CİN SURESİ
Adı: Cin kelimesi, surenin ismi olduğu gibi muhtevasıdır da. Çünkü bu surede cinlerin Kur’an dinlemeleri ve sonra kendi kavimlerine dönmeleri hadisesi açıklanmaktadır.
Nüzul Zamanı: Buhari ve Müslim’de Hz. Abdullah bin Abbas’tan rivayet edilir ki, bir gün Allah Rasulü yanında arkadaşları ile beraber Ukaz panayırına gitmişti. Yolda Nahle denilen yerde Allah Rasulü sabah namazını kıldırdı. Bu esnada Cinlerden bir grup oradan geçmekteydi. Kur’an’ın tilavetini duyduklarında hemen durmuşlar ve dikkatle dinlemeye başlamışlardı. İşte bu hadisenin zikri bu surede geçmektedir.
Müfessirlerden çokları bu rivayete dayanarak bu hadisenin Rasulüllah’ın Taif seferi esnasında olduğunu söylemişlerdir ki bu hadise risaletin 10. yılında hicretten 3 sene önce vukubulmuştu. Fakat bu kıyas birçok nedenden dolayı doğru değildir. Rasulüllah’ın Taif seferi sırasında cinlerin Kur’an dinlemesi hadisesinin anlatıldığı Ahkaf Suresi’nin 29. ayeti ile 39. ayetleri arası göz önünde bulundurulursa, o cinlerin iman ehlinden oldukları anlaşılacaktır. Bunlar, Hz. Musa’ya ve diğer gelmiş semavi kitaplara inanmaktaydılar. Halbuki bu surenin 2. ayetinden 7. ayetine kadar olan bölümden açıkça anlaşılmaktadır ki, bu sefer de Kur’an-ı Kerim dinleyen cinler müşrik idiler, ahireti ve peygamberliği kabul etmiyorlardı. Ayrıca tarihi kayıtlardan da anlaşılıyor ki Rasulüllah’ın yanında Hz. Zeyd bin Harise’den başka kimse yoktu.
Halbuki bu seferde İbn Abbas’ın rivayetine göre Rasulüllah’ın yanında birkaç sahabinin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Ve diğer rivayetlerden, Rasulüllah’ın Taif’ten dönerken yolda Nahle’de konakladığı zaman cinlere Kur’an’ı dinlettiği anlaşılmaktadır. İbn Abbas’ın rivayetine göre, bu surede geçen seferde ise Allah Rasulü Mekke’den Ukaz’a doğru gitmekteydi. Bu sebeplerden, bu surede geçen hadise ile Ahkaf Suresi’nde geçen hadisenin aynı olmadıkları ayrı ayrı zamanlarda vukubuldukları anlaşılmaktadır.
Ahkaf Suresi’nde zikredilen hadise hakkında, bu hadisenin risaletin onuncu senesinde Taif’e giderken meydana geldiği hususunda bütün raviler ittifak etmektedir. O zaman, bu ikinci hadisenin ne zaman vuku bulduğu sorusunun cevabını yukarıdaki İbn Abbas’ın rivayetinden anlayamamaktayız. Ayrıca bunun ne zaman olduğuna, yani Rasulüllah’ın (s.a) ne zaman bir cemaatle beraber Ukaz panayırına gittiğine dair herhangi bir tarihî rivayet de yoktur. Fakat bu surenin 8. ayetinden 10. ayetine kadarını dikkatle okursak bunun risaletin ilk dönemine ait bir hadise olduğunu anlarız. Bu ayetlerde beyan edilmektedir ki, Rasulüllah’ın bi’setinden önce cinler bazen gökten bazı haberler alabiliyorlardı. Fakat bundan sonra cinler birdenbire gökte her yerde çok sıkı kontrol olduğunu, gözcü meleklerin konulduğunu ve yıldızların kendilerine atıldığını farkettiler. Daha önce az çok sağdan soldan kaçak haber alabiliyorlardı, ama şimdi artık bu mümkün olmuyordu. Her tarafta melekler bulunduğunu ve onlara ateş saçan yıldızlar fırlattıklarını gördüler. Bu yüzden gökten bir haber alabilmeleri için sabit bir yerde duramıyorlardı. “Herhalde yeryüzünde çok büyük bir hadise vukubulmuş veya vukubulacak ki bu kadar sıkı denetim var” diyorlardı. İşte cinler Rasul’ün ağzından Kur’an-ı Kerim’i duyduklarında o büyük hadisenin bu olduğunu ve bunun için gökteki bütün kapıların kendilerine kapandığını hemen anladılar.
Cinlerin Hakikatı: Bu sureyi mütaala etmeden önce zihinde bir karışıklık meydana gelmemesi için cinlerin mahiyetinin ne olduğunu anlamamız gerekmektedir. Çağımızda bazıları cinlerin bir hakikati olmadığı yanılgısına düşmüşlerdir. Bunlara göre, bu, eski çağların vehim ve hurafelerinin bir kalıntısıdır. Onların bu görüşü ne bir araştırmaya dayanmaktadır, ne de kendilerinin böyle bir bilgi sahibi olduklarını iddia edebilirler. Duyumlayamadıkları şeyin bir varlığının olmadığını ileri sürmektedirler. Halbuki, bu koca kainat içerisinde insanın his ile idrak edebileceği şeyler o kadar azdır ki bunun misali bir okyanusun yanında bir katre gibidir. Bu yüzden, hissedemediği şeyin var olmadığını ve var olan şeyin muhakkak hissedilmesi gerektiğini sanmak, aslında o kişinin kendi aklının iflasının bir delilidir.
Böyle bir düşünce ile insan, sadece cinlerin varlığını inkar etmekle kalmaz, daha birçok kendi tecrübe ve gözlemine girmeyen gerçeği de inkar eder. Diğer şeyler bir kenara, onun için Allah’ın varlığı bile kabul edilecek bir şey olamaz. İşte Müslümanlardan bu düşüncelerin etkileri altında kalan bazıları Kur’an’ı inkar etmediler, ama cin, iblis ve şeytan hakkında değişik tevillere gittiler. Bunlardan kasıt, müstakil bir varlıkları olan gizli mahluklar değildir diyorlardı. Bazı yerlerde şeytanı, insanın behimî kuvvetleri olarak yorumlamışlardı. Ve bazen cin kelimesinden kasıt;Kur’an’ı gizlice dinleyen, vahşi, medenî olmayan ve dağlarda yaşayan insanlar olarak tevil etmekteydiler. Halbuki Kur’an’ın buyruğu hiçbir tevile yer bırakmayacak şekilde açıktır.
Kur’an-ı Kerim’de sadece bir yerde değil, müteaddid yerlerde ve insanların iki ayrı cins yaratık olduklarından bahsedilmektedir. Örneğin bkz. Araf: 38; Hud: 119; Fussilet: 25-29; Ahkaf: 18; Ez-Zariat: 56; en-Nas: 6; ve Rahman Suresi, cinleri insanoğlunun bir kısmı olarak saymaya yer bırakmayacak açıklıktadır.
Araf:12’de Hicr 26-27’de ve Rahman 14-15’de insanın çamurdan yaratıldığı, oysa cinlerin ateşten yaratıldıkları açık bir şekilde bildirilmektedir.
Hicr Suresi 27. ayette cinlerin insandan önce yaratılmış oldukları izah edilmektedir. Bunu, Kur’an’da yedi yerde geçen Adem ve İblis kıssası da teyid etmektedir. Her yerde insan yaratılmadan önce İblisin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Kehf Suresi 50. ayette İblisin cinlerden birisi olduğu bildirilmiştir.
Araf Suresi 27. ayette cinlerin insanları gördüğü, ama insanların onları görmediği söylenmektedir.
Hicr 16-18; Saffat 6-10; Mülk 5’de cinlerin göklere çıkabildikleri ama belli bir sınırdan öteye gidemedikleri açıklanır. O sınırdan öteye geçemezler ve Mele-i Alâ’daki konuşmaları dinlemek isterlerse orada durdurulurlar. Gizlice dinlemeye çalışırlarsa, yıldız ateşiyle kovulurlar. Bu şekilde, müşrik Araplar’ın, cinlerin Allah’ın gaybını ve O’nun sırlarını bildiklerine dair olan yanlış düşünceleri reddedilmektedir. Aynı düşünce Sebe Suresi 14. ayette de reddedilmiştir.
Bakara Suresi 30-40 ve Kehf Suresi 50. ayetlerden Allah’ın, yeryüzünün halifeliğini insana verdiği ve insanların cinlerden üstün mahluklar oldukları anlaşılıyor. Şüphesiz bazı istisnaî sayılabilecek güçler, cinlere de bağışlanmıştır. Buna Neml Suresi 7. ayette bir örnek verilmektedir. Ama bu gibi bazı güçler insanlardan çok daha güçlü olan hayvanlara da verilmiştir. Fakat bu, hayvanların insanlardan daha faziletli oldukları anlamına gelmez.
Kur’an-ı Kerim’de, cinlerin de insanlar gibi irade sahibi yaratıklar oldukları bildirilmektedir. Onlara da irade verilmiştir. Onlar da itaat veya isyan etmek, inkar veya iman etmek hususunda tıpkı insanın serbest olduğu gibi serbesttirler. İblis hadisesi ve Ahkaf ve Cin Surelerinde geçen, bazı cinlerin iman etme hadiseleri bunun açık delilidir.
Kur’an-ı Kerim’de onlarca yerde, İblis’in, ta Adem’in yaratılışından beri insanı yoldan çıkartmaya azmettiği gerçeği açıklanmaktadır. O zamandan beri cinlerden şeytan olanlar insanları yoldan çıkarmaya çalışmaktadır. Ama insana musallat olarak ona zorla bir şeyi yaptırma gücüne sahip değillerdir. Fakat insanların kalbine vesvese verirler ve onları kötü yola teşvik ederek çirkin ve kötü şeyleri güzel gösterir, onları yoldan çıkarmaya çalışırlar. Mesela bkz. Nisa: 117-120; Araf: 11-17; İbrahim: 20; Hicr: 30-42; Nahl: 98-100; İsra: 65.
Kur’an-ı Kerim’de cahiliye döneminde müşrik Arapların, cinleri Allah’ın şeriki sayarak onlara ibadet etmekte oldukları ve onları Allah’a nispet ettikleri bildirilmiştir. Bkz. El-Enami: 100; Sebe: 40-41; Saffat: 158.
Bu izahlardan sonra, cinlerin insanlardan ayrı, kendi başlarına bir varlıkları olan gizli mahluklar oldukları anlaşılmaktadır. Esrarlı hususiyetleri dolayısı ile bazı cahiller onların varlıkları ve güçleri hakkında çok abartmalı düşüncelere kapılmışlar ve hatta onlara tapmaya başlamışlardır. Fakat Kur’an-ı Kerim onlar hakkında gerçek hakikatleri bildirerek onların ne olup ne olmadıklarını izah etmiştir.
Konu: Bu surenin ilk ayetinden 15. ayetine kadar cinlerden bir gurubun Kur’an’ı dinledikleri ve bunun onları etkilediği ve sonra kendi kavimlerine dönerek onlara ne söyledikleri bildirilmektedir. Bu bağlamda Allah (c.c) onların bütün konuşmalarını değil, ondan sadece bazı gerekli kısımlarını aktarmıştır. Bu yüzden üslub da devamlı bir konuşma niteliğinde değildir. Onların ne dediği bazı cümleler aktarılarak bildirilmektedir. Cinlerin dillerinden çıkan kelimeleri dikkatlice okursak, onların iman etme ve kavimlerine bunun tebliğini yapma hadiselerinin neden burada, beyan edildiği kolayca anlaşılacaktır. Biz dipnotlarda onların sözlerini açıklamıştık. Bu da onların gayelerini anlamaya yardımcı olacaktır.
Bundan sonra ayet 16’dan 18’e kadar insanlara, eğer şirkten vazgeçerler ve doğru yolda sebat ederlerse, üzerlerine nimetlerin yağacağı anlatılmaktadır. Tersine, eğer Allah’ın gönderdiği nasihate yüz çevirirlerse sonunda şiddetli azaba maruz kalacaklardır. Daha sonra 19’dan 23’e kadar Mekke’deki kafirlere “Allah Rasulü sizi Allah’a çağırıyor, siz ise O’na hücum ediyorsunuz” denilerek onlar azarlanmaktadır. Oysa ki Rasul’ün işi sadece size Allah’ın mesajını ulaştırmaktır. Size bir fayda veya zarar vermeye yetkili olduğunu ileri sürmüyor. Ayet 24 ve 25’de “Bugün siz Allah Rasulü’nü çaresiz görerek onu bastırmaya çalışıyorsunuz, ama o vakit geldikten sonra gerçekten çaresiz kimdir göreceksiniz. O vaktin uzak mı yakın mı olduğu hususunda Rasul’e bir bilgi verilmemiştir, ama herhalûkarda o vakit gelecektir.” denilerek kafirler ikaz edilmektedir. Sonunda da gaybın bilgisinin Allah’a ait olduğu, Rasul’ün ise sadece Allah’ın verdiği kadarıyla bunu bilebileceği bildirilmektedir. Bu ilim O’na risaletini yerine getirmek gayesiyle ve dışarıdan kimsenin müdahalede bulunamaması için çok emin bir vasıtayla verilmiştir.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 De ki: “Bana gerçekten şu vahyolundu: “Cinlerden bir grup dinleyip1 de şöyle demişler: -Doğrusu biz, (büyük) hayranlık uyandıran bir Kur’an dinledik.2
2 “O (Kur’an), ‘gerçeğe ve doğruya’ yöneltip-iletiyor. Bu yüzden biz ona iman ettik. Bundan böyle Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız.”3
3 Elbette, bizim Rabbimizin şanı yücedir. O, ne eş edinmiştir, ne de bir çocuk.4
4 “Doğrusu şu: Bizim düşük akıllı-beyinsizlerimiz.5 Allah’a karşı ‘gerçek dışı bir sürü saçma şeyler’ söylemişler.”
5 “Oysa biz, insanların ve cinlerin Allah’a karşı asla yalan söylemiyeceklerini sanmıştık.”6
AÇIKLAMA
1. Buradan anlaşılıyor ki: Allah Rasulü’ne cinler gözükmemişti ve O da onların kendisini dinlediklerini bilmiyordu. Daha sonra vahiy vasıtasıyla olaydan haberdar olmuştur. Hz. İbn Abbas bu kıssa için “Allah Rasulü cinlerin karşısında Kur’an okumadı ve onları görmedi” demektedir. (Müslim, Tirmizi, Müsned-i Ahmed, ibn Cerir.)
2. Metinde “Hayret verici bir Kur’an” cümlesi geçmektedir. Kur’an kelimesinin manası “okunacak şey” demektir. Bu kelime, cinlerin Kur’an’la ilk kez tanıştıkları ve bu dinledikleri şeyin Kur’an olduğunu bilmedikleri için bu manada kullanılmıştır.
“Acebe” mübalağa sigasıdır. Arapça’da çok hayret verici birşey hakkında kullanılır. Böylece cinlerin sözünden “Biz öyle bir söz dinledik ki, gerek dil yönünden gerekse konu itibarıyle emsalsizdir” dedikleri anlaşılmaktadır.
Öyle anlaşılmaktadır ki, cinler yalnızca insanları dinlemekle kalmıyor, aynı zamanda onların lisanını da çok iyi anlıyorlar. Bütün insanların dillerini bildikleri söylenemez. Yaşadıkları bölgedeki insanların dilini bilmeleri mümkündür. Kur’an’ın buradaki beyanından, bu Kur’an dinleyen cinlerin Arapça’yı çok iyi bildikleri -ki onun belagatini, yüksek edebiyatını hissettikleri ve yüce mesajını anladıkları- anlaşılmaktadır.
3. Bundan birçok şey anlaşılır. Evvelâ, cin Allah’ın varlığını ve Rab oluşunu inkar ediyor değildir. İkinci olarak, onlarda da insanlar gibi Allah’a ortak koşan müşrikler vardır. İşte Kur’an’ı dinleyip de kendilerine döndükleri kavimleri müşriktiler. Üçüncü olarak şu anlaşılır: Cinler için semavi kitapların nüzulü sözkonusu değildir. Dolayısıyla içlerinden iman edenler ancak insanlara kitap getiren peygamberlere iman ederler. Aynı husus Ahkaf Suresi 29-31. ayetlerden de anlaşılmaktadır ki, bu Kur’an’ı dinleyen cinler Musa (a.s)’nın takipçileriydiler. Ve Kur’an’ı dinledikten sonra kendi kavimlerine “Bu kelâm önceki semavî kitapları teyid etmektedir, buna iman edin” diye davette bulunmuşlardı. Rahman Suresi de aynı görüşü kuvvetlendirmektedir. Genel olarak muhtevadan Allah Rasulü’nün davetinin muhatabının hem insanlar ve hem de cinler olduğu anlaşılmaktadır.
4. Bundan iki şey anlaşılmaktadır: Birincisi, bu cinler de Hristiyan idiler veya Allah’a çocuk ve eş isnad eden başka bir dine inanıyorlardı. Allah Rasulü’nün namaz kıldırırken Kur’an’dan tilavet etmekte olduğu kısımlar, cinlerin akidelerinin yanlış olduğunu ve Allah’a eş ve çocuk isnad etmenin çok büyük bir cehalet ve küstahlık olduğunu bildiriyordu.
5. Metinde “sefihuna”-(beyinsizimiz) kullanılmaktadır. Bu, bir şahıs için de kullanılabilir, bir gurup için de. Eğer tek bir şahıs anlamında alırsak bundan kasıt iblis olur. Eğer bir grup olarak alırsak bu sefer cinlerden pekçok ahmak ve beyinsiz böyle söylüyor demek olur.
6. Yani, onların bu gibi yanlış tavsiyeleri sonucu biz doğru yoldan çıktık. Bir insan ya da bir cinin Allah’a karşı bu kadar büyük bir iftira edeceğini düşünemedik. Şimdi ise bu Kur’an-ı Kerim’i dinledikten sonra onların söylediklerinin Allah’a karşı çok büyük bir iftira ve yalan olduğunu anladık.
6 “Bir de şu gerçek var: İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını arttırırlardı.”7
7 “Ve onlar, sizin de sandığınız gibi Allah’ın hiç kimseyi kesin olarak diriltmeyeceğini sanmışlardı.”8
8 “Doğrusu biz göğü yokladık; fakat onu güçlü koruyucular ve şihablarla kaplı (doldurulmuş) bulduk.”
9 “Oysa gerçekten biz, dinlemek için onun oturma yerlerinde otururduk. Ama şimdi kim dinleyecek olsa, (hemen) kendisini izleyen bir şihab bulur.9
10 “Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzünde olanlara bir kötülük mü istendi, yoksa Rableri kendileri için (doğru olana iletici) bir hayır mi diledi?”10
AÇIKLAMA
7. İbn Abbas’ın beyanına göre, cahiliyye döneminde Araplar, harap bir yerde geceleyin konaklamak istediklerinde “Biz bu vadinin sahibi olan cine sığınırız” diye nida etmekteydiler. Cehalet döneminden buna benzer pekçok rivayet vardır. Örneğin, eğer bedevilerin konaklamakta olduğu yerde su ve bitki biterse o zaman suyun ve yeşilliğin bulunduğu başka bir yer aramaya başlarlar ve bulduklarında hemen topluluğa haber verirlerdi.
Ve topluluk yeni yere daha yerleşmeden önce şöyle söylerdi: “Bu vadinin rabbine sığınırız ki o bizi her türlü afetten korusun.” Bunların inancına göre, her harabe yer cinlerin tasarrufu altındadır. O cinlere sığınmazlarsa o cin veya cinler onlara eziyet verecektir. Burada iman eden cinlere şu husus işaret edilmektedir: “Yer yüzünün halifesi insanoğlu Allah’ı bırakarak onlara sığınmaya başladığında onların kibirleri, gururları azmış ve küfre düşmüşler ve onlara daha fazla eziyet etmeye başlayarak sapıklıkta daha cüretkâr olmaya başlamışlardır.
8. Burada “… Allah’ın hiç kimseyi diriltmeyeceğini…” cümlesi kullanılmaktadır. Bunun iki anlamı olabilir. İlki, yukarıda mealde verdiğimiz gibidir. İkincisi, yani Allah, ölümden sonra hiç kimseyi tekrar diriltmeyecektir. Çünkü kelimeler şumüllü olarak kullanılmaktadır. Şu anlama gelebilir; insanlar gibi cinlerde de hem risaleti ve hem de ahireti inkar edenler bulunmaktaydı. Fakat bir ileriki ibareye bakıldığında birinci anlam daha tercihe şayandır. Çünkü bu iman eden cinler kendi kavimlerine “Allah’ın başka bir Rasul göndermeyeceği düşünceniz yanlış çıktı. Gökyüzünün kapılarının üzerimize kapanması gösteriyor ki Allah bir Rasul daha göndermiştir” diyorlardı.
9. Bu sebepten cinler, yeryüzünde ne büyük bir hadise meydana gelmiş ki haberleri korumak için çok sıkı denetim alınmış, bunun tahkikatı içerisindeydiler. “Şimdi artık gökyüzünden haber almaya bir fırsat bulamıyor, her yerden takip edilerek kovuluyoruz” diyorlardı.
10. Bundan anlaşılıyor ki, semada bu gibi olağanüstü denetimler iki sebepten dolayı alınıyordu. Birisi, Allah’ın (c.c) yeryüzüne insanlara göndermeyi kararlaştırdığı azabın gelmekte olduğunu insanlardan dost olduklarına haber vermesinler diyedir. İkincisi, Allah (c.c) yeryüzüne bir Rasul göndermiştir. İşte hem O’nu korumak ve hem de O’na göndermekte olduğu mesajlara şeytanların müdahale etmemesi ve daha Peygamber’e ulaşmadan evvel haberlerinin olmaması için böyle sıkı tedbirler alınmıştı. Bu yüzden cinler semada böyle sıkı tedbirler ve her yönden atılan yıldızlar görmelerinden sonra bu iki hadiseden hangisinin vuku bulduğu konusunda düşünmeye başladılar. Ya Allah aniden bir topluluk üzerine azab indirmiştir veya dünyaya yeni bir Rasul göndermiştir.” İşte bunun arayışı içerisindeydik ki bu doğru yolu gösteren hayretengiz kelâmı işittik. O zaman Allah’ın azabı yerine, mahlukata doğru yolu göstermek için bir elçi gönderildiğini anladık.” İzah için bkz. el-Hicr dipnot: 9-12; es-Saffat dipnot: 7; el-Mülk dipnot: 11.
11 “Gerçek şu ki, bizden salih olanlar da vardır ve bizden bunun dışında (ya da aşağısında) olanlar da. Biz türlü türlü yolların fırkaları olmuşuz.”11
12 “Biz şüphesiz, Allah’ı yeryüzünde asla aciz bırakamıyacağımızı, kaçmak suretiyle de onu hiç bir şekilde aciz bırakamıyacağımızı anladık.”12
13 “Elbette biz, o yol gösterici (Kur’an’ı) işitince, ona iman ettik. Artık kim Rabbine iman ederse, o ne (ecrinin) eksileceğinden korkar ve ne de haksızlığa uğrayacağından.”13
14 “Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte (Allah’a) teslim olanlar, artık onlar ‘gerçeği ve doğruyu’ araştırıp-bulanlardır.”
15 Zulmedenler ise, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.14
16 Eğer 16onlar (insanlar ve cinler), yol üzerinde ‘dosdoğru bir istikamet tuttursalardı’, mutlaka biz onlara bol miktarda su içirir (tükenmez bir rızık ve nimet verir)dik.16
AÇIKLAMA
11. Yani, “Ahlaki bakımdan bizde de iyi ve kötü iki tip cin vardır. İtikat bakımından da tek bir dinimiz yoktur. Muhtelif guruplara bölünmüş vaziyettiyiz.” İman eden cinler bu sözleri söyleyerek kendi kavimlerine “doğru yolu bulmaya muhakkak ihtiyaçları olduğunu” anlatmaya çalışıyorlardı.
12. Yani bizim bu düşüncemiz bize kurtuluş yolunu gösterdi. Çünkü biz Allah’tan korkmuyor değildik zaten. İnanıyorduk ki eğer biz Allah’a itaatsizlikte bulunsak O’ndan kurtulamayacağız. Onun için Allah tarafından doğru yolu gösteren bu kelâmı işittik. Ve doğru yolu öğrendikten sonra da önceki yanlış inançlarımız üzerinde -ki bu inançları aramızdaki bazı beyinsizler yaymaktaydı- hala ısrar etmeye cesaret edemeyiz.
13. Burada hakkın verilmemesiyle kastedilen, yaptığı iyiliklere karşılık hakettiğinden az bir karşılık verilince bunun zulüm olduğudur. Çünkü onun yaptığı iyiliğin tam karşılığını vermemek, işlediği suç için daha büyük bir ceza vermek ve hiç suç işlemediği halde azap, haksız bir zulümdür. Fakat iman eden bir kimse için Allah indinde böyle bir haksızlık olacağı kaygısı yoktur.
14. Şimdi, eğer cin ateşten yaratılmış ise bunlar cehennem ateşine atıldıklarında, ateşten oldukları için bir şey olmayacaktır şeklinde bazen bir soru sorulabilir. Cevaben deriz ki, Kur’an’a göre insan da topraktan yaratılmış değil midir? Meselâ, insana taş gibi olmuş bir kuru toprak parçası atılsa o kişinin canı yanacaktır. Aslında insanın cismi yeryüzü maddelerinden yaratılmışsa da bu madde et, deri, kemik vs. gibi değişik bir hal almıştır. Ama o maddelerden insan bir acı çekebilir. Aynı yaklaşımla cin de yapı itirabiyle ateşten yaratılmış bir mahluktur, ama daha sonra can ve his taşıyan bir mahluk haline gelmiştir. Ve dolayısıyla ateş ona ceza verebilir. Bkz. İzah için Rahman Suresi dipnot 15.
15. Yukarıda, cinlerin sözleri bitmektedir. Buradan itibaren Allah’ın (c.c) buyruğu başlamaktadır.
16. Aynı husus Nuh Suresi’nde de ifade edilmektedir. “Allah’tan mağfiret dileyin… üzerinize gökten sağanak yağdırsın.” (Bkz. Nuh, an: 12) Burada suyun sağanak halde olması, nimetlerin bolluğuna kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü belirli bir yere yerleşmek orada su varsa olur. Eğer su olmazsa zaten hayat devam edemez, hiçbir temel ihtiyaç kolayca elde edilemez ve herhangi bir işlem gerçekleşemez.
17 Ki, kendilerini bununla denemek için.17Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse,18 (Allah,) onu ‘gittikçe şiddetli artan’ bir azaba sürükler.
18 Şüphesiz mescidler, (yalnızca) Allah’a aittir. Öyleyse, Allah ile beraber başka hiç bir şeye (ve kimseye) kulluk etmeyin (dua etmeyin,19 tapmayın).
19 Şu bir gerçek ki, Allah’ın kulu20 (olan Muhammed,) O’na dua (ibadet ve kulluk) için kalktığında, onlar (müşrikler,) neredeyse çevresinde keçeleşeceklerdi.
20 De ki: “Ben gerçekten, yalnızca Rabbime dua ediyorum ve O’na hiç kimseyi (ve hiç bir şeyi) ortak koşmuyorum.”21
21 De ki: “Doğrusu ben, sizin için ne bir zarar, ne de bir yarar (irşad) sağlayabilirim.”
22 De ki: “Muhakkak beni Allah’tan (gelebilecek bir azaba karşı) hiç kimse asla kurtaramaz ve O’nun dışında asla bir sığınak da bulamam.”
23 “(Benim görevim,) Yalnızca Allah’tan olanı ve O’nun gönderdiklerini tebliğ etmektir.22 Kim Allah’a ve O’nun Resulüne isyan ederse, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere onun için cehennem ateşi vardır.23
AÇIKLAMA
17. Yani, bakalım bu nimet hasıl olduktan sonra teşekkür mü edecekler yoksa nankörlük mü edecekler? Verilen nimetleri doğru yerde mi kullanacaklar yoksa yanlış yerde mi harcayacaklar?
18. Zikirden yüz çevirmek;insanın Allah’ın gönderdiği nasihatleri kabul etmemesi; aynı zamanda Allah’ın zikrini duymak bile istememesi ve Allah’a ibadet etmekten yüz çevirmesidir.
19. Bütün müfessirler, ibadetgâhtan mescidler manasını anlamışlardır. Eğer biz de bu manayı alırsak bunun anlamı “Mescidlerde Allah’a ibadet ederken Allah’tan başkasını şerik koşmayın” olur. Hasan Basri’ye göre, bütün yeryüzü ibadetgâhtır. O zaman bu ayetin manası “Yeryüzünde Allah’a hiçbir kimseyi şerik koşmayın.” şeklinde olur. O bu anlamı şu hadisten istidlal etmektedir. Peygamber (s.a) “Benim için bütün yeryüzü ibadetgâh ve temizlenme yeri kılındı” buyurdu. Said bin Cubeyr ise mescidden insanın üzerine secde ettiği, el, ayak, yüz, diz vs. gibi uzuvları anlamıştır. Bu yoruma göre ayetin manası şöyle olur: “İnsanın bütün azalarını Allah yarattı. O halde onların üzerinde Allah’tan başkasına secde edilmemelidir.”
20. Buradaki Allah’ın kulundan kasıt Allah Rasulü’dür.
21. Yani, Allah’a duada bulunmak itiraz edilecek bir husus değil ki bunlar o kadar çok buna kızıyorlar. Oysa kötü olan, bir kimsenin Allah’a şerik koşmasıdır ki ben öyle yapmıyorum. Sizler böyle yapıyorsunuz ki Allah’ın adını duyunca üzerime çullanıyorsunuz.
22. Yani, kesinlikle ben, Allah’a ilahlıkta bir payım olduğunu ve insanların kaderini değiştirmenin benim elimde olduğunu iddia etmiyorum. Ben sadece bir elçiyim. Bana hangi görev verilmişse -ki o da Allah’ın mesajını size ulaştırmaktır- ondan fazla bir şey değilim. İlahlık kudretine gelince, o herşeyiyle Allah’ın elindedir. Değil başkasına zarar veya fayda vermek, ben kendime bile bunun için bir yetki sahibi değilim. Eğer ben Allah’a karşı itaatsizlik yapsam ondan kaçarak sığınacağım başka bir yer yok. Ve Allah’ın zatından başka sığınacak yerim yoktur. Bkz. Şura, an: 7.
23. Bundan, “her günah ve isyanın cezası ebedî cehennemdir” anlamı çıkmaz. Doğrusu, bu bağlamda burada “Allah ve O’nun elçisinin Tevhid’e çağrısını reddeden ve şirkten vazgeçmeyen kimsenin ebedî cezası cehennemdir” manası anlaşılmaktadır.
24 Sonunda onlar, kendilerine vadedileni gördükleri zaman, yardımcı olmak bakımından kim daha zayıfmış ve sayı bakımından kim daha azmış artık öğrenmiş olacaklardır.”24
25 De ki: “Bilmiyorum, size vadedilen (kıyamet ve azab) yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koymuştur?”25
26 -O, gaybi bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz (ona muttali kılmaz).26
27 Ancak elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtikleri kimseler) başka.27 Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyici (gözetleyici)ler dizer.28
28 Öyle ki onların, Rablerinden gelen risaleti (insanlara gönderilenleri) tebliğ ettiklerini bilsin.29 (Allah,) Onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve her şeyi sayı olarak da sayıp-tesbit etmiştir.30
AÇIKLAMA
24. Bu ayetin arka planı şudur. O dönemde Allah Rasulü’nün Allah’a davetini duyduklarında Kureyşliler onun üzerine hücum ederlerdi. Kendi gruplarının kalabalık ve güçlü olduğunu ve Rasul’ün yanında birkaç kişinin bulunduğunu düşünürler ve dolayısıyla onu kolayca alt edebileceklerini zannederlerdi. Bunun üzerine şöyle buyuruluyor: “Bugün Rasul’ü çaresiz ve kendilerini de sayıca kalabalık görerek Hakkın sesini bastırmak için çok cesaretlenmekteler. Ama onlara, üzerine o ikaz edildikleri kötü vakit gelince gerçek çaresiz kimmiş anlayacaklar.”
25. Bundan anlaşılıyor ki, bu bir sorunun cevabıdır; ancak soru nakledilmeden sadece cevabı verilmektedir. Belki yukarıda sözü geçen o kötü vakit hakkında bir şeyler duymuşlar ve alay ederek Rasul’e, hani, senin korkuttuğun vakit niye hâlâ gelmiyor? diye soruyorlardı. Bunun üzerine Rasul’e “Onlara haber ver. O vakit muhakkak gelecektir. Ancak yakın mıdır, uzak mıdır? Onu yalnızca Allah bilir” denilmektedir.
26. Yani, gaybın ilmi bütünüyle ancak Allah’a mahsustur. Tam olarak bunu kimseye bildirmez.
27. Yani, Rasul’ün kendisi bizzat gaybı bilici olamaz. Fakat Allah onları risalet göreviyle seçtiği için gayb ilminin bazı hakikatlerini istediği zaman onlara verebilir.
28. Burada muhafızlardan kasıt meleklerdir. Yani, Allah (c.c) vahiy vasıtasıyla gayb ilmini Rasulullah’a gönderdiği zaman tam olarak Rasul’e ulaşması ve kimsenin ona bir dokunması olmasın diye her taraftan melekler onu muhafaza altına alırlar. Aynı şey yukarıda 8. ve 9. ayetlerde de açıklanmıştı. Şöyle ki, Allah Rasulü’nün bi’setinden sonra cinler için semaya yaklaşacak bütün kapılar kapandığında cinler, melekler tarafından çok sıkı bir kontrol olduğunu ve bir şeyler duyabilmelerinin mümkün olmadığını görmüşlerdir.
29. Bunun üç anlamı olabilir. Birincisi, “Rasul, O’na Allah’ın kelâmını meleklerin eksiksiz olarak ulaştırdığını bilsin.” İkincisi, “Allah Teâlâ, bilecek ki melekler Rablerinin mesajını doğru ve sağlam olarak yerine ulaştırmaktadır.” Üçüncüsü, “Allah’ın mesajını O’nun kullarına Rasuller’in eksiksiz olarak ulaştırdıklarını Allah bilecek.” Bu ayet bu üç manaya da gelebilir. Üçünün birden de kast edilmesi mümkündür. Öte yandan bu ayetle iki şeye daha işaret edilmektedir. İlki, risalet görevlerini yerine getirmek için Rasuller’e de gaybın bazı bilgileri verilmiştir. İkincisi, Melekler sadece Allah’ın mesajını peygamberlere ulaştırmakla kalmazlar, aynı zamanda da o mesajı Rasuller’in insanlara eksiksiz olarak ulaştırıp ulaştırmadıklarını da kontrol ederler.
30. Yani, gerek rasuller ve gerekse melekler Allah’ın kudretinin ihatası altındadırlar. Bir kıl payı kadar Allah’ın emrinden dışarı çıksalar hemen yakalanırlar. Allah’ın gönderdiği mesajlar noktası noktasına sayılmıştır. Ne meleklerde ve ne de peygamberlerde onun bir harfini bile çıkartmaya veya ilâve etmeye bir cesaret yoktur.