BELED SURESİ
Adı: Birinci ayet’teki “beled” kelimesi sureye isim olmuştur.
Nüzul zamanı: İçeriği ve üslubu, Mekke döneminin başlangıcında nazil olan surelere benzemektedir. Ama surenin içindeki bir işaret, bu sürenin nüzul zamanının, Mekkeli kafirlerin Rasulüllah’a düşman kesilerek O’na karşı her türlü zulmü ve haksızlığı reva gördükleri döneme denk düştüğünü göstermektedir.
Konu: Bu surede geniş bir konuya kısa kısa cümlelerle, özet olarak değinilmiş ve konu toparlanmıştır. Bu da Kur’an-ı Kerim’in icazıdır ki hakkında koca bir kitap yazılabilecek büyük bir konu, bu küçük surede kısa kısa cümlelerle ve müessir ifadeyle beyan edilmiştir. Surenin konusu, insanın dünyadaki yerini anlatmak ve aynı zamanda Allah’ın insan için iki yol olarak saadet ve şekaveti açık bıraktığını belirtmektedir. İnsana, bu iki yolu görmek ve takip etmek imkanı da yaratılmıştır. Saadet yolunu takip ederek güzel bir sona varmak veya şekavet ederek kötü sona ulaşmak insanın gayretine bağlıdır.
Önce Mekke şehrine ve onun içinde bulunan Rasulullah’ın üzerindeki musibetlere yemin edilerek, Rasulullah nazarında bütün Ademoğlu’nun vaziyeti; dünyanın insan için bir dinlenme yeri olmadığına delil olarak ileri sürülmüştür. İnsan bu dünyaya meşakkat içinde gelmiştir. Aynı konuyla ilgili olan Necm Suresinin 39. ayeti ile birleştirecek olursak, insanın istikbalinin, bu dünyadaki çalışmasına ve meşakkatine bağlı olduğu anlaşılmaktadır.
Bundan sonra insanın yanlış düşüncesi olan “bu dünyada sadece insanın varlığı vardır ve ondan üstün güç yoktur. İnsandan hesap da sorulmayacaktır” inancı düzeltilmektedir.
Daha sonra, insanın pek çok cahiliye tasavvurlarından biri olan, bu dünyada büyüklük ve fazîlet için ne gibi yanlış ölçüler kabul edildiği misal olarak ileri sürülmüştür. Bazı şahislar büyüklük için gösteriş olarak yığınlarca mal sarfeder. İsraf ettiği mal ile kibirlenir, halk da ona özenir. Halbuki onu gözeten Zat, kazandığı malı hangi yol ile kazandığını, ne niyetle ve hangi maksatla sarfettiğini gözetlemektedir.
Bundan sonra Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: Biz insana ilmî vasıtalar ve düşünme yeteneği vererek onun önünde iyi ve kötü olmak üzere iki yol açtık. Bir yol onu ahlâkî alçaklığa götürür ve onu izlemek için hiçbir gayrete de ihtiyacı yoktur. Tersine nefsini dünyevi lezzetlere bırakması yeterlidir. İkinci yol ise ahlâkî yüksekliğe ulaştırır. Bu yoldaki zor geçitlerden geçebilmesi için kendi nefsine cebretmesi gerekir. İnsan, zaafı nedeniyle bu zor geçitten geçmek yerine, aşağı düşmeyi tercih eder.
Sonra Allah, o zor geçidin ne olduğunu açıklamaktadır. Bu geçit, insanın oradan geçerek yükselebileceği yoldur. O zor geçit: İnsanın gösteriş, kibir ve riya için mal sarfetmeyi bırakarak; malı yetimlere, miskinlere yardım için sarfetmektir. Allah’a ve onun dinine iman ederek iman edenler topluluğuna katılmaktır. Böyle insanlardan oluşan bir cemiyet kurulmalı ve mensupları birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeli, insanlara merhamet göstermelidirler. Bu yolda yürüyenler Allah’ın rahmetine layık olurlar. Tersine öbür yolu izleyenlerin sonu ise, içinden çıkış yolu bulunmayan cehennem ateşidir.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Hayır;1 bu şehre yemin ederim,2
2 Ki sen, bu şehirde oturmakta iken,3
AÇIKLAMA
1. Bundan önce Kıyamet suresi an: 1’de bunu izah etmiştik. Söze “değil” ile başlayarak daha sonra yemin edilmesinin anlamı: Güya önce bir konu tartışılmaktaydı. O reddedilerek şöyle buyurulmaktadır; “değil, sizin dediğiniz gibi değildir. Fakat filan filan üzerine yemin ederim ki asıl şey şudur.” Burada şöyle sorulabilir: Reddedilen şey neydi? Bu soruya sonraki muhteva delalet etmektedir. Mekke’deki kafirler şöyle diyorlardı: Bizim hayatımızda hiçbir sapıklık yoktur. Dünyadaki hayat sadece yeyip, içmek ve eğlenmek, sonra da ölmektir. Hz. Muhammed (s.a) bizim bu hayat şeklimize boşuboşuna yanlış ve sapık demekte ve bizi korkutmaktadır. Bir de yaptıklarımızın hesabının sorulacağını, ceza ya da mükafaat verileceğini boşuna söylemektedir.
2. Yani Mekke şehri. Burada şehre niçin yemin edildiğini açıklamaya ihtiyaç yoktur. Mekkeliler bu şehrin tarihçesini iyi biliyorlardı. Daha önce çöl olan, dağlar arasında susuz, bitkisiz bir vadiydi. Hz. İbrahim, hanımı ile kundaktaki çocuğunu hiçbir güvence olmadan burada bırakmıştı. O zamanlarda inşa edilen “beyt”e insanlar hacc için çağrıldıklarında, çevresinde bunu duyacak hiç kimse yoktu. Ancak daha sonra bu şehir bütün Arabistan’ın merkezi olmuş ve haram kılınmıştı. Asırlardır anarşi içinde yaşayan Arabistan’da bundan başka emin bir yer yoktu.
3. Müfessirler buradaki kelimenin üç anlama geldiğini açıklamışlardır. Birincisi, sen bu beldede mukimsin. Senin burada bulunman dolayısıyla şehrin azameti artmıştır. İkincisi, bu şehir haramdır ama bir zaman gelecek, belli bir süre için burada harb olacaktır. Üçüncüsü, bu şehirde vahşi hayvanları öldürmek, ağaçları kesmek Arablar indinde haramdı. Burada her şey emin sayılırdı. Hal böyleyken senin emniyetin yoktur. Sana eziyet vermek ve hatta seni öldürmeyi planlamak helâl sayılmaktadır. Kelimenin anlamı açısından bu üç tefsir de imkan dahilinde olmasına rağmen, ilerideki konuyu düşünürsek anlaşılıyor ki ilk iki mananın konuyla ilgisi yoktur. Ancak üçüncü anlam burada uygun düşmektedir.
3 Babaya ve doğan-çocuğa da.4
4 Andolsun, biz insanı bir zorluk içinde yarattık.5
5 O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?6
6 O: “Yığınla mal tüketip-yok ettim” diyor.7
7 Kendisini hiç kimsenin görmediğini mi sanıyor?8
8 Biz ona iki göz vermedik mi?
9 Bir dil ve iki dudak?9
AÇIKLAMA
4. Baba ve ondan olan evlat ifadesi kullanılarak insanın kendisi kasdedilmiştir. Bu nedenle baba’dan kasıt Adem (a.s)’dir. O’ndan olan evlattan kasıt, şimdiki ve gelecekteki dünyada bulunan bütün insanlardır.
5. Yukarıda zikredilen şekildeki yemin, bunun üzerine de edilmiştir. İnsanın meşakkat içinde doğmasından maksat, insanın bu dünyaya eğlence ve dinlenme için getirilmediğidir. Tersine, bu dünyada mihnet ve meşakkat çekmek için yaratılmıştır. Hiçbir insan bu zorluktan istisna değildir. Mekke şehri, bir Allah’ın kulunun meşakkate girerek bu ev’i inşa ettiğine ve sonra Arabistan’ın merkezi olduğuna şahittir. Mekke şehri, bir gaye için türlü türlü musibetlere katlanan Hz. Muhammed’in (s.a.) de haline şahittir. Hatta burada vahşi hayvanlara emniyet varken O’na rahat yoktur. Ana rahminde nutfe halinden ölüme kadar süren insan hayatı şahittir ki Ademoğlu zahmet, meşakkat, mihnet, tehlike ve şedid merhalelerden geçmektedir. Sizin en imrendiğiniz insanlar bile ana karnındayken tehlike içindeydi. Orada ölebilir veya düşük olabilirdi. Doğum anında ise o insan ölüm ve hayat arasındadır. Doğumdan sonra ise o kadar çaresizdir ki bir kimse alıp bakmasa ölebilir. Yürümeye başladığında her adımda düşer.
Çocukluktan büluğ çağına ve yaşlanıncaya kadar türlü bedenî değişiklikten geçmiştir. Bu değişiklik sırasında yanlış bir gelişme olsaydı can kaybına uğrayabilirdi. Bir padişah ve diktatör yatakta bile olsa her an bir ayaklanma olmasından korkar. Dünyayı fethetmiş bile olsa, halkının isyan edebileceği korkusu ile yaşar. Karun, kendi döneminde, servetini nasıl artıracağı ve onu nasıl koruyabileceği düşüncesi içinde yaşardı. Hasılı, hiçbir insan tamamen güven içinde değildir. Çünkü insan meşakkat içinde yaratılmıştır.
6. Yani, insan bu durum içindeyken, dünyada istediğini yapacağı, üstünde kendisine hesap soracak kimse olmadığı düşüncesinde nasıl olabilir? Halbuki kendi takdirinin başkasının elinde olduğunu ahiretten önce bu dünyada da görmektedir. Allah’ın kararı karşısında bütün tedbirler anlamsız kalır. Bir yer sarsıntısı, bir fırtına, nehirlerin ve denizlerin kabarması ona Allah’ın gücü karşısında çaresiz olduğunu göstermek için yeterli değil midir? Anî bir olay sağlıklı bir insanı felce uğratabilir. İktidar sahibi Allah (c.c.) bir çırpıda onu alaşağı edebilir. Daha önce kendilerine karşı çıkmaya kimsenin cesaret edemediği en yüksek ve güçlü milletler, takdir değiştiği zaman dünyada hor duruma düşerler. İnsan, kendisinin üzerinde bir kimse olmadığını nasıl olur da düşünebilir?
7. Bu lafzın manası “Yığın yığın mal heder etti”dir. Bu ifade şu anlama gelmektedir: İnsan kendi mal varlığı karşısında kibirlenerek, ‘yığın yığın mal serfatmeme rağmen benim için farketmez çünkü çok malım var’ der. Bu harcamayı iyi bir iş için değil sadece gösteriş için yapmıştır. İleriki ayetlerden, servetini büyüklük taslamak ve gösteriş için sarfettiği anlaşılmaktadır. Yani şairlere büyük mükafaatlar vererek, evlenme ve ölüm merasimi için binlerce kişiye yemek vererek, kumarda kazandığı zaman develer keserek, festival ve törenler yaparak, bu gibi diğer eğlencelerde birbiriyle yarışarak, meşhur olmak için mal sarfediyorlardı. Bu şekildeki sayısız ve boşuna merasimler cahiliye döneminde cömertlik alameti ve büyüklüğün işareti sayılırdı. Böyle harcamada bulunanlara kasideler yazılıyor, bunda da birbirleriyle yarışıyorlardı.
8. Yani, büyüklük taslayanlar Allah’ın onları gözetlediğini anlamıyorlar. Onların bu serveti nasıl elde ettiklerini, niçin kullandıklarını, hangi niyetle ve ne maksatla harcadıklarını görmektedir. Onlar şöhret hırsı ve meşhur olmak için yaptıkları bu israfın Allah (c.c.) katında bir değer taşıdığını mı zannediyorlar? Bu dünyada insanları kandırdıkları gibi Allah’ı da kandırabileceklerini mi sanıyorlar?
9. Yani, biz ona ilim ve akıl vermedik mi? İki gözden kasıt, hayvanî gözler değil insanî gözlerdir. Yani, gözünü açıp bakarsa çevresinde, gerçeğin işaretlerini görecek ve yanlış ile doğru arasındaki farkı anlayabilecektir. Dil ve dudaklardan kasıt, sadece konuşan organlar değil aslında nefs-i nâtıkadır. Bu organların arkasında düşünme ve anlama yeteneği de vardır. Bu organlar, insanın hissettiğini dile getirmek için araçtırlar.
10 Biz ona ‘iki yol-iki amaç’ gösterdik.10
11 Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi.11
12 Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?
13 Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir;
14 Ya da açlık gününde doyurmaktır,
15 Yakın olan bir yetimi,
16 Veya sürünen bir yoksulu.12
17 Sonra iman edenlerden,13 sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olma.14
18 İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene).
19 Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş’eme)15
20 ‘Kapıları kilitlenmiş’ bir ateş onların üzerinedir.16
AÇIKLAMA
10. Yani, biz insana sadece akıl ve düşünme yeteneği vererek kendi kendine yol bulsun diye bırakmadık. Ayrıca yol da gösterdik. Düşünerek ve anlayarak dilediğini seçmesi için ona iyilik ve kötülük, doğruluk ve sapıklıktan oluşan iki yol açıkladık. Aynı konuyla ilgili olarak Dehr suresinde de şöyle buyurulmuştur: “Biz insanı katışık bir nutfeden yarattık, onu deneriz, bu yüzden onu işitir ve görür kıldık. Şüphesiz ona yol gösterdik, kimi buna şükreder kimi de nankörlük eder.” (Dehr 2-3) (Bkz. Dehr an: 3-5)
11. “igtahame”ın manası, kendisi için zor ve meşakkatli bir işe yönelmektir. “Akabe” zor geçit demektir. Zor geçit hakkında şöyle denir: Akabe geçilerek dağların yükseklerine çıkılır. Bu nedenle bu ayetin anlamı, “ona iki yol gösterdik” demektir. Birincisi, bu yol yükseklere gider ama meşakkatli ve zor geçitlere sahiptir. Onu geçmek için insan nefsine, heveslerine ve şeytanın vesveselerine karşı mücadele etmelidir. İkinci yol onu uçuruma götürür. Bu yol kolaydır. Çünkü ona düşmek için bir meşakkata ihtiyaç yoktur. Kendini serbest bırakması yeterlidir. Nefsinin bağlarını gevşetmesi ile dalalete düşer. Kendisine iki yol gösterdiğimiz insan uçuruma giden yolu izlemiş ve onu yükseklere çıkartacak olan zor geçitten vazgeçmiştir.
12. Yukarıda onların israfından sözedilmiştir. Kendini büyük göstermek ve başkalarına karşı iftihar etmek için israf ediyordu. Bu nedenle burada mal sarfetme yolu gösterilmiş ve ahlâkî bozgunluğa uğramanın insanı yoksullaştıracağı açıklanmıştır. Bu tür harcamada şehvanî lezzet yoktur. Tersine fedakarlık için nefsin zorlanması vardır. Köle azat etmek veya bir kimseye malî yardımda bulunmak, bir borçlunun borcunu ödemek, yük altında ve borç içinde olan çaresize yardım etmek, aç bir kimseyi doyurmak, akraba veya komşu olan yetime destek olmak, iflas ve fakirlik dolayısıyla muhtaç duruma düşene yardımcı olmak gibi davranışlar belki insanlara şöhret kazandırmaz ve diğerleri gibi meşhur olmazlar ama ahlâkî bakımdan yükselebilmeleri için bu zor geçitlerden geçmelidirler.
Bu ayetlerde iyilikler zikredilerek, Rasulullah’a bunların fazîletleri açıklanmıştır. “Köle azat etmek” hakkında pek çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan biri Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadistir: “Rasulullah şöyle buyurdu: “Mü’min bir köle azat eden bir kimseyi Allah, o kölenin her uzvuna karşılık bir uzvunu cehennem ateşinden koruyarak mükafatlandıracaktır. Eline karşı el, ayağına karşı ayak, fercine karşı ferc.” (Müsned-i Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî, Neseî). Hz. Ali b. Hüseyin (Zeynelabidin), bu hadisi rivayet eden Sad b. Mercan’a şöyle sormuştu: Sen Ebu Hureyre’den bu hadisi kendin duydun mu? O da “evet” demişti. Bunun üzerine İmam Zeynelabidin en kıymetli kölesini çağırdı ve onu hemen azat etti. Müslim’de şöyle beyan edilmiştir: Bu köle için on bin dirhem verenler vardı. İmam Ebu Hanîfe ve İmam Şa’bi bu ayete dayanarak, köle azat etmenin sadakadan daha efdal olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allah (c.c.) bunu zikretmeyi sadakadan öne almıştır.
Miskinlere yardımın fazîleti hakkında Rasulullah’tan pek çok hadis rivayet edilmiştir. Birisi şu hadistir: Ebu Hureyre rivayet ediyor ki, “Dul ve miskinlere yardım için uğraşmak, Allah (c.c.) yolunda cihad gibidir.” (Ebu Hureyre diyor ki, Rasulullah’ın, bununla uğraşan kimse namaz için kıyam etmiş ve hiç dinlenmemiş ya da peşpeşe oruç tutmuş ve hiç ara vermemiş gibidir” dediğini sanıyorum) (Buharî ve Müslim).
Yetimler hakkında Rasulullah’ın pek çok buyruğu vardır. Sehl b. Sad’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah şöyle buyurmuştur: “Akrabası olmayan yetime kefalet eden kişiyle ben cennette şöyle olacağız. (iki parmağını yanyana göstererek)” (Buharî). Ebu Hureyre bir başka hadis daha rivayet eder: “Müslümanların evlerinden en iyisi evde yetime iyi muamele edilendir. En kötüsü ise kötü muamele edilendir” (İbn Mace, Buharî), Ebu Ümame diyor ki, Rasulullah şöyle buyurdu: “Eğer bir kimse yetimin başını okşamışsa ve bunu sadece Allah (c.c.) rızası için yapmışsa, çocuğun kaşındaki saçlar sayısı kadar, okşayan kişiye sevap yazılacaktır. Bir kimse erkek ve kız yetime iyi muamele yapmışsa o ve ben cennette şöyle olacağız. Bunu dedikten sonra Rasulullah iki parmağını birleştirerek gösterdi.” (Müsned-i Ahmed, Tirmizî). İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir: “Bir kimse yetimi kendi yemeğine ve içeceğine ortak etmişse Allah (c.c.) ona cenneti vacib kılmıştır. Affolmayacak bir günah işlemesi bundan müstesnadır.” (Şerhu’s-Sünne). Ebu Hureyre şöyle buyurdu: “Bir şahıs Rasulullah’a kalbinin çok katı olduğundan şikayet etti. Rasulullah şöyle dedi: Yetimin başını okşa ve miskinlere yemek yedir.” (Müsned-i Ahmed)
13. Yani bu özelliklerin yanısıra insanın mü’min olması da şarttır. Çünkü imanı olmayanın hiçbir ameli salih sayılmaz ve Allah (c.c.) indinde kabul olmaz. Kur’an’da pek çok yerde, iyiliğin yalnız iman ile yapılırsa kıymeti olduğu ve onun kurtuluşuna vasıta olacağı açıklanmıştır. Mesela Nisa suresinde şöyle buyurulmuştur: “Mü’min olan erkek ve kadınlardan iyi işler işleyenler cennete girerler. Kıl kadar zulüm görmezler” (Nisa 124) Nahl suresinde ise şöyle buyurulmuştur: “Kadın olsun, erkek olsun inanmış olarak kim iyi iş işlerse ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini, yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz” (Nahl 97). Mü’min suresinde şöyle buyurulmuştur: “Kim bir kötülük işlerse ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim inanarak yararlı iş işlerse, işte onlar cennete girerler, orada hesapsız şekilde rızıklanırlar” (Mü’min 40). Kur’an’ı mütalaa edenler, nerede salih amele karşılık ecir verileceği zikredilmişse orada muhakkak imanın da şart koşulduğunu göreceklerdir. İmansız bir ameli Allah (c.c.) kabul etmez ve karşılığında mükâfaat vermeyi de vaat etmemiştir.
Burada ayetteki önemli bir nokta gözden kaçırılmamalıdır. Ayette “ondan sonra iman etti” denmemiştir. Şöyle buyurulmuştur: “ondan sonra iman edenlere katıldı.” Bunun manası şudur: sadece ferdî olarak iman etmek yeterli değildir. Her iman eden başka iman edenlerle birleşmelidir. Böylece mü’minlerden bir toplum vücut bulur. Toplumsal olarak da salih sayılmış ameller ikame edilir, kötü ameller de ortadan kaldırılır. Çünkü bu imanın gereğidir.
14. Bunlar mü’min toplumun iki özelliğidir ki iki kısa cümle ile beyan edilmiştir. Birinci özellik, birbirine sabrı telkin ederler. İkinci özellik, birbirlerine merhameti telkin ederler.
Sabır hakkında daha önce pek çok yerde açıklama yaptık. Kur’-an-ı Kerim’de bu kelime çok geniş anlamlarıyla kullanılmıştır. Mü’minin tüm hayatı sabırla doludur. İman yolunun başlangıcından itibaren sabır imtihanı başlar. Allah’ın emirlerine uymak ve itaat etmek sabır ister. Allah’ın ibadetlerine yerine getirmek sabır ister. Allah’ın haramlarından sakınmak sabırsız mümkün değildir. Kötü ahlâkı bırakmak ve temiz ahlâka uymak sabır ister. Adım adım insanı günaha teşvik eden şeylerden sakınmak ancak sabırla mümkündür. Hayatta sayısız olaylarla karşılaşır ki eğer Allah’ın kanununa uyarsa bu dünyada mahrumiyetler ve musîbetler ile karşıkarşıya kalır. Bunun tersine Allah’a itaatsizlik yolunu izlerse o zaman pek çok fayda ve lezzetler elde etmeyi ümit edebilir. Sabır olmadan bu gibi şartlarda bir mü’min kolay kolay günahlardan sakınamaz. Ayrıca, insan iman ettikten sonra nefs ve hevasından tutun ailesi, kabilesi, cemiyeti, kavmi, ülkesi, bu dünyadaki cin ve insanlara varıncaya kadar herkes ona karşı çıkmaktadır. Hatta Allah (c.c.) yolunda hicret ve cihad etmeye sıra geldiğinde ona karşı çıkanlar karşısında sabır özelliği olmadan tutunamaz. Açıktır ki mü’minler bu zor imtihanların her birinde her an yenilgiye düşebilir. Başarması çok zor bir iştir. Bunun tersine, her ferdi hem kendisi sabreden hem de sabrı tavsiye eden mü’minlerden müteşekkil bir toplumun hayatında, bu imtihanlara karşı yardımlaşma olursa toplumca başarıya ulaşılır. Bu toplum şerre karşı büyük bir güç teşkil eder ki insanlık toplumunu iyiliğe götürmek için bu büyük bir ordu demektir.
Şimdi “merhamet”e gelelim. Bu, iman edenlerin, mü’min toplumunun ayrıcalıklı bir vasfıdır. Onlar katı kalpli, merhametsiz ve zalim bir toplum değildir. Mü’minler, insanlığın merhametli, şefkatli ve birbirinin dert ortağı olanlara sahip toplumudur. Şahıs olarak bir mü’min Allah’ın merhametinin bir gölgesidir. Toplum olarak da mü’minlerdeki bu özelliği Allah’ın Resulü temsil eder ki Kur’an onu şöyle tasvir etmiştir: “Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya 107).
Rasulullah’ın en fazla üzerinde durduğu şey, ümmeti arasında yaymaya çalıştığı yüksek ahlâkî meziyetti. Bu ise rahmet özelliğidir. Rasulullah’ın irşadları incelendiğinde anlaşılacaktır ki, bu mesele Rasulullah’ın önünde en önemli mesele olarak yer almaktaydı. Cerir b. Abdullah rivayet ediyor, Rasulullah şöyle buyurdu: “İnsanlara merhamet etmeyene Allah (c.c.) da merhamet etmez.” (Buharî, Müslim). Abdullah b. Amr b. As şöyle rivayet etti: “Rasulullah buyurdu ki, merhamet edenlere Rahman da merhamet eder. Yer yüzündekilere merhamet edin ki gök sahibi de size merhamet etsin” (Ebu Davud, Tirmizî). Saîd Hudrî Rasulullah’tan rivayet etti: “Merhamet etmeyene merhamet edilmeyecektir” (Buharî). İbni Abbas, Rasulullah şöyle buyurdu, dedi: “Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklere ilgi göstermeyen bizden değildir.” (Tirmizî). Ebu Davud, Abdullah b. Ömer’den nakletti: “Küçüklerimize merhamet etmeyen ve büyüklerin hakkını tanımayan bizden değildir.” Ebu Hureyre diyor ki; “Ben Ebu’l Kasım’dan duydum: Bahtsız insanın kalbinden merhamet alınır” (Ahmed, Tirmizî). İyaz b. Hamer rivayet etti: “Üç tip insan cennetliktir. Birisi de, her akrabası ve Müslüman için merhametli, yumuşak kalp taşıyandır” (Müslim). Numan b. Beşir rivayet etti: “Sen mü’minleri, merhamet ve muhabbetli, birbiriyle dertleşen bir bünye olarak görürsün. Bünyenin bir uzvu sancı hissetse bütün bünye uykusuz kalır ve hastalanır” (Buharî ve Müslim). Ebu Musa Eş’arî rivayet etti: “Mü’min, diğer mü’min için duvar gibidir. Herkesin bir kısmı diğeri ile sağlamlaşır” (Buharî, Müslim). Abdullah b. Ömer rivayet etti: “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulüm de etmez, yardımdan da vazgeçmez. Bir kimse kardeşinin ihtiyacını gidermek için çalışırsa, Allah (c.c.) da onun hacetini görmek için çalışır. Bir şahsı bir musibetten kurtarırsa Allah (c.c.) da onu kıyamet günü bazı musîbetlerden kurtarır. Bir Müslümanın ayıbını örterse Allah (c.c.) da kıyamet günü onun ayıbını örter.”
Bunlardan anlaşılıyor ki, iman ettikten sonra salih amel işleyenlerin, iman edenler cemaatine katılmasına Kur’an’ın bu ayetinde işaret edilmiştir. Bundan ne gibi bir toplum kastedildiği açıklanmıştır.
15. Sağ ve sol kanatlar hakkında, Vakıa suresinde gerekli açıklamayı yapmıştık. (Vakıa an: 5-6)
16. Yani, ateş onları çevreleyecektir ve oradan çıkmaları mümkün olmayacaktır.