ABESE SURESİ
Adı: Surenin ilk kelimesi (Abese) bu sûrenin adı olmuştur.
Nüzul zamanı: Bu sûrenin esbab-ı nüzulu hakkında görüş bildiren müfessir ve muhaddisler, aşağıda zikredilen hâdisenin bu sûrenin nüzuluna neden olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.
Birgün Rasûlullah (s.a) Mekke’nin ileri gelenlerine İslâm’ı tebliğ ediyor ve onları ikna edebilmek için oldukça gayret sarfediyordu.. Bu sırada bir âmâ olan Hz. İbn Ummu Mektum (r.a) çıkagelerek, Rasûlullah’tan (s.a.) İslâm hakkında bilgi vermesini istedi. Rasûlullah (s.a) ise, Ummu Mektum’un araya girmesinden hoşlanmayarak yüzünü çevirdi ve bu olay üzerine de Abese Sûresi nazil oldu. Şu nedenlerden ötürü, bu sûrenin nüzul zamanını tespit etmek bizim için kolay olmuştur.
Birincisi, İbni Kesir bu konuyu izah ederken, Ummu Mektum (r.a) için ‘Mekke’de İslâm’ı ilk kabul edenlerdendi’; İbn Hacer de, ‘Hz. Ummu Mektum (r.a) ilk Müslümanlardandır’ demektedirler.
İkincisi, bazı hadîslere göre, o vakitlerde Ummu Mektum (r.a) hâlâ müslüman olmamıştı ama Hakk’a susamış biri olarak İslâm’a sempati duyuyordu. Zaten Rasûlullah’a (s.a) gelişinin nedeni de buydu. Hz. Aişe’nin (r.a) açıklamasına göre Ummu Mektum (r.a), “Ya Rasûlullah, (s.a.) bana doğru yolu göster” demiştir. (Tirmizi, Hakim, İbni Hibban, İbn Cerir, Ebu Yâlâ) Hz. Abdullah İbn Abbas’tan (r.a) rivayet edildiğine göre ise, Ummu Mektum (r.a) Kur’an’ın bir ayetinin anlamını sormak istediğinde, “Ya Rasûlallah! Allah’ın (c.c.) sana öğrettiklerinden bana da öğret” demiştir. (İbni Cerir, İbn Ebî Hatim)
Bu açıklamalar Hz. Ummu Mektum’un (r.a) Hz. Muhammed’i (s.a) Allah’ın (c.c.) Rasûlü olarak kabul ettiğini göstermektedir. Başka bir görüşü temsil eden İbni Zeyd Surenin 3. ayetini (Ne bilirsin belki de o arınacak?) “Ne bilirsin belki de o İslâm’ı kabul edecek?” şeklinde anlıyordu. Nitekim Allah (c.c), ‘Ne bilirsin belki de o arınacak? Yahut öğüt alacak ta öğüt kendisine yarayacak’ ve ‘Fakat koşarak sana gelen, korkarak gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun.’ ayetlerini inzal etmiştir. Bu ayetler Ummu Mektum (r.a)’ın içinde şiddetli bir isteğin olduğuna işaret etmektedir. Yine Hz. Muhammed’in (s.a) hidayetin kaynağı olduğuna ve kendisinin de hidayeti ancak onun yardımıyla bulabileceğine inanmış olduğu aşikârdır. Onun bu hâli kendisine tebliğ yapıldığı takdirde, bu tebliğden istifade edeceğine delâlet etmektedir.
Üçüncüsü, Rasûlullah’ın (s.a) yanında o zaman Utbe, Şeybe, Ebu Cehil, Ümeyye bin Halef, Ubbi bin Halef gibi İslâm’ın en şiddetli düşmanları vardı. Bunlar bize Rasûlullah’ın (s.a) kâfirlerle ilişkisinin tamamen kesilmediğini ve onlarla hâlâ görüştüğünü göstermektedir. Böylece Abese Suresi’nin İslâm’ın ilk devirlerinde nâzil olduğunu anlıyoruz.
Konu: Surenin ilk ayetlerinden, Allah Teâlâ’nın, Hz. Muhammed’i (s.a) bir âmâya önem vermeyip, Mekke’nin ileri gelenlerine yöneldiği için azarladığı anlaşılmaktadır. Ancak sûrenin tümü birlikte müteâlâ edildiğinde, bu azarlamanın hedefinin Mekke’nin ileri gelen kâfirlerinin olduğu anlaşılır. Bu kâfirler Rasûlullah’ın (s.a) tebliğ ettiği Hakk’ı nefretle reddediyorlar ve büyüklenerek, inatla Hak’tan yüzçeviriyorlar. Ayrıca sûrede Rasûlullah’ın (s.a) tebliğinde eksik bıraktığı yönlere değiniliyor. Çünkü Rasûlullah (s.a) tebliğinin başlangıcında her ihlâslı davetçi gibi, “Eğer Mekkeli ileri gelenler İslâm’ı kabul edecek olurlarsa İslâm daha çabuk yayılma imkânı bulur, fakat özürlü bir insanın topluma pek tesiri olamayacağından dolayı, İslâm’ın yayılışına fazla katkısı olmaz” şeklinde düşünüyordu. İşte bu nedenlerden ötürü Rasûlullah (s.a) Mekke’nin ileri gelenlerini ikna edebilmek için daha çok gayret gösteriyordu. Ancak bu, hâşâ Rasûlullah’ın (s.a) zenginlere daha fazla hürmet ve tazimde bulunduğu, fakir ve özürlü kimseleri ise hor gördüğü anlamına gelmez. Allah (c.c) daha vahyin ilk nazil olduğu dönemlerde, Rasûlü’nü bu tür bir tebliğ tarzının yanlış olduğu konusunda uyarmıştır.
Dolayısıyla İslâm için önemli olan o kimselerin Hakk’a susamışlığıdır, fakir ya da özürlü olmaları değil. Hak’tan yüzçeviren bir kimse ne kadar değerli, tahsilli olursa olsun ve topluma tesiri ne kadar çok olursa olsun onun İslâm nazarında hiçbir değeri yoktur. İşte bundan ötürü, fark gözetmeksizin herkese İslâm’ı tebliğ et ve o kimselerin Hakk’ı kabul etmelerinin daha önemli olduğunu aslâ unutma! Senin gibi yüce bir makamda bulunan bir davetçiye böyle bir tavır yakışmaz. Sen o kafirlere bu kadar çok önem verirsen, büyüklenirler ve onlar sana değil sen onlara muhtaçsın zannederler.
Surenin 10. ayetine kadar bu konu üzerinde durulmuştur. 17. ayetle birlikte ise, Rasûlullah’ın (s.a) davetine karşı koyan Mekkeli müşriklere doğrudan doğruya hitap edilmektedir. Ayetler onları, kendilerini yaratan ve rızk veren Allah’a (c.c) karşı geldikleri ve O’nun elçisini yalanladıkları için kınıyor. Surenin sonunda da, bu davranışlarından ötürü kıyamet gününde dehşetli bir sonla karşılaşacakları hatırlatılarak tehdit ediliyor.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Surat astı ve yüz çevirdi;
2 Kendisine o kör geldi diye.1
3 Nerden biliyorsun; belki o, temizlenip-arınacak?
4 Ya da öğüt alacak; böylelikle bu öğüt kendisine yarar sağlayacak.2
5 Fakat kendini müstağni (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan) gören ise,
6 İşte sen, onda ‘yankı uyandırmaya çalışıyorsun.
7 Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne?
8 Ama koşarak sana gelen ise,
9 Ki o, ‘içi titreyerek korkar’ bir durumdadır;
10 Sen ona aldırış etmeden oyalanıyorsun.
AÇIKLAMA
1. Bu sûrenin giriş cümlesi çok ilginç bir incelik taşımaktadır. Daha sonra gelen ayetlerden, “Surat astı ve döndü” ayetinin asıl muhatabının Rasûlullah (s.a) olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Fakat ilk bakışta bu davranış Rasûlullah (s.a)’dan değil de, sanki başka bir kimseden sadır olmuş gibidir. Allah (c.c) böylesine incelik taşıyan bir ifadeyle, bu yaptığı hareketin Rasûlullah’a (s.a) yakışmadığını anlatmış ve “şayet senin üstün ahlak sahibi olduğunu bilen bir kimse, bu şekilde davrandığını görseydi, bunu sana yakıştırmazdı” demek istemiştir.
Burada sözü geçen âmâ, meşhur sahabî Ummu Mektum’dur (r.a). İbni Abdullah Berr’in El-İstiyab’ta ve İbni Hacer’in de El-İsabe’de yaptıkları açıklamalara göre, Ummu Mektum (r.a) Hz. Hatice’nin (r.a) halazadesidir, yani Ummu Mektum’un (r.a) annesi ile Hz. Hatice’nin (r.a) babası kardeştirler.
Bu ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Rasûlullah’ın (s.a) Ummu Mektum’dan (r.a) yüz çevirmesinin nedeni, onu hor gördüğünden dolayı değildi. Yine onu hakir gördüğünden Mekkeli ileri gelenlere yöneliyor da değildi. Çünkü Ummu Mektum (r.a) Rasulullah’ın (s.a) hanımının kuzeni idi ve akrabalarındandı. Ayrıca Ummu Mektum (r.a) garip bir kimse de değildi. Allah (c.c)’nın buyurduğu gibi asıl neden, Ummu Mektum’un (r.a) âmâ olmasıydı. Rasûlullah (s.a) çok çaba sarfederek, Mekke’nin ileri gelenlerinden birisinin bile Müslüman olmasını sağladığı takdirde, İslâm hareketinin güçleneceğini, Ummu Mektum’un (r.a) ise, özürlü olmasından dolayı İslâm hareketine bir faydası olamayacağını düşünüyordu. İşte bu nedenlerden ötürü, Mekke’nin ileri gelenleri ile tam konuştuğu bir sırada Ummu Mektum’un (r.a) müdahale etmesini hoş görmemiştir. Ayrıca Rasûlullah (s.a) Ummu Mektum’un (r.a) istediği bir zamanda soru sorabileceğini de biliyordu, çünkü akrabaydılar.
2. Rasûlullah’ın (s.a) tebliğ sırasında gözden kaçırdığı önemli bir nokta olması hasebiyle Allah (c.c) Ummu Mektum (r.a) konusunda O’nu uyarmıştır. Bir davetçi açısından hangi muhatap daha önemlidir? Bir kısım insanlar doğru yolu bulmak çabasındadırlar ve dalâlete düşmemek için Allah’tan korkarlar, dolayısıyla hidayeti bulmak için koşa koşa sana gelirler. Bir kısım insanlar ise, sanki hidayetten müstağnidirler ve onların hidayete ihtiyaçları yokmuş gibi, apaçık inatçı bir tavır alırlar. Yani onlar doğru yolu bulmak konusunda bir istek taşımazlar. Bunun için, insanları Hakk’a davet edenler, en fazla ilgiyi, iman etmek için hazır ve istekli bulunan kimselere göstermelidirler. Ayrıca toplumda tesir sahibi olan insanların daveti kabul ettikleri takdirde, İslâm daha çabuk yayılır gibi düşünmemelidirler. Çünkü Allah’tan korkan kimseler, bir davetçi için daha önemlidir. Bu kimseler fakir olabilirler, toplumda tesir sahibi değillerdir ve görünüşte Hak davetin yayılmasına pek yararlı olamayacakları sanılabilir, fakat herşeye rağmen Hak’kın davetçileri için, en önemli kimseler bunlardır. Zaten İslâm’ın gayesi insanları ıslah ederek, onları kurtarmak değil midir? İşte bu insanlar kendilerine tebliğ yapıldığında, hemen tebliği kabullenirler. Diğer kısım insanlar ise, her ne kadar toplum içinde bir ağırlıkları varsa da, İslâm davetçisinin onların peşinden koşmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü apaçık bellidir ki, onlar hidayete talip değillerdir. Bundan dolayı onların peşinden koşarak bir İslâm davetçisinin vakit kaybetmesine gerek yoktur. İslâm’ı kabul etmedikleri takdirde, zararda olanlar onlardır ve siz böyle kimselerden sorumlu değilsiniz.
11 Hayır;3 çünkü o (Kur’an), bir öğüttür.4
12 Artık dileyen, onu ‘düşünüp-öğüt alsın.’
13 O (Kur’an), ‘şerefli-üstün’ sahifelerdedir.
14 Yüceltilmiş, tertemiz (mutahhar) kılınmış.5
15 Kâtiplerin6 ellerinde,7
16 (Ki onlar,) Üstün değerli, ‘iyilik ve dürüstlük sembolü.’
17 Kahrolası8 insan,9 ne kadar da nankördür.10
18 (Allah,) Onu hangi şeyden yarattı?
19 Bir damla sudan11 yarattı da onu ‘bir ölçüyle biçime soktu.12
AÇIKLAMA
3. Yani kesinlikle bu şekilde davranma ve Rabbini unutarak bu dünyada gururlanıp dolaşanları o kadar fazla umursama. İslâm dini gibi, değerli bir nimetten yüz çevirenlere, İslâm’ı bu şekilde takdim etme ve ayrıca kendini de fazlaca yıpratma. Çünkü onlar İslâm’ın yayılışının kendilerine bağlı olduğunu sanabilirler. Onlar her ne kadar kendilerini Hak’tan müstağni sayıyorlarsa da, asıl Hak onlardan müstağnidir.
4. Bu kelime ile Kur’an-ı Kerim kastedilmiştir.
5. Yani hâlis ve paktır. Bu kitabın içine ifsad edici ve bâtıl düşünceler karışamaz. Çünkü Kur’an diğer dinî kitablar gibi değildir ve bu kitap insanî ve şeytanî vesvese ve düşüncelerden münezzehtir.
6. Burada melekler kastolunuyor. Yani bu sayfalar Allah’ın (c.c.) emriyle doğrudan doğruya melekler tarafından yazılıyorlar ve onların emin elleri vahyi Rasûlullah’a (s.a) ulaştırıyor. Melekler için burada iki farklı kelime kullanılmıştır. Şerefli ve çok iyi. Birinci kelimenin anlamı, onlar şereflidirler ve hiyanet etme ihtimalleri olmadığı gibi, emanete de layıktırlar, demektir. İkinci kelimenin anlamı ise, onlar sayfalara yazmak ve vahyi Rasûlullah’a ulaştırmak konusundaki sorumluluklarını hakkı vechile yerine getiriyorlar, demektir.
7. Burada iyice düşünülecek olursa, bu ayetlerin amacının sadece Kur’an’ın azametini ikrar etmek olmadığı anlaşılır. Rasûlullah (s.a) getirdiği mesajı inkâr eden mütekebbirlere ‘bu kitap o kadar yücedir ki, sizlere muhtaç değildir, yani sizlerin kendisini kabullenmesine ihtiyaç hissetmiyecek derecede yüce bir kitaptır’ denilmek isteniyor. Sizler hidayete ermek istiyorsanız, bu kitabın içindekilere teslim olmanız gerekir. Aksi takdirde sizlerin büyüklenmesi bu yüce kitabın azametini azaltmaz. Bilakis bu kitap sizlerin gururunu yerlebir eder.
8. Bu ayetler ile birlikte davetten yüz çeviren Mekkeli müşrikler hedef alınmıştır. Sûrenin başlangıcından 16. ayete kadar görünüşte Rasûlullah (s.a) muhatap alınıyor ve fakat dolaylı yoldan kâfirler tehdit ediliyordu. Allah, Rasûlü’nü şöyle uyardı: Ey Nebi! Hakk’a talib olanı bırakarak, onlara yöneliyor, ilgi gösteriyorsun. Oysa onlar Hak’kın kıymetini bilmezler. Hakk’ın kıymetini bilmeyen o insanlara Kitab’ı bu şekilde tebliğ etmek, senin gibi yüce bir peygambere yakışmaz.
9. Kur’an-ı Kerim’de bu tür ifadeler ile her zaman tüm insanlar kastedilmezler. Burada sadece Allah’a karşı gelen olumsuz tipler kötülenmiştir. Bazı yerlerde Kur’an, eğer toplumun çoğunluğu bozulmuşsa, ‘insan’ kavramını genel anlamda kullanmıştır. Bir şahsın kişisel bir hatasına dikkat çekmek, nasihatın tesirini arttırabilmek ve o şahısta karşıt duygular oluşmaması için, yine ‘insan’ kavramını genel anlamda kullanarak uyarıda bulunur. (Bkz. Secde; an: 65, Şûra; an: 75)
10. Bu ayetin diğer bir anlamı, “onlar hangi nedenlerden ötürü küfre sarılıyorlar, yani neye güveniyorlar?” demektir. Küfr kelimesi, Hakk’ı inkâr etmek, kendisine ihsanda bulunana nankörlük etmek, anlamında kullanılmıştır. Ayrıca insanın yaratıcısına ve rızk vericisine isyan etmesi anlamına da gelir.
11. Yani iyice düşünün, neden meydana geldiniz, nerede oluştunuz ve hangi yolla dünyaya geldiniz? Dünyaya geldiğiniz zaman ne kadar çaresizdir. Oysa şimdi insanoğlu tüm bunları unutarak, yaratıcısına karşı gelmektedir. Kendisinden başkasını önemsemeyen ve hatta Allah’a bile karşı gelen bir kimse, acaba hangi sebeplerden ötürü böyle davranabilmektedir? (Bu husus Yâsin-77-78’de zikredilmiştir)
12. İnsan hakkındaki takdir, daha annesinin karnında iken yazılmıştır. Onun cinsiyeti, rengi, uzunluğu, fiziği, azalarının sağlamlığı ya da sakatlığı, sesi, zekâsı doğmadan kararlaştırılmıştır. Ayrıca hangi ülkede ve hatta hangi ailede dünyaya geleceği, nasıl bir terbiye alacağı, kişiliğine ailesinin ne derece tesir edeceği ve ne kadar irade sahibi olacağı dahi, daha önce kararlaştırılmıştır. Yine hayat içinde rolünün ne olacağı ve bu dünyada ne kadar kalacağı da bellidir ve o bu sınırların dışına çıkamaz. Ne acaiptir ki, insan tüm bunlara rağmen yaratıcısına karşı gelebilmektedir!
20 Sonra ona yolu kolaylaştırdı.13
21 Sonra da onu öldürdü, böylece kabre gömdürdü.14
22 Sonra dilediği zaman onu diriltir.15
23 Hayır; ona (Allah’ın) emrettiğini16 yerine getirmedi.
24 Bir de insan, yediğine bir bakıversin;17
25 Hiç şüphe yok biz, suyu akıttıkça akıttık,18
26 Sonra yeri de yardıkça yardık;19
27 Böylece onda bitirdik; taneler,
28 Üzümler, yoncalar,
29 Zeytinler, hurmalar,
30 Boyları iri ve birbiri içine girmiş ağaçlı bahçeler.
AÇIKLAMA
13. Bu dünyada insan için her türlü imkân sağlanmıştır. Şayet Allah (c.c.) bu imkânları sağlamamış olsaydı, insanların harcadıkları tüm enerji ve çabaları faydasız olurdu. Ayrıca Hâlik Teâlâ insanlara özgür bir irade de bağışlamıştır. İnsan ister hayrı seçer, ister şerre sarılır. Allah’a şükreder ya da O’nu inkâr eder. İsterse Allah’a teslim olur ve O’na itaat eder, isterse O’na isyan ederek âsî olur. İki yol da kendisine açık bırakılmıştır. Hangi yolu takib edeceği, artık kendisinin bileceği bir iştir.
14. Doğum gibi ölüm de insanın elinde değildir. İnsan Allah’ın (c.c.) takdirinden bir saniye önce ya da bir saniye sonra ölemez. Ancak Allah’ın (c.c.) takdir ettiği bir zaman ve mekânda ölecektir. İnsanın ölüm hâli bile tayin edilmiştir.
Kabri yeraltında mı olacak, yoksa denizin derinliklerinde mi kalacak, ateşte mi yanacak, yoksa yırtıcı bir hayvanın midesine mi girecektir? Bu sonucu değiştirmeye sadece kendisi değil, tüm dünya çalışsa bile yine de Allah’ın (c.c.) takdiri değişmez.
15. Yani kıyamet günü Allah Teâlâ ‘kalk’ emrini verdiği zaman insan kalkmak zorundadır ve ‘hayır’ diyebilme gücü yoktur. Allah (c.c) yaratırken ona sormadığı gibi, tekrar diriltirken de sormayacaktır. Nasıl insan dünyaya gelmek, yani doğmak zorunda kalmıştır, kıyamet gününde de kalkmak zorundadır.
16. Emir kelimesiyle, insanın içine fıtratın yerleştirilmiş olduğu anlatılmak isteniyor. İnsanın bizzat kendi vücudu, hatta yeryüzünden gökyüzüne kadar kainattaki her zerre Allah’ın (c.c.) emri altında olduklarını göstermektedir. Ayrıca Allah (c.c) her dönemde kitaplar indirmiş, elçiler göndermiş ve salih insanlara emirlerini tebliğ etmeleri için dünyada görev vermiştir. (Bkz. İnsan. an: 5) Yukarıdaki ayetlerden ve sırasıyla yapılan açıklamalardan açıkça anlaşılmaktadır ki, insanoğlu hakikatleri müşahede ederek, Allah’a itaat etmesi gerekirken, Allah’ın (c.c.) emirlerini ve kulluk görevlerini yerine getirmemektedir.
17. Yani ey insan! Yiyeceğini bile Allah’ın (c.c.) nasıl yarattığını bir düşün. Şayet Allah Teâlâ gerekli şartları hazırlamamış olsaydı, insanoğlu yiyeceğini elde edebilir miydi?
18. Bu ayetle yağmur kastolunmaktadır. Güneşin ısısıyla denizlerden su buharlaşır ve bulutlar oluşur. Rüzgarlar onları dünyanın çeşitli bölgelerine götürür ve yükseklerde soğuk havanın etkisiyle tekrardan su haline gelirler. Yağmurun yağmasıyla birlikte, bu su yeryüzünde kuyulardan, çeşmelerden, nehir ve derelerden akar-gider. Dağlarda kar halinde kalır ve yağmur mevsimleri dışında, bu kar eriyerek nehirlerden suların akmasını sağlar. Tüm bu düzeni insan mı yaratmıştır? Herşeyi yaratan Allah, insanoğlunun rızkını elde edebilmesi için bu şartları hazırlamamış olsaydı eğer, insanoğlu hayatını nasıl idame ettirecekti?
19. “Sonra toprağı güzelce yardık” ayeti ile tohumun açarken toprağı yararak yer yüzüne çıkması anlatılmaktadır. İnsanoğlunun yaptığı sadece tohumu toprağa atmaktır. Tohum toprağın altında kalır ve insanoğlu bunun dışında herhangi bir fonksiyon icra edemez. Tohumun olgunlaşması ve hangi cinsten ise, o cinsten bitki ve ağaçların oluşması, Allah (c.c)’ın işidir. O Allah ki, su ve toprağa bu özellikleri vererek, o tohumlardan çeşit çeşit bitkiler, meyveler ve diğer yiyecekler çıkarmaktadır. Şayet Allah (c.c.) tohumlara bu hususiyetleri vermeyip, insanların faydasına sunmasaydı, insanoğlu hayatını nasıl devam ettirecekti?
31 Meyveler ve otlaklıklar.
32 Size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere.20
33 Fakat ‘kulakları patlatırcasına olan o gürleme21 geldiği zaman,
34 Kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar;
35 Annesinden ve babasından,
36 Eşinden ve çocuklarından.22
37 O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır.23
38 O gün, öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır:
39 Güler ve sevinç içindedir.
40 Ve o gün, öyle yüzler de vardır ki üzerini toz bürümüştür,
41 Onu da bir karartı sarıp-kaplamıştır.
42 İşte onlar da, kâfir, facir olanlardır.
AÇIKLAMA
20. Sadece insanlar değil, hayvanlar da bu gıdalarla beslenirler ve sizler bu hayvanlardan yararlanırsınız. Onlardan et, süt, yağ ve bu gibi ürünler elde ederek beslenmekte ve Allah’ın (c.c.) verdiği bu rızk ile yaşamaktasınız. Tüm bunlara rağmen yine de Allah’ı inkâr ediyorsunuz.
21. Bu ayet Sûr’a son kez üfürüldüğü anı tasvir etmektedir. Sûr’a son kez üfürüldüğünde tüm insanlar dirilecektir.
22. Bunun benzeri bir konu Mearic 10-15’de geçmektedir. “Kaçmak” fiili, o gün kimsenin birbirine yardım edemiyeceğini ve kişinin kendisinden yardım isteyecekler diye, dünyadaki en yakınlarından bile kaçacağına işaret etmektedir. Ayrıca bu ayet dünyada Allah’tan hiç korkmadan ve ahiretten gafil olarak birlikte günah işlediklerinden ötürü, birbirlerine şahit olmasınlar ve sorumlu tutmasınlar diye, bugün birbirlerinden kaçmaktadırlar şeklinde de anlaşılabilir. Öyle ki, o gün kardeş kardeşten, evlat ana ve babasından, koca kendi karısından ve ebeveyn evladından kaçacaktır. Çünkü birbirlerine suçlamada bulunarak şahitlik yapmalarından korkacaklardır.
23. Muhtelif senetlerle, Rasûlullah’ın (s.a) “Kıyamet günü herkes çıplak olacaktır” diye buyurduğu rivayet edilmiştir. Rasûlullah’ın (s.a) eşlerinden biri (bazılarına göre Hz. Aişe, bazılarına göre Hz. Sevde, diğerlerine göreyse bir başka hanımı) dehşet içinde, ‘o gün bizim örtülerimiz de açılacak mı?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a) “Evet! O gün bütün örtüler açılacak” diye cevap verdi ve şu ayeti okudu: “O gün onlardan her kişinin kendisine yeter derecede bir derdi vardır.”