KIYAMET SURESİ
Adı: Bu, hem surenin ismidir, hem de başlığıdır ve birinci ayetten alınmadır. Çünkü bu surede kıyamet konusu ele alınmaktadır.
Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı hakkında herhangi bir rivayet yoktur. Fakat muhtevasından, bu surenin Mekke’de nazil olan ilk surelerden olduğu anlaşılmaktadır. 15. ayetten sonra aniden bir ara cümlesi ile Allah Rasulü’ne “Vahyi ezberlemek için acele edip tekrarlama. Onu sana ezberletmek ve okutmak bize aittir. Öyleyse vahiy okunduğu zaman onu dikkatlice dinle. Onun anlamını açıklamak bize düşer.” buyurulmaktadır. Sonra 20. ayetten itibaren kalınan yerden, yani, baştan on beşinci ayete kadar aynı konuya devam edilmektedir. Bu arada cümle, gerek yeri itibariyle ve gerekse rivayetlere göre Cebrail’in Peygambere bu sureyi okumakta iken peygamberin “ya unutursam” diye endişeye kapılarak cümleleri hemen peşinden tekrarlaması üzerine varid olmuştur. Demek oluyor ki bu olay, Allah Rasulü’ne vahyin yeni yeni gelmeye başladığı ve henüz daha vahiy almaya alışamamış olduğu zamanda vuku bulmuştur. Kur’an’da bu olayın iki örneği daha vardır. Birincisi, Taha Suresi 114. ayetinde Allah Rasulü’ne buyrulan: “Allah’ın vahyi bitmeden önce, unutmamak için tekrar edip durma…” ikincisi de Ala Suresi 6. ayette Allah Rasulü’ne ‘Emin ol, sana Kur’an’ı biz okutacağız ve asla unutmayacaksın” denilmesidir. Daha sonra O vahiy almaya alışkın hale gelmiş ve bir daha böyle bir ikaza ihtiyaç kalmamıştır. Onun için bu üç yerden başka, Kur’an’da bu gibi bir misale rastlanmaz.
Konu: Bu sureden itibaren Kur’an-ı Kerim’in sonuna kadar bütün sureler aynı zamanda ve aynı konular üzerine nazil olmuştur. Müddessir Suresi’nin ilk yedi ayetinden sonra sağanak gibi bunlar peşpeşe inmeye başlamıştır. Bu surelerin hepsinde öz, etkili ve kuşatıcı ifadelerle İslâm ve onun temel inançları ve ahlâki öğretileri ortaya konulmakta ve Mekkeliler, sapıklıkları dolayısıyla uyarılmaktadırlar. Bunun üzerine Kureyş’in ileri gelenleri telaşlanarak ilk hacc mevsiminde Allah Rasulü’ne karşı nasıl bir tedbir alacaklarını kararlaştırmak için bir toplantı düzenlemişlerdi. Bu gelişmelere Müddessir Suresi’nin giriş bölümünde değinmiştik.
Bu surede, ahireti inkâr edenlere hitaben bunların şüphe ve itirazlarına tek tek cevaplar verilmektedir. Sağlam deliller ile kıyamet ve ahiretin meydana gelişinin olabilirliğinin ve bunun gerekliliğinin ispatı yapılmaktadır. Ahireti inkâr edenlerin asıl dayanakları mantıksal olarak bunu mümkün görmemeleri değil, asıl neden bunların nefsi ihtirasları ve tutkularının olduğu açıkça bildirilmektedir. Ayrıca bunlara, inkâr ettikleri o muhakkak gelecek olan gün geldiğinde, bütün yaptıklarının gözleri önüne serileceği haberi verilmektedir. Aslında amel defterlerini görmeden de herkes dünyada ne yaptığını bilecektir. Çünkü her ne kadar başkalarını kandırabilir ve bir takım tevillere giderek kendi vicdanını susturabilirse de, bir kimse, kendisini ve ne yaptığını çok iyi bilir.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Hayır,1 kalkış (kıyamet) gününe and ederim.
2 Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse2 de and ederim.
3 İnsan, onun kemiklerini bizim kesin olarak bir araya getirmeyeceğimizi mi sanıyor?3
AÇIKLAMA
1. Bu şekilde sureye başlamakla anlaşılıyor ki, daha önce bir konu vardır ve bu sure, işte o konuya bir reddiye mahiyetinde nazil olmaktadır. Biraz ileride, adı geçen konunun, kıyamet, ahiret ve ahiretteki hayat ile Mekke’lilerin onu inkâr etmeleri ve hatta alaya almaları olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bu uslûb şu örnekle anlaşılabilir: Eğer maksad Allah Rasulü’nün sadakatini vurgulamak olsaydı, o zaman “Allah’a yemin ederim ki Rasul hak üzeredir” veya onlar, eğer Rasul’ün sadakatini inkâr etmekte olsalardı, o zaman: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki Rasul hak üzeredir” şeklinde bir başlangıçla bunlara cevap verilirdi. Yani “Sizin dediğinizin doğru olmadığını ve hakikatin böyle olduğunu ben yemin ederek beyan ediyorum” denirdi.
2. Kur’an’da insan nefsi, üç tip olarak sınıflandırılmaktadır. Birincisi, insanı kötülük yapmaya teşvik eder, bunun ismi nefsi emmare’dir. İkincisi yanlış bir iş ve düşünceye niyet ettiği zaman o kişiyi bu yüzden kınar ve azarlar, buna nefsi levvame denir. Bugün buna biz vicdan adını vermekteyiz. Üçüncüsü de, doğru yol üzerinde sebat ederek sapık yollardan sakınmak suretiyle tatmin olan nefistir, buna da nefsi mutmainne denir.
Allah Teâlâ burada, kıyamet günü ve nefsi levvame üzerine yemin etmektedir. Çükü bir sonraki ayetten de anlaşıldığı gibi, Allah (c.c), insanı ölümden sonra tekrar diriltecektir ve buna muktedirdir. Bu ikisi arasında ne münasebet var, diye sorulabilir.
Kıyamet günü üzerine yemin edilmiş olması, bu olayın muhakkak gerçekleşmesiyle ilgilidir. Bütün bir kainat sistemi, bu nizamın ezelî ve ebedî olmadığına, ilelebed devam etmeyeceğine şahittir. Yapısı, onun ezelî olmadığını ve ebede kadar devam etmeyeceğini ortaya koymaktadır. İnsanın aklı bunun aksine bir delil getiremez. Çünkü bu alem her saniye değişime uğramaktadır ve böyle bir şeyin bir sonunun olmayacağı söylenemez. İnsanın bu dünya hakkındaki bilgisi arttıkça, kendisi de bu hayatın bir başlangıcı olduğunu, ondan önce birşey olmadığını, bundan sonra imtihan olacağını ve o zaman hiçbir şeyin ortada kalmayacağını yakın olarak hisseder ve öğrenir. Bu yüzden Allah (c.c) kıyametin vukubulacağını vurgulamak için, bizzat kıyamet üzerine yemin etmiştir. Bu, tıpkı, kendi varlığı var mı yok mu olduğu konusunda birşey söyleyemeyen, şüpheli davranan bir kimseye; “canın üzerine yemin ederim ki sen varsın” denilmesine benziyor. Onun vücudu, onun var olduğuna şehadet etmektedir.
Ama kıyamet günü üzerine yemin etmek, birgün bu kainat nizamının alt üst olacağını, sonra her insanın tekrar diriltileceğini, yaptıklarının hesabının sorulacağını ve yaptığı iyilik ya da kötülüğün karşılığını bulacağnı göstermektedir. Bu nedenden ötürü, üzerine yemin edilen ikinci şey, nefsi levvame’dir. Dünyada tamamen bir sağ duyuya, vicdana sahip olmayan kimse yoktur. Her insanın içinde iyiliğin ve kötülüğün de hissi vardır. Bir kişi ne kadar bozulmuş, dejenere olmuş olursa olsun, vidanında muhakkak kötülük yapmamasını ve iyilikte bulunmasını isteyen bir dürtü vardır. Böyle birisinin iyilik ve kötülük kriteri yanlış olabilir. Ama yine sağ duyusu ona yaptıkları hususunda itiraz eder. Bu, insanın salt bir hayvan olmadığını göstermektedir. Onun içinde ahlâki bir duygu vardır. İyilik ve kötülük arasında tefrik yapabilme hissi vardır. Kendini yapmış olduğu iyiliklerden ve kötülüklerden sorumlu sayar. Eğer başkasına bir kötülük yapsa, ancak vicdanını susturarak tatmin olur ve eğer başkası ona bir kötülük yapsa, o zaman kalbinde bunun cezalandırılması gerektiğine dair bir istek oluşur. Şimdi eğer bir insanın yapısında böyle bir nefsi levvame varsa ve varlığı inkar götürmüyorsa, o zaman bu aynı nefsi levvamenin kıyamet günü insanın karşısına bir şahit olarak getirileceği de inkâr edilemez. Çünkü işlemiş olduğu iyi ya da kötü fiiller için muhakkak insanın bir ceza ya da bir mükafaat görmesi fıtrat gereğidir. Bu da ölümden sonra bir hayat olmadan mümkün olamaz. Hiçbir akıl sahibi ölümden sonra yok olacağını iddia edemez. Çünkü eğer böyle olsaydı yaptığı iyiliklerin karşılığını göremeyecek ve yaptığı kötülüklerin cezasını da bulamayacaktır. Bu ise büyük bir haksızlıktır.
Bu sebepten ötürü, akıl sahibi bir insanın, akıl dışı bir kainat sistemi içerisinde yaratılmış olduğunu ya da bazı ahlâki duygulara sahip bir insanın, ahlâksız bir nizam içerisinde doğmuş olduğunu ileri sürmek abestir. Ancak böyle düşünmeyen biri, ölümden sonraki hayatı inkâr edemez. Tenasüh felsefesi de (Ruhun bir cisimden diğerine veya insandan hayvana geçmesi felsefesi, transmigration çev.) fıtratın bu talebine bir cevap vermekten uzaktır. Çünkü buna göre insan ahlâki amellerinin cezalandırılması ya da mükafatlandırılması için aynı dünyaya yeniden gelecek ve yeniden bir ceza ve mükafaat olayı söz konusu olacak. Ve bu böyle kapalı bir devr-i daim şeklinde sonsuza kadar sürüp gidecektir. Halbuki fıtrata göre insan bu dünyaya bir defa gelir, yaşar ve sonra da bütün hayat son bulur. Daha sonra orada insanın bu dünyada yaptıklarının tam karşılığı olarak ceza veya mükafaatın verileceği başka bir hayat başlar. (Bkz. Araf an: 30)
3. Yukarıda yemin edilmek suretiyle beyan edilen iki şey, dünyanın muhakkak son bulacağını (yani kıyametin birinci safhası) ile ölümden sonra ikinci bir hayatın olacağını ispatlamaktadır. Ölümden sonra ikinci bir hayat olacaktır; çünkü hem insanın ahlâki varlığı, mantık ve fıtrat, ikinci bir hayatın vukubulmasıyla, bu dünyada yaptıkları üzerinde vicdanın orada şahitlikte bulunmasını gerekli görmektedir. Bir üçüncü delil de, ölümden sonra başka bir hayatın olabilirliğini ıspatlamak için ileri sürülmektedir. Mekke’de bunu inkâr edenler sürekli olarak; “Binlerce sene önce ölmüş, kimisi yakılmış, kimisi balıklara, arslanlara yem olmuş ve şimdi ise cesetleri toprak olmuş, kemikleri bile yok olup gitmiş insanları, yeniden parçalarını bir araya getirerek diriltmek mümkün mü ki?” diye sorup duruyorlardı. Bunlara karşılık olarak Allah Teâlâ nihai, makul ve özlü cevaplar vermektedir. “Zannediyorlar ki biz bu kemikleri bir araya getiremeyeceğiz. Tabi eğer bu dağılmış kemikler ve cesetler kendileri bir araya gelecekler ve sonra da biz sizi dirilteceğiz demiş olsaydık belki bunu imkânsız görmeniz haklı olabilirdi. Ama bu işin kendiliğinden olmayacağı, bilâkis Allah Teâlâ’nın bunu yapacağı söylenilmektedir. O zaman şimdi siz bu kainatın yaratıcısının, -ki sizde O’nu Halık olarak kabul ediyorsunuz- bunu böyle yapmaktan aciz olduğunu mu zannediyorsunuz? Böyle bir soruya, Allah’ın kainatın yaratıcısı olduğuna inanmış o dönemdeki ve gelecekteki hiç kimse, Allah’ın bir şeyi istediği halde yapamayacağını, bunun mümkün olamayacağını düşünemez. Ancak akılsız biri böyle diyebilir ve o akılsıza da; “Bugün senin bedenini hava, su, toprak ve daha binlerce element ve parçadan bir araya getirerek bu cesedi veren Allah’ın şimdi tekrar bu parçaları biraraya getiremeyeceğini nasıl öne sürebilirsin?” diye sorulabilir.
4 Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymağa güç yetirenleriz.4
5 Ancak insan, önündeki (sonsuz geleceği)ni de ‘fücurla sürdürmek ister.’5
6 “Kıyamet günü ne zamanmış” diye sorar.6
7 Ama göz ‘kamaşıp da kaydığı,’7
8 Ay karardığı,
9 Güneş ve ay birleştirildiği zaman;8
10 İnsan o gün der ki: “Kaçış nereye?”
11 Hayır; sığınacak herhangi bir yer yok.
12 O gün, ‘sonunda varılıp karar kılınacak yer (müstakar)’ yalnızca Rabbi’nin katıdır.
13 İnsana o gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri şeylerle haber verilir.9
14 Hayır; insan, kendi nefsine karşı bir basirettir;
AÇIKLAMA
4. Yani, değil bu kemikleri bir araya getirip iskeletinizi ortaya koymak, biz sizin en ufak ve en hassas parçacıklarınızı hatta aynı parmak izlerinizi bile yeniden meydana getirmeye kadiriz.
5. Bu kısa cümleyle, ahireti inkâr edenlerin gerçek hastalıklarının teşhisi konulmaktadır. Bunlar, aslında kıyameti ve ahireti mümkün görmedikleri için inkâr etmiyorlar. Asıl sebep, ahirete inanmakla doğacak birtakım ahlâki sorumluluklardan hoşlanmamalarıdır.
Bunların isteği, tıpkı ipini koparmış bir dana gibi sorumsuzca yeryüzünde dolaşmak. İşlemekte oldukları zulüm, sömürü, fısku-fucür ve ahlâksızlara son vermek istemiyorlar. Bu yüzden ahiret olgusunu kabule yanaşmıyorlar, öyleyse ahirete inanmalarına engel olan akılları değil nefsanî şehvetleridir.
6. Bu bir soru olmaktan çok, bir alay ve inkâr konusu olsun diye ortaya sürülmektedir. Yani öğrenmek istedikleri, kıyametin ne zaman geleceği değil, amaçları, “Hani o haber verdiğin gün nerede kaldı? Niye hâlâ gelmiyor?” şeklinde onunla alay etmektir.
7. Ayette “” (gözün kamaşması) ibaresi geçmektedir. Bunun sözlük anlamı “şimşekten gözlerin kamaşması” olarak geçmektedir. Fakat Arapça bir deyim olarak kullanıldığında sadece bu anlama gelmiyor. O zaman “korku, hayret veya ani bir olayla karşılaşıldığında şaşıp kalma ya da gördüğü bir şeye korkudan gözlerini faltaşı gibi açıp bakakalma” anlamına gelir. Bu aynı mesele yine Kur’an’ın diğer bir yerinde “Allah onları, gözlerinin yuvalarından fırlayacağı bir güne kadar ertelemektedir.” (İbrahim: 42) şeklinde belirtilmiştir.
8. Bu, var olan alemin alt üst olacağı kıyametin ilk merhalesinin kısa bir açıklamasıdır. Ay’ın ışığı sönecek, Ay ve Güneş birbirine katılacaktır. Bunun anlamı şu olabilir: Bilindiği gibi Ay zaten ışığını Güneş’ten almaktadır ve Güneş’in ışığı sönünce ikisi de bir olacaktır. İkinci bir yorumlayış şöyle olabilir; yeryüzü o gün aniden ters dönmeye başlayacak ve böylece Güneş ve Ay batıdan doğacaktır. Üçüncü bir anlam da şu olabilir; yani Ay yer çekiminden çıkacak ve Güneş’e çarpacaktır. Öte yandan bunun, bizim bugün bilemediğimiz başka anlamları da olabilir.
9. Ayette geçen “” Önce ve sonra ne yaptıysa” cümlesi çok kapsamlıdır. Değişik anlamlara gelebilir. Bu anlamların hepsi de doğru olabilir. Bir anlamı; insana, ölmeden önce dünyada iken hangi iyilikleri ve kötülükleri işleyerek ileriye, ahirete göndermiş olduğu bildirilecek, amel defteri kendisine gösterilecektir. Dünyada iken yapmış oldğu iyi ve kötü amellerin onun ölümünden sonra gelen kuşaklarda ne gibi bir etki bıraktığını bu defterde görecektir. İkinci anlam şu olabilir; ona dünyada ne yapması gerekirken yapmadıkları ve yapmaması gerekirken yaptıkları gösterilecektir. Üçüncü anlamda şöyle söylenebilir; yani önce ne yapmış sonra ne yapmış, hepsinin bir kronolojik tablosu kendisine gösterilecektir. Dördüncü bir anlam da, kişi, işlemiş olduğu iyilikler ve kötülükler ile kaçındığı iyilik ve kötülüklerin hepsinden haberdar edilecektir, şeklinde olabilir.
15 Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile.10
16 Onu (Kur’an’ı, kavrayıp belletmek için) aceleye kapılıp dilini onunla hareket ettirip-durma.11
17 Hiç şüphesiz, onu (kalbinden) toplamak ve onu (sana) okutmak bize ait (bir iş)tir.
18 Şu halde, biz onu okuduğumuz zaman,12 sen de onun okunuşunu izle.
AÇIKLAMA
10. Yani, insana amel defterlerini, tutanaklarını göstermek demek, sadece onun işlediği suçları göstermek değildir. Asıl gaye mahkemede ona karşı bir delil ve şahit olmasıdır. Yoksa her insan ne yaptığını çok iyi bilir. Defterinin gösterilmesine ihtiyacı yoktur. Bir yalancı dünyayı kandırabilir, ama bu yalana kendisi inanmaz.
Bir hırsız binlerce hile ve dalavere ile hırsızlığını gizleyebilir, ama kendisi gerçeği bilir. Bir insan türlü türlü delillerle başkalarını küfre, inançsızlığa ve şirke ikna edebilir, kendisi samimiyetle bunun böyle olduğunu da düşünebilir. Ama bu akide üzerinde kendi vicdanını susturamaz. Onun yanılgısının ve doğruyu kabul etmemesinin asıl nedeni, tıpkı bir zalim, vicdansız, kötü huylu ve haramyiyici kişinin bu çirkin amelleri için binlerce bahane ileri sürerek kendi vicdanını susturması gibidir. Böylece vicdanı onun bu işlerini kötülemez, mecburiyet ve maslahat gereği böyle yaptığını ona kabul ettirir. Fakat ne olursa olsun o kimin hakkını yediğini, kime zulüm ettiğini, kimin namusunu çiğnediğini, kimleri kandırdığını ve hangi gayri meşru yollarla menfaat temin ettiğini bilmektedir. Bu yüzden o büyük mahkemede her kafir, münafık, fasık, facir ve günahkar; ne işlediklerini ve hangi yüzle Allah’ın huzurunda bulunmakta olduklarını gayet iyi bileceklerdir.
11. Burada, “… ve bunun manasını anlatmak bize aittir”e kadar olan bölüm bir ara cümledir. Söz arasında Allah Rasulü muhatab alınarak söylenilmektedir. Giriş bölümünde de izah ettiğimiz gibi, vahyin ilk dönemlerinde Allah Rasulü daha alışkın olmadığı için vahiy geldiğinde Cebrail O’na Allah Kelâmı’nı okumaya başlayınca “Hepsini tam olarak aklımda nasıl tutacağım” diye korkuya kapılmıştı. Bu yüzden onu dinlerken ezberlemeye çalışıyordu. Aynı durum, surenin bu ayetlerini okuduğu zaman da olunca Allah Rasulü’ne; “Vahiy geldiği zaman onu ezberlemeye çalışma, fakat dikkatle dinle, onu sana ezberletmek ve doğru bir şekilde okutmak bize düşer. Bu Kelâm’dan hiçbir kelimeyi unutmayacağından ve yanlış okumayacağından emin ol” denmiştir. Bu yol göstermeden sonra asıl konuya yeniden dönüş yapılarak “kesinlikle değil… asıl olan budur….” dan konuya bağlanır. Bu cümlenin arka planını bilmeyen bir kimse, bunun anlamsız ve ilgisiz olduğunu zannedebilir. Ama arka planı göz önünde tutulduğunda bir kopukluk olmadığı anlaşılır. Yani tıpkı bir öğretmenin, ders esnasında öğrencilerinin dikkatlerinin başka yere kaymış olduğunu gördüğünde, birdenbire dersi bırakarak öğrencilere; “söylediklerime dikkat edin” demesi ve daha sonra esas konuya devam etmesi gibi. Şimdi eğer bu ders notlarının baştan başa tamamı yayınlanacak olsa bu hadiseden haberi olmayanlar için aradaki bu cümle garip gelebilir. Ama olayı bilen, bu cümleden rahatsız olmaz. Bu ders notlarının, öğretmenin derste anlattıklarının bir eksiklik veya fazlalık olmadan olduğu gibi aktarıldığını bilir.
Bu ayetler arasındaki ara cümlenin izahı sadece kıyas yoluyla değildir. Muteber rivayetlerde de aynı sebebin beyan edildiğini görmekteyiz. Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, İbn Cerir, Taberani, Beyhaki ve diğer birçok muhaddis değişik senetlerle Abdullah bin Abbas’tan vahiy geldiği zaman Allah Rasulü’nün unutma korkusundan Cebrail ile beraber kelimeleri tekrarlamakta olduğunu ve bunun için kendisine “acele edip Cebrail’le beraber dilini oynatma” denildiğini nakletmişlerdir. Aynı şey Şa’bi, İbn Zeyd, Dahhak, Hasan Basri, Katade, Mücahid ve diğer bazı müfessirlerden de nakledilmiştir.
12. Cebrail, Allah Rasulü’ne Kur’an okuduğu zaman onu kendinden değil, tabii ki Allah tarafından okurdu. Bu yüzden burada Allah (c.c) “Biz onu okurken” diye buyurmuştur.
19 Sonra muhakkak onu açıklamak bize ait (bir iş)tir.13
20 Hayır;14siz çarçabuk geçmekte olan (dünya)ı seviyorsunuz.
21 Ve ahireti terkedip-bırakıyorsunuz.15
22 O gün yüzler ışıl ışıl parlar.16
AÇIKLAMA
13. Bazı müfessirler bu ifadeye bakarak, vahyin başlamasının ilk dönemlerinde Allah Rasulü’nün bazı ayet, kelime veya bir emrin anlamını sorduğunu sanmaktadırlar. Bu yüzden O’na (s.a) “Vahiy nazil olduğu zaman sessizce dinle” denilmesinin yanında “Şüphesiz, onun her kelimesini tam olarak senin hafızana biz yerleştireceğiz ve Kur’an’ı nazil olduğu şekliyle doğru bir şekilde sana okutacağız.” ve “Her emrin ve buyruğun manasını sana açıklayacağız” denildiğini söylerler.
Bu çok önemli bir ayettir. Bu ayetin ortaya koyduğu bazı ana umdeleri eğer iyice anlarsak daha önceleri pekçok kişinin düştüğü ve bugün de yaygın olan birçok sapıklığa düşmekten kurtuluruz.
İlk önce, şu açıkça anlaşılmaktadır ki, Rasulüllah’a nazil olan vahiy sadece Kur’an’da yazılı olandan ibaret değildir. Kur’an’ın haricinde ve Kur’an’da yer almayan bilgiler de Allah Rasulü’ne verilmiştir. Kur’an’ın emirleri, yol gösterişleri, kelimeleri, hususi ıstılahları ve bunların manaları Allah Rasulü’ne anlatılmıştır. Eğer bunların hepsi Kur’an’da yazılı olmuş olsaydı o zaman “Bunların anlamlarını biz sana açıklayacağız” ya da “Onun açıklanması bize düşer” gibi bir söze gerek duyulmazdı. Eğer Rasulüllah’ın (s.a) bilgilenmesi böyle olmasaydı, tüm açıklamalar Kur’an’da olurdu. O halde, Kur’an’ın Allah tarafından yapılan açıklama ve izahı her halûkârda Kur’an kelimelerinden ayrıdır. Bu, bize Kur’an’da anlatılan Vahy-i Hafî’nin diğer bir ispatıdır. (Kur’an-ı Kerim’de bunun hakkında başka deliller de vardır. Bunları teferruatıyla “Hukukta Sünnetin Yeri” isimli kitabımızın 94-95. ve 118-125. sayfaları arasında açıklamıştık.)
Kur’an’ın anlamının, gayesinin ve emirlerinin açıklanmasının Allah tarafından Rasulüllah’a bildirilmesinin sebebi, kendi söz ve eylemleriyle insanlara onu anlatması ve o pratiğe göre amel etmeyi de onlara öğretmesi içindir. Eğer bu gaye olmasaydı ve onun ilmini yalnızca kendine saklaması sözkonusu olsaydı o zaman bu işin bir manası kalmazdı. Çünkü peygamberlik görevini yerine getirmenin bir faydası olmayacaktı. O halde ancak aptal bir insan bu ilmin hiçbir şerî özelliğinin olmadığını ileri sürebilir. Nahl Suresi 44. ayette Allah: “Ey Peygamber! Sana, insanlara açıklayasın diye Kur’an’ı indirdik. Belki düşünürler” buyurmuştur. (İzah için Bkz. Nahl an: 40) Kur’an’da ayrıca dört yerde de Rasul’ün vazifesinin yalnızca Allah’ın ayetlerini bildirmek değil; bu Kitabı öğretmek olduğu açık açık buyurulmuştur. (Bkz. Bakara: 129 ve 151; Al-i İmran 164; Cuma 2, Biz bütün bu ayetleri yukarıda bahsi geçen kitabımızda teferruatıyla incelemiştik. Bkz. S. 74-77) Şimdi eğer bir kimse Kur’an’a inanmasına rağmen; Kur’an’ın doğru, dayanaklı ve resmi açıklamasının ancak Allah Rasulü’nün kendi sözleri ve amelleriyle olduğu, çünkü bunların O’nun şahsî açıklamalarının olmadığı, bilakis O’na Kur’an’ı indiren Allah’ın kendi açıklamaları olduğu gerçeğini bir kenara bırakarak Kur’an’ın ayet ve kelimelerine kendi isteğine göre bir mana vermeye cüret ederse bu kimsenin iman sahibi olduğunu söylemek zordur.
Üçüncü olarak; Kur’an-ı Kerim’i yüzeysel olarak mütalaa eden bir kişi bile, bunda birçok şeyler olduğunu ve ayrıca Arapça bilen birisi de, yalnızca kelimelerinden hareketle onun hakiki maksadını anlayamayacağını görecektir. Eğer onu anlamazsa nasıl amel edebilir? Mesela Salât kelimesi. Kur’an-ı Kerim’de imandan sonra en fazla üzerinde durulan amel Salât (namaz)’dır. Fakat sadece Arapça sözlükten bu kelimenin amel anlamını öğrenemeyiz. Kur’an’da bunun tekrar tekrar bahsinin geçmesinden, en fazla bu kelimenin, Arapça’daki belirli bir ıstılahi manada kullanıldığını anlayabiliriz. Bu amel, ehli imandan talep edilmiştir. Ama sadece Arapça bilen bir kimse, yalnızca Kur’an’ı okuyarak bu fiilin keyfiyetinin nasıl olması gerektiğini ve nasıl yerine getirileceğini belirtemez. Kur’an-ı Kerim’i indiren, bununla birlikte ıstılahların anlamlarını tam olarak talim ettirsin diye bir muallim de göndermemiş olsaydı, o zaman salât emrini nasıl yerine getirecekleri hususunda yalnızca Kur’an’ı göz önünde bulunduran iki müslüman bile belirli bir biçim üzerinde anlaşamayacaklardı. Bugün yaklaşık bin beşyüz sene geçmiş olmasına rağmen nesilden nesile bütün müslümanlar aynı temel esaslara sahip namazı kılmaktadırlar ve bu dünyanın her köşesinde milyonlarca insanda aynı hareketleri yapmaktadır.
Öyleyse Allah (c.c) Rasulü’ne yalnızca Kur’an kelimelerini vahyetmekle kalmamış, aynı zamanda o kelimelerin manalarını da tam olarak O’na anlatmıştır. O da Allah’ın Kitabı olarak Kur’an’a ve Allah’ın elçisi olarak Rasul’e inanan bütün insanlara bu Kur’an’ın ayetlerini ve anlamlarını öğretmiştir.
Dördüncü olarak, Kur’an ayetlerini, kelimelerini, Allah (c.c) kendi elçisine öğretmiş ve o da kendi sözleri ve eylemleri ile bu talimleri ümmete aktarmıştır. Bizim elimizde Kur’an’ı öğrenmek için başka bir şey yoktur. Hadis’ten, maksat; Allah Rasulü’nün kavli ve fiili (uygulama) rivayetlerinin öncekiler tarafından isnad ile sonra gelenlere aktarılmasıdır. Sünnet ise, Allah Rasulü’nün sözleri ile tebliğ etmiş olduğu ya da eylem olarak birey ve toplum bazında uyguladığı, takip ettiği yoldur. Bunun tafsilatı da nesilden nesile güvenilir rivayetler ile gelmektedir. Sonra gelenler, önce gelenlerden uygulamayı görmüşlerdir. Bu şekilde gelen bir ilmi reddeden kimse, maazallah, Allah’ın, “Onun açıklaması bize aittir.” sözünü reddetmiş yani Rasul’ün açıklama sorumluluğunu yerine getirmekte başarılı olmadığını zannetmiş olur. Bu sorumluluk sadece Rasul’ün şahsı ile ilgili değildi. Bunun maksadı Rasul vasıtasıyla Allah’ın Kitabı’nı ümmete anlatmak idi. Öyleyse hadis ve sünneti teşri kaynaklarından saymamak demek, Allah’ın bu yükümlülüğü yerine getiremediğini ileri sürmek demektir. (Bundan Allah’a sığınırız). Buna karşılık eğer bir kimse, birçok hadisin mevzu (uydurma) olduğunu söylerse, ona şöyle cevap veririz; Bu da kendiliğinden göstermektedir ki İslâm’ın ilk döneminde bütün ümmet Allah Rasulü’nün söz ve eylemlerini kanun olarak kabullenmişti ve bu yüzden sapıklığa yol açmak isteyenler yalan hadisler uydurmak gereğini duymuşlardı. Çünkü ancak değerli paranın sahtesi basılır, zira güvenilir ve sağlam paradır. Geçmeyen, değersiz bir paranın sahtesini hangi bir zekalı basar ki. Hadisler konusunda böyle iddialarda bulunanlar bilmiyorlar ki bu ümmet başlangıçtan beri, o Zat-ı Pak’ın sözleri ve eylemlerinin kanun hükmünde oduğunu bilmişler ve dolayısı ile onun uydurma ve tahrifi karşısında bir dizi tedbirler almışlardır. Bu gibi kişiler ne kadar Allah Rasulü’ne karşı yalan yanlış şeyler nisbet etmeye çalışmışlarsa, ümmet bir o kadar da karşı tedbirler almıştır. Doğru ve yanlış haberleri temyiz etmek için ve rivayetlerin dürüstlük ve güvenirliğini kontrol etmek için muhteşem bir ilim dalı oluşturmuşlardır. Dünyada müslümanlardan başka hiçbir millette böyle bir ilim yoktur. Bu ilmi bilmeden bazı Batılı oryantalistlerin oyunlarına gelip hadise ve sünnete itimatsızlık iddia ederek, itibar olunamaz olduklarını ileri süren nasibsizler bilmezler ki bu cahilane hareketleriyle İslâm’a ne kadar zarar vermekteler.
14. Burada, ara cümleden sonra önceki konuya kalındığı yerden devam edilmektedir. “Hayır asla değil”in manası şudur. Yani sizin kıyameti inkâr etmenizin asıl sebebi bu kainatın yaratıcısının kıyameti getirmeye ve ölümden sonra sizi diriltmeye muktedir olmadığını zannetmeniz değildir. Asıl sebep yukarıda ayette verildiği gibidir.
15. Bu, ahireti inkârın ikinci sebebidir. Birincisi 5. ayette beyan edilmişti. O ayette, insanın fiskü-fücur için serbestlik ve ahlâkî kayıtlardan kurtulmak istediği ve eğer ahirete inanırsa bir takım ahlâkî kurallarla kayıtlanacağı, bu yüzden de nefsani şehvetlerinin ona ahireti inkâr etmesi için baskı yaptığı ve daha sonra bir takım aklî deliller ileri sürerek bu inkârın gayet mantıklı olduğunu ona göstermeye çalışmakta olduğu söylenilmekteydi. Şimdi burada da ikinci sebep olarak ahireti inkâr edenlerin dar ve kısır görüşlü oldukları beyan edilmektedir. Onlar için, bu dünyadaki işler ve bu işlerin sonuçları önemlidir.
Ahirette kendilerinin ne sonuçlar elde edecekleri hususuna hiç önem vermiyor, hep bu dünyanın lezzet ve faydaları için çalışmak gerektiğini sanıyorlar. Bunlara göre ne pahasına olursa olsun, bu dünyada başarı kazanmak gerekir. Bunun ahiretteki neticesi ne kadar kötü olursa olsun onlar için önemli değildir. Karşılıkları ahirette ne kadar güzel olsa bile bu dünyadaki kaybetme, meşakkat ve kederden muhakkak kaçmalıdır diyorlar. Peşin alışveriş istiyorlar. Ahiret gibi uzak bir olay için, bugünkü kârlarından vazgeçmek işlerine gelmiyor. Oradaki bir mükafaat için burada bir zarara uğramayı göze alamazlar. Böyle bir düşünme tarzına sahip insan ahiret konusundaki tartışmada aslında aklî deliller ileri sürüyorsa da saf akıl yürütmemektedir. Bunların aklî delillerinin arkasında yukarıda bahsettiğimiz zihniyet yatmaktadır. Bu yüzden her ne kadar onun vicdanı ahiretin meydana gelmesi mümkündür ve de gereklidir diyorsa ve Kur’an’daki mantıkî deliller karşısında onun zihniyeti bir hiç mesabesinde ise de, o yine ahirete inanmayacaktır.
16. Yani, sevinçten yüzleri parlayacaktır. Çünkü onlar ahirete iman etmişlerdi ve şimdi bu inançlarına göre ahirete şahit olmaktalar. Bu, ahirete iman etmekle dünyadaki gayri meşru bir takım faydalardan vazgeçtiler ve Hakk için bir takım zararlara girmek zorunda kaldılar, ama karşılığında ahirette mükafata nail oldular ve gözleriyle o ahiret olayını temaşa ederek dünyadayken bu şekilde bir hayatı ve zihniyeti tercih etmelerinin ne kadar isabetli olduğunu gördüler. Şimdi ise onlar için en güzel mükafatlara layık olma vaktidir.
23 Rablerine bakıp-durur.17
24 O gün, öyle yüzler vardır ki kararmış-ekşimiştir.
25 Kendisine, beli büken işlerin yapılacağını anlamaktadır.
AÇIKLAMA
17. Müfessirlerden bazıları bunu mecazi anlamda anlamışlardır. Buna göre, bir kimseyi görmek demek o kimseden bir şeyler ummak ve ondan bir karar, bir ihsan beklemek anlamına gelir. Meselâ, kör bir insan bile “Ben ona gözümü diktim” diyebilmektedir. Birçok hadiste ise Allah Rasulü bunun yorumunu, Allah’ın mükerrem kulları ahirette O’nu görebilecektir şeklinde yapmıştır. Buhari’nin rivayet ettiği bir hadiste “‘Siz Rabbinizi açıkça göreceksiniz” denilmektedir. Müslim ve Tirmizi’de Hz. Suheyb’in (r.a) bildirdiği bir hadiste ise Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: “Cennet ehli cennete girdikleri vakit, bir münadi: Sizin için Allah’ın indinde bir ikram daha vardır, diyecek; onlar da: O bizim yüzümüzü ak etmedi mi, bizi ateşten kurtarmadı mı ve bizi bu cennete sokmadı mı? deyince melekler; Evet ama, diye cevap verecekler ve bunu müteakip perde açılacaktır.” O zaman onlar Allah’ı görmekle müşerref olurlar. Rasul-i Ekrem diyor ki “Yemin ederim ki, O, onlara kendisini görmekten daha sevgili birşey vermemiştir.”
Aynı mükafat Kur’an-ı Kerim’de “İyilik yapanlara o iyilik vardır. Fazlası da vardır.” (Yunus: 26) şeklinde ifade edilmiştir. Buhari ve Müslim’de, Ebu Hüreyre’den rivayet edilir ki: “Allah Rasulü’ne; biz kıyamet günü Rabbimizi görebilecek miyiz?” diye sordular. O da dedi ki: “Güneş ve Ay’ı bulut olmadığı zaman görmekte bir zorluk çekiyor musunuz? Onlar da “Hayır” dediler. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem “İşte Allah’ı da böyle göreceksiniz” dedi. Bunun benzeri bir diğer rivayette yine Buhari ve Müslim’de Hz. Cabir bin Abdullah’tan nakledilir. Ayrıca Ahmed, Tirmizi, Darekutni, İbn Cerir, İbn Münzir, Taberani, Beyhaki, İbn Ebi Şeybe ve diğer bazı muhaddisler ufak tefek bazı lafız farklarıyla Abdullah bin Ömer’den Allah Rasulü’nün şöyle dediğini rivayet ederler: “Cennette olanların en düşük seviyede olanları bile kendisine ikram edilen nimetleri iki bin senesine kadar öğrenecekler ve onların Allah için en makbul olanı da sabah ve akşam O’nun yüzünü iki defa görecektir” demiş ve sonra da bu ayeti okumuştur.
“O gün yüzler vardır ki pırıl pırıldır ve Rablerine bakarlar.” İbni Mace’de, Cabir bin Abdullah’tan rivayet edilir ki “Allah onlara bakacak, onlar da Allah’a bakacaklar, Allah perdeyi indirmedikçe onlar O’na bakarken öyle mest olacaklar ki cenneti gözleri görmeyecek bile.” Bütün bu rivayetler üzerinde Ehl-i Sünnet, bu ayetin anlamının ahirette cennet ehlinin Allah’ı görmek ile müşerref olacağı görüşünde ittifak etmişlerdir. Bunun doğruluğunu Kur’an’ın şu ayeti de teyid etmektedir. “Hayır, onlar (facirler) o gün Rablerini görmek gibi en büyük nimetten büsbütün yoksundurlar.” Bu mahrumiyet facirler için olacak, ebrar için değil. Şimdi, peki Allah’ı bir insan nasıl görebilir ki? Görme olayının meydana gelmesi için bir şeyin hususi bir boyutu, bir mekanı, bir şekli ve bir de rengi olması ve ışığın ona çarparak insanın gözüne aksetmesi ve sonunda da beyinde görmenin gerçekleşmesi gerekir. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın zatını görebileceğimiz, nasıl düşünülebilir? şeklinde sorular sorulabilir. Ama aslında bu gibi sorular yanlış bir düşünce sonucudur. Burada şu iki şey arasındaki fark görülememektedir. Birincisi, görme olayının gerçeği; ikincisi, bu dünyaya özgü olarak bilinen görme fiili. Görende, görmenin nitelikleri bulunduğu için görmektedir. Yani kör değildir ve görülecek olan şey de gizli değildir. Bu yüzden bizim bu dünyadaki deneyim ve gözlemimiz yalnızca insanın gördüğü o belirli şeklidir. Tabii görenin gözleri ve o gözlerin de görme yeteneği olmalıdır. Ayrıca o cismin belirli bir cisim olması ve renkli bir cisim olması gerekir ki ışık çarparak göze yansısın ve sonra gözden o cismin bir şekli canlansın. Oysa görme olayının hakikatinin ve fiili şeklinin, yalnız bizim bu dünyada vakıf olduğumuz biçimden ibaret olduğunu zannetmek düşünce sığlığını gösterir. Allah Teâlâ’yı kainatta görmenin o kadar çok şekli mümkündür ki biz onu tasavvur bile edemeyiz. Bunu anlamamakta direnen bir kimse ibadet etmekte olduğu ilâhının görür mü, kör mü olduğunu söylesin. Eğer ilâhın görmekte olduğunu söylerse, o zaman bütün kainatı gözetmektedir ve o her şeyi görmektedir. O zaman o hangi gözle görmektedir? Acaba insan ve hayvan gibi gözleri mi vardır? Bizim gördüğümüz gözlerle mi görmektedir? Bunun cevabının hayır olduğu bellidir. Eğer bunun cevabı olumsuz ise o zaman akıllı ve anlayışlı bir insan niye ahirette cennettekilerin, Allah’ı görmelerinin bir hususî şeklinin olacağını anlamakta güçlük çeksin? Orada Allah’ı görmenin bir başka şekli olabilir ki biz bugün, burada bunu kavrayamayız. Aslında ahiretin mahiyetini kavramak demek, tıpkı iki yaşındaki bir çocuğun evlilik ve cinsel hayata bakışına benzer. Halbuki, büyüyünce bu olayla bilfiil kendi kendisi yüzyüze gelecektir.
26 Hayır;18 can köprücük kemiğine gelip dayandığı zaman,
27 “Son müdahaleyi yapacak kim” denir.19
28 Artık gerçekten, kendisi de bir ayrılık olduğunu kavrayıp-anlamıştır.
29 (Ölüm korkusundan) Ayaklar da birbirine (ayak ayağa) dolaştığında;20
30 O gün sevk, yalnızca Rabbinedir.
31 Fakat o, ne doğrulamış ne de namaz kılmıştı.
32 Ancak o, yalanlamış ve yüz çevirmişti.
33 Sonra da çalım satarak yakınlarına gitmişti.21
34 Sen buna müstahaksın, dahasına da müstahaksın.
35 Yine buna müstahaksın, dahasına da müstahaksın.22
36 İnsan,23 ‘kendi başına ve sorumsuz’24 bırakılacağını mı sanıyor?
AÇIKLAMA
18. Buradaki “kesinlikle değil” ibaresi bir önceki konuya atıftır. Yani, senin ölümden sonra yok olacağına ve Rabbinin huzurunda hazır bulunmayacağına dair zannın yanlıştır.
19. Metinde “Râkin” kelimesi geçmektedir. Bu, Rukye kelimesinden türemedir. Üfürükçülük ve muskacılık anlamına gelir. “Râki” demek ise, yukarıya doğru tırmanmaktır. Şimdi eğer biz bunu ilk manada alırsak o zaman anlamı, deva bulamayan hastayı hemen acele okuyacak birisini aramak olur. Eğer ikinci manada alırsak, bu sefer anlamı meleklere; bu ruhu kim alacak, azab melekleri mi yoksa rahmet melekleri mi? diye sormalarıdır.
Diğer bir ifade ile, bir kimse öldüğü zaman ahirette nereye gireceğinin kararı alınmaktadır. Yani eğer salih bir insan ise onu rahmet melekleri götürecek ve eğer kötü bir insan ise o zaman onun yanına kimse yaklaşmayacak ve azab melekleri onun ruhunu alacaktır.
20. Müfessirlerden bazıları “Sâk” kelimesini lügat manasında almışlardır. Onlara göre bundan kastolunan “ölüm zamanı bacakların kuruyarak birbirine yapışmasıdır.” Bazıları da bunu bir deyim olarak anlamışlardır. O zaman manası çok zorluk şiddet ve musibet anlamlarına gelir. Yani, birincisi bu dünyadaki herşeyden ayrılma musibeti, ikincisi öte dünyada bir suçlu olarak yakalanma musibetidir. Her kafir fasık, facir ve münafık bununla karşı karşıya kalacaktır.
21. Bunun anlamı, yukarıdaki ayetlerde beyan edilen şeyleri duymasına rağmen, ahirete inanmamış ve inkar ederek kibir içinde evine dönmüştür, demektir. Mücahid, Katade ve İbn Zeyd’e göre şahıs Ebu Cehil idi. Ayetlerden de, bu kişinin Kıyamet Suresi’nin yukarıda zikredilen ayetlerini duyduğunda böyle bir tavır takınan ve bilinen birisi olduğu anlaşılmaktadır.
Bu ayette geçen “tasdik de etmedi, namaz da kılmadı” ibaresi özellikle dikkate değerdir. Buradan, Allah’ın Kitabı’na, ve O’nun Rasulü’ne teslim olan kimsenin vazifesinin namaz kılması olduğu açıkça anlaşılmaktadır. İslâmî hükümlerin diğer emirlerini yerine getirmek daha sonra gelir, ama namaz, iman ikrar ettikten hemen sonra gelir. Böylece, onun, dili ile ikrar ettiği şeyin gerçekten onun kalbinin derinliklerinden mi geldiği yoksa sadece dilde kalan birkaç kelime mi olduğu hemen belli olur.
22. Müfessirler, “evlâ-leke” sözünün bir çok manası olduğunu söylemişlerdir. “Tuh olsun sana, helâk olasıca, perişan olasıca, yazık sana.” gibi anlamları vardır. Bana göre en uygunu İbn Kesir’in tefsirinde dediği gibidir. Yani “Sen kendini yaratanı inkâr etmeye cüret ettikten sonra sana ancak böyle bir tavır layıktır.” Bahsi geçen bu söz bir tür alaydır ve cehennem’de azab görenlere Allah’ın (c.c) böyle diyeceği Kur’an’ın diğer ayetlerinde belirtilmiştir. Mesela: “Hadi tad bakalım, şerefli ve değerli kimse?” (Duhan 49) geçtiği gibi.
23. Bu sözün sonunda baştan itibaren devam edilmekte olan konuya yani ölümden sonraki hayatın mümkün ve gerekli olduğu mevzusuna yeniden dönülmektedir.
24. Arap dilinde “İblus-Suddi” ağzına ne gelirse yiyen ve başıboş gezen yularsız deve demektir. Ayetin manası da bununla ilgilidir.
Yani insan tıpkı bir yularsız deve gibi kendini sahipsiz ve başıboş zannetmektedir. Sanki onu yaratan onu yeryüzünde sahipsiz ve başıboş bırakmış. Ona hiçbir mükellefiyet yüklememiş, herşey ona serbest bırakılmış ve bir zaman sonra ondan yaptığının hesabı da sorulmayacak zannediyor. Aynı şeyden Kur’an-ı Kerim’de başka bir yerde şöyle bahsedilmektedir. Allah kıyamet günü kafirlere “… sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?” (Müminun 115) diyecektir. Bu iki yerde de, ölümden sonra bir hayatın gerekli olduğu soru şeklinde sorulmaktadır. Yani “Sen gerçekten kendini bir hayvan gibi mi zannediyorsun? Hayvan ile senin aranda açık bir fark olduğunu görmez misin? Onların bir iradesi yokken size irade verilmiştir. Onların amellerinde iyi ve kötü kavramı yoktur. Senin fiillerinde ise iyinin ve kötünün tartılması vardır. Bu yüzden nasıl olur da kendinizi tıpkı hayvanlar gibi sorumluluk yüklenmemiş ve yaptıklarından sorgu suale çekilmeyecek zannedersiniz? Hayvanlar, sadece cibilliyetlerine uygun olarak hayat sürdürdüklerinden onların yeniden diriltilmemeleri akla uygundur. Çünkü bunlar kendi akıllarıyla herhangi bir felsefe oluşturmuş ya da yeni bir din uydurmuş değildirler. Ne kendilerini yaratandan başkasını mabud olarak almışlar ve ne de kendileri mabudluk taslamışlardır. Kendilerinden sonra gelecek nesillere kadar tesirleri uzanacak ve karşılığında da ceza ya da mükafaat görecekleri, bir iyi veya kötü sünnet de başlatmış değiller. O halde bunların öldükten sonra yok olmalarına bir anlam verebilirsin. Çünkü onlar yaptıkları amellerden sorumlu değillerdir ve dolayısıyla tekrar dirilterek onlara hesap sormaya da gerek yoktur. Ama size gelince, ölümden sonraki hayattan nasıl kaçabileceksiniz? Çünkü, ta ölünceye kadar yaptığınız amellerin iyi veya kötü bir sonucu ve bu sonuçların da etkileri ve dolayısıyla da bunların bir cezası ya da mükafaatı olması gerekir. Sizin aklınız da bunu teyid etmez mi? Sözgelimi, suçsuz bir kimseyi öldürmüş bir katil olayın hemen akabinde başka bir kaza sonucu kendisi ölse, bu kişinin hiçbir cezaya çarptırılmayacağını mı sanıyorsunuz? Yaptığı zulümlerin hesabı sorulmamalı mı? Hiç aklınız alıyor ve de kalbiniz tatmin oluyor mu ki, bu dünyadayken fesadın tohumunu ekmiş ve o fesat asırlarca sürerek diğer kuşakların da binlercesinin hayatını mahvetmiş, böyle bir insan sıradan bir böcek gibi ölsün, yok olsun ve hiç kimse ondan yaptıklarının hesabını sormasın? Yine hayatı boyunca doğruluk ve adalet için, iyilik ve barış için çalışmış ve bu yolda çeşitli eziyetler çekmiş ve kendi canını ortaya koymuş bir insan da karınca gibi ölüp yaptığının karşılığında mükafaatlar alamadan yok olup gitsin; bunu aklınız alıyor mu?
37 Kendisi, dökülüp-akıtılan meniden bir damla su değil miydi?
38 Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir ‘düzen içinde biçim verdi.’
39 Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı.
40 (Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir?25
AÇIKLAMA
5. Bu ayet, ölümden sonra bir hayatın olduğunun delilidir. Başlangıçta insan hayatının bir nutfeden başladığını ve bunu yapmaya Allah’ın kadir olduğunu ve bu işin onun hikmetinin bir nişanesi olduğunu kabul eden insanlar bu hakikatlerin karşısına çıkmazlar. Ayrıca böyle kimseler, Allah’ın insanı bu dünyada bu şekilde yaratması gibi tekrar o insanı diriltmeye de kadir olduğunu aklen teslim ederler. Gelelim bunların hepsi bir hikmete dayanmamaktadır ve sadece bir tesadüf sonucudur diyen insanların sözüne. Eğer bunlar bu sözü inat için söyemiyorlarsa, o zaman şunu izah etsinler. Dünyanın başlangıcından bu güne kadar, dünyanın her bölgesinden ve her milletten aynı insan türünün yaratılması sonucu erkek ve dişi cinsler belirli bir orantıda doğmakta değil midir? Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman yalnız erkek çocuk ya da yalnız kız çocuğu dünyaya geldiği ve de bu şekilde daha sonraki insan neslinin devamına imkân kalmadığı görülmüş müdür? Bu sadece bir tesadüf müdür? Böyle büyük bir iddiayı ancak rahatça Londra, New York, Moskova ve Pekin’in tesadüfen meydana geldiğini söyleyebilen yüzsüz bir insan söyleyebilir. (İzah için Bkz. Rum an: 27-30; Şura an: 77)
Birçok rivayetlerden, bu ayet okunduğu zaman Allah Rasulü’nün bu soru ifadesine bazen “bela” (evet), bazen “Allah’ım seni tenzih ederim ki yine evet” diyerek karşılık verdiği anlaşılır. (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Ebu Davud) Ebu Davud’da Ebu Hureyre’den naklonunan bir rivayette Allah Rasulü şöyle söylemiştir:
“Tin Suresi’nin” Allah en iyi hükmeden değil midir?” ayetini okuduğunuzda “evet, ve ben buna şahidim” deyin; Kıyamet Suresi’nin bu ayetini okuduğunuz zaman “evet” deyin ve Murselat Suresi’nin son ayetini de “Kur’an’dan başka hangi söze inanacaklar?” okuduğunuz zaman “Alah’a iman ettik” deyin buyurmuştur.”
Aynı konuda bir başka rivayet de Ahmed, Tirmizi, İbn Münzir, İbn Merduye, Hâkim ve Beyhaki’den nakledilmiştir.