İNŞİRAH SURESİ
Adı: Birinci ayetteki “inşirah” kelimesi sureye isim olmuştur.
Nüzul zamanı: Konusu Duha suresine o kadar benzemektedir ki, bu iki surenin hemen hemen aynı dönem ve şartlarda nazil olduğu anlaşılmaktadır. Abdullah b. Abbas şöyle demiştir: “Bu sure Mekke’de Duha’dan sonra nazil olmuştur.”
Konu: Bu surenin maksadı, Rasulullah’a (s.a) teselli vermektir. Nübüvvetten önce Rasulullah bu gibi şartlarla karşı karşıya gelmişti. Nübüvvet’ten sonra İslami davet başladığında onun hayatında birdenbire büyük bir inkilâb oldu. Daha önce böyle bir şeyi tahmin edemezdi.
O’na saygı duyan bütün toplum, İslam daveti başladıktan sonra birdenbire düşman kesilivermişti; önceden kendilerinin gözbebeği olduğu akrabaları, dostları, kabilesi, komşuları şimdi Rasulullah’a küfretmekteydiler. Mekke’de hiç kimse onun söylediklerine kulak vermek istemiyordu. Yoldan geçerken ona laf atıyorlardı. Ona her adımda zorluk çıkarıyorlardı. Ancak Rasulullah yavaş yavaş bütün bunlara alıştığı gibi, hayatta daha kötü şartlara karşı koymayı da adet edinmişti. Bunlar, başlangıçta onun için çok zordu. Bu nedenle Rasulullah’a teselli vermek için önce Duha suresi, sonra da bu sure indirilmiştir.
Burada Allah (c.c.) önce şöyle buyurmuştur: Biz size üç nimet verdik. Bunlar varken üzülmen gerekmez… Birisi “Şerh-i Sadr” nimetidir.
İkincisi, “belini büken yükten kurtarılman”dır. Üçüncüsü “isminin yücelmesi”dir. Bu nimetlerden fazlası bir yana, bu kadarı bile başka hiç kimseye verilmemiştir. İlerideki dipnotlarla bu nimetlerden ne kastedildiğini ve ne gibi nimetler olduklarını açıklayacağız.
Bundan sonra Rabbı olan Allah, kulu ve Rasulü’ne şöyle buyurmuştur: Emin olun bu zor dönem çok uzun değildir. Bu zorluktan sonra ferahlık da pek uzak değildir. Duha suresinde aynı nokta şöyle ifade edilmiştir: “Sonraki her devir senin için öncekinden daha iyi olacaktır. Rabbin çok geçmeden o kadar verecek ki sen memnun kalacaksın.”
Sonunda Rasulullah’a hidayet verilerek şöyle buyurulmuştur: Bu zorluğa karşı koyabilmek ve kuvvet kazanabilmek için, meşguliyetten sonra herşeyden el çekerek ve Rabbi’ne yönelerek ibadet etmelisin. Aynı konu Müzzemmil suresi 1-9 ayetlerde daha ayrıntılı olarak Rasulullah’a bildirilmiştir.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Biz, senin göğsünü yarıp-genişletmedik mi?1
2 Ve yükünü indirip-atmadık mı?
3 Ki o, senin belini bükmüştü;2
4 Senin zikrini (şanını) yüceltmedik mi?3
5 Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık da vardır,
6 Gerçekten güçlükle beraber kolaylık da vardır.4
7 Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et.
8 Ve yalnızca Rabbine rağbet et.5
AÇIKLAMA
1. Bu, soru ile başlar. Sonraki muhtevadan, İslam davetinin başlangıç döneminde Rasulullah’ın pek çok soruyla karşı karşıya geldiği ve çok perişan duruma düştüğü anlaşılmaktadır. Bu şartlarda Allah, Rasulullah’a şöyle buyurmuştur: Ey Nebi! Biz size filan filan lütufta bulunmadık mı? Buna rağmen, başlangıçtaki zorluk dolayısıyla niçin perişan olmaktasınız?
“Göğsü açmak” kelimesi Kur’an-ı Kerim’in neresinde kullanılmışsa orada kelimenin iki anlamı söz konusudur. Birincisi En’am suresi 125. ayette olduğu gibidir. “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslam’a açar.” Zümer Suresi 22. ayette de şöyledir: “Allah’ın, göğsünü İslam’a açtığı kimse Rabbinden bir nur üzerinde değil mi?” Bu iki yerdeki “Şerh-i Sadr”dan kasıt, her çeşit zihin karışıklığından ve tereddütten temiz olarak, yalnız İslam’ın hak yol olduğuna ve İslami akide, ahlâk, kültür, medeniyet bütün ameller ve hidayetlerin kesinlikle hak olduğuna mutmain olmaktır.
İkincisi, Şuara Suresi 12-13. ayetlerde geçtiği şekildedir. Hz. Musa’ya nübüvvet verildiği ve Firavun’un saltanatına gitmesi bildirdiği zaman Hz. Musa şöyle demiştir: “Rabb’im! Ben onların beni yalanlayacaklarından korkuyorum. Göğsüm daralıyor.” Taha suresi 25-26. ayetlerde Hz. Musa şöyle yalvarmıştır: “Rabbim! Göğsümü aç. Bana işimi kolaylaştır.” Burada “göğüs açmak”tan kasıt, nübüvvet gibi büyük bir görevi yerine getirmek ve küfür güçlerine yapayalnız karşı çıkabilmek için insanda cesaret bulunmadığında, ona cesaret verilmesidir. Bu öyle bir cesarettir ki, insanın zor işe bile ne kadar zor olursa olsun tahammül edebilmesi ve Nübüvvet görevini yerine getirebilmesi için ona kuvvet verilmesidir.
Düşününce, bu ayetteki “Rasulullah’ın göğsünü açmak”ta iki anlam olduğu anlaşılmaktadır. Birinci anlam şöyledir: Rasulullah nübüvvetten önce de, Arap müşriklerin, Hristiyanların, Yahudilerin ve Mecusilerin dinlerinin yanlış olduğuna inanıyordu. Aynı zamanda, Araplar arasındaki Haniflikten de mutmain değildi. Çünkü bunların akidesi de müphemdi. (Secde Suresi an: 5’te açıkladık.) Rasulullah, doğru yolun hangisi olduğunu bilmiyordu. Bu nedenle o, zihni bakımdan tereddüt içindeydi. Allah (c.c.) nübüvvet vererek Rasulullah’ın tereddütlerini gidermiş ve apaçık doğru yolu göstererek ona kâmil itminan-ı kalp vermiştir. “Göğüs açmak”ın diğer anlamı da şöyledir: Allah, Rasulullah’a nübüvvet ile birlikte, cesaret, himmet, yüksek irade ve kalp ferahlığı vermişti. Rasulullah risaletin sorumluluğunu yerine getirebilmesi için gerekli olan ilme de o kadar geniş sahip olmuştu ki başkasının zihni bunu alamazdı. Rasulullah’a, en büyük fesatları gidermek, onu düzeltmek ehliyeti bir hikmet olarak verilmişti. Bu hikmet ona, cahiliyeye batmış ve her yönüyle aşırı kaba bir toplumda zahirde elinde hiçbir imkan, arkasında da hiçbir kuvvet olmadan İslam’ın bayrağını yüceltmesi için verilmişti. Ayrıca bu hikmet, muhaliflerinin ve düşmanlarının en büyük saldırılarına karşı koymaktan hiç çekinmemesi, bu yolda bütün zorluklara ve musibetlere sabretmesi, tahammül etmesi, hiçbir gücün onu davasından caydıramaması için de verilmişti. Allah, Rasulullah’a büyük bir nimet olarak “göğüs açmak”ı verdikten sonra, bunu hatırlatarak, “başlangıçtaki zorluklar için niye üzülüyorsun?” buyurulmuştur. Bazı müfessirler “Şerh-i Sadr” kelimesini, “Şakk-ul Sadr” manasına almışlardır. Bu ayetin, “Şakk-ul Sadr” (göğüs yarılması) mucizesini isbat ettiğini söylemişlerdir. Ancak doğru olan, bu mucizenin ispatının sadece Hadis’lere dayandığıdır. Bu mucizenin Kur’an’da ispat edildiği tefsiri doğru değildir.
Arapça’da “Şerh-ı Sadr” kelimesine, “Şakk-ul Sadr” manası vermek uygun değildir. Allame Alûsi, Ruhu’l Meani’de diyor ki, “araştırmacılara göre, bu ayetteki “Şerh-ı Sadr”ı, “Şakk-ul Sadr” kabul etmek çok zayıf bir delildir.”
2. Müfessirlerden bazıları bundan şunu anlamışlardır: Cahiliyye döneminde, nübüvvetten önce bazı kusurlar olmuştu. Rasulullah (s.a) bunun için üzülüyordu. Onun üzerine bu ayet nazil olmuştur. Allah (c.c.) onu teselli etmiş ve önceki kusurlarının affedildiğini bildirmiştir. Ama bize göre bu çok yanlıştır. Çünkü “vizr” kelimesinin manası, mutlaka “günah” anlamına gelmez. Bu kelime ağır yük anlamında da kullanılır. Bu nedenle, hiçbir sebep yokken bu kelimeyi kötü manada alamayız. İkincisi, Rasulullah’ın (s.a) hayatı nübüvvetten önce de o kadar temizdi ki Kur’an onun hayatını örnek vererek muhaliflerine meydan okuyordu. Rasulullah’ın ağzından kafirleri muhatab alarak şöyle söylüyordu. “Daha önce yıllarca aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?” (Yunus 16). Rasulullah gizli günah işleyecek yapıda değildi. Eğer o böyle yapsaydı, bu Allah’tan gizli kalmazdı. Eğer böyle olsaydı Allah (c.c.) bu şahsı, meydan okumak için örnek göstermezdi. Gerçek şudur: Bu ayetteki “vizr”in manası, “ağır yük”tür. Bundan kasıt da, üzüntü ve perişanlık gibi yüktür ki Rasulullah, kavmini cahiliyette gördüğü için hassas tabiatı gereği onun üzüntüsünü içinde hissediyordu. Çünkü Rasulullah, putlara tapıldığını görüyordu. Şirk ve hurafe her tarafa yayılmıştı. Ahlaksızlık ve fuhuş yaygınlık kazanmıştı. Toplumda zulüm, fesat ve haksızlık hüküm sürmekte, kuvvetliler zayıfları ezmekteydi. Kızlar diri diri gömülüyordu. Kabileler birbirine saldırıyordu. Kan davası asırlardır devam edegeliyordu. Kimsenin can, mal ve iffeti koruma altında değildi. Bu durumu gören Rasulullah çok üzülüyordu. Fesadı gidermek için hiçbir çare bulamıyordu. Bu düşüncede onun belini bükmekteydi. Allah (c.c.) ona peygamberlik vererek ve yol göstererek yükünü hafifletti. Rasulullah, nübüvvet verildikten hemen sonra ancak tevhid, ahiret ve risalete imanın insanın bütün fesatlarını giderebilecek ve hayatta, her yönüyle ıslah için yol açabilecek tek anahtar olduğunu anlamıştı. Bu hidayetle Allah, Rasulullah’ın zihnindeki yükü hafifletti. Rasulullah, Araplar dışındaki dünyanın da kötülük içinde olduğu o zamanlarda sadece Arapların değil, bütün insanlığın bu vasıtayla kötülükten kurtulacağına kesinlikle mutmain olmuştu.
3. Hiç kimsenin düşünmediği bir zamanda, etki alanı Mekke kadar olan bir avuç insanın seslerinin bütün dünyaya nasıl yayılacağı sorulmuştur. Ama Allah (c.c.) bu şartlar altında Rasulullah’a müjde vermiştir. Aklın almayacağı bir yol ile Allah (c.c.) bu vaadini yerine getirmiştir. “Refea ez-zikr” ilk olarak Rasulullah’ın düşmanlarının eliyle gerçekleştirilmiştir.
Mekke’deki kafirlerin Rasulullah’ı kötülemek için başvurdukları metodlardan biri de şuydu: Hac sırasında bütün Arabistan’da insanlar Mekke şehrine dolar taşarlardı. O zaman kafirler heyet halinde hacıların kaldığı yeri ziyaret ederek onlara, “Burada Muhammed isminde tehlikeli bir adam vardır. O’nun sihri o kadar kuvvetlidir ki babayı oğuldan, kocayı karıdan, kardeşi kardeşten ayırmaktadır. Bu nedenle ona dikkat edin” diye haber veriyorlardı. Aynı şey Hac mevsimi dışında Mekke’ye gelenlere de söyleniyordu. Böylece onlar Rasulullah’a karşı bir propaganda başlatmışlardı. Ama bunun sonucunda Arabistan’ın her yerinden gelenler arasında Rasulullah’ın ismi yayılmıştı. Rasulullah’ın ismi Mekke’deki düşmanları vasıtasıyla Arapların bütün kabilelerine yayılmıştı. Bu nedenle doğaldı ki insanlar bu şahsın kim olduğunu öğrenmek istiyorlardı. Davasının ne olduğunu, sihrinin etkisi altında bulunanların kimler olduğunu, onun sihrinden nasıl etkilendiklerini merak ediyorlardı. Mekke’deki kafirlerin propagandası yayıldıkça insanların merakı da o kadar artıyordu. Bu merak sonucunda onlar Rasulullah’ın ahlâk, yaşayış ve karakterini araştırıyorlar; Rasulullah’ın yaymak istediği Kur’an’ı duyunca da talimatlarından haberdar oluyorlardı. Böylece sihir denen şeyi, onun etkisi altında olduğu söylenenlerin yaşayışlarını ve bunların diğer Araplardan farklılaşarak büyük değişikliğe uğramış olduklarını görüyorlardı. O zaman kafirlerin karşı propaganda zannettikleri kötü propagandalar İslam’ın lehine oluyordu. Hatta hicretin yakın zamanına kadar, Arapların yakın ve uzak kabileleri arasında içinde müslüman olmayan kabile Rasulullah’a ve onun davetine sempati duymayan kimse kalmamıştı. Bu Rasulullah’ın “refea ez-zikr”inin birinci safhasıydı. Bundan sonra hicret ile ikinci safha başladı. Bir tarafta münafıklar, diğer tarafta Yahudiler ve Arapların ileri gelen müşrikleri Rasulullah’a karşı propaganda faaliyetine girişmişlerdi. Diğer yandan Medine’deki İslami davette takva, temiz ahlâk, güzel muaşeret, adalet, insani kardeşlik zenginlerin cömertliği, yoksulları gözetmek, vaadleri yerine getirme, alışverişte doğruluk gibi davranışlar bir örnek teşkil etmekteydi. Bu davranışlar insanların kalplerini fethediyordu. Düşmanları, her vasıtayla Rasulullah’ın bu artan etkinliğini yok etmek istediler. Ancak Rasulullah’ın önderliğinde ehl-i imandan öyle bir cemaat meydana gelmiştir ki, nizam ve disiplin itibariyle, şecaat ve ölümden korkusuzluk bakımından, her anında ahlâki sınırlar içinde kalmak suretiyle kendi üstünlüğünü bütün Araplar üzerinde kabul ettirmişti. Böylece on yıl içinde Rasulullah’ın “refea ez-zikri”i gerçekleşiyor ve isminin her yerde kötülenmesi için muhaliflerin yoğun çaba harcadığı o ülkede, şimdi “Eşhedu enne Muhammeden Rasulullah” sözü yankılanıyordu.
Bundan sonra üçüncü merhale Raşid Halifeler döneminde başlamıştır. Onların döneminde Rasulullah’ın ismi bütün dünyada yayılmaya başladı.
Bu safha hâlâ caridir ve inşaallah kıyamete kadar devam edecektir. Dünya’da hiç bir yer yoktur ki orada Müslümanların yerleşim yeri olmasın ve orada ezan okuyarak Rasulullah’ın risaleti ilan edilmesin. Namazda da Rasulullah’a salavat getirilir. Cuma hutbelerinde Rasulullah zikredilir. Senenin on iki ayının hiçbir günü ve günün 24 saatının hiç bir anı yoktur ki yeryüzünde bir yerde Rasulullah zikredilmesin. Bu, Kur-‘an-ı Kerim’in doğruluğunun açık ispatıdır. Nitekim nübüvvetin başlangıcında Allah (c.c.) şöyle buyurmuştu: “ve refe’nâ leke zikrek.” O günlerde hiç kimse “refea ez-zikr”in bu kadar şanlı ve büyük çapta olacağını tahmin edemezdi. Ebu Said Hudri rivayet ediyor ki “Rasulullah şöyle buyurdu: “Cebrail bana geldi ve sordu, Rabbim ve Rabbınız olan Allah, senin refea ez-zikr’ini nasıl yaptım? diye soruyor. Ben, Allah (c.c.) en iyi bilir dedim. Cebrail şöyle dedi, Allah (c.c.) buyurdu ki, beni zikrettikleri zaman onun yanında seni de zikredecekler” (İbni Cerir, İbni Ebi Hatim, Ebu Nuaym). Sonraki tarihler şahittir ki bu söz harfiyyen yerine gelmiştir.
4. Rasulullah’ın zor şartlar içindeki durumunun pek fazla sürmeyeceği ve yakında şartların değişeceği tekrarlanmıştır. Darlıkla ferahlığın birarada bulunması zahiren tenakuzdur. Çünkü iki zıt şey birarada bulunmaz. Ama darlıktan sonra ferahlık olabilir. Darlık ile ferahlık kelimeleri bu anlamda kullanılmıştır. Darlıktan sonra ferahlık o kadar yakındır ki birbirine birleşik gibidir.
5. “Fırsat bulmak”tan kasıt, işleri bittikten sonra davet ve tebliğ çalışmaları, İslam’ı kabul edenlerin terbiyesi, kendi ailesinin dünyevi işleri olabilir. Yani bunlarla meşgul olman bittikten sonra kendini ibadet meşakkatine ver ve her tarafla ilgini keserek Allah’a yönel.