MÜLK SURESİ
Adı: Sure adını birinci ayetinden alır.
Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı ile ilgili olarak, kesin bir rivayet bulunmamaktadır. Ancak surenin üslup ve muhtevasından, onun Mekke dönemininin başlarında nazil olan surelerden biri olduğu anlaşılmaktadır.
Konu: Bu surede bir yandan kısaca İslâm tanıtılırken, diğer yandan gaflet içindeki insanlar uyarılmışlardır. Zaten bu, Mekke’de ilk nazil olan surelerin özelliklerindendi. Bu surede de, İslâm’ın öğretisi ve Hz. Peygamber’in (s.a) gönderilmesinin amacı ayrıntılı olarak değil, kısa ve özet halinde verilmiştir. Çünkü İslâm’ın bu insanların zihinlerine tedricen yerleştirilmesi gayesi güdülüyordu. Bu bakımdan bu tür surelerin, üzerinde en yoğun olarak durduğu hususlar, gafilleri ısrarla uyarmak ve onları vicdanlarında düşünmeye zorlamaktır.
1-5 İnsanlara içinde yaşadıkları kainatın, muazzam ve muhkem bir düzen üzere kurulu olduğu ve bu düzende hiçbir bozukluk, eksiklik bulamayacakları anlatılmak isteniyor. Bu kainatı yoktan vareden Allah’tır. Kainatı O idare etmektedir, tüm yetkileri O’nun elindedir. Ve iktidarı da sınırsızdır. Ayrıca insanoğluna, bu dünyanın bir imtihan yeri olduğu ve burada salih ameller işlediği takdirde başarı elde edeceği bildirilmiştir.
6-11 İnkar etmenin, insanın öbür dünyada karşılaşmasına neden olduğu korkunç sonuçlar açıklanmıştır. Ayrıca Allah Teâlâ, bu sonuçtan sakınmaları için insanlara peygamberler gönderdiğini bildirmiştir.
“Şayet sizler, şimdi gönderilen peygamberlerin söylediklerini dinleyip, ıslah olmazsanız, ahirette bu yüzden cezaya çarptırıldığınızda, bu cezayı hakettiğinizi bizzat kendiniz itiraf edeceksiniz.”
12-14 Yaratıcı olan Allah, yarattığı mahlukattan habersiz değildir. O sizlerin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir, hatta niyetleriniz ve düşüdüklerinizden de haberdardır. Bu bakımdan ahlâkın gerçek temeli, insanın Allah’ı görmediği halde, O’nun korkusuyla kötülükten sakınmasıdır. Dünyadaki beşerî güçler kendisini hesaba çekse de, çekmese de, yahut dünyada zarar görse de görmese de, sırf Allah korkusuyla kötülüklerden sakınan kimseler, ahirette kurtuluşa erecekler ve büyük mükafata hak kazanacaklardır.
15-23 İnsanın günlük hayatta karşılaştığı gerçekler üzerinde düşünmesi istenerek, şöyle buyurulmuştur: “Üzerinde serbestçe dolaştığınız ve kendisinden rızık elde ettiğiniz arzı bir düşünün! Arzı emrinize müsahhar kılan Allah’tır. Şayet bir zelzele meydana gelirse veyahut bir tufan koparsa, tümünüz helâk olursunuz. Bakın, kuşlar gökyüzünde nasıl uçmaktadırlar? Onlara gökyüzünde uçabilme şartlarını kim hazırlamıştır? Sizlere verdiğimiz onca imkan ve vasıtalar üzerinde bir düşünün! Şayet Allah sizlere azab gönderecek olsa, sizi ondan kim kurtarabilir veya Allah sizin rızık kapılarınızı kapatacak olsa, o kapıları kim açabilir? Tüm bu gerçekler, sizlere asıl hakikatı göstermiyor mu? Ancak sizler hayvanlar gibi bu gerçeklere bakıyor, ama ondan (hidayeti bulmanıza yarayacak) hiçbir sonuç çıkaramıyorsunuz. Çünkü sizler, Allah’ın size verdiği dinleme, görme ve düşünme yeteneklerini kullanmıyor ve bu yüzden hakikate ulaşamıyorsunuz.
24-27 Sonunda hepiniz kendinizi Allah’ın huzurunda bulacaksanız. Bu günün tarihini ve saatini bildirmek, Peygamber’in görevi değildir. O’nun görevi, sizleri önceden haberdar kılmaktır. Fakat siz, O’ndan bugünün vaktini sizlere bildirmesini istiyorsunuz. Oysa o vakit gelip, dehşet içinde kaldığınızda, sizlere “İşte sorduğunuz vakit bu zamandır” denecektir.
28-29 Mekke’deki kafirlerin Hz. Peygamber (s.a) ve ashabı ile ilgili söylediklerine cevap verilmiştir. Onlar, Hz. Peygamber (s.a) ve müminlerin helâk olması için beddua ediyorlardı. Bunun üzerine şöyle buyurulmuştur: “Sizleri doğru yola davet edenler helâk olsalar da, Allah onlara merhamet etse de sizlerin akibeti değişmeyecektir. Sizler, Allah’ın azabı geldiğinde sizleri kimin kurtaracağını düşünün. Allah’a inanıp, O’na tevekkül edenlerin dalâlette olduğunu söylüyorsunuz ama o vakit gelip hakikat ortaya çıktığında dalâlette asıl kimlerin olduğunu uanlayacaksınız.
30 Surenin sonunda, müşriklere şöyle bir soru sorularak, onlara düşünme fırsatı tanınmıştır. “Arabistan’da çöl ve dağların altından, sizlerin hayatının ona bağlı olduğu “su” çıkmaktadır. Şayet su, arzın altına çekilse, size o suyu tekrar kim geri getirebilir?
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 En yüce ve mübarek1 olan O’dur ki kâinatın saltanatı2 elindedir. O her şeye kadirdir.3
2 O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.4 O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.5
3 O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır.6Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç bir çelişki ve uygunsuzluk (tefavüt) göremezsin.7 İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?8
4 Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.
5 Andolsun, biz en yakın olan göğü (dünya göğünü) 9kandillerle süsleyip-donattık10 ve bunları, şeytanlar için taşlama-birimleri (rücûm) kıldık.11 Onlar için çılgınca yanan ateşin azabını hazırladık.
6 Rablerine (karşı) küfretmekte12 olanlar için cehennem azabı vardır. Ne kötü dönüş yeridir o.
AÇIKLAMA
1. “Tebareke”, bereket kelimesinden türeme, mübalağa sigasıdır. Bereket kelimesi, yücelik, azamet, bolluk, sebat, hayır ve hasenat anlamlarını tazammun eder. Bu kelime mübalağa sigasında kullanıldığında (Tebareke); çok azametli, sıfat ve fillerinde herkesten üstün, iyiliğin kaynağı ve ebedi kemalâta sahip zat anlamına gelir. (İzah için bkz. A’raf an: 43, Müminun an: 14, Furkan an: 1 ve 19.)
2. “El-Mülk” kelimesi marife (mutlak-belirli) olarak kullanılmıştır. Ama burada sınırlı bir anlam kastedilmiş olmayıp, Allah’ın “geniş, sınırsız bir mevcudatın” Maliki olduğu kastedilmiştir.
“Elinde tutan”; Bu ifade, mecazi anlamda kullanılmıştır. Tıpkı Urduca ve Arapça’da, “Bu yetki filan şahsın elindedir ve hiç kimse onun üzerinde söz hakkına sahip değildir” dendiği gibi.
3. Yani, O, dilediğini yapmaya muktedirdir ve yapabilmekten aciz olduğu hiçbir şey yoktur.
4. Yani, O, hanginizin daha hayırlı ameller yapacağını denemek maksadıyla ölümü ve hayatı yarattı. “Bu kısa cümle pekçok gerçeğe işaret etmektedir. Birincisi, ölüm ve hayat Allah’tandır. Ve hiç kimse bir başkasına hayat veremez, ölüm de getiremez. İkincisi, kendisine iyilik ve kötülük yapabilme kudreti verilen insanın yaradılışı maksatsız değildir, bilakis Allah onu imtihan etmek maksadıyla yaratmıştır. Bu hayat insana bir imtihan süresidir ve ölüm bu sürenin sona ermesi demektir. Üçüncüsü, Yaratıcı’nın bu süreyi (fırsatı) insana vermesinin nedeni, onun iyi mi, kötü mü olduğu dünyada fiilen ispatlansın diyedir. Dördüncüsü, hangi davranışın iyi, hangi davranışın kötü olduğunu belirtmek yetkisi ancak Yaratıcı’ya, yani imtihanı yapan Zat’ın indinde hangi amellerin makbul olduğunu bilmesi gerekir. Beşincisi, bu imtihanın kendiliğinden çıkan sonuca göre, herkes yaptığı davranışın karşılığını (ceza ve mükafat) mutlaka görecektir. Çünkü bu karşılık olmasaydı, bu imtihanın bir anlamı olmazdı.
5. “Aziz ve Gafur” sıfatlarının burada kullanılmaları iki anlama gelebilir ve her ikisi de geçerlidir. Birincisi, “O herşey üzerinde galip olandır ve buna rağmen mahlukatına zulüm ve şiddetle davranmaz. Onlara karşı merhametli ve affedicidir.” İkincisi, “O kötü davranışları cezalandırmaya muktedirdir ve O’nun cezasından hiç kimse kaçıp kurtulamaz. Ancak, kötülükten vazgeçip tevbe dileyen kimseyi de affeder.
6. İzah için bkz. Bakara an: 34, Rad an: 2, Hicr an: 8, Hac an: 113, Müminun an: 15, Saffat an: 5, Mümin an: 90.
7. “Tefavut”; mütenasip olmama, uygunsuzluk, aykırılık, denksizlik vs. demektir. Binaenaleyh, tüm kainatta bir uyumsuzluk, bir ahenksizlik ve bir kopukluk bulunamaz. Allah’ın yarattığı bu kainatta herşey ahenk ve uyum içinde, gayet düzenli ve birbirine irtibatlıdır.
8. “Fütur”; kopukluk, aralık, çatlak anlamına gelir. Yani kainatta hiçbir kopukluk, çatlak bulunamaz. Yeryüzünden, gökyüzüne ve hatta uzaya değin herşey uyumlu, ahenk içinde, birbiri ile irtibatlı ve bir düzene bağlıdır. Ne kadar bakılırsa bakılsın, yine de bir eksiklik ve kusur bulunamaz. (İzah için bkz. Kaf an: 8)
9. “Semae’d-dünya” ifadesiyle, üzerindeki yıldız ve gezegenleri vasıtasız olarak görebildiğimiz gökyüzü kastolunmaktadır. Onun ötesi ancak araçlar yardımı ile görülebilirken daha ötesi araçların yardımıyla dahi görülemez.
10. “Mesabih” kelimesi, “nekre” bir kullanıma sahiptir. Bunun nedeni (kelimenin belirsiz kullanılması) lambaların ihtişamının vurgulanmasıdır. Yani bu kainat karanlık ve ıssız yaratılmamış, geceleri parlayarak insanı hayretler içinde bırakan yıldız ve gezegenlerle süslenmiştir.
11. Bu ifade, salt şeytanlara meteorlar atıldığı veya yıldızlardan kopan meteorların şeytanları vurmak için atılıp, sonra dünyaya düştüğü anlamına gelmez. Ancak, yıldızlardan kopmuş olan sayısız meteor parçası, uzayda dolaşmakta ve zaman zaman dünyaya düşmektedir. Bu bilinen bir husustur, dolayısıyla bunların, şeytanların Alem-i Bâlâ’ya çıkmalarını engellemeleri ve çıkanları kovalama görevi yapmaları da mümkündür. Bu hususun burada açıklanmasına şu nedenden dolayı ihtiyaç duyulmuştur: Araplar, şeytanların kahinlere hizmet ettiklerine, onlara gayb haberlerini getirdiklerine ve kahinlerin de bu bilgiler sayesinde insanların geleceğini bildiklerine inanırlardı. Bunun böyle olduğunu bizzat kahinler de iddia ediyorlardı. Bu yüzden Kur’an’da birçok yerde şeytanın Alem’i Bâlâ’ya çıkmasının ve orada gaybî bilgiler edinmesinin kesinlikle mümkün olmadığını bildirmektedir. (İzah için bkz. Hicr an: 9-12, Saffat an: 6-7)
Burada meteor olayının gerçeği sorulabilir. İnsanoğlu onun hakkında kesin bir bilgiye sahip değildir. Fakat şimdiye değin meteorların incelenmesi sonucunda insanların elde ettiği bilgi şu kadardır: En muteber bilim adamlarının öne sürdüğü faraziyeye göre, meteorlar yıldızların infilak etmeleri sonucunda onlardan kopan parçalardır. Uzayda dolaşırlar ve zaman zaman yeryüzünün çekim dairesi içine girdiklerinde, süratle dünyaya düşerler. (İzah için bkz. Britanica Ansiklopedisi, 1967, cilt. 15)
12. Yani, İnsan veya şeytan kim Rabbini inkar ederse, akibeti böyle olacaktır. (İzah için bkz. Bakara an: 161. Nisa an: 178, Kehf an: 39, Mümin an: 3)
7 İçine atılıp-bırakıldıkları zaman, o kaynayıp-feveran ederken onun korkunç homurtusunu işitirler.13
8 Öfkesinin-şiddetinden neredeyse patlayıp parçalanacak. Her bir grup içine atıldığında, bekçileri onlara sorar: “Size bir uyarıcı-korkutucu gelmedi mi?”14
9 Onlar: “Evet” derler. “Bize gerçekten bir uyarıcı-korkutucu geldi. Fakat biz yalanladık ve: -Allah hiç bir şey indirmedi, siz yalnızca büyük bir şaşkınlık (ve sapıklık) içindesiniz, dedik.”15
10 Ve derler ki: “Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık,16 şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık.”
11 Böylece kendi günahlarını17 itiraf ettiler. Çılgınca yanan ateşin halkına (Allah’ın rahmetinden) uzaklık olsun.
AÇIKLAMA
13. “Şehîk” kelimesi aslında, merkep sesi (anırmak) anlamında kullanılır. Ancak bu kelime, burada, Cehennemin veya Cehennem ehlinin sesi karşılığında kullanılmıştır. Cehennem ehlinin sesi şeklinde anlaşılmasının nedeni, Hud: 106’dan dolayıdır. “Bahtsızlar ateşlidirler. Onların orada soluk alış verişleri (Zefîrun ve şehîkun) vardır ki…” Cehennemin sesi şeklinde anlaşılmasının nedeni ise, Furkan: 12’den dolayıdır: “(Cehennem) onları uzak bir yerden görünce onlar bunun öfke ve uğultusunu (zefiran) işitirler.” Bu bakımdan “şehik” kelimesinin, hem Cehennemin hem de Cehennem ehlinin sesi olarak anlaşılması daha doğrudur.
14. Cehennem memurlarının, Cehenneme gelen mücrimlere “size bir uyarıcı gelmedi mi?” diye sormalarının nedeni, cehenneme haksız yere atılmadıklarını, bilakis bunu hakettiklerini onlara açıkça itiraf ettirmek içindir. Yani onlar, Allah’ın bu cezayı kendilerine vereceğini daha önceden biliyorlardı. Allah doğru yolun hangisi olduğunu onlara bildirmek için peygamberler göndermiş ve bu peygamberler onları, “Bu yolu takip ederseniz Cehennemin yakıtı olursunuz” diye uyarmıştır. Fakat onlar peygamberlerin söylediklerine kulak asmayarak, şimdi çekmekte oldukları cezaya hak kazanmışlardır.
Bu inancı zihinlere yerleştirmek amacıyla Kur’an, birçok yerde insanoğlunun dünyaya imtihan için gönderildiğini tekrar tekrar beyan etmiştir. Bu imtihan sırasında, onlara kimin doğru yola, kimin sapık yola gireceğini denemek için imtihan olundukları açıklanmıştır. Ayrıca, Allah Teâlâ, doğru yolu bulabilmeleri için insanlara en makul yollarla yardım etmiş, yol gösterici olarak onlara peygamberler gönderip kitaplar indirmiştir. Artık bundan sonra insana düşen, sadece gönderilen peygamberlere ve onların getirdikleri kitaplara inanıp, doğru yola tabi olmak yahut gönderilen peygamberlerden yüz çevirip, nefsin arzularını ve kendi hayal ürünlerini takip ederek başarısız olmaktır. Binaenaleyh, “nübüvvet”, insanlara Allah tarafından bir hüccettir. İnsanların istikbali, gönderilen peygambere inanıp inanmamasına bağlıdır. Peygamber geldikten sonra hiç kimse gerçekleri bilmediği, imtihandan habersiz olduğu, dolayısıyla haksız yere cezalandırıldığı şeklinde mazeret öne süremez. Bu husus Kur’an’da o kadar çok tekrarlanmıştır ki, saymak bile zordur. Örneğin bkz. Bakara: 213, Nisa: 41-42, an: 64, 165, 208, En’am: 130, 131, an: 98-100, İsra: 15, an: 17, Taha: 134, Kasas: 47, an: 66, ayet: 59, 65, an: 83, Fatır: 37, Mümin: 50, an: 66, Bakara an: 230
15. Yani, “Sen ve senin takipçilerin dalâlettedir.”
16. Yani, “Keşke peygamberlerin davetine kulak verip, aklımızı kullansaydık da, bugün karşılaştığımız bu duruma düşmeseydik.” Burada dinlemek (kulak vermek), düşünmekten (aklı kullanmak) önce zikredilmiştir. (Yazılı bir şey olduğunda okumak, burada dinlemenin anlamdaşıdır.) Yani bir mesajdan istifade edebilmek için, birinci şart dinlemek, iyi niyetle yaklaşmaktır. Gerçek olup olmadığını anlamak için üzerinde düşünmek ise ikinci safhadır. Bu bakımdan Hz. Peygamber’in (s.a.) getirdiği öğreti olmaksızın, salt akılla bir insanın doğru ve hak yolu bulması imkansızdır.
17. “Zenbihim” (onların günahı); Burada “zenb=günah” tekil kullanılmıştır. Çünkü onların asıl hatası, peygamberi yalanlayıp, O’nu inkar etmeleridir. Cehenneme gitmelerine neden olan tüm günahlar, aslında bu temel hatanın sonucudur.
12 Gerçek şu ki, Rablerinden gayb ile (O’nu görmedikleri halde) içleri titreyerek-korkanlara gelince;18 onlar için bir mağfiret (bağışlanma) ve büyük bir ecir vardır.19
13 Sözünüzü ister gizleyin, ister onu açığa vurun. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.20
14 O, yarattığını bilmez mi? 21O, Latif’tir;22 Habîr’dir.
15 Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O’dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O’nun rızkından yiyin.23 Sonunda gidiş O’nadır.24
AÇIKLAMA
18. Bu prensip, İslâm ahlâkının esasıdır. Çünkü bir kimsenin dünyada hoş görülmediği veya kendisine zarar gelme ihtimali bulunduğu ya da polisin kendisini yakalama korkusu taşıdığı için kötülükten kaçınması sağlam ahlâkî bir yaklaşım değildir. Herkesin şahsî görüşü farklıdır ve yanlış olabilir. Yine bir kimse kendi düşüncesine göre bir davranışı aynı olmadığı gibi, ayrıca değişmektedir de. Hiç bir felsefede, cihanşümul, ezelî ve ebedî zarar ve korku ahlâkın müstakil temeli olamaz. Şerefli ve salih bir insan çirkin bir şöhrete sahip olmaktan ya da polise yakalanmaktan korktuğu için kötülükten kaçınmayı düşünmez. Dünyada herşeyi bilen bir (beşerî) gücün olmadığı bilinmektedir. Ayrıca birçok suç insanların meçhulü kalmış ve beşerî cezalardan kurtulabilmek için sayısız çözümler bulunmuştur. Üstelik dünyadaki hiçbir kanun, düzen, yasa tüm kötülüğü gözönüne alamaz. Hatta birçok kötülük beşeri yasalarda suç bile sayılmamaktadır. Oysa bu tür kötülükler, suç sayılan kötülüklerden daha tehlikelidir. Buna karşı dindeki ahlâk yasası, insanın görmediği halde Allah’dan korkması ve Allah korkusu nedeniyle kötülüklerden sakınması temeli üzerine kuruludur. Kişi, Allah tarafından sürekli gözetlendiğinin ve O’nun cezalandırmasından hiçbir surette kaçamayacağının bilincinde olarak kötülükten sakınmalıdır.
Böylece Allah, insana hayır ve şerrin evrensel boyutlarını (ölçütünü) vermiş olmaktadır. İnsan bu bilinçle kötülükten sakınır ve iyilik yapmaya yönelir; zira bu davranış dinen makbuldür. Bunun dışında bir kimse kötülükten sakınsa ve zahiren hayırlı bir iş yapsa dahi, bunun ahlâki bakımdan hiçbir kıymeti olmadığı gibi, o kimse hiçbir mükafata hak da kazanamaz. Bu amel, tıpkı kum üzerine yapılmış bir binanın örneğine benzer!
19. Kişinin görmediği halde Allah’tan korkması, iki sonuca yol açar: Birincisi; Allah, kalbinde kendisine karşı bir isyan taşımaksızın, beşeri zaafı dolayısıyla günah işleyen kimseyi affeder. İkincisi: Bu inancı dolayısıyla salih amel işleyen bir kimse, ahirette büyük bir mükafata hak kazanır.
20. Bu hitap, tüm insanlaradır. Müminlere, bu dünyada yaşadıkları sürece, Allah’ın kendi gizli-açık tüm davranış, niyet ve düşüncelerinden haberdar olduğunu bir an bile akıllarından çıkarmamaları gerektiği hatırlatılıyor. Kafirlere ise, bu dünyada Allah’tan korkmadan yaşadıkları hatırlatılarak en küçük bir hareketlerinin bile Allah’tan saklı olmadığı bildirilmiştir.
21. “Yaratan bilmez mi?”; Bu cümle “Allah yarattığını bilmez mi?” şeklinde de anlaşılabilir. Yani “” ifadesi “yaratan” anlamında da, “yarattığını” anlamında da anlaşılabilir. Fakat her iki şekilde de sonuç birdir. Halık olan Allah nasıl olur da yarattığı mahluku bilemez? Belki mahluk yaratıcısından habersiz olabilir, ama kesinlikle Yaratan ondan habersiz olamaz. Öyle ki onun her zerresini dahi bilir. “O Allah ki, sizlerin damarlarında dolaşan hücreciklerden bile haberdardır. Çünkü sizler her nefesinizi O’nun izniyle alıyorsunuz. Bedeninizdeki her uzuv yine O’nun koyduğu kurallara göre işlemektedir. Dolayısıyla sizlerin hiçbir şeyi O’ndan gizli kalamaz.”
22. “Latif”; hissedilemeyen ve gizli olan hakikatleri dahi bilen.
23. Yani, bu yeryüzü size kendiliğinden tabi olmamış, bilakis onu size Allah tâbi kılmıştır. Yediğiniz rızık da kendiliğinden meydana gelmemiştir. Allah arzı ve rızkınızı, hikmet ve kudretiyle sizlerin yaşayabilmenize müsait bir şekilde yaratmıştır. Yeryüzünü öyle bir şekilde yarattı ki, sizler üzerinde rahatça yaşıyorsunuz. Ayrıca bu yeryüzü, sizlerin istifadesine sunulmuş mükellef bir sofradır. Şayet gaflete dalmadan biraz düşünecek olursanız, yeryüzünün bu hale getirilmesinde ve rızkınız için onun sayısız nimetlerle donatılmasında ne kadar büyük hikmetler olduğunu açıkça anlarsınız. (İzah için bkz. Neml an: 73-74-81, Yasin an: 29-32, Mümin an: 98-91, Zuhruf an: 7, Casiye an: 7, Kaf an: 18)
24. Yani, “Bu yeryüzünde, Allah’ın nimet ve rızıklarından yararlanıyorsunuz ama unutmayın ki bir gün Allah’ın huzuruna çıkacaksınız.
16 Gökte olanın25 sizi yere geçirmeyeceğinden emin misiniz? Bir bakmışsınız ki, o (yeryüzü) sallanıp-çalkalanmaktadır.
17 Yoksa gökte olanın üzerinize ‘taş yağdıran (fırtınalı) bir rüzgâr26 göndermeyeceğinden emin misiniz? Siz o takdirde benim uyarmam nasılmış bilip-öğreneceksiniz.27
18 Andolsun, kendilerinden öncekiler de yalanladı. Fakat beni inkâr (etmelerine karşılık verdiğim azab) nasılmış?28
19 Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman (olan Allah’)tan başkası (boşlukta) tutmuyor.29 Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir.30
20 Rahmana karşı size yardım edecek olan kimmiş?31 Şu sizin ordunuz mu? Kâfirler yalnızca bir gurur (kesin bir aldanış) içindedirler.
AÇIKLAMA
25. Bu ifade, Allah’ın gökyüzünde oturduğu anlamına gelemez. Bu ifade, insan Allah’ı düşünürken gökyüzüne baktığı için kullanılmıştır. Nitekim dua edilirken eller havaya doğru kaldırılır. Veyahut kişi, bir musibete uğradığında, tüm ümit ve dayanaklarını yitirdiğinde Allah’a yalvarır ve “bu musibet yukarıdan geldi” diye söylenir. İstisnaî olaylar için, “gökten indi” denir. Yine Allah’ın indirdiği kitaplara “Semavi kitaplar” diyoruz.
Ebu Davud’un Ebu Hüreyre’den naklettiğine göre, bir şahıs zenci bir cariye ile Hz. Peygamber’in (s.a.) huzuruna gelir ve mümin bir köle azad etmesi gerektiğini söyleyerek, yanındaki cariyeyi azad edip edemeyeceğini sorar. Hz. Peygamber (s.a) cariyeye, “Allah nerededir?” diye sorar ve o da parmağı ile gök yüzünü işaret eder. Sonra Hz. Peygamber “Ben kimim” diye sorunca, kadın parmağı ile önce Rasulüllah’a, sonra semaya işaret eder. Yani böyle yapmakla o “sen Allah’ın Rasulüsün” demek ister. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) “Evet, azad edebilirsin, bu müminedir” buyurmuştur. (Benzeri bir hadis, Muvatta, Müslim, Nesei’de de kayıtlıdır.) Hz. Havle binti Salebe hakkında, bir defasında Hz. Ömer, “Bu kadının şikayeti 7 semada işitilmiştir” der. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Mücadele an: 2) Tüm bu anlatılandan İnsanın ne zaman Allah’ı düşünürse fıtraten yere değil, göğe baktığı anlaşılmaktadır. İnsanın yapısındaki bu hakikat dolayısıyla, ayette Allah hakkında “men fis’semai” denilmiştir. Elbette Kur’an’ın burada Allah’ın gökyüzünde mukim olduğu gibi bir düşünceyi ifade etmediği ortadadır. Zira Mülk Suresi’nin başında “O yedi göğü birbiri üzere tabaka tabaka yarattı” ve Bakara Suresi’nde de “Nereye dönerseniz dönün, Allah oradadır” buyurulmuşken, böyle bir istifham nasıl sözkonusu olabilir?
26. Bu ayetle zihinlere yerleştirilemk istenen husus, şudur: “Yeryüzünde beka ve selametiniz Allah’ın lütfuna bağlıdır. Çünkü sizler dünyada kendi gücünüzle yaşamıyorsunuz. Hayatınızın her saniyesi Allah’ın elindedir ve O sizi yaşatmaktadır. Şayet O dilerse, bir işaretiyle zelzele getirir ve yeryüzü sizin için bir anne kucağı iken, kabriniz oluverir. Yine eğer tufan koparacak olursa, oturduğunuz yerler mahvolur.”
27. Yani Hz. Peygamber (s.a) Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla müşriklere, içinde bulundukları küfür ve şirkten vazgeçmedikleri ve tevhid davetine karşı koymaya devam ettikleri takdirde Allah’ın kendilerine azab göndereceği bildirilmiştir
28. Bu, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanladıkları için Allah’ın azabına maruz kalan topluluklara işarettir.
29. Yani uçan her kuşu, havada tutan Allah’tır. Kuşları uçacak şekilde yaratan ve onlara uçma yeteneği veren de O’dur. Tabiat kanunlarını onların havada durabilecekleri biçimde düzenlemiştir. Allah bu düzeni bozacak olsa, onlar hemen yere düşerler.
30. Yani sadece kuşlar değil, kainattaki herşey Allah’ın kontrolü altındadır ve herşeyin sebebini O yaratmıştır. Mahlukatın ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli şeyleri de yaratan Allah’tır.
31. Bu ayet iki şekilde de tercüme edilebilir. Birincisi, “Rahman’a karşı, size hangi ordu yardım edebilir?”, Birinci tercüme sonraki cümle ile münasip düşerken, ikinci tercüme de önceki cümle ile münasip düşmektedir.
21 Eğer O, rızkını tutup-kesecek olsa, sizin rızkınızı verecek olan kimmiş? Hayır; onlar, bir azgınlık ve nefret içinde inatla direnmektedirler.
22 Şu halde yüzükoyun sürünerek yürüyen32 mi daha çok hidayete erer, yoksa dosdoğru yol üzerinde dümdüz yürümekte olan mı?
23 De ki: “Sizi inşa edip-yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren O’dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz?”33
24 De ki: “Sizi yeryüzünde üretip-türeten O’dur. Siz O’na toplanıp götürüleceksiniz.”34
25 Derler ki: “Eğer siz doğru sözlüler iseniz, şu tehdit (ettiğiniz azab) ne zamanmış?”35
26 De ki: “(Bununla ilgili) Bilgi ancak Allah’ın katındadır. Ben ancak apaçık olan bir uyarıcı-korkutucuyum.”36
AÇIKLAMA
32. Yani, “Sizler hayvanlar gibi, bir yola sevkedilmiş gitmektesiniz.”
33. Allah, sizleri hayvan olarak değil, insan olarak yaratmıştır, dolayısıyla sizler yanlış yol doğru yol nedir, hiç düşünmeden her sapık yolu takip etmekle görevlendirilmediniz. Allah size duyma yeteneğini (sem’), doğru yolu anlatan kimseleri duyabilmeniz ve doğru yolda yürümeye karar verebilmeniz için vermiştir. Yine size görme yeteneğini (ebsâr) kainattaki, Allah’ın birliğine işaret eden her türlü tezahüratı görerek, ardında bir yaratıcının olduğunu anlayın diye vermiştir. Size anlama yeteneğini (ef’ide), bu yeteneği kullanıp doğru ve yanlışı ayırabilesiniz diye ihsan etmiştir. Ancak, Allah sizlere bu ilm, akıl, görme, duyma nimetlerini Hakkı bilmeniz için lütfetmiş olmasına rağmen, sizler onları her işte kullanıyor ama hakkı öğrenmede kullanmayarak, nankörlük yapıyorsunuz. (İzah için bkz. Nahl an: 72-73, Müminun an: 75-76, Secde an: 17-18, Ahkaf an: 31)
34. Yani, “ölümden sonra tekrar dirildiğinizde, bulunduğunuz yerlerden alınarak, Allah’ın huzuruna getirileceksiniz.”
35. Müşrikler, “Kıyamet ne zaman gelecek?” sorusunu, gerçekten onun vaktini öğrenmek için sormuyorlardı. Yani yıl, ay, gün ve saatini öğrenmek suretiyle hazırlık yapmayı düşünmüyorlardı. Gerçekte onlar Kıyametin gelişini imkansız sanıyorlardı. Dolayısıyla bu tür soruları, “Kıyamet ve diriliş (ba’s) diye bir hikaye anlatıyorsun. Güya bu hikaye gerçekleşecekmiş. Ancak bunu bize gösterirsen, sana inanırız” diyorlardı. Şurası iyice anlaşılmalıdır ki, şayet bir kimse kıyamet hakkında ikna olabilecek bir kapasitede ise, Kur’an’da verilen birçok akli delille, rahatlıkla ikna olması gerekir. Buna rağmen bir kimsenin kıyametin vaktini sorması, o kimsenin cehaletini ortaya kor; zira farzedelim ki tarih ve saat bildirilmiş olsun, o zaman da bu kimse “Ben ancak gördükten sonra inanırım” diyecektir. (İzah için bkz. Lokman an: 63, Ahzab an: 116, Sebe an: 5, 48, Yasin an: 45)
36. Yani, “Kıyametin muhakkak geleceğini biliyorum ve sizlere sadece ondan haber veriyorum. Onun ne zaman geleceğini bildiren bilgi Allah katındadır. Ben sadece sizi haberdar ediyorum, onun ne zaman vuku bulacağı beni ilgilendirmez.” Bu meseleyi şu örnekle açıklayabiliriz. Kimin, ne zaman öleceğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Fakat herkesin birgün mutlaka öleceği kesindir. Şimdi biz bu bilgiye dayanarak, bir dostumuza ölmeden önce işlerini yoluna koymasını pekala tavsiye edebiliriz. Bizim bu uyarıyı yapabilmemiz için, dostumuzun ne zaman öleceğini bilmemiz gerekmez.
27 Nihayet onu pek yakında gördüklerinde, o küfretmekte olanların37 yüzleri kötüleşip-karardı. Ve: “İşte bu, sizin (gerçekleşmeyecek diye) öne sürüp durduğunuz şeydir” denildi.
28 De ki: “Haber verir misiniz; eğer Allah, beni ve benimle birlikte olanları yıkıma uğratır ya da bizi esirgerse, (peki) bu durumda kâfirleri acıklı bir azabtan kurtaracak olan kimdir?”38
29 De ki: “O (Allah) Rahman olan (bizi esirgeyip koruyan)dır; biz O’na iman ettik ve O’na tevekkül ettik.39 Artık siz kimin açıkça bir şaşkınlık (ve sapıklık) içinde olduğunu pek yakında bilip-öğreneceksiniz.”
30 De ki: “Haber verin; eğer suyunuz yerin dibine göçüverecek olursa, bu durumda kim size bir akar su kaynağı getirebilir?40
AÇIKLAMA
37. Yani onların hali, asılmak üzere sehpaya giden bir suçlu gibi olacak.
38.Hz. Peygamber’in (s.a) daveti sonucunda, Mekke’de Kureyş’ten hemen hemen her aileden bir kişi Müslüman olmuştu. Bu yüzden onlar da Hz. Peygamber’e (s.a.) beddua etmeye başlamışlar ve hatta sihre, kahinliğe müracat etmişlerdir. Bunun üzerine onlara, “Ben ölsem de ölmesem de sizler için değişen hiçbir şey olmayacak ki? Sizler Allah’ın azabından nasıl kurtulacaksanız, onu bir düşünün!” denilmesi emredilmiştir.
39. Yani, biz Allah’a inanıyor, sizler inkar ediyorsunuz, biz O’na dayanıyor, sizler ise, kendi grup, imkan ve ilahlarınıza güveniyorsunuz. Bu yüzden Allah’ın rahmetine sadece biz layık olacağız, siz değil!…
40. Yani, “Şayet su yerin dibine çekilse, onu size tekrar geri getirebilecek Allah’tan başka bir güç var mıdır? Eğer hiç kimsenin buna gücü yetmiyorsa, onlar nasıl olur da mabud kabul edilebilirler? Dalâlette olanın, tek olan Allah’a iman edenler mi, yoksa O’na ortak koşanlar mı olduğunu bir düşünün!…”