MÜDDESSİR SURESİ
Adı: Bu surenin adı birinci ayetinden alınmıştır. Fakat bu ad ihtiva edilen şeyin başlığı değildir.
Nüzul Zamanı: Bu surenin ilk yedi ayeti Mekke döneminin henüz başlarında nazil olmuştur. Buhari, Tirmizi, Müsned-i Ahmed’te Hz. Cabir bin Abdullah’tan bu ayetlerin Allah Rasulü’ne nazil olan ilk ayetler olduğu bile rivayet edilmektedir. Öte taraftan Allah Rasulü’ne ilk nazil olan ayetlerin “İkra”dan “ma’lem ya’lem” e kadar olan bölüm olduğu hususunda ittifak vardır. Fakat sahih olan rivayetlerden sabittir ki bu vahiyden az bir müddet sonra nazil olmuştur. İşte bu aradan sonra yeniden vahiy gelmeye başladığında ilk gelen ayet bu olmuştur. İmam Zühri bu konuda şöyle söylemektedir: “Bir müddet Allah Rasulü’ne vahiy kesilmişti. Bunun üzerine çok fazla üzülmüş ve kedere boğulmuştu. Bazen dağın tepesine gidip oradan kendisini aşağıya atmayı bile düşünür olmuştu. O zaman Cebrail (a.s) O’na gözükür ve “Sen Allah’ın Rasulü’sün” diyerek O’na hatırlatmada bulununca Peygamber de huzura kavuşur, sonra bu üzüntü ve ıztırabı giderdi.” (İbn Cerir)
Daha sonra İmam Zühri, Abdullah bin Cabir’den şu rivayeti nakletmektedir: “Allah Rasulü, vahyin gelmediği o dönemden bahsederken şöyle söylerdi: “Bir gün yolda gidiyordum. Aniden gökten bir ses geldi. Başımı kaldırdığımda daha önce Hira mağarasında gördüğüm o meleğin bana geldiğini gördüm.
Yer ve gök arasında bir kürsüde oturmuştu. Bunu görünce müthiş dehşete kapıldım. Hemen eve gelerek “Beni örtün!” diye bağırdım. Evdekiler hemen üzerime bir yorgan örttüler. İşte sonra Allah tarafından bu “ey örtünen!” vahyi nazil oldu. Ve bundan sonra da devamlı olarak vahiy gelmeye devam etti.” (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn Cerir.)
Surenin geri kalan kısmı, yani 8. ayetten sonuncu ayete kadar olan bölüm İslâm’ın açıktan açığa tebliğ edilmeye başlanıldıktan sonraki ilk hac mevsiminde Mekke’de nazil olmuştur. Bunun ayrıntılı açıklaması İbn Hişam’ın Siret’inde verilmekte olup az ileride bunu nakledeceğiz.
Konusu: Yukarıda açıklandığına göre Rasulüllah’a inen ilk vahiy Alak Suresi’nin ilk beş ayeti idi. O surede “Oku, yaratan Rabbinin adı ile. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir” denilmektedir. Bu, vahiy nüzulunun ilk tecrübesidir. Bu vahiyde Allah Rasulü’ne ne kadar büyük bir iş için tayin edildiği ve ileride yapacağı şeyler için bunun sadece bir başlangıç olduğu söylenilmektedir. Bundan sonra O, bir müddet yalnız bırakıldı. Bu sayede bu şoku atlatması ve yeniden sakinleşerek zihinsel olarak gelecek olan vahiyleri almaya ve peygamberliğin gereklerini yüklenmeye hazır olması istenmiştir. İşte bu fetret döneminden sonra yeniden vahiy gelmeye başladığında ilk gelen ayetler bu Müddessir Suresi’nin ilk yedi ayetiydi. Burada ilk defa Allah Rasulü’ne, “Kalk ve halka gitmekte oldukları yolun sonucundan onları korkut ve dünyada Allah’tan başka yücelttiklerinin yerine sen yalnızca O’nun yüceliğini haykır!” emri verilmiştir. Bunun yanında, vazifesi gereği yaşayışının her bakımdan temiz olması ve bütün dünyevî faydaları bir kenara bırakarak tam bir ihlâs ile insanların ıslahı için görevini yerine getirmesi emrolunmuştur. Son cümlede ise “Bu görevi yerine getirirken sana gelecek olan zorluk ve musibetlere karşı da Rabbinin hatırı için sabret” telkininde bulunulmaktadır.
Bu ilahi fermana göre Allah Rasulü tebliğ vazifesine ve Kur’an’ın peş peşe nazil olan surelerini anlatmaya başladığı zaman öyle bir telaş başladı ki muhalifler bu panikte şiddetle karşı koymaya başladılar. Bir kaç ay böyle geçtikten sonra hacc mevsimi gelmişti. Mekke’dekiler bu sefer: “Hacc için bütün Arabistan’dan kafileler gelecek ve eğer Muhammed (s.a) bunları ziyaret ederek bu hacılara Kur’an okursa, bu emsalsiz ve etkili kelamı duyan hacılar tarafından Arabistan’ın en ücra köşelerine kadar İslâm’ın çağrısı yayılır ve sonra da kimbilir neler olur” diyerek telaşa düştüler. Bunun üzerine Kureyşin ileri gelenleri bir toplantı yaparak gelen hacılara Hz. Muhammed’e (s.a) karşı propaganda yapılması kararını aldılar.
Görüş birliğinden sonra toplantıda bulunanlara Velid bin Muğire şöyle dedi: “Muhammed hakkında bir fikir etrafında toplanalım, ihtilafa düşmeyelim. Yoksa birbirimizi yalancı çıkarmış ve sözlerimizin bir kısmı öbür kısmını yalanlamış olur. O zaman itibarımız kaybolur. Bir şey üzerinde birleşelim ki herkes Muhammed için hacılara aynı şeyi söylesin.” Bunun üzerine bazıları: “Onun bir kahin olduğunu söyleyelim” dediler. Velid, “Hayır, Tanrıya andolsun ki o bir kahin değildir. Kahinleri gördük. Muhammed’in okuduğu şeyler öyle kahin mırıldanışı ve tekerlemeleri cinsinden değil” dedi. Bazıları, “Öyleyse deli olduğunu söyleriz” dediler. Velid, “Hayır, o bir deli değil ki. Deliliği gördük, biliyoruz. Halbuki Muhammed’in durumu deliliğin insanda meydana getirdiği baygınlık, titreyiş ve vesveseye benzemiyor” dedi. Kureyşliler “Peki öyleyse şair olduğunu söyleyelim” dediler. Velid, “Hayır, o bir şair de olamaz. Biz şiirin her çeşidini biliriz. Bu sözler ise şiir değildir” dedi. Kureyşliler “Öyleyse büyücü olduğunu söyleyelim” dediler. Velid, “Hayır, o büyücü değil. Biz büyücüleri ve yaptıkları büyüleri gördük. Muhammed’in sözleri büyücülerin okuyup üfürmelerine ve düğüm düğümlemelerine benzemiyor” dedi. O zaman Kureyşliler Velid’e, “Ey Abduşşems! Peki ama ne söyleyelim?” deyince Ebu Cehil, Velid’e, “Sen kendi görüşünü söylemezsen bu insanlar senden razı olmayacaklar” dedi. Velid onlara, “Tanrıya and olsun ki onun sözlerinde bambaşka bir tatlılık var. Sözlerinin başlangıcı sağlam bir hurma ağacına, sonları da o ağacın meyvelerine benzer. Muhammed hakkında bu dediklerinizin herhangi birini söylerseniz bunun doğru olmadığı anlaşılır” dedi. Kureyşliler Velid’in bu söylediklerini kabul ederek dağıldılar. Sonra bu karar gereğince hacca gelen halkı bekleyip önlerine çıkarak rast geldikleri herkese Muhammed’den sakınmasını söylemeye ve onun bir sihirbaz olduğunu ve sihrinin bütün aileleri parçaladığını anlatmaya başladılar. Ama bütün bunların sonucu sadece onların yapabildikleri şey onun ismini baştanbaşa bütün Arap yarımadasına duyurmak oldu. (Sireti İbn Hişam, C.L. ss. 288-289, Ebu Cehil’in Velid’e kendi görüşünü söylemesinde ısrar etmesi olayını İkrime’nin rivayetinden İbn Cerir kendi tefsirinde nakletmiştir.)
Bu surenin ikinci kısmında yorumu yapılan bu aynı hadisenin konuları şöyle sıralanır:
8. ayetten 10. ayete kadar Hakk’ı tahkir edenlere “bugün yaptığınızın kötü sonucunu kıyamet günü göreceksiniz” denilmektedir.
11. ayetten 26. ayete kadar olan bölümde Muğire oğlu Velid’in ismi anılmadan Allah’ın nimetlerle donattığı ama bunlara karşılık onun Hakk’a karşı gelerek düşman olduğu kişinin zihni yapısı yansıtılmaktadır.
Çünkü o bir yandan Hz. Muhammed’in (s.a) ve Kur’an’ın doğru olduğuna inanıyorken, öte taraftan kendi kavminin arasındaki makam ve mevkiini tehlikeye sokmak istemiyordu. Bu yüzden iman etmemişti. Ve bir süre kendi içinde bocalamadan sonra sadece iman etmemekle yetinmeyerek kavmini de iman etmekten caydırmak için bunun bir büyü olduğunu ilan etmişti. İşte burada onun bu aşikar çirkin yüzü ortaya serilerek bu şahsın bütün bunlara rağmen hala daha nimetler beklediği anlatılmaktadır. Oysaki nimetlere değil cehenneme müstehaktır artık.
Bundan sonra 27. ayetten 48. ayete kadar cehennemin korkunçluğu beyan edilerek hangi karaktere sahip olanların ona müstehak olacakları açıklanmaktadır.
Sonra 49. ayetler ile 53. ayetler arası kafirlerin gerçek hastalıklarının asıl sebebinin onların ahiret hakkında korkularının olmaması ve herşeyin bu dünyadan ibaret olduğunu zannetmeleri olduğu bildirilmektedir. Onun için onlar, Kur’an’dan tıpkı aslanı görmüş yaban eşeği gibi kaçmaktalar. İman etmek için de acaip acaip gayri mantıki şartlar ileri sürülüyor. Aslında onların bu şartları yerine getirilse de onlar ahireti inkar edecekler ve iman etmeyecekler.
En sonunda da açık açık, “Allah bir kimsenin imanına muhtaç değil ki onların şartlarını kabul etsin. Kur’an herkese takdim edilen genel bir öğüttür. Kim isterse kabul etsin. Allah insanların O’na itaat etmemekten korkmalarını ister. Ve takvayı ve Allah korkusunu seçmiş bir kimseyi de daha önce ne kadar günah işlemişse işlesin, affetmek de O’nun şanındandır.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Ey bürünüp örtünen,1
2 Kalk (ve) bundan böyle uyarıp-korkut.2
3 Rabbini tekbir et (yücelt)3
4 Elbiseni de temizle.4
5 Pislikten kaçınıp-uzaklaş.5
AÇIKLAMA
1. Yukarıdaki girişte açıklandığı gibi bu ayetlerin arka planları düşünüldüğünde burada Allah Rasulü’ne niye “Ey Rasul” ya da “Ey Nebi!” şeklinde değil de “Ey örtünen!” şeklinde hitap edildiği kolayca anlaşılacaktır. Allah Rasulü aniden Cebrail’i yer ve gök arasında bir kürsü üzerinde görünce korkmuş ve bu korku içinde eve gelerek “Beni örtün!” diye bağırmıştı. Bunun üzerine Allah (c.c), Peygamberine “Ey örtülere bürünen” gibi bir üslûp ile ona hitap etmişti. Bundan şu mana çıkmaktadır: “Ey benim sevgili kulum! Üzerine örtü çekerek yatıyorsun? Sana büyük bir vazife verilmiştir. Onu yerine getireceksin. Onun için tam bir karar ile kalk!”
2. Bu, Nuh’a (a.s) nübüvvetin verildiği zaman verilen emir ile aynı yapıdadır. Nasıl ki ona “Kendilerine dayanılmaz bir azap gelmeden evvel kavmini korkutup uyar.” (Nuh, 1) denilmişti. Burada da “Ey üstüne örtü çekerek yatan, kalk! Çevrende gaflet içerisinde bulunan insanları uyar, onları o muhakkak karşılaşacakları korkunç son hakkında korkut. Eğer aynı yol üzerinde devam ederlerse bu korkunç akibetle karşılaşacaklar. Onlara de ki: “Siz sağır ve kör bir sultanın saltanatında yaşamıyorsunuz ki ne yaparsanız yapın, size hiçbir hesap sorulmayacaktır.
3. Bu, bir peygamberin bu dünyada yerine getireceği ilk ve en baş vazifesidir. Bu vazife gereğince Allah’ın dışında bütün büyüklük taslayanları bir kenara iterek, cahil insanlara bu kainatın yüceliğinin ancak ve ancak Allah için olduğunu, O’nun dışında kimsenin buna layık olmadığını bildirirler. Onun içindir ki İslâm’da Allah-u Ekber (Allah en büyüktür) en önemli kelimedir. Ezana başlarken bunu ilan ederiz. Namaza da bununla başlarız. Otururken kalkarken Allah en büyüktür deriz. Bir hayvanı keseceğimiz zaman “Allah’ın adıyla, Allah en büyüktür” deriz. Tekbir narası bütün müslümanlar için en bariz bir nişandır. Çünkü bu ümmetin peygamberi de ilk vazifesine Allah-u Ekber diyerek başlamıştı.
Burada lâtif bir tenkid vardır ki onu anlamak gerek. Bu ayetin nüzul zamanı anlatılırken de denildiği gibi bu, Allah Rasulü’ne peygamberlik vazifesini yerine getirmesi için verilen ilk emirdi. Şurası açıktır ki, böyle bir vazifeyle emir öyle bir toplum ve öyle bir şehirde verilmişti ki o sadece şirkin merkezi değil oradaki herkes müşrikti. Daha önemlisi Mekke, bütün Arap yarımadasının müşriklerinin en büyük tapınağı idi. Kureyşliler de bu mabedin bekçileri idiler. İşte böyle bir yerde yapayalnız tek başına Tevhid’in bayrağını yükseltmek çok tehlikeli bir işti. Onun için “Kalk ve uyar!” emrinden hemen sonra “Rabbinin yüceliğini ilan et” buyurulmuştur. Yani şu anlam çıkıyor: “Sana karşı çıkan o korkunç ve büyük güçlere hiç aldırış etmeden açık açık benim Rabbim hepsinden daha büyüktür, de. Bu çağrıya karşı koyanların Allah’a karşı hiçbir ehemmiyeti yoktur. Allah yoluna girenler için en büyük cesaret verici şey, Allah’ın büyüklüğü bir kimsenin kalbine girdikten sonra o kimsenin Allah’ın rızası için bütün bir dünyayı karşısına almaktan çekinmeyeceği gerçeğidir.
4. Bunlar çok kapsamlı kelimelerdir ve anlamları çok geniştir. Bir anlamı şudur: “Elbiselerini pislikten temiz tut.” Çünkü beden ve elbisenin temizliği ile ruhun temizliği birbirlerinin gerekleridir. Temiz bir ruh, pis bir beden ve pis bir elbise içerisinde kalamaz. Allah Rasulü insanoğluna, beden ve giysi temizliği talimlerini tafsilatlı olarak vermiştir. Öyle ki değil sadece o zamanki cahiliyye Arapları, bugünkü en uygar toplumlar bile bu seviyede sayılamaz. Hatta dünyadaki bazı dillerde taharet kelimesi bile bulunmamaktadır. Halbuki İslâm’da hadis ve fıkıh kitapları “Taharet Bahsi” ile başlarlar. Bu kitaplarda temizlik ve necislik arasındaki farklar anlatılır ve nasıl temiz olunur, nasıl taharet alınır, detaylarıyla izah edilir.
Bu kelimelerin ikinci anlamı da şöyledir: “Kendi giysilerinizi temiz tutun.” Ruhbaniyette dinî kutsallığın ölçütü bir kimsenin temizlenmeden kirli olarak kalmasıdır. Eğer birisi temiz ve düzgün giyinirse onu dünyaperest olarak nitelerler.
Oysa ki insan fıtratı pislikten nefret eder. Az buçuk bir duygu sahibi insan temiz ve intizamlı insanları sever. Aynı şekilde Allah yolunda davet eyleminde bulunan bir kimse görünüşte de nazif ve pâk olmalıdır ki insanlar ondan iğrenmesin. Böyle insanlarda hiç bir kirlilik olmamalıdır ki diğer insanlara ağır gelmesin, onları nefret ettirmesin.
Üçüncü anlam da şudur: Yani, “Giysilerinizi ahlâki ayıplardan da temiz tutunuz.” Bu demektir ki giysileriniz temiz ve düzgün olmalıdır, ama bir kibirlenme, bir gösteriş ve bir şan-şöhret vesilesi olmamalıdır. Elbise; bir insana diğer bir insanı tanıtan ilk şeydir. Karşıdaki insan bir kimsenin elbisesini görerek bu kişinin nasıl birisi olduğunu tahmin edebilir. Reislerin elbiseleri, ağaların elbiseleri, dinî liderlerin elbiseleri, kibirli insanların elbiseleri, berduşların ve hafif meşreplilerin elbiseleri vs. bütün bu elbiseler sahiplerinin mizaçlarını ortaya koyar. Allah’a davet eden kimseler bu yukarıda saydıklarımız gibilerinden fıtraten farklıdırlar. Bu yüzden de giysileri de farklı olmalıdır. Bu kişiler öyle bir giysiye bürünmelidir ki onu gören herkes bu kişinin şerefli bir insan olduğunu ve bu kişinin kalbinde hiç bir kötülük bulunmadığını farketsin.
Dördüncü anlam da şudur: Yani “uçkurunu temiz tut, ona sahip ol.” Bu deyim, Urduca da aynen Arapça’da olduğu gibi kendini ahlâki kötülüklerden uzak tutmak ve en güzel ahlakla donatmak için kullanılır. İbn Abbas, İbrahim Nehai, Şa’bi, Ata, Mücahid, Katade, Said Bin Cübeyr, Hasanü’l-Basri ve diğer büyük müfessirler bu ayetin anlamında aynı yorumu yapmışlar yani “Ahlakınızı temiz tutun ve her türlü kötülükten ve çirkin işlerden kendinizi arındırın” manasını vermişlerdir. Arapça deyimlerde, bir kişi diğer birisi için “elbisesi temizdir” ve “görünüşü temizdir” dediğinde bundan güzel ahlak sahibi bir insan kastedilir. Bunun tersine “elbisesi kirlidir” denildiğinde de o kimsenin ilişkilerde iyi bir insan olmadığı ve sözüne itibar edilmeyen biri olduğu kastedilir.
5. Pislikten kasıt, her türlü pisliktir. Akidedeki pislik, düşüncedeki pislik, ahlâkî pislik, ameldeki pislik, beden ve elbisedeki pislik ve yaşantıdaki pislik vs. Yani çevrende, toplumda her türlü pislik yaygın haldedir, işte bundan kendini temiz tut. Kimse; “Bu, başkalarına bir şeyler anlatıyor ama kendisi bile yaşantısında bu pisliklerden arınmış değil” dememelidir. Bu yüzden senin yaşantında bütün bunlardan hiç bir iz bile olmamalıdır.
6 Daha çok istekte bulunmak için iyilik yapma.6
7 Rabbin için sabret.7
8 Çünkü o boruya (sur’a) üfürüldüğü zaman,
9 İşte o gün, zorlu bir gündür;8
10 Kafirler içinse hiç kolay değildir.9
11 Bırakın onu bana,10 Ben onu tek olarak yarattım.11
AÇIKLAMA
6. Metinde “Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma” diye geçen cümlenin anlamı çok geniştir. Bir kelime ile tam olarak tercüme edemeyiz.
Bir anlamı şudur: “İhsanda bulun, bağış yap, cömert ol, iyi muamelede bulun. Bunların hepsini sadece ve sadece Allah rızası için yap. Bunları yaparken hiçbir dünyevî menfaat bekleme. Diğer bir söyleyişle: “Allah için ihsan et, kendi menfaatini sağlamak için ihsanda bulunma” demektir.
İkinci anlamı şudur: “Senin peygamberliğin aslında büyük bir ihsandır ve senin aracılığın ile insanlara hidayet ulaşmaktadır. Bu yüzden başka insanlara ihsanda bulunuyoruz diyerek bir gösterişe kapılma ve bundan kişisel bir çıkar gütme” demektir.
Üçüncü anlamı da şu olabilir: “Senin yaptığın bu hizmet çok büyüktür. Ama sakın ben büyük bir iş yapıyorum gibi düşüncelere kapılma. Bu peygamberlik vazifesini yerine getirmek için canını ortaya koyarak Allah’a bir iyilikte bulunmakta olduğunu zannetme.”
7. Yani, sana verilen bu görev çok zor bir iştir. Bu yüzden birçok musibet ve eziyetlerle karşı karşıya kalacaksın. Senin halkın bile sana düşman olacak. Bütün Arap Yarımadası sana karşı cephe alacak. Ama ne olursa olsun Rabbinin hatırı için bunlara sabret ve bu vazifeyi sebat ve karar ile yerine getir. Hiçbir korku, hırs, dostluk, düşmanlık ve sevgi seni bu davadan vazgeçirmek için araya girmesin. Bunlara rağmen kendi yolunda ısrarla devamını sürdür.
Bir kimse eğer Allah’ın, Peygamberine nübüvvet davasına başlar iken verdiği ilk emirleri, bu kısa cümleleri ve onun manalarını düşünecek olsa bir peygambere peygamberliğine başlarken bundan daha iyi bir tavsiyede bulunulamayacağına kalbi şahit olacaktır. Burada Nebi’nin misyonunun ne olduğu, kendi hayatında izleyeceği tavır, ahlak ve muamelatın nasıl olduğu, ayrıca bu vazifeyi ifa ederken hangi niyet ve fikirle bunu yapacağı talimatı verilerek, bu vazifeyi yerine getirirken hangi sorunlarla karşılaşacağı ve bunlara karşı nasıl bir tavır takınacağından haber verilmiştir. Bugün taassupları yüzünden gözleri körleşmiş olanlar, bu sözleri onun sara nöbeti esnasında söylediğini ileri sürüyorlar. Biraz bu ayetler üzerinde, bunlar bir saralının sözleri mi, yoksa Allah kulunu peygamberlik ile görevlendirerek bu emirleri vermiş mi, bir düşünsünler.
8. Girişte de açıkladığımız gibi bu surenin ilk ayetleri, Allah Rasulü’nün peygamberliğini açıkça ilan etmeye başlamasından sonra nazil olmuştur. Bu, İslâm’ın açıkça tebliğinden sonraki ilk hacc zamanıydı. Kureyş’in ileri gelenleri bir araya gelerek gelen hacılara, onları Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed (s.a) hakkında yanlış düşüncelere sevkedecek propaganda yapılmasını kararlaştırmışlardı. İşte bu ayetlerde kafirlerin bu planlarının yorumu yapılmaktadır. En önce buyurulmaktadır ki, “Ne yaparsanız yapın, belki bu dünyadaki maksadınıza erebilirsiniz, ama o kıyamet günü Sur’a üflendiğinde o kötü sonunuzdan nasıl kurtulabileceksiniz bakalım?” Sur hakkında izah için bkz. Enam an: 47; İbrahim an: 57; Taha an: 78; Hacc an: 1; Yasin an: 46-47; Zümer an: 97; Kaf an: 52.
9. Bu sözden, o günün iman edenler için çok kolay bir gün olacağı anlaşılmaktadır. O günün şiddeti ise inkar edenler için olacaktır. Ayrıca şu anlam da gizlidir ki bu şiddet kafirler için sürekli olacak ve bundan biraz hafifleme bile ümid edemeyecekler.
10. Burada Allah Rasulü’ne; “Ey Nebi! Kafirlerin o toplantısında senin aleyhine bir propaganda ile seni hacılara büyücü olarak tanıtacak o adamı (Velid bin Muğire) bana bırak, onun işi bana aittir. Senin üzülmene gerek yok” hitabı yapılmaktadır.
11. Bu cümlenin iki anlamı olabilir. İki şekilde de doğrudur. Birincisi: Yani “Sen doğduğun zaman mal, evlat, makam, liderlik vs. ile doğmuş değildin.” İkincisi: “Onu yaratan yalnızca benim”. Ben seni yarattığım anda, senin o ilahlık vermeye çalıştığın ve de onların hatırları için Tevhid’e karşı çıktığın ilahların hiçbiri benim ortağım ya da yardımcım değildiler. Onların tanrılığının hatırı için bu insanların senin hususunda bunların hiçbir katkısı olmuş değildir.
12 Ki ben ona, ‘alabildiğine geniş kapsamlı bir mal (servet)’ verdim,
13 Göz önünde-hazır çocuklar (verdim),12
14 Ve önüne sayısız imkan ve fırsatları döşeyip-serdim.
15 Sonra, daha da arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur).13
16 Hayır; çünkü o, bizim ayetlerimize karşı ‘kesin bir inatçıdır.’
17 Onu alabildiğine sarp bir yokuşa sardırıp-süreceğim.
18 Çünkü o, düşündü ve bir ölçü tesbit etti.
19 Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu?
20 Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koydu?
21 Sonra bir baktı.
22 Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti.
23 Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbâr).
24 Böylece: “Bu, yalnızca ‘aktarılarak öğrenilen’ bir büyüdür” dedi.
25 “Bu, bir beşer sözünden başkası değildir.”14
26 Onu ben, cehenneme sürükleyip-atacağım.
27 Cehennem (sakar) nedir, sen bilir misin?
28 Ne alıkoyar, ne bırakır.15
29 Beşere delicesine susamıştır.16
AÇIKLAMA
12. Velid bin Muğire’nin on-oniki oğlu vardı. Onlardan biri olan Halid bin Velid tarihte en meşhur olanıdır. Bunlar için “Şuhud” kelimesi kullanılmaktadır. Bunun birkaç değişik manası olabilir. Birisi: “Onların kendi geçimlerini temin için çalışmaya ya da sefer etmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü onların varlıkları yüzünden evlerinde herşey vardı. Bu yüzden bunlar her zaman babalarının yanında yardım için dururlardı.” İkinci bir anlam: “Oğullarının hepsi şöhretli ve nüfuzlu kişilerdi ve babalarıyla beraber toplantılara iştirak ediyorlardı.” Üçüncüsü: “Bunların her konuda şehadetleri kabul görür, itimat edilirdi” şeklinde olabilir.
13. “Onun hırsı hala gitmemişti.” Bunun bir manası şu olabilir. Yani o kadar çok varlık sahibi iken bile hala kendisine daha başka nimetlerin de ikram edileceğini umuyordu. İkinci manası -ki Hasan Basri ve diğer büyüklere göre böyledir- “Eğer Muhammed’in dediği gerçekse ve ölümden sonra bir hayat olacaksa ve orada bir cennet hayatı sözkonusu ise, o cennet de benim için olacak” diyordu.
14. Bu, kafirlerin yukarıda değinilen toplantısındaki hadisenin zikridir. Bunun tafsilatını giriş bölümünde aktarmıştık. Orada açıkça belliydi ki Velid bin Muğire, Kur’an’ın ilahi bir kelam olduğuna kalben kani idi. Fakat toplum içerisindeki itibarını kaybetmemek için iman etmemiştir. O, toplantıda kafirlerin Allah Rasulü’ne yakıştırmak istediği iddiaları reddetmişti. Ne zaman ondan, kendisinin Hz. Muhammed’in (s.a) onunla tanınacağı bir yakıştırmada bulunması istenildiğinde kendi içinde çelişkiye düşmüş ve bir anlık kafa karışıklığından sonra bu ithamı ileri sürmüştü. İşte burada bu mantalitenin yapısı gözler önüne serilmektedir.
15. Bunun iki anlamı olabilir. Birincisi şudur: “Yani herhangi bir kimse onun içine düştüğünde kül olacak, bununla kurtulamayacak ve daha sonra yeniden diriltilip tekrar yakılacaktır.” Aynı husus başka yerde “… orada o ne ölür ne de dirilir” (A’la 13) şeklinde beyan edilmiştir. İkinci anlam da şudur: “O azabı hak etmiş olanlardan kimse bir yere kaçamayacak ve hepsi azabı göreceklerdir.”
16. Bedende ne varsa yanacaktır, denildikten sonra, yanısıra derinin de ateşin şiddetinden döküleceği söyleniyor. Görünüşte bu ifade lüzumsuz gibi gözükmektedir, ama azabın bu şeklini ayrıca vurgulamanın sebebi, insanın görünüşünün en bariz hususiyetinin onun yüzündeki ve bedenindeki derisi olduğu içindir. Onun üzerinde oluşacak en ufak bir lekeden bile utanç duyar. İç organlarında olabilecek bir eksiklik ya da kusurdan cildinde olan kadar üzüntü duymaz. Çünkü bunu görerek diğer insanlar da ondan iğrenecek ve toplumsal konumu değişecektir. İşte bu yüzden, “Bu dünyada onlarla kibirlenip durduğunuz bu güzel çehreler ve şahane cesetler eğer Allah’ın ayetlerine karşı inatla muhalefete devam ederseniz -Velid bin Muğire gibi- o zaman bunların derileri yakılacak ve sonunda kapkara bir kömüre döneceklerdir,” buyurulmaktadır.
30 Onun üzerinde ondokuz vardır.
31 Biz 18o ateşin koruyucularını meleklerden başkasını kılmadık.18 Ve onların sayısını da küfretmekte olanlar için yalnızca bir fitne (konusu) yaptık 19ki, kendilerine kitap verilenler, kesin bir bilgiyle inansın,20 iman edenlerin de imanları artsın;21 kendilerine kitap verilenler ve iman edenler (böylece) kuşkuya kapılmasın. Kalplerinde bir hastalık olanlar22 ile kafirler de şöyle desin: “Allah, bu örnekle neyi anlatmak istedi?”23 İşte Allah, dilediğini de böyle hidayete iletir.24 Rabbinin ordularını kendisinden başka (hiç kimse) bilmez.25 Bu ise, beşer (insan) için yalnızca bir öğüttür.26
AÇIKLAMA
17. Buradan da “Rabbinin askerlerini ondan başkası bilmez” cümlesine kadar olan bölüm, konuşma arasında itiraz edenlere cevap verilen bir ara cümledir. Onlar Allah Rasulü’nden cehennemin bekçilerinin on dokuz tane olacağını duymuşlar ve bununla alay etmeye başlamışlardı. “Hem bize Adem’den kıyamete kadar dünyada ne kadar inkarcı ve büyük günah işlemiş insan geçmişse hepsi cehenneme atılacak diyor, hem de cehenneme dolacak bunca insana azap vermek için sadece on dokuz görevli bulunacakmış” diyerek Kureyş’in ileri gelenleri dalga geçmeye başladılar.
Ebu Cehil; “Arkadaşlar! Onar onar cehennemdeki bir askerin üstesinden gelemeyecek kadar aciz miyiz?” dedi. Bunun üzerine Cumha oğullarından bir pehlivan “On yedisini tek başıma hallederim, geriye kalan ikisini de artık siz hep beraber hallediverirsiniz” diye alay etmişti. İşte bu ara cümlede bunların bu sözlerine cevap verilmektedir.
18. Yani, onların güç ve kuvvetlerini insanî eşdeğerleri ile kıyas etmen senin ne kadar ahmak olduğunu göstermektedir. Halbuki onlar insan değil meleklerdir. Siz, Allah Teâlâ’nın meleklerden ne güçte mahluklar yarattığını bilemezsiniz.
19. Zahiren, cehennem görevlilerinin sayısını bildirmeye bir gerek yoktur. Ama denilmektedir ki “Onların sayılarını anlatmakla da küfredenler için, başka değil, ancak bir fitne ve imtihan kıldık.” Bir kimse eğer zâhiren iman etmişse, Allah’ın uluhiyyeti ve büyük kudreti ya da vahiy ve peygamberlik hakkında bir şüphesi varsa bunu duyar duymaz hemen “Allah’ın o büyük hapishanesinden sayısız cin ve insanın işini görmek için sadece on dokuz şahıs mı bunlara birer azap verecek?” diyerek küfrünü izhar edecektir.
20. Bazı müfessirler; Ehl-i Kitab’ın (Yahudi ve Hıristiyan) kitaplarında cehennem meleklerinin sayısının on dokuz olarak beyan edildiğini söylüyorlar. Yani, buna göre, onlar bunu duyunca bu Kur’an’ın gerçekten Allah’ın kelamı olduğuna inanacaklardır. Ama bence, bu çeşit tefsir iki nedenden ötürü pek doğru değildir. Birincisi, ben dünyada mevcut bulunan Yahudi ve Hıristiyan dini kitaplarını mütalaa ettim, ama bunların sayısının on dokuz olduğuna dair bir şeye rastlayamadım. İkincisi, Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde Ehl-i Kitab’ın kitaplarında bulunan bazı şeyler beyan edilmiş olmasına rağmen onlar bu sefer “Muhammed bunları bizim kitaplarımızdan kopye etmektedir” diyorlardı. Bence bu ayetin doğru açıklaması şudur: “Muhammed (s.a) çok iyi bilmekteydi ki, onun ağzından sözkonusu olan bu on dokuz cehennem meleğini duyduklarında hemen onu alaya alacaklardır. Ama buna rağmen O kendine gelen bu vahyi hiçbir korku ya da tereddüde düşmeden ilan etmiştir. Yapılan hiçbir alaya aldırış etmemiştir. Belki cahil Araplar bilmiyorsa da Ehl-i Kitap pekala bilmekteydi ki her zaman peygamberler böyle olmuşlardı. Allah onlara ne vahyettiyse insanların hoşuna gitse de gitmese de, onlar aynısını aktarıyorlardı. Bu yüzden Ehl-i Kitap’tan Allah Rasulü’nün bu tavrını görerek yani her türlü muhalefete rağmen onun ilk bakışta acaib gelen bir hususu tereddütsüz açıklamakta olduğunu ve böyle bir tavrın ancak bir peygamberin tavrı olabileceğini farkeredek iman etmeleri beklenirdi.
Bilinmelidir ki Allah Rasulü müteaddit kereler benzer tavırda bulunmuştu. En bariz olanı Mirac hadisesidir. Kalabalık bir mecliste, bu hayretengiz olayı duyduklarında muhaliflerin ne diyecekleri hususunda zerre kadar tereddüt etmeden bu olayı kafirlere açık açık anlatmıştı.
21. Bu husus Kur’an-ı Kerim’in müteaddit yerlerinde beyan edilmiştir. Her bir imtihandan sonra eğer bir mü’min kişi imanında sebat gösterir, bu konuda bir şüphe, inkar ya da itaatsizlikten kaçınır ve din hakkında sözünden dönme yoluna kaymaz da yakîn, itimat, itaat ve vefa yolunu tutarsa, bu kişide o zaman iman kökleşir, netleşir. Bkz. Al-i İmran 163; Enfal 2, an: 2; Tevbe 122-125, an: 125; Ahzab 22, an: 38; Feth 4, an: 7.
22. Kur’an-ı Kerim’de geçen bilimum kalp marazlarından maksat, münafıklıktır. Bu yüzden de bazı müfessirler, bu kelimeyi görerek bu ayetin Medenî olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü münafıkların ortaya çıkışının Medine’de olduğu bilinmektedir. Ama bu görüş birçok sebepten dolayı doğru değildir. İlk olarak, Mekke’de münafığın olmadığı iddiasının yanlış olduğunu biz Ankebut Suresi’nin giriş bölümünde ve açıklama notları 1 ve 12, 13, 14, 15’de izah etmiştik. İkincisi, böyle tefsir etmek bence doğru değildir. Çünkü bu sözün gelişi belirli bir hadise ya da belirli bir durum üzerine vukubulur. Onlara göre, bu bağlam içindeki bu cümle başka bir hadise hakkında nazil olmuş ve bu hiç ilgisi olmayan yere, araya sokulmuştur. Müddessir Suresi’nin bu kısmının tarihsel arkaplanı, muteber rivayetler vasıtasıyla bizce bilinmektedir. Yani Mekke döneminin başlarında belirli bir hadise üzerine nazil olmuştur. Bütün sözün gelişimi o hadise ile açık bir ilgi içindedir. Sure, hadise münasebetiyle nazil olmuştur. Şimdi cümlenin seneler sonra Medine’de nazil olmasının sonra da buraya yerleştirilmiş olmasının ne ilgisi var, denebilir. Gelelim buradaki kalp hastalığından neyin murad edildiğine. Bundan kasıt, şüphedir. Sırf Mekke’de değil, bütün dünyada önceden günümüze dek bir çok insan vardır ki bunlar katiyetle Allah’ı, ahireti, vahyi, peygamberliği, cennet ve cehennemi vb. inkar ederler. Her devirde kimi insanlar, Allah var mı yok mu? Ahiret olacak mı yoksa olmayacak mı? Meleklerin, cennet ve cehennemin gerçekten bir varlığı var mı, yoksa birer efsane mi bunlar? Rasul gerçekten bir rasul mü, O’na vahiy geliyor mu? gibi hususlarda şüphe içinde bulunuyor.
Bu gibi şüpheler pekçok insanı küfre götürür. Yoksa bu hakikatleri kesin olarak inkar eden ahmaklar, dünyada hiçbir zaman sayıca fazla olmamıştır. Çünkü zerre kadar aklı olan hiçkimse, bu gibi hususların kesinlikle mümkün olmadığı, imkan harici olduğu konusunda kesin konuşamaz.
23. Bunun manası, “Onlar Allah’ın kelamını kabul ediyorlardı” demek değildir, ama “Allah niye bunu söylemiştir?” diye hayret ediyorlardı. Aslında onlar: “Bir sözde eğer bu gibi akıl ve mantık dışı şeyler söyleniyorsa bunlar Allah’ın kelamı nasıl olabilir?” demek istiyorlardı.
24. Yani Allah Teâlâ bazen kelamında ve buyruklarında öyle şeyler söylemektedir ki, bunların her biri insanlar için bir imtihan sebebidir. Huyu güzel, doğruluğu seven ve sağlam düşünce sahibi bir kimse bunu işitince doğru anlam vererek dosdoğru yolu bulur. Aynı şeyi inatçı, eğri düşünceli ve doğruluk düşmanı bir insan duyduğunda ise ondan yanlış anlamlar çıkarır ve doğrudan kaçmak için bunu bahane olarak kullanır. Birinci tip insan, doğruyu sevdiği için Allah ona hidayet verir. Çünkü hidayet isteyen bir kimseyi saptırmak Allah’ın sünneti değildir. İkinci tip insan ise, hidayet istememekte ve sapmayı, sapkınlığı sevmektedir. Bunun için Allah onu dalâlet yoluna iter. Çünkü doğrudan nefret eden bir kimseye doğru yolu göstermek de Allah’ın sünneti değildir. (Allah’ın hidayet vermesi ve saptırması hakkında tefsirimizin pekçok yerinde izahatlar yapmıştık. Mesela, Bkz. Bakara an: 10, 16, 19, 20; Nisa an: 173; Enam an: 17, 28, 30.)
25. Yani, Allah’ın kainatta ne kadar mahlukat yarattığını, onlara ne gibi kuvvetler verdiğini ve onlara ne gibi görevler verildiğini Allah’tan başka kimse bilemez. Küçük bir alemde yaşayan insan, kendi sınırlı seviyesinden etrafındaki dünyaya bakarak neden Allah’ın yarattığı kainatın kendi duyu organlarıyla ya da geliştirdiği aletler ile hissedebildiği kadar olduğunu düşünsün. Bu onun kendi akılsızlığındandır. Allah’ın yaratmış olduğu bu kainat o kadar geniş ve büyüktür ki, sadece onun bir bölümünün bile tam olarak bilgisini elde edebilmek imkansızdır. Nerede kaldı, onun küçük beyni bu alemi bütün genişliği ve boyutlarıyla alabilsin.
26. Yani, onlar bu azabı tatmaya müstehak olmadan önce akıllarını başlarına toplasınlar da kendilerini kurtarmaya baksınlar.
32 Hayır,27 aya andolsun,
33 Dönüp gittiği zaman geceye,
34 Ağardığı zaman sabaha,
35 Gerçekten o, büyük (musibet) lerden biridir.28
36 Beşer (insan) için bir uyarıp-korkutmadır;
37 Sizlerden öne geçmek veya geride kalmak isteyenler için.29
38 Her nefis, kazanmakta olduklarına karşılık olmak üzere bir rehinedir.30
39 Ancak Ashab-ı Yemin (sağ ehli) hariç.31
40 Onlar cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar.
41 Suçlu-günahkarları:32
42 “Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?”
43 Onlar: “Biz namaz kılanlardan değildik”33 dediler.
44 “Yoksula da yedirmezdik.”34
45 “(Batıla ve tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik.”
46 “Din (hesap ve ceza) gününü yalan sayıyorduk.”
47 “Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı.”35
AÇIKLAMA
27. Yani, bu hayali bir şey değil ki, onu alay konusu yapıyorlar.
28. Nasıl ki ay, gece, gündüz Allah’ın kudretinin büyük işaretleri ise, cehennem de böyle Allah’ın büyük kudretinin bir nişanesidir.
Eğer ayı meydana getirmek, gece ve gündüzü bir düzen içerisinde peşisıra getirmek mümkünse, niye o zaman cehennemi meydana getirmek gayr-i mümkün olsun? Çünkü gece ve gündüzü her gün görüyorsunuz. Ama hayret falan etmiyorsunuz. Oysa ki bunlar da Allah’ın hayretamiz mucizeleridir. Ve eğer siz bunları görüyor olmasaydınız da bir kimse size bu dünyada ay denen bir şey vardır, güneş denen bir şey vardır, yükseldiği zaman dünya ışıldamaya başlar, battığı zaman da karanlıklara gömülür dese o zaman sizin gibi kimseler tıpkı bu cehennem hakkında alay etmeniz gibi bununla da alay edecekti.
29. Yani bununla insanlar uyarılmaktadır. Şimdi isterlerse sakınarak doğru yola gitsinler ve isteyen olursa doğru yoldan yüz çevirsinler.
30. İzah için bkz. Tur Suresi açıklama notu: 16.
31. Diğer bir ifadeyle sol ehli kendi yaptıkları yüzünden yalanlanacaklar, sağ ehli ise yaptıkları yüzünden kendilerini kurtaracaklardır. (Sağ ehli ve sol ehli hakkında biz Vakıa Suresi an: 5 ve 6’da izahat vermiştik.)
32. Daha önce de birçok yerde geçtiği gibi, cennet ehli ile cehennem ehli arasında binlerce kilometrelik bir mesafede olmasına rağmen bir aracı olmadan birbirleriyle konuşabileceklerdir. Meselâ Bkz. Araf 44-50 an: 35; Saffat 50-57 an: 32.
33. Yani biz Allah’a, Rasulü’ne ve Kitabı’na inanarak Allah’a inananların ilk olarak yerine getirecekleri hakkı yerine getirenlerden değildik. O hak namazdır. Bundan da iman etmeyen kimsenin namaz kılmadığını burada iyice anlamalıyız. Dolayısıyla bir kimse eğer namaz ehlinden ise, kendiliğinden anlaşılır ki o kimse iman ehlidir. Çünkü iman olmadan namaz kılınmaz. Ayrıca namaz kılanlardan olmamanın da cehenneme gitme sebeplerinden olduğu açıklanmaktadır. Onun için bir kimse iman etse ama namazı terkedenlerden olsa, o da cehennemden kurtulamayacaktır.
34. Buradan, açlık içerisinde olan birisini görüp de, yemek yedirmeye kudreti olduğu halde ona yemek vermemenin ne kadar büyük günah olduğu anlaşılmaktadır ki bunun cehenneme gitme sebeplerinden biri olduğu özellikle vurgulanmıştır.
35. Yani ölünceye kadar kendi bildikleri yolda ısrar edip durdular. Ta ki o gafil oldukları gerçek onlara ulaştı. Bu gerçek ölüm ve ahirettir.
48 Artık, şefaat edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz.36
49 Buna rağmen, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çevirip duruyorlar?
50 Sanki onlar, ürkmüş yaban eşekleri gibidirler;
51 Arslandan korkup-kaçmışlar.37
52 Hayır; onlardan her biri, kendisine açılmış sahifelerin verilmesini ister.38
53 Hayır, onlar hiç şüphesiz ahiretten korkmuyorlar.39
54 Gerçek (şu ki),40 o (Kur’an), elbette bir öğüttür.
AÇIKLAMA
36. Yani bunlar, son nefeslerine kadar kendi sapık yollarını takip edip durdular. Onlar hakkında birisi şefaatte bulunacak olsa da af edilmeyeceklerdir. Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde şefaatin zikri geçmiş ve buralarda hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde, kimin şefaatçi olabileceği ve kimin olamayacağı, hangi şartlarda şefaatte bulunacağı ve hangi şartlarda bulunamayacağı, kim için şefaatin dileneceği ve kimin için dilenemeyeceği, kimin hakkında bunun faydalı olacağı ve kimin hakkında da hiçbir fayda vermeyeceği izah edilmiştir. Dünyada yoldan çıkmanın bir ana sebebi de yanlış anlayış ve yanlış inançtır. Bu yüzden Kur’an, bu meseleyi hiçbir yanlış anlamaya mahal vermeyecek şekilde çok açık olarak beyan etmiştir. Örneğin Bkz. Bakara 255; Enam 94; Araf 53; Yunus 3, 18; Meryem 87; Taha 109; Enbiya 28; Sebe 23; Zümer 43-44; Mümin 18; Duhan 86; Necm 26; Nebe 37-38; ve bu Tefsir’de nerede yeri gelmişse biz bu hususu izah ettik.
37. Bu bir Arapça deyimdir. Yabani eşeklerin özelliklerinden biri de, bir tehlike hissettikleri zaman korkup, öyle kaçarlar ki başka bir hayvan böyle kaçamaz.
Bu yüzden Araplar çok korkarak aklı başından gitmişcesine kaçan bir kimseyi aslan ya da avcı görmüş yaban eşeğinin kaçışına benzetmektedirler.
38. Yani, bunlar, eğer Hz. Muhammed (s.a) gerçekten Allah’ın gönderdiği birisiyse o zaman Allah’tan, Mekke’nin ileri gelenlerinin herbirinin adına “Muhammed benim peygamberimdir, onun için ona itaat edin” şeklinde yazılmış birer mektup getirmelidir. Üstelik bu mektubun Allah’tan geldiğini görerek inanmak istiyorlar. Kur’an’da başka bir yerde yine bunlar “Allah, Rasullerine verdiği şeyi bize de vermezse inanmayız” (Enam: 124) demişlerdi. Diğer bir yerde de “Sen göğe git ve oradan bizim okuyacağımız bir kitap getir” (İsra 93) isteğinde bulunmuşlardı.
39. Yani, onların iman etmemelerinin sebebi, Allah Rasulü’nün onların isteklerini yerine getirmediği için değildir. Asıl sebep, onların ahiretten korkmamaları ve her şeyi bu dünyadan ibaret zannetmeleridir. Düşünmüyorlar ki bu dünyadan başka bir hayat daha vardır. Orada, bu dünyada iken sorumsuzca ve aldırış etmeden yaptıklarının hesabını vereceklerdir. Bunlar Hak ve batılı anlamsız zannediyorlardı. Bu dünyadayken görüyorlardı ki doğruya uyan bir kimseye her zaman bir fayda temin etmiyor ve batıla gitmenin neticesi de her zaman zarar getirmiyordu. Bu yüzden bu konuda düşünmeyi gereksiz görüyorlardı. Hak nedir, batıl nedir onlar için bir anlam ifade etmiyordu. İşte bu mesele üzerinde ciddi olarak düşünen kimse, bu dünyanın geçici bir hayat olduğunu bilir ve asıl ve ebedi hayatın ahiret hayatı olduğunu kabul eder. Doğruya uyanın sonu orada muhakkak güzel, batıla uyanların ise sonu muhakkak kötü olacaktır. Kur’an’ın ileri sürdüğü bu mantıkî delilleri ve saf talimatları görerek böyle bir kimse iman edecek ve aklını kullanarak Kur’an’a göre yanlış olan inanç ve eylemlerin gerçekten yanlış olduğunu anlamaya çalışacaktır. Fakat ahireti inkar eden kimsenin zaten doğruyu aramaya ciddi isteği yoktur. İman etmemek için her an yeni bir talepte bulunacak ve bir bahane uyduracaktır. Aynı husus Enam Suresi 7. ayette de şöyle ifade edilmektedir. “Ey Peygamber! Sana bir kağıtta yazılmış bir kitap indirseydik de onlar ona elleriyle dokunmuş olsalardı, kafir olanlar yine muhakkak ‘Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir’ diyeceklerdi.”
40. Yani, onların bu gibi istekleri asla yerine getirilmeyecektir.
55 Artık kim dilerse, öğüt alıp-düşünür.
56 Allah dilemedikçe,41 onlar öğüt almazlar; takvanın sahibi 42(onu kabul etmeye ehli olan) O’dur, mağfiretin sahibi43 (bağışlamaya ehil olan da) O’dur.
AÇIKLAMA
41. Yani, bir kimsenin hidayeti yalnız onun kendi iradesine bağlı değildir. Ancak Allah eğer ona bunu nasip ederse olur. Diğer bir ifade ile burada şu gerçek vurgulanmaktadır: Kulun hiçbir eylemi yalnız onun kendi iradesiyle meydana gelmez. Ancak o fiil Allah’ın iradesi ile tevafuk ederse gerçekleşir. Bu çok nazik bir meseledir. Bu hususu doğru düzgün anlamamak yüzünden birçok insana her istediği şeyi gerçekleştirebilme gücü verilseydi, o zaman bu dünyanın nizamı alt üst olmaz mıydı? Bu nizam, Allah’ın iradesi diğer bütün iradelerin üzerinde galip olduğu için ayaktadır. Bir insan bir şeyi, ancak Allah o şeye izin verdiği zaman yapabilir. Aynı şey hidayet ve dalâlet için de geçerlidir. Sadece bir kimsenin hidayet isteği ile o kimsenin hidayete ermesi yeterli olamaz. Ona hidayet, ancak Allah’ın, onun dilediğini yerine getirmeye karar vermesinden sonra olur. Öte taraftan dalâlet için de aynı şey geçerlidir. Bir kimsenin dalâlete düşmek istemesi salt yeterli olmamaktadır. Ancak Allah onun bu sapıtma ve dalâlete düşme isteğine izin verirse, onun sapık bir yolda ilerlemesi mümkün olur ve o da türlü türlü yollara sapar. Meselâ bir kimse hırsız olmak isterse, bir eve girerek istediği şeyi çalması için sırf bu temenni yeterli değildir. Ancak Allah’ın büyük hizmetleri ve onun maslahatına göre bu isteğe ne vakit, ne kadar ve ne şekilde yapılacağı fırsatı tanınırsa, hırsızlık eylemi gerçekleşir.
42. Yani, Allah’ın hoşnut olmayacağı şeylerden sakınmanız tavsiyesinde bulunulmaktadır. Bu, Allah ona muhtaç olduğu için değildir. Siz böyle yapmadığınız zaman O bir zarar görecek değildir. Aslında bu nasihat, Allah’ın rızasını aramanın ve O’nun emirlerine karşı gelmemenin, kulları üzerinde Allah’ın hakkı olduğu içindir.
43. Yani, bir kimse ne kadar isyankarlıkta bulunmuş ve ne kadar günah işlemiş olursa olsun, bunlardan vazgeçerek Allah’ın rahmetine sığındığı an, Allah onu bağışlar. Bu günahları hiçbir şekilde affetmeyerek onu cezalandırma gibi bir intikam duygusu taşımaması, ancak ve ancak büyük şan sahibi Allah’a yakışır.