük bir işi başarıyla tamamlamıştır. Görevi yerine getirirken işlediği zaaf ve eksikliklerden dolayı Allah’tan af dilemelidir. Buradaki önemli nokta, bir Nebi ile dünyevî önder arasındaki farkın ne kadar büyük olduğudur. Bir dünyevî öndere, dünyada büyük bir inkılâb yapmak nasip olsa, o kişi törenler düzenleyerek önderliğinden gurur duyar. Ama burada Allah’ın peygamberi, 23 sene gibi kısa bir sürede bir kavmin akide, düşünce, ahlâk, kültür, medeniyet, muaşeret, siyaset, iktisat ve savaş anlayışını değiştirerek, cahiliyeye boğulmuş bu kavmi bütün dünyaya hâkim olacak bir duruma getirmesine ve dünyanın bütün kavimlerine önder olmaya lâyık hâle kavuşturmasına rağmen, böyle büyük bir başarının sonunda törenler düzenleyip gururlanmak yerine, Allah’a hamd edip mağfiret dilemesi ve O’nu tesbih etmesi emredilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) de bütün acziyle bu emri yerine getirmekle meşgul olmuştur.
Hz. Aişe şöyle buyurmuştur: Rasulullah vefatından önce şu cümleyi çokça söylerdi: “Subhâneke Allahümme ve bihamdike ve estağfiruke ve etubu ileyk” (bazı rivayetlerde lâfız şöyledir: Subhanallahi ve bihamdihi ve’ stağfırullahe ve etubu ileyh). Ben: “Ya Rasulallah! Sürekli okuduğunuz bu kelimeler nasıl kelimelerdir?” dedim.
Rasulullah: “Bu, Nasr Suresi’ndeki işareti görünce okuduğum kelimelerdir” buyurdu. (Ahmed, Müslim, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Merduye). Bunun benzeri bazı rivayetler yine Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir. Rasulullah rükû ve secdede, “Subhaneke Allahümme ve bihamdike Allahumme’ğfirli” cümlesini çokça okurdu. Bu, Kur’an’ın (yani Nasr suresinin) Rasulullah’ın buyurduğu tevili idi. (Buharî, Müslim, Ebu Davut, Neseî, İbn Mace, İbn Cerir).
Ümmü Seleme şöyle buyurdu: Rasulullah’ın mübarek ağzı her zaman, oturduğu, kalktığı, yolda yürüdüğü zaman, “Subhanellahi ve bihamdihi” kelimelerini tekrarlardı. Bir gün, “Ya Resulallah! Bu kelimeleri niçin bu kadar çok zikrediyorsunuz?” dedim. Şöyle buyurdu: “Bana böyle emredildi” ve bu sureyi okudu. (İbn Cerir).
İbn Mes’ud’dan şöyle rivayet edilmiştir: Bu sure nazil olduğu zaman Rasulullah çokça “Subhaneke Allahümme ve bihamdike Allahümme’ğfirli subhaneke Rabbena ve bihamdike Allahümme’ğfirli inneke ente’ttevvabül gafûr” sözlerini tekrarladı (İbn Cerir, Müsned-i Ahmed, İbn Ebi Hatim).
İbn Abbas şöyle beyan etmiştir: Bu sure nazil olduktan sonra Rasulullah, ahiret için mihnet ve riyazatla o kadar meşgul oldu ki daha önce böylesi görülmemişti. (Neseî, Taberanî, İbn Ebi Hatim, İbn Merduye).
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman,1
2 Ve insanların Allah’ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde,2
3 Hemen Rabbini hamd ile tesbih et3 ve O’ndan mağfiret dile.4 Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.
AÇIKLAMA
1. “Fetih”den murad, belli bir savaştaki zafer değildir. Aslında burada kesin bir zafer murad edilmiştir. Bu öyle bir zamandır ki İslâm’a karşı çıkacak hiçbir güç kalmamış ve İslâm Arabistan’da kesin bir zafer kazanmıştır. Bazı müfessirler bundan Mekke fethini anlamışlardır. Ancak Mekke fethi Hicrî 8’de vukubulmuş, bu sure ise Hicrî 10’un sonunda nazil olmuştur. Bu, girişte açıkladığımız İbn Ömer ve Serra binti Nebhan’ın rivayetlerinde görülmüştü. Bunun yanısıra ibn Abbas’ın kavli de bu tefsire ters düşer. O kavil, bu surenin Kur’an’ın son suresi olduğu idi. Bu durumda, Mekke’nin fethi kastedilmiş olamaz. Çünkü Tevbe suresi bu sureden sonra nazil olmuştur. Öyleyse bu sure, en son sure nasıl olabilir? Kuşkusuz Mekke’nin fethi bir bakıma kesin zafer sayılabilir. Çünkü bu olaydan sonra Mekke’li müşriklerin cesareti kırılmıştır. Buna rağmen müşriklerde hâlâ, yeterli güç ve kuvvet vardı. Nitekim bundan sonra vukubulan Taif ve Huneyn gazvelerinden sonra Arabistan üzerinde kesin galibiyet sağlanabildi ve bu da iki yıl aldı.
2. Yani insanların birer ikişer İslam’a girdikleri dönem geçmiş, kabilelerin, hiç karşı koymadan topluca İslam’a girdikleri zaman gelmiştir. Bu keyfiyet Hicrî 9’un başlarında başlamıştır. Onun için o seneye “heyetler senesi” denmiştir. Arabistan’ın her köşesinden Araplar, peşpeşe heyetler halinde Rasulullah’ın huzuruna gelerek O’na biat ettiler ve İslam’a girdiler. Resulullah’ın Veda Haccı’na gittiği Hicrî 10’a kadar bütün Arabistan tek bayrak altında birleşmiş ve ülkede hiç bir müşrik kalmamıştı.
3. “Hamd”dan murad, Allah’a hamd-ü senâ ve şükretmektir. “Tesbih”ten murad, Allah’ı her bakımdan tenzih etmektir. Burada, “Rabb’inin bu mucezesini gördükten sonra O’na hamd edip, O’nu tesbih et” denmiştir. Hamd’in anlamı, “bu büyük başarının, senin marifetin sonucu gerçekleştiği aklına bile gelmemelidir. Bu tamamen Allah’ın lütfu ile olmuştur. Bunun için Allah’a şükret, kalp ve lisan ile bunu itiraf et. Çünkü böyle büyük bir işi gerçekleştiren ve bu başarının yaratıcısı ancak Allah’tır, hamd’a ancak O müstehaktır” şeklindedir. Burada “Tesbih”in anlamı ise şöyledir: “Allah, sözünün yücelmesi için sizin çabanıza muhtaç olmaktan münezzehtir. Bunu itiraf edin. Çabanızın başarıya ulaşmasının, ancak Allah’ın teyid ve nusreti ile olabileceğine de kesinlikle inanmalısınız. Allah (c.c.) bir işi istediği kuluna yaptırabilir. Bir kula bunun gibi bir hizmeti yaptırması, aslında ona Allah’ın bir ihsanıdır. Allah’ın sizin üzerinizdeki ihsanı da onun dinine hizmet etme şerefini size vermesidir.” Bunun yanısıra, “Subhanallah” demenin bir de taaccüb yanı vardır. Akıl almayan bir iş vukubulduğunda insan “subhanallah” der. Onun anlamı, ancak Allah’ın kudretinin böyle hayret verici bir işi meydana getirebileceği, başka hiçbir gücün bunu başaramayacağıdır.
4. Yani Rabb’inize dua edin. Size yüklenilen hizmeti yerine getirirken eğer bir zaafta bulunduysanız bunu affetsin. Bu, İslâm’ın insanlar arasında oluşturduğu terbiyedir. Bir kimse Allah’ın dini için ne kadar zorluğa katlanmış olursa olsun aklına hiçbir zaman Rabb’inin hakkını ödediği düşüncesi gelmemelidir. Tersine, insan her zaman “ben aslında yapmam gereken kadarını bile yapamadım” şeklinde düşünmelidir. Allah’a, O’nun hakkını ödemede ne kadar eksikliği varsa affetmesi ve yaptıklarını kabul etmesi için dua etmelidir. Allah, Rasulullah’a işte böyle bir terbiye vermiştir. O Rasulullah ki, hiç kimse ondan daha fazla Allah (c.c.) yolunda çaba göstermeye güç yetiremez. O’ndan başka kim, yaptıklarından sonra gururlanmaz ve Allah’ın hakkını ödeyemediğini düşünür? Allah’ın bir kulu üzerindeki hakkı o kadar büyüktür ki hiçbir mahluk onu ödeyemez.
Allah, kendisine ettikleri ibadeti, riyazet ve dini hizmeti büyük zannetmemeleri için bu emri Müslümanlara sürekli tekrarlar. Allah (c.c.) yolunda bütün hayatlarını verdikten sonra bile Allah’ın hakkını ödeyemecekleri gerçeğini unutmamalıdırlar. Aynı şekilde, eğer onlara bir afiyet nasip olmuşsa, onu kendi marifetleri saymamalıdırlar. Bunu da Allah’ın lutfu olarak bilmelidirler. İftihar ve kibirlenmek yerine, Rabb’inin önünde acz ile eğilmeli, hamd ve istiğfar etmelidirler.