TAHRİM SURESİ
Adı: Sure adını 1. ayetten almıştır. Ancak bu adın, surenin muhtevasıyla doğrudan bir ilgisi bulunmamaktadır. Yani, surede birtakım haramlar bildiriliyor değildir. Sadece, Hz. Peygamber’in (s.a) birşeyi nefsine yasaklama teşebbüsü ele alınmaktadır.
Nüzul Zamanı: Bu vak’a ile ilgili olarak, hadislerde Hz. Peygamber’in (s.a.), birisi Hz. Safiye, diğeri Hz. Mariye olmak üzere iki hanımının adı zikredilmektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.), Hz. Safiye ile Hayber’in fethinden sonra evlendiği ve Hayber’in de hicretin 7. yılında fetholunduğu hususunda ihtilaf yoktur. İkinci hanımı Hz. Mariye’ye gelince, Mısır hükümdarı Mukavkıs, O’nu hicretin 7. yılında Hz. Peygamber’e (s.a.) hediye olarak göndermiştir. O’ndan da Hz. Peygamber’in (s.a.) 8. hicrî yılın zilhicce ayında İbrahim adlı bir oğlu olmuştur. Bu tarihî bilgilerden surenin, hemen hemen hicrî 7. ve 8. yılları arasında nazil olduğu kesinlik kazanmaktadır.
Konu: Bu surede Hz. Peygamber’in (s.a) hanımları ile arasında geçen birçok önemli hadiseye işaret edilmekte ve bunlar da aşağıda zikredeceğimiz birtakım mühim meselelere ışık tutmaktadır:
a) Haram-helal, caiz olan-olmayan, had koymak-koymamak hususunda hüküm sadece ve sadece Allah’a aittir. Değil sıradan bir insana, Allah’ın Rasulü’ne dahi, bu tür bir yetki tanınmamıştır. Bir peygamber eğer bir şey hakkında haram veya helal kararı veriyorsa, bu muhakkak Allah’ın O’na bir işareti iledir.
Bu işaret, Kur’an’da olduğu gibi açık bir şekilde de, vahy-i hafi ile de olabilir. Ancak Allah’ın mübah kıldığı bir şeyi haram kılmak, değil sıradan birinin, bir peygamberin yetkisi dahilinde bile değildir.
b) İslâm toplumu içinde Hz. Peygamber (s.a) tabiatı icabı çok hassas bir konumda bulunuyordu. Öyle ki, O’nun herhangi bir davranışı bile -ki bir başkası yaptığında bir anlam taşımaz- yasal nitelik taşıyabiliyordu. Bu bakımdan Allah Teâlâ, peygamberlerin hayatını çok yakından sürekli bir denetim altında tutmuştur. Allah kendi rızası dışında birşey sokulmasın diye ve İslâmî kaide ve usullerin sahih bir biçimde sadece Allah’ın Kitabı’nda değil, yanısıra Peygamber’in (s.a) “güzel bir örnek” olan hayatında da sergilenmesi için, peygamberlerin yollarından biraz sapmaları halinde bile onları hemen düzeltmiştir.
c) Yukarıdaki hususun açıklanmasından sonra, ortaya şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Şayet Hz. Peygamber (s.a) küçük bir zaaf için bile uyarılmış, tenkid edilmiş ve bunlar Kur’an ile de kayıtlanmışsa, Hz. Peygamber’in (s.a.) bize kadar ulaşabilen tertemiz hayatı boyunca işlediği fiil ve davranışları, emir ve irşadları içinde Allah’ın tenkid ve tashih etmediklerinin tümü haktır ve Allah’ın rızasına uygundur. Dolayısıyla bizler, tereddüt etmeksizin, güvenle onları yol gösterici olarak alabiliriz.
d) Kur’an’da Hz. Peygamber’e (s.a) saygı gösterilmesi, Allah’a imanın bir şartı olarak bildirilmiştir. Bu surede ise, aynı Peygamber, hanımlarını memnun etmek için helal bir şeyi kendisine haram kıldığından ve Allah’ın kendilerini “müminlerin anneleri” şeklinde niteleyip, Müslümanlara onlara saygı göstermelerini emrettiği Peygamber hanımları, taşıdıkları bazı zaaflardan dolayı şiddetle ikaz edilmişlerdir. Üstelik Hz. Peygamber’e (s.a.) ve temiz eşlerine bu ikaz gizlice değil, açıktan yapılarak, İslâm ümmetinin gece-gündüz okuyacağı Kur’an-ı Kerim’e de kaydedilmiştir. Burada, Allah’ın maksadının Hz. Peygamber’i ve eşlerini Müslümanların gözünden düşürmek olmadığı açıkça ortadadır. Ayrıca Kur’an’ın bu suresini okumalarının Müslümanların kalbinde onlara karşı varolan saygı ve hürmeti azaltacağı da düşünülemez. Peki o halde bu meselenin Kur’an’da zikredilmesinin sebebi nedir? Bunun sebebi, Allah Teâlâ’nın müminlere, kendi önder ve büyüklerine saygı ve hürmetin sınırlarını öğretmek istemesidir. Yani, Hz. Muhammed (s.a) sadece bir peygamberdir. O (hâşâ) kendisinden hiçbir zaafın sudur etmeyeceği bir ilah değildir! Hz. Peygamber’e (s.a.) gösterilen saygı, kendisinden hiçbir zaaf ve kusurun sudur etmemesi nedeniyle değil, Allah’ın insanlara gönderdiği bir nümune-i imtisal olduğu içindir.
O’ndan küçük bir hata bile sadır olduğunda, Allah O’nu düzeltmeksizin bırakmamıştır. Bu bakımdan biz, Hz. Peygamber’in (s.a) güzel örnekliğinin Allah’ın rızasına uygun olduğuna, huzur-u kalp ile inanırız. Bunun yanısıra sahabe ve Ümmü-l Müminin de ne melektir, ne de insan üstü varlıklar!… Pekalâ onlardan da hatalar sudur edebilir. Onlara bu makamın verilmesi, onların Allah’ın Rasulü’nün, terbiyesi altında yetişip, insanlığın en güzel örnekleri olmaları nedeniyledir. Dolayısıyla onlara gösterilen saygı, her hatadan münezzeh olmalarından değil, bunun içindir. Bu yüzden Hz. Peygamber’in (s.a.) döneminde sahabelerden ya da müminlerin annelerinden hatalı bir davranış sudur ettiğinde, açıkça onlar da ikaz edilmişlerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.) düzelttiği, onların bazı hataları hadislerde kayıtlıdır. Ayrıca Müslümanların, büyükleri aşırı yüceltme hususunda ileri gitmemeleri, onları beşer hüviyetinden çıkarmamaları ve onları ilahlaştırmamaları için, onların hatalarına bizzat Allah dikkat çekerek, onları düzeltmiştir.
Kur’an’ı dikkatle mütalea eden bir kimse, bu konuda birçok örnek bulabilir. Al-i İmran Suresi’nin 152. ayetinde Allah Uhud Savaşı’ndan bahisle, sahabeye şu şekilde hitap etmiştir. “Kendi izniyle onları öldürdüğünüz sürece, Allah size va’dini doğruladı; nihayet siz korktunuz. Allah size arzu ettiğiniz galibiyeti gösterdikten sonra verilen emir hakkında çekişip, isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminizse ahireti istiyordu. Sonra Allah sizi denemek için onlara sizi mağlup ettirdi, sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkardır.”
Nur Suresi’nin 12-17. ayetlerinde ise, Hz. Aişe’ye yapılan iftiradan bahisle, sahabeye şöyle seslenilmiştir.
“Onu işittiğiniz zaman inanan erkek ve kadınların kendiliklerinden güzel zanda bulunup, “bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi? (…) Eğer size dünyada ve ahirette Allah’ın lütfu olmasaydı, içine daldığınız bu yaygarada, size mutlaka büyük bir azap dokunurdu. Çünkü siz onu dillerinize alıverdiniz ve hakkında hiç bilginiz olmayan birşeyi ağızlarınızla söylediniz ve onu önemsiz bir iş sandınız. Oysa o, Allah yanında büyük bir günahtı. Onu işittiğiniz zaman “Bunu konuşmamız bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır” demeniz gerekmez miydi? Allah size öğüt veriyor ki, eğer inananlar iseniz böyle bir şeye asla dönmeyesiniz.”
Ahzap Suresi’nde (28-29) müminlerin annelerine seslenilerek şöyle buyurulmuştur:
“Ey peygamber! Eşlerine söyle: Eğer siz dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayayım ve sizi güzellikle salıvereyim. Eğer siz, Allah’ı ve ahiret yurdunu istiyorsanız, Allah sizden güzel hareket edenlere büyük mükafat hazırlamıştır.”
Cuma Suresi’nde (11) sahabe hakkında şunlar söylenmiştir
“Bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp, ona gittiler ve Seni ayakta bıraktılar. De ki: Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
Mümtehine Suresi’nde ise, Mekke’nin fethinden önce Hz. Peygamber’in (s.a.) Mekke’ye saldırı planlarını, Kureyşlilere gizlice haber vermek isteyen Bedir ashabından Hatip bin Ebi Belta’nın bu davranışı, şiddetli bir şekilde eleştiri konusu olmuştur.
Buna benzer daha birçok örnek Kur’an’da zikredilmiştir. Yine Kur’an’da Allah Teâlâ, sahabenin ve müminlerin annelerinin yüce faziletlerini beyan ederek, kendilerinden razı olduğunun müjdesini vermiştir. İşte bu denge dolayısıyladır ki Müslümanlar; yahudi ve hıristiyanların kendi büyüklerini ilahlaştırdıkları gibi bir hataya düşmemişlerdir. Bu bakımdan hadis, tefsir ve siyer konusunda Ehl-i Sünnet’in ileri gelenleri yazdıkları eserlerde, sahabe, müminlerin anneleri ve Müslüman büyüklerin faziletlerini anlatırlarken, onların zaaf, hata ve yanılgılarını da açıklamaktan kaçınmamışlardır. Oysa bu kimseler, günümüzde onları yüceltenlerden daha kadir kıymet bilir kimselerdi.
e) Bu surede açıkça, Allah’ın insanlar hakkındaki kararlarının objektif olduğu beyan edilmiştir. Herkes imanının ve amelinin karşılığını alacaktır. İleri gelen büyük bir zat ile yakınlığı dolayısıyla hiç kimsenin ayrıca bir hak kazanması mümkün olmadığı gibi, kötü bir zat ile olan yakınlığı nedeniyle de hiçbir kimseye zarar gelmez. Bu bölümde müminlerin annelerine, Üç tip kadın örnek verilmiştir. Birincisi, Hz. Nuh ile Hz. Lut’un (a.s) hanımlarıdır. Şayet iman etmiş olsalardı, Hz. Muhammed’in (s.a) hanımları gibi, onlar da Peygamber olan kocalarının vesilesiyle Müslümanların anneleri olacaklardı. Ancak onlar tam aksi davrandıklarından, Peygamber hanımı olmalarına rağmen, cehenneme hak kazanmışlardır. İkinci olarak Allah’ın en büyük düşmanlarından Firavun’un hanımı örnek verilmiştir. O iman ederek, Firavun ve kavminin yaptıklarından kendisini ayırmıştır. Ve onlardan ayrı bir yol izlediği için, Firavun’un karısı olmasına rağmen, bunun kendisine bir zararı dokunmamıştır. Allah O’nu Cennetine layık kılmıştır. Üçüncü örnek ise, Hz. Meryem’dir. Allah O’na en yüce makamı, kendisini en şiddetli imtihana soktuğunda bile, Allah’ın emirlerine uyduğu için ihsan etmiştir. Gerçekten de Hz. Meryem’in dışında yeryüzünde hiçbir kız böylesine zor bir imtihana tabi tutulmamıştır.
O bir bakire iken, Allah kendisini mucize olarak hamile kılar ve O’ndan, bu görevi yerine getirmesini ister. O da hiç şikayet etmeksizin, gerçek müminler gibi bu görevi kabullenir ve Allah’ın emrini yerine getirir. Sonuçta Allah kendisini Cennetteki kadınların seyyidesi kılmıştır. (Müsned-i Ahmed)
Bir başka önemli gerçek ise, Allah tarafından Hz. Peygamber’e (s.a) gönderilen vahiylerin sadece Kur’an ile kayıtlanmış olmadığıdır. Yani Hz. Peygamber’e Kur’an’ın dışında da vahiy geldiği bir vakıadır. Nitekim bu surenin üçüncü ayeti, bu konuda bir delildir. Bu ayete göre, Hz. Peygamber, hanımlarından birine bir sır vermiş ama O, bu sırrı Hz. Peygamber’in (s.a.) bir başka hanımına daha açıklamıştır. Bunun üzerine Allah Teâlâ’da bu muhabereyi Rasulü’ne bildirince, hanımı “bunu sana kim haber verdi” diye sorar. Rasulüllah, “Bunu bana Alim ve Habir olan Allah haber verdi” şeklinde cevaplar. Bu noktada, “Ey peygamber, hanımın senin kendisine verdiğin sırrı filan kimseye söyledi” biçiminde bir ayetin Kur’an’ın neresinde kayıtlı bulunduğu gibi bir soru akla gelmektedir. Şayet Kur’an’da böyle bir ayet yoksa -ki yoktur-, bu Hz. Peygamber’e (s.a.) Kur’an’ın dışında da açıkça vahiy geldiğini ispatlar. Dolayısıyla hadis inkarcılarının “Rasulullah’a Kur’an dışında vahiy inmemiştir” şeklindeki iddiaları da çürümektedir.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Ey Peygamber! Allah’ın helal kıldığı1 şeyi niçin kendine haram ediyorsun? (Şunun için ki) sen hanımlarının rızasını kazanmak istiyorsun.2 Allah gafûr ve rahimdir.3
2 Allah, yeminlerinizin (keffaretle) çözülmesini size farz (veya meşrû kıldı.4 Allah, sizin mevlânız (sahibiniz, yardımcınız)dır. O, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.5
AÇIKLAMA
1. Bu ifade, aslında bir soru olarak değil, yapılan davranışın beğenilmediğini ortaya koymak için kullanılmıştır. Yani maksat, Hz. Peygamber’in (s.a.) davranışının Allah tarafından hoş karşılanmadığının vurgulanmasıdır. Bu noktada Allah’ın helal kıldığı bir şeyi, Peygamber dahi olsa hiç kimsenin haram kılma yetkisinin olmadığı kuralı ortaya çıkmaktadır. Oysa Hz. Peygamber (s.a) o şeyi akidevi olarak ve şer’an değil, sadece kendi nefsine haram kılmıştı. Ancak O, sıradan bir insan konumunda değildi ve O bir Peygamberdi. O’nun herhangi bir şeyi kendi nefsine haram kıldığında, ümmetin de o şeyi haram ya da en azından mekruh olarak kabul etme tehlikesi sözkonusuydu. Veya ümmet içerisinde bazı kimseler, kendi kendilerine birtakım haramlar ihdas ettiklerinde, hiçkimse bunda bir beis görmeyebilirdi. Bu bakımdan Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’i (s.a) bu davranışı dolayısıyla şiddetle ikaz ederek, bundan vazgeçmesini emretmiştir.
2. Bu ifadeden, Hz. Peygamber’in (s.a.) helal olan bu şeyi kendi isteği ile değil, hanımlarını memnun etmek için kendine haram kıldığı anlaşılmaktadır.
Burada Hz. Peygamber’e (s.a.) bu uyarı yapılırken, bu haram kılma sebebinin niçin açıklanmadığı sorusu akla gelebilir. Ancak burada helal bir şeyi kendisine haram kıldığı için sadece Hz. Peygamber (s.a) değil, O’nun hanımları da eleştiriye muhatap olmuşlardır. Çünkü O’nlar bir Peygamber hanımı olmanın önemini idrak edememiş ve Hz. Peygamber’i (s.a) helal bir şeyi haram kılma tehlikesi içine sokmuşlardır.
Kur’an’da, Hz. Peygamber’in (s.a) kendisine haram kıldığı nesnenin niteliği açıklanmamıştır. Fakat buna rağmen müfessir ve muhaddisler bu ayetin nüzulüne sebep olan iki vak’a zikretmişlerdir. Birincisi, Hz. Mariye hakkındadır. İkincisi ise, Hz. Peygamber’in (s.a) bal yemeyi kendisine haram etmesi ile ilgilidir.
Hz. Mariye hadisesi şu şekildedir: Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Hz. Peygamber (s.a) çeşitli hükümdarlara mektuplar göndermiştir. Bu hükümdarlardan biri de İskenderiye’nin Rum Patrik’i Mukavkıs’tır. Sözkonusu mektubu Mukavkıs’a Hz. Hatib bin Ebi Belta götürmüş, ama O, İslâm’ı kabul etmeyerek -elçiye güzel muamele ederek- Hz. Peygamber’e (s.a.) (s.a) şu cevabı göndermiştir. “Ben bir Nebinin geleceğini biliyorum ama O’nun Şam’dan çıkacağına inanıyorum. Ancak yine de Senin elçini hürmet ile karşılayıp, Sana Kıptî’ler nezdinde saygı değer iki kız gönderiyorum.” ‘İbn Sa’d) Kızlardan birinin adı, Sîrin, diğerininki Mariye’dir. (Hıristiyanlar Hz. Meryem’e Mariya ‘Meri’ derler.) Mısır dönüşü, Hz. Hatip her ikisini de İslâm’a davet etmiş, onlar da kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a) kızlar kendisine getirildiğinde, Sîrin adlı kızı Hasan bin Sabit’e cariye olarak vermiş ve Mariye’yi de kendi haremine almıştır. Hicrî 8. yılın Zilhicce ayında, Hz. Peygamber’in (s.a) Hz. Mariye’den İbrahim adlı bir oğlu dünyaya gelmiştir. (El-İstiab, El-İsabe) Hz. Mariye çok güzel bir kadındı. Nitekim Hafız İbn Hacer, El-İsabe’de Hz. Aişe’den bu sözü nakleder. “Ben hiçbir kadını Mariye kadar kıskanmadım. Çünkü O çok güzeldi ve Rasulullah’ın hoşuna gitmişti.” Bu konuda birçok kanalla rivayet edilen hadisleri şöyle özetleyebiliriz. Birgün Hz. Peygamber, Hz.Hafsa’nın odasına gelir ve O’nu bulamaz. Bunun üzerine Hz. Mariye Rasulüllah’ın (s.a) yanına gelir ve birlikte Hz. Hafsa’nın odasında bir süre kalırlar. Hz. Hafsa bundan çok gücenir ve öfkeyle Hz. Peygamber’e (s.a.) çatar. Bunun üzerine Hz. Peygamber de (s.a) O’nu memnun etmek için, bir daha Hz. Mariye ile mübaşerette bulunmayacağına söz verir. Başka bir rivayette yemin ederek bunu yaptığı söylenmektedir. Bu rivayetlerin çoğu, Tabiinden mürsel olarak nakledilmiştir. Bazı rivayetler ise, Hz. Ömer, İbni Abbas ve Ebu Hureyre’den mervidir.
İbni Hacer bu kadar rivayet karşısında Fethu’l-Bari adlı eserinde, “Bu hadisenin gerçek bir yanı olmalıdır” demektedir. Ancak Kütüb-ü Sitte’nin hiçbirinde bu olayın zikri geçmemektedir. Sadece Nesei’de Hz. Enes’ten nakledilen bir hadiste, Rasulüllah’ın (s.a) bir cariye ile temettu ettiği, Hz. Hafsa ile Hz. Aişe’nin baskı yapmaları sonucunda Hz. Peygamber’in (s.a.) o cariyeyi kendine haram kıldığı ve bunun üzerine, “Ey Peygamber, eşlerinin rızasını arayarak Allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun?” ayetinin nazil olduğu zikredilmektedir.
İkinci hadise, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesei ve birçok hadis kitabında Hz. Aişe’den nakledilmiştir ve şu şekildedir. Her ikindi namazı sonrasında eşlerinin odalarına uğramak Hz. Peygamber’in (s.a) adetiydi. Hz. Peygamber (s.a) bir süredir Zeynep binti Cahş’ın odasında daha fazla kalmaya başlamıştı, zira O’na bir yerden bal gelmişti ve Rasulüllah balı çok severdi. Dolayısıyla O’nun odasında bal şerbeti içiyordu. Hz. Aişe (r.a) şöyle anlatıyor. “Bunu çok kıskandım ve Hafsa, Sevde, Safiye ile birleşip, Rasulüllah (s.a) yanımıza geldiğinde, herbirimiz O’na ağzından meğafir kokusu geldiğini söylemeyi kararlaştırdık. Meğafir, özel kokusu olan bir çiçektir. Şayet arı, balını bu çiçekten alırsa, balında meğafir kokusu olur. Hepimiz de Rasulullah’ın (s.a) çok titiz olduğu ve kendisinden kötü bir koku yayıldığında, bundan çok rahatsız olacağını biliyorduk. Bu yüzden Hz. Peygamber’in (s.a) Hz. Zeynep’in yanında çok kalmaması için bu hileye baş vurduk. Ve gerçekten de hile tesirini gösterdi. Hanımlarının “ağzından meğafir kokusu geliyor” demeleri üzerine, Hz. Peygamber (s.a) bal yememeye söz verdi.” Bir rivayette Rasulullah’ın (s.a) sözü şu şekildedir: “Yemin ederim ki ona (bala) bir daha dönmeyeceğim.” Başka bir rivayette ise, “Ona bir daha dönmeyeceğim” denilmektedir. “Yemin” kelimesi yoktur. İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre lafız, “Allah’a yemin ederim ki içmeyeceğim” şeklindedir. (İbn Münzir, İbn Ebu Hatim, Tabarani ve İbn Merduye)
İleri gelen birçok alim ikinci hadisenin daha doğru olduğu sonucuna varmış ve birinci hadiseye pek güvenmemişlerdir. İmam Nesei, Hz. Aişe’nin bal hakkındaki rivayetinin sahih olduğunu, Rasulüllah’ın Hz. Mariye’yi kendine haram kılması olayına ise itibar edilemeyeceğini söylemektedir. Kadı İyaz ise, “Bu ayet Hz. Mariye hakkında değil, bal hakkında nazil olmuştur” demektedir. Kadı Ebu Bekir İbn El-Arabî bal rivayetinin daha sahih olduğunu söylerken, İmam Nevevi, Hafız Bedrettin el-Aynî’de aynı görüşü savunmaktadırlar. İbn Hümam, Fethu’l-Kadir adlı eserinde şunları yazmaktadır: “Bal hakkındaki rivayetler Sahîhayn’de, Hz. Aişe’den mervidir. Bu bakımdan bu görüş daha güvenilirdir.” İbn Kesir ise, “Bu ayetin Hz. Peygamber’in (s.a.) kendisine balı haram kılması üzerine nazil olduğu görüşü daha doğrudur” demektedir.
3. Yani, hanımlarını memnun etmek amacıyla helal birşeyi kendisine haram kılmak Rasulüllah’a (s.a) bulunduğu konum dolayısıyla yakışmazdı. Yoksa bu kendisinin hesaba çekilmesini gerektiren bir cürüm değildir. İşte bu yüzden Allah Teâlâ sadece O’nu ikaz edip, bu davranışını tashih etmekle yetinerek, O’nun bu zaafını bağışlamıştır.
4. “Yeminin keffareti verip, (tıpkı Maide: 89’da beyan edildiği gibi) amel ederek bu yeminden vazgeç.” Yani kendine haram ettiğin helal şeyi yeniden kullanabilirsin. Burada önemli bir fıkhi sorun ortaya çıkmıştır. Şöyle ki: Bu emir, sadece bir kimse yemin ederek bir şeyi kendisine haram kıldığında mı geçerlidir? Yahut bir kimsenin bir şeyi kendisine haram kılması, yemin etse de etmese de yemin olarak kabul edilebilir mi? Bu hususta İslâm Hukukçuları arasında görüş ayrılığı vardır.
Bir gruba göre, tahrim (bir şeyi haram kılmak) yemin sayılmaz. Sözgelimi bir kimse, “Filan şey (bu hanımı da olabilir) bana haramdır” derse, o sadece boş ve anlamsız bir söz sarfetmiş olur ve keffaret vermesi gerekmez. Keffaret vermeksizin, kendine haram kıldığı o şeyi kullanabilir. Bu görüş, Mesruk Şa’bi, Rubeyye, Ebu Seleme, İbn Cerir ve Zahiriler tarafından paylaşılmaktadır. Onlara göre, “filan şeyi kullanmak bana haramdır” denilerek yemin edilirse tahrim için keffaret gerekli olur. Onların delili, Hz. Peygamber’in (s.a) balı kendisine haram kılarken, ayrıca yemin de etmiş olmasıdır. Bu yüzden Allah, “Allah size, yeminlerinizi çözmeyi meşru kılmıştır.” diye buyurmaktadır.
İkinci bir gruba göre, tahrim (bir şeyi kendine haram kılmak) tek başına yemin sayılmaz. Ancak zevceler müstesna. Başka bir şeyi (yemek, elbise vs.) haram kılmak ise, boş bir sözdür ve keffaret verilmeksizin rücu edilebilir. Fakat zevce veya cariyenin haram kılınması halinde, tahrim vuku bulmaz ama onlara yaklaşabilmek için yemin keffaretinin verilmesi gerekmektedir. Bu görüş Şafiilere aittir. (Muğniu’l-Muhtaç) Malikiler de benzeri bir görüşe sahiptirler. (Ahkamu’l-Kur’an, İbnu’l-Arabi)
Üçüncü gruba göre tahrim, yemin kelimesi kullanılsın veya kullanılmasın yemin sayılır. Bu görüş ise, Hz. Ebu Bekir, Hz. Aişe, Hz. Ömer, İbn Mes’ud, İbn Ömer, Zeyd bin Sabit ve İbn Abbas’a aittir. Buharide nakledilen İbn Abbas’tan başka bir rivayete göre, O, “Bir kimsenin bir şeyi kendisine haram kılması birşey değildir” demiştir. Ama bu rivayet şu şekilde izah edilmiştir. Bu talak olarak kabul edilmez, sadece bir yemindir ve keffaret vermelidir. Çünkü Buhari, Müslim, ve İbni Mace’de İbn Abbas’tan nakledilen bir görüşe göre, O, “Bu şekilde kendisine bir şeyi haram kılan kimse, onun kendisine helal olabilmesi için keffaret vermelidir” demiştir.
Nesei’nin rivayetine göre bu mesele İbn Abbas’a sorulduğunda, “O kadın sana haram değildir. Fakat keffaret vermen gerekir”, diye cevap vermiştir. İbn Cerir’in rivayetinde İbn Abbas’ın kullandığı kelimeler şöyledir: “Allah’ın helal kıldığı bir şeyi kendisine haram kılan bir kimsenin yemin keffareti vermesi gerekir.” Bu görüş, Hasan Basri, Ata, Tavus, Süleyman bin Yesar, İbn Cübeyr, Katade ve Hanefiler tarafından da paylaşılmaktadır. İmam Ebu Bekir el-Cessas, şöyle yazıyor: “Bu ayetin lafzından anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber (s.a) bunu kendisine haram kılmasının yanında, ayrıca yemin de etmiştir. Bu yüzden tahrimin aynı zamanda yemin olduğunu da kabul etmek gerekir. Çünkü Allah bu tahrim için yemin keffaretini vacip kılmıştır.” Biraz ileride ise El-Cessas şunları söylüyor: “Bizim mezhebimiz (Hanefiler) tahrimi, talak niyetiyle yapılmışsa eğer, yemin olarak kabul eder. Şayet bir şahıs, hanımına, “sen bana haramsın” derse, o, “Allah’a yemin ederim ki sana yaklaşmayacağım”, demiş sayılır. Bu yüzden bu îlâ olur. Fakat o kimse, bir şey yememek üzere “bu bana haramdır” diye yemin ederse, o takdirde Allah’ın helal kıldığı bir şeyi kullanmamak üzere yemin etmiş olur. İşte bu yüzden Allah, “Allah’ın sana helal kıldığı bir şeyi, niçin kendine haram ediyorsun?” diye buyurmaktadır. Bunun yanısıra Allah Teâlâ, yeminlerin kendisinin gösterdiği biçimde çözülmesini emretmektedir ve dolayısıyla tahrimi bir yemin olarak kabul etmektedir. Tahrim kelimesi de şer’an yeminle aynı anlamdadır.”
Burada, bir erkeğin hanımını veya başka bir şeyi kendisine haram kılması hususunda İslâm Hukukçularının görüşlerini aktarmayı uygun buluyorum.
a) Hanefilere göre, bir kimsenin talak niyeti olmaksızın hanımını kendisine haram kılması veya ona yaklaşmayacağına yemin etmes, “İlâ” dır. Dolayısıyla bu durumdaki bir erkeğin hanımına yaklaşmadan önce keffaret vermesi gerekmektedir. Tam aksine, talak niyetiyle hanımını kendisine haram kılmış olursa, niyetinin açığa çıkması gerekir; 3 talak niyetiyle söylemişse, 3 talak; 1 veya 2 talak niyetiyle söylenmişse, 1 talak saylır. Şayet bir kimse, hanımını kastedmeksizin, “Bana helal olan ne varsa, haram olsun” derse, hanımı kendisine haram olmaz ama diğer helal şeyleri yemin keffareti vermeksizin kullanması caiz değildir. (Bedaiu’s-Senai Hidaye, Fethu’l-Kadir, Ahkamu’l-Kur’an, el-Cessas)
b) Şafiilere göre, bir kimse hanımını talak veya zıhar niyetiyle kendisine haram kılmış ise, niyet ettiği vuku bulur. Ric’i Talaka niyet etmişse Ric’i Talak, Bain Talaka niyet etmişse Bain Talak, Zıhara niyet etmişse Zıhar vuku bulur. Şayet talak ve zıhar lafızlarının her ikisini de kullanarak, hanımını haram kılarsa, hangisini kastettiği kendisine sorulur. Çünkü hem talak hem de zıhar aynı zamanda geçerli olmaz. Talak ile nikah sona erebilirken, zıhar ile sona ermez. Hiçbir niyeti olmaksızın hanımı haram kılmışsa, bu tahrim değildir.
Ama yemin keffareti vermek zorundadır. Şayet hanımının dışında başka birşeyi haram kılmışsa, bu sadece boş bir sözdür, keffaret gerekmez. (Muğniu’l-Muhtaç)
c) Malikilere göre, kişinin hanımının dışında birşeyi kendisine haram kılmasıyla o şey kendisine haram olmaz veya ayrıca kullanmak için de keffaret vermesi gerekli değildir. Fakat hanımına, “Ben sana haramım” veya “Sen bana haramsın” derse, aralarında mübaşeret olsun-olmasın, 3 talak vuku bulur. Ancak üç talaktan daha azına niyet etmesi müstesnadır. Esbağ’a göre, bir kimse hanımını istisna etmeksizin, “Herkes bana haramdır” derse, hanımı kendisine haram olur. Fakat El-Müdevvene adlı eserde medhule (zifaf görmüş evli kadın) ile gayri medhule (zifaf görmemiş evli kadın) arasında fark görülmüştür. Niyet ne olursa olsun medhulenin haram kılınması halinde üç talak vukubulur. Ancak gayrı medhulenin haram kılınması halinde kaç talaka niyet edilmişse, o kabul edilir. Talakın adedi düşünülmeksizin haram kılınmışsa üç talak vuku bulur. (Haşiyetu’d-Dusuki) Kadı İbnu’l-Arabi, Ahkamu’l-Kur’an’da İmam Malik’ten üç görüş nakletmiştir.
1) Erkeğin, hanımını kendisine haram kılması, Talak-ı Baindir, 2) Üç talaktır, 3) Kadın medhule ise, her halükârda üç talaktır, gayrimedhule ise, talaka niyet edilmişse 1 talaktır. Daha sonra ise şöyle denilmektedir: “Kadının haram kılınması bir talaktır; zira hanımına “sen bana haramsın” demek yerine “talak” veren bir erkek, sayı belirtmemişse bir talak vuku bulur.
Ahmed bin Hanbel’den bu konuda üç görüş nakledilmektedir. 1) Bir kimsenin hanımını veya helal olan bir kadını kendisine kesinlikle haram kılması halinde, niyeti zihar olsun-olmasın, zıhar vuku bulur. 2) Böyle bir davranış (tahrim) talak vermenin açık bir ifadesidir ve niyeti ne olursa olsun, 3 talak vuku bulur. 3) Talak veya zıhar niyeti yoksa, bu bir yemindir. Aksi takdirde hangisine niyet etmişse, o vukubulur. Hanbeliler içinde bunlardan en meşhuru birinci görüştür.
5. Yani, Allah sizin Sahibiniz ve Velinizdir. O sizler için neyin hayırlı olmadığını daha iyi bilir. O’nun tüm emirleri, baştan sona hikmete dayalıdır. Burada iki husus zihinlere yerleştirilmektedir. Birincisi, “Sizler başıboş bırakılmış değilsiniz. Siz Allah’ın kulu, O’da sizin Sahibinizdir. Dolayısıyla sizlerin, O’nun tayin ettiği yolu ve emirlerini değiştirmeye hakkınız yoktur. Size düşen, O’nun her buyruğuna itaat etmektir.” İkincisi, “Allah’ın emirleri ve gösterdiği yol, ilim ve hikmete dayanmaktadır. O’nun helal kıldığı veya haram olduğunu bildirdiği herşey ilim ve hikmet dahilindedir.” Bu bakımdan Allah’a iman eden kimseler, Alim ve Hakim olanın kendilerinin değil, Allah’ın olduğunu ve kendi iyiliklerinin ancak Alim ve Hakim olan Allah’a uymaya bağlı bulunduğunu anlamaları gerekmektedir.
3 Hani Peygamber, eşlerinden bazılarına gizli bir söz söylemişti. Derken o (eşlerinden biri), bunu haber verip Allah da ona bunu açığa vurunca, o da (Peygamber) bir kısmını açıklamış bir kısmını (söylemekten) vazgeçmişti. Sonunda ona kendisi haberi verince (eşi) demişti ki “Bunu sana kim haber verdi?” O da “Bana bilen, (herşeyden) haberdar olan (Allah) haber verdi” demişti.”6
4 Eğer sizler (Peygamberin iki eşi) Allah’a tevbe ederseniz (ne güzel); çünkü kalbleriniz eğrilik gösterdi.7 Yok eğer ona karşı birbirinize destekçi olmağa kalkışırsanız,8 artık Allah, Onun mevlâsıdır; Cibril de ve mü’minlerin salih olan(lar)ı da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler.9
AÇIKLAMA
6. Muhtelif rivayetlerde, Hz. Peygamber’in (s.a) hanımına haber verip, O’nun bir diğer hanımına açıkladığı sır ile ilgili olarak birçok şeyler söylenmiştir. Oysa bizim görevimiz öncelikle bu sırrın ne olduğunu araştırmak değildir. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’in (s.a.) hanımını, zaten bu sırrı ifşa ettiği için tenkid etmiştir. O halde bu sırrın ne olduğunu araştırıp, ifşa etmek bizler için nasıl doğru olabilir? Ayrıca bu ayet, sözkonusu sırrı açıklamak için nazil olmamıştır. Bu bakımdan, bu sırrın bilinmesinin bizim için hiçbir önemi yoktur. Çünkü bu sırrın bilinmesi bizler için önemli ve gerekli olsaydı Allah Teâlâ onu zaten beyan ederdi.
Asıl maksat, Hz. Peygamber’in (s.a.) hanımlarını yapılan bir hata dolayısıyla uyarmak ve kendilerine önemli bir şahsiyetin hanımları olduklarını hatırlatmaktır. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.), hanımlarından birine verdiği sır açıklanarak saklı tutulmamıştır. Bu, sıradan bir karı koca arasında olan, normal bir mesele değildi. Öyle olsaydı eğer, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’e (s.a) doğrudan haber vermezdi elbette. Allah Teâlâ, sadece vahyetmekle kalmamış, yanısıra kıyamete kadar okunacak olan Kur’an’da kayda dahi geçirmiştir. Bu hadisenin önemi, o kadının sıradan bir insanın hanımı olmayıp, kendisinin hassas bir konumda olduğu yüce bir zatın hanımı olması nedeniyledir. O kimse ki, bir yandan kafir, müşrik ve münafıklara karşı sürekli mücadele verirken, diğer yandan küfür düzeninin yerine, İslâm düzenini ikama etmek için çetin bir savaş içindeydi. Böylesine önemli bir şahsiyetin evinde, birçok önemli sırlar tartışılabilir. Şayet bu sırlar, vaktinden önce dışarıya sızarsa, o şahsiyetin mücadelesini verdiği dava pekala zarar görebilirdi. Bu bakımdan o evdeki hanımlardan birisinin, sırrı başkasına söyleme şeklindeki bir zaafı ortaya çıkınca, (gerçi sırrın kendisine açıklandığı kimse de ev halkındandı ama buna rağmen) o şahıs hemen uyarılmıştır. Üstelik bu uyarı gizlice değil, açıkça Kur’an’da yapılmıştır. Bu, sadece Hz. Peygamber’in (s.a.) hanımlarına değil, İslâm toplumunda görevli ve sorumlu olan her Müslümanın hanımına bir dersti. Ayette sırrın ne olduğundan hiçbir şekilde bahsedilmediği gibi, ne tür tehlikelerin doğabileceğine de değinilmemiştir. Zaten burada sırrın bir başkasına aktarılması tenkit konusu olmuştur. Çünkü böylesine önemli sorumluluklar taşıyan bir kimsenin evindeki hanımlarının bu tür bir zaafı yüzünden sırlar saklanamıyorsa eğer, belki bugün önemsiz bir sırrın ifşasından bir zarar gelmeyebilir ama, yarın bu daha önemli bir sır olabilir ve ifşa edilmesi halinde sözkonusu kimsenin hakkında mücadele ettiği davanın büyük yaralar alması ihtimal dahiline girer. Bir toplumda önemli bir konumda olan kimsenin evinde, elbette o derece önemli ve nazik meseleler, sırlar bahis konusu olacaktır.
7. “Fekad sağat kulûbukuma”; “Sağu” kelimesi, lügatte dönmek, eğrilmek ve yönelmek anlamlarına gelir. Şah Veliyyullah Dihlevî, bu cümleyi, “Kalbinizin tüm aynaları eğrilmişti” şeklinde, Şah Refîuddin ise, “Sizin kalbiniz eğrilmişti” şeklinde tercüme etmişlerdir. İbn Mes’ud, İbn Abbas, Süfyan Sevrî ve Dahhak; bu cümleye “Kalpleriniz doğru yoldan uzaklaşmıştı” diye, İmam Razi ise “Kalpleriniz haktan uzaklaşmıştı” diye anlam verir.
Hak’tan maksat da, Rasulullah’ın getirdiği haktır. Alleme Alusî de bu ayeti şu şekilde anlamlandırır: “Rasulüllah’ın beğendiğini beğenip, beğenmediğini beğenmemek suretiyle, O’na uymanız gerektiğinden, kalpleriniz O’na uymamış ve aksine karşı gelmişti.”
8. “Ve in tezahera aleyhi”; “Tezahür”, bir kimseye karşı birlik olmak anlamına gelir. Şah Veliyyullah Dihlevî bu cümleyi, “Ve eğer Peygamberi incitmek için birlik olursanız (…)” Şah Abdülkadir, “Ve eğer ikiniz birden O’na karşı çıkarsanız”, Mevlana Şebbir Ahmet Osmanî, “Ve eğer sizler bu tutum ve davranışı sürdürürseniz (…)” şeklinde tercüme etmiştir.
Ayetin lafzından iki kadına hitap edildiği bellidir. Ayrıca siyak ve sibaktan bu iki kadının Hz. Peygamber’in (s.a.) hanımları olduğu da anlaşılmaktadır. Çünkü surenin ilk beş ayeti onlarla ilgilidir. Nitekim bu, Kur’an’ın uslubundan da anlaşılmaktadır. Ancak buradaki sorun, bu iki hanımın kimler olduğudur ve hangi zaafları dolayısıyla uyarılmışlardır? Bu olayı ayrıntılarıyla birlikte hadislerden öğrenebiliyoruz. Bu hadisler Müsned-i Ahmed, Buhari, Tirmizi ve Neseî’de İbn Abbas’tan mervi olmak üzere nakledilmişlerdir ve bazı kelime farklılıkları ile birlikte şu şekilde özetlemek mümkündür: Ben bir süredir Hz. Ömer’e, haklarında ayet nazil olan Hz. Peygamber’in (s.a) hanımlarının kim olduğunu sormayı düşünüyor ama heybetinden ötürü O’na bunu sormaya cesaret edemiyordum. Hacc için yola çıktığında ben de O’nunla birlikteydim. Hac dönüşü bir yerde konakladık ve abdest alırken ben O’na bu soruyu sordum. O da “Aişe ile Hafsa” cevabını verdi. Ve daha sonra şöyle anlatmaya başladı: “Biz Kureyş erkekleri kendi hanımlarımıza hakim kimselerdik. Ama Medine’ye gittiğimizde, orada kadınların kocalarına hakim olduğunu gördük. Bizim hanımlar da onlardan etkilendiler. Bir gün hanımıma kızdım, o bana karşılık verdi. (Buradaki lafız aynen şu şekildedir: “Fe iza hiye turaciunî”) O’nun bana bu şekilde karşılık vermesi hiç hoşuma gitmemişti. Bunun üzerine o bana şöyle dedi: “Ben niçin sana bu şekilde karşılık vermiyeyim. Allah’a yemin ederim ki, Rasulüllah’ın (s.a) hanımları da O’na böyle karşılık veriyorlar. (Buradaki lafız aynen şöyledir: “Li yuraciûnehû”) ve Rasulüllah’a günlerce dargın kalabiliyorlar.” (Buhari’nin rivayetinde, “Rasulüllah (s.a) onlara günlerce dargın kalıyor” şeklindedir.)
Bunun üzerine Hafsa’ya (Rasulüllah’ın hanımı Hz. Ömer’in kızıydı) gittim ve O’na “Sen Rasulallah’a (s.a) karşılık mı veriyorsun?” diye sordum. O da “evet” diye cevap verdi. Ben yine, “Bazılarınız günlerce Rasülullah’a dargın mı kalıyor?” (Buharî’nin rivayetinde “Rasülullah (s.a.) sizlere günlerce dargınmı kalıyor” diye sordum. O yine “evet” diye cevap verdi. Ben de, “Kim böyle yaparsa o helak olmuştur ve hüsrandadır. Sizler Allah’ın Rasulü’nden hiç korkmuyor musunuz? Allah Rasulü kime gazap ederse Allah’da ona gazap verir ve onu helak eder. Sakın sen Rasulüllah’a karşılık verme! (La türâ ci’î) O’ndan birşey isteme, ne ihtiyacın varsa gel, benim malımdan al. Sen o komşuna özenme. Çünkü O (Hz. Aişe) senden güzeldir ve Rasulüllah’ın (s.a) yanında daha makbuldür” dedim, oradan çıkarak aynı zamanda akrabam da olan Ümmü Seleme’ye gittim ve bu mesele hakkındaki düşüncelerini sordum. O da bana, “Ya İbn Hattab! Sen tuhaf bir adamsın. Herşeye karışıyorsun. Şimdi Rasulüllah’ın hanımlarına da mı karışmaya başladın?” diye cevap verdi. Doğrusu onun bu sözleri cesaretimi kırmıştı. Daha sonra Ensar’dan olan komşum bana geldi ve seslendi. Biz onunla sırayla Rasulüllah’ın (s.a) meclisine gidiyor, bir gün o, birgün ben mecliste olanlardan birbirimizi haberdar ediyorduk. O günlerde Gassan Meliki’nin saldırı tehlikesi içinde yaşıyorduk. Bu yüzden O bana seslendiğinde, “Ne oldu, Gassanlılar mı saldırdı?” dedim. O “Hayır, bundan daha önemli bir mesele oldu?” Rasulüllah hanımlarını boşadı” deyince, ben de “Hafsa helak oldu” (Buhari’nin rivayetinde “Hafsa ve Aişe helak oldu”) dedim ve zaten bu korku içindeydim.”
Hz. Ömer’in Rasulüllah’ı (s.a) yatıştırmaya çalıştığını anlatan olayın bundan sonraki bölümünü zikretmeye gerek duymadım. Bu olayın sıralamasını, Müsned-i Ahmed ile Buhari’nin rivayetlerini bir araya getirmek suretiyle yaptım. Metinde geçen ‘müracaat” kelimesi, lüğavî anlamıyla kullanılmamıştır. Ancak ifadenin siyak ve sibakından, bu kelimenin mukabele etmek, karşılık vermek anlamında kullanıldığı belli olmaktadır. Hz. Ömer’in, kızına, “La türâcı’î Rasulullah” derken aslında kızına “Rasulullah’a küstahlık yapma” demek istediği ortadadır. Bazı kimseler bu tercümenin hatalı olduğunu söyleyerek, “Müracaat kelimesinin karşılık vermek, yüzüne karşı söz söylemek şeklinde tercüme edilmesi doğrudur ama küstahlık şeklinde bir anlam vermek hatalıdır” diye itirazda bulunmuşlardır. Oysa bu kimseler bir türlü, memurun amirine karşılık vermesinin küstahlık sayılacağını anlamıyorlar.
Söz gelimi bir baba oğluna öfkeyle bağırdığında, oğlu edebi dolayısıyla susar yahut özür dileme yerine karşılık verirse, onun bu davranışı küstahlıktan başka bir şekilde anlaşılamaz. Sözkonusu olayda ise bir tarafta baba, bir tarafta oğul değil, bir tarafta Allah’ın Rasulü, diğer tarafta ümmetin bir ferdi bulunmaktadır. Bu davranışın bir küstahlık olduğunu hâlâ kavrayamayan kimse, herhalde çok kalın kafalı biri olmalıdır!..
Bazı kimseler, bizim bu tercümemizi, sahabeye karşı saygısızlık olarak nitelemişlerdir. Oysa bu bir saygısızlık değildir. Ben kendiliğimden bu kelimeyi Hz. Hafsa’ya karşı kullansaydım, o zaman gerçekten saygısızlık yapmış olurdum. Ama ben Hz. Ömer’in kullandığı ifadenin anlamını vermekten öte bir şey yapmadım. O da bu ifadeyi kızının yanlış bir davranışı üzerine serzenişte bulunurken kullanmıştır. Bunun şimdi saygısızlık ile ne alâkası var? Bir baba kızına serzenişte bulunurken, edebe riayet etme zorunluluğunda mıdır? Bu serzenişi tercüme edip, kendi diline çevirirken, mütercim elbette kelimeyi tahrif ederek edepli bir şekle sokamaz!
Şayet bu hadise, Hz. Peygamber’in (s.a) hanımlarına birşeyler söylemesi ve onların da kendisine karşılık vermesi kadar önemsizse, Allah Teâlâ, niçin Kur’an’da Peygamber’in hanımlarını şiddetle ikaz etmiştir? Hz. Ömer bu hadise ile ilgili olarak, neden bu derece şiddetli bir şekilde kızına serzenişte bulunmuştur? Ve yine O niçin Peygamber’in hanımlarına gidip, onları Allah’ın azabı ile korkutmuştur? Ayrıca Hz. Peygamber (s.a) küçük meseleler yüzünden hanımlarına darılacak kadar alıngan mıydı? Yine Hz. Peygamber (s.a) basit bir sebepten darılır darılmaz, hanımları ile ilişkisini kesip, odasına kapanacak kadar aceleci bir mizaca mı sahiptir? Tüm bu sorular üzerinde düşünen bir kimse, sonuçta şu iki yoldan birini seçecektir. Ya Allah’a ve Rasulü’ne söz söylenmesine aldırmayacak kadar Hz. Peygamber’in (s.a.) hanımlarına hürmet gösterecek, ya da Hz. Peygamber’in (s.a.) hanımlarının yaptığı davranışın, O’nun kendilerine öfkelenmesini gerektirecek derecede ağır olduğunu kabul edecektir. İşte bu ikinci şıkkın doğru olması nedeniyle Allah, Rasulü’ne (s.a) hak verip, onların sözkonusu tutumunu şiddetle yermiştir.
9. Yani, Rasulüllah’a (s.a) karşı birlik olup cephe kurmak sadece kendilerine zarar verir. Çünkü Mevla’sı Allah, Cibril ve melekler de dostu olan kimseye, hiçbir ittifak karşı koyamaz.
5 Belki onun Rabbi, -eğer o sizi boşayacak olursa- ona sizin yerinize sizlerden daha hayırlı10 Müslüman, Mü’min,11 gönülden itaat eden,12 tevbe eden,13 ibadet eden,14 oruç tutan,15 dul ve bakire eşler verir.
6 Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır,16 üzerinde oldukça sert, güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler.17
AÇIKLAMA
10. Bu ifadeden, sorunun sadece Hz. Aişe ile Hz. Hafsa olmadığı ve Rasul’ün (s.a) diğer hanımlarının da az çok hatalar yaptıkları anlaşılmaktadır. Bu nedenle tesniye (ikil) kullanımdan hemen sonra, Hz. Peygamber’in (s.a.) tüm hanımları uyarılmışlardır. Her ne kadar Kur’an’da söz konusu hatanın mahiyeti açıklanmamış ise de, hadislerde bazı ayrıntılar bulunmaktadır. Biz şimdi onları naklediyoruz.
Buhari’de Hz. Enes’ten rivayet olunduğuna göre, Hz. Ömer, “Rasulüllah’ın hanımları sırf aralarındaki rekabet nedeniyle, O’nu rahatsız ediyorlardı. Bunun üzerine ben de onlara, Rasulüllah (s.a) şayet sizleri boşarsa, Allah kendisine sizlerden daha iyi eşler nasip eder” dedim” diye buyurmuştur.
İbn Ebi Hatim, Hz. Ömer’in bu sözlerini, yine Hz. Enes’ten mervi olmak üzere şu şekilde nakletmiştir. “Hz. Peygamber’in (s.a.) hanımları ile arasının açıldığını haber aldım ve hemen onlardan herbirinin yanına giderek, “Sizler Rasulullah’ı (s.a) rahatsız etmekten vazgeçin. Yoksa Allah O’na, sizin yerinize daha iyi hanımlar bağışlar. En son hanımıyla konuşacağım zaman (Buhari’nin rivayetine göre bu Ümmü Seleme’dir), o bana “Ey Ömer! Rasulüllah’ın (s.a) kendi hanımlarına nasihat etmesi yeterli değilmi ki sen onlara nasihat ediyorsun?” dedi ve ben bunun üzerine sustum, sonra Allah bu ayeti inzal etti.
Müslim’de İbn Abbas’tan rivayet olunduğuna göre, Hz. Ömer bu olayı şöyle anlatmıştır. “Hz. Peygamber’in (s.a) odasına çekildiğini haber alınca, hemen Mescid’i Nebevî’ye gittim. Herkes mescitte mahzun mahzun oturuyor, küçük çakıl taşlarıyla oynayarak içlerindeki sıkıntıyı açığa vuruyorlardı. Bazıları da Hz. Peygamber’in (s.a.) hanımlarını boşaması hakkında konuşuyordu.” Hz. Ömer daha sonra Hz. Aişe ile Hz. Hafsa’ya gidip, nasihat ettiğini ve Rasulüllah’ın (s.a) huzuruna varıp şöyle dediğini nakleder. “Hanımlarınız hakkında üzülmeyin. Şayet onları boşarsanız Allah sizin yanınızdadır. Cebrail, Mikail, Melekler, Ben, Ebu Bekir ve müminler sizinle beraberiz. Allah’a hamdolsun ki pekçok kez benim söylediklerim ve Allah’tan ümit ettiklerim tasdik olmuştu. Bu sefer de Tahrim Suresi’nin bu ayetleri nazil oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e (s.a.), hanımlarını boşayıp, boşamadığını sordum. O “Hayır” dedi. Ben Mescid’in kapısında yüksek sesle, “Rasulüllah (s.a) hanımlarını boşamamıştır” diye bağırdım.
Buhari’de Hz. Enes’ten, Müslim’de, İbn Abbas, Hz. Aişe ve Ebu Hüreyre’den şöyle bir rivayet nakledilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a) bir aylığına hanımlarından ayrı kalacağına söz verir. 29 gün geçtikten sonra, Cibril gelerek kendisine, “Yeminin tamamlandı, bir ay doldu” der.
Hafız Bedreddinu’l-Aynî, “Umdetu’l-Karî” adlı eserinde, Hz. Peygamber’in (s.a.) hanımlarının, bir grup Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve Hz. Safiye, diğer grup Hz. Zeynep, Hz. Ümmi Seleme ve öteki hanımları olmak üzere iki gruba ayrıldıklarını bildiren bir rivayeti nakleder.
Tüm bu rivayetlerden, Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’in (s.a) hanımlarının davranışlarını düzeltmek amacıyla müdahalesini gerektirecek kadar, Rasulüllah’ın (s.a) günlerinin çok sıkıntılı geçtiği anlaşılmaktadır.
Bu kadınlar her ne kadar toplumun en güzide hanımları olsalar da, nihayet insandılar ve beşeri zaaflardan beri değillerdi. Bazı zamanlar sürekli yokluk çekmeleri nedeniyle fakirlikten şikayet eder, Rasulüllah’tan refah istedikleri olurdu. Bu yüzden Allah, Ahzap: 28-29’u indirerek, onlara “Şayet ahiret hayatını ve onun refahını istiyorlarsa sabır ve şükür ile tüm bu zorluklara, Rasül’ün (s.a) yanında katlanmaları gerektiğini telkin ve tavsiye etmiştir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahzab an: 41 ve giriş bölümü) Zaman zaman ise kadınlarda bulunan bazı fıtrî zaaflar nedeniyle, bir Peygamber hanımına yakışmayacak hatalar yapıyorlardı. Hz. Peygamber’in (s.a), hayatındaki bu sıkıntılar nedeniyle, mücadelesini verdiği İslâm davasının zarar görmemesi için, Allah O’nun hanımlarını bu ayetleri inzal ederek uyarmıştır. “İçinde bulunduğunuz konumun hassasiyetini idrak edin. Sizler bir Peygamber hanımısınız. Sizlerin evi, herhangi bir kadının evi gibi değildir”. Bu ayetlerin ilk cümlesini bile duyduklarında, Peygamber’in (s.a) hanımları dehşet içinde kalmışlardır. Böylesine bir uyarıdan daha ne etkili olabilir? “Şayet Peygamber sizi boşarsa, Allah O’na sizden daha iyi eşler bağışlar”, Bu uyarı bile onlar için yeterince ağırdı. Yani, “Sizler müminlerin anneleri olmak şerefini yitirecek ve sizden daha hayırlı olan başka kadınlar Rasul’ün hanımları olacaklardır.” Bu uyarı sonrasında, Hz. Peygamber’in (s.a.) hanımlarından, Allah’ın uyarısını gerektirecek türde bir hata sadır olmamıştır. Bu bakımdan Kur’an’da biri Ahzab Suresi, diğeri Tahrim Suresi olmak üzere iki yerde Hz. Peygamber’in (s.a.) hanımlarına uyarıda bulunulmuştur.
11. “Müslim” ve “Mümin” kelimeleri birarada kullanıldığında, Müslim, Allah’ın emirlerine göre davranan; Mümin, samimi bir kalple iman eden kimse anlamına gelir. Bu bakımdan Müslüman kadınların birinci vasıfları, samimiyetle Allah’a, Rasulü’ne ve O’nun getirdiği dine iman etmek ve ahlâk, adalet ve muamelatta Allah’ın dinine fiilen uymak olmalıdır.
12. “Kanitat” iki anlama da gelir. Birincisi, “Allah’a ve Rasulü’ne tabi olan ikincisi, ‘Kocaya itaat eden”
13. “Tâibât” “Tâib” bir kimseye sıfat olarak kullanıldığında “Bir kez tevbe eden” değil, sürekli Allah’tan günahları dolayısıyla af dileyen, vicdanî hassasiyetiyle kendi zaaf ve hatalarını hissedip, Allah’tan utanan demektir. Bu özelliklere sahip olan bir kimse tekebbür göstermez, onda kendini beğenmişlik duygusu bulunmaz, yumuşak ve halim bir kişiliğe sahip olur.
14. “Abidât” ibadet eden bir kimse, elbette ibadet etmeyen bir kimse gibi Allah’tan gafil olmaz. Bir kadının iyi bir zevce olmasında bu vasfın çok büyük bir etkisi vardır. İbadet eden bir kadın, Allah’ın sınırlarını hiçbir zaman çiğnemez. Hak sahiplerine haklarını verir. İmanı her daim diridir, vicdanı hassas olur. Böyle kadınlardan, Allah’ın emirlerinden yüz çevirmeleri asla beklenmez.
15. “Sâihâtin”; bir çok sahabe ve tabiin bu kelimeyi “Saimat” şeklinde iza etmişlerdir. Bu kelime oruç için seyahat etmek münasebetiyle kullanılmıştır. Kadim dönemlerde birçok rahip ve derviş seyahat ederken yanlarında yiyecek taşımazdı. Bu yüzden de yiyecek bulana kadar aç kalırlardı. Dolayısıyla oruç tutmak, iftara kadar bir kimsenin aç kalması demek olduğundan, bir çeşit dervişlik sayılır. ibn Cerir, Tevbe: 12’nin tefsirinde Hz. Aişe’nin şu sözünü nakletmiştir: “Bu ümmetin seyahatı oruçtur.” Burada salih kadınlar tanımlanırken, “Oruç tutarlar” denmesiyle, sadece Ramazan orucu tutmaları değil, nafile oruç tutmaları da kastolunmuştur.
Hz. peygamber’in (s.a) hanımlarına, “Şayet Rasul (s.a) sizi boşarsa, Allah O’na bu sıfatlara haiz kadınlar verir” şeklinde hitap edilmiş olması, bu sıfatların onlarda bulunmamasını gerektirmez. Denmek istenen şudur: “Rasul’e eziyet veren davranışlarınızı terkedin ve bunun yerine o güzel sıfatları daha da geliştirmek için çokça çaba sarfedin.”
16. Bu ayette, kişinin, sadece kendisini Allah’ın azabından kurtarmasının yeterli olamayacağı, gücü yettiğince ailesini Allah’ın sevdiği kullar olacakları şekilde yetiştirmesinin de kendi sorumluluğu içinde olduğu bildirilmiştir. Şayet onlar cehennem yolunu tutmuşlarsa, gücü nisbetinde onlara engel olmaya çalışmalıdır. Sadece onların bu dünyadaki refahlarını değil, ahirette cehennemin yakıtı olmamalarını da düşünmelidir. Buhari’de İbn Ömer’den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Hepiniz yöneticisiniz ve yönettiklerinizden sorumlusunuz. Hükümdar halkından, erkek ailesinden, kadın kocasının evinden ve çocuklarından sorumludur.”
Cehennemin yakıtı insanlar ve taşlardır. Taşlar ile muhtemelen “Taş kömürü” kastediliyor olabilir. İbn Mesud, İbn Abbas, Mücahid, İmam Muhammed el-Bakır ve Süddî bu taşın kükürt taşı olduğu görüşündedirler.
17. Yani onlar, sadece suçluya verilen cezayı uygulayacaklar ve bu konuda hiç merhamet etmeyeceklerdir.
7 Ey küfretmekte olanlar, bugün özür beyan etmeyin. Siz ancak yapmakta olduklarınızla cezalandırılıyorsunuz.18
8 Ey iman edenler, Allah’a kesin (nasuh) bir tevbe ile tevbe edin. 19Olabilir ki, Allah, sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere sokar.20 O gün Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman etmekte olanları küçük düşürmeyecektir.21 Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşup-parıldar. Derler ki: “Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz sen, her şeye güç yetirensin.”22
AÇIKLAMA
18. İki ayetin üslubunda da, Müslümanlara şiddetli bir ikaz saklıdır. Birincisinde, Müslümanlara “Ailenizi bu korkunç azaptan kurtarın” diye seslenilirken, ikincisinde ise Cehennem azabına çarptırılacak olan grup kafir şeklinde nitelenmiştir. Bu üslupla, Müslümanların öbür dünyada sonlarının kafirler gibi olmaması için, bu dünyada onlar gibi tutum ve davranışlar içerisinde olmaktan sakınmaları gerektiği anlaşılmaktadır.
19. “Tevbeten nasûha”; Nasuh, lugatte, ihlas ve iyilik karşılığında kullanılır. Kendisinde mum vs. bulunmayan, saf ve halis bal, “aslı nasih” denilir.
Sökülmüş bir elbise, dikildikten sonra, “nasahat’us-Sevb” ifadesi kullanılır. Bu bakımdan, “nasuh bir tevbe” dendiğinde lugavî olarak kendisinde riya ve nifaktan birşey bulundurmayan bir tevbe anlaşılır. Yahut günahlardan tevbe edip, insanın kendi nefsini kötü bir sondan kurtarması veya kişinin işlediği bir günahtan tövbe edip, ıslah olarak dinindeki bir açığı kapatması ya da başkalarına örnek ve onların selametlerine vesile olacak derecede tevbe ederek, hayatını düzeltmesi de anlaşılabilir. Tüm bunlar ifadenin lügavî karşılıklarıdır. İstılahî anlamı ise hadisler vasıtasıyla elde edilmektedir. Örneğin İbn Ebi Hatim’in Zirr bin Hubeyş’ten naklettiğine göre, o şöyle demiştir: “Ben Ubey bin Kab’e” Tevbeten Nasuha”nın anlamını sorduğumda, O bana şu şekilde cevap verdi. “Bu soruyu ben de Rasulüllah’a (s.a) sordum ve O bana: “Bir günah işlediğinde, günahından pişmanlık duyup, Allah’tan af dilemen ve bir daha o günahı işlememendir.” Aynı anlamda bir söz İbn Mes’ud, Hz. Ömer, İbn Abbas’tan nakledilmiştir. Başka bir rivayette Hz. Ömer nasuh tevbesini şöyle tarif etmiştir: “Kişinin bir günahı tekrar işlemekten sakınması ve bir daha böyle bir günahı aklına bile getirmemesidir.” (İbn Cerir) Hz. Ali, bir defasında bir bedevinin tevbe ve istiğfar kelimelerini aceleyle tekrarladığını görür ve “Bu sahte bir tevbedir”der. Bedevi “O halde sahih tevbe nasıl olur?” diye sorduğunda, Hz. Ali şöyle cevap verir: “Tevbenin sahih olabilmesi için 6 şart gerekir. 1) Yaptığına pişman olman, 2) Gaflet ettiğin farzları yerine getirmen, 3) Gasbettiğin hakkı geri vermen, 4) Eziyet ettiğin kimseden özür dilemen, 5) İşlediğin günahı tekrarlamamaya azmetmen, 6) Nefsini Allah’a itaatle eğitip, günah işlerken zevk aldığın gibi, Allah’a itaat ederken de sıkıntı çekmen. (Keşşaf) Tevbe ile ilgili diğer bir takım hususlarında anlaşılması gerekmektedir. Birincisi, Tevbe, kişinin Allah’a yaptığı itaatsizlikten pişman olmasıdır. Yoksa bir günahtan uzak durabilmek için, kişinin kendi kendisine söz vermesi yahut sıhhat, kötü şöhret ve mal kaybı gibi nedenler dolayısıyla şarap içmekten vazgeçmek tevbe tanımına girmez. İkincisi, Allah’a itaatsizlik yaptığını hisseden kimse, hemen oyalanmadan tevbe edip, günahını telafi yoluna gitmelidir. Üçüncüsü, Tevbe ettikten sonra günah işleyen kimse, tekrar tekrar tevbe edip günah işlememelidir. Bu şekilde davranan bir kimsenin bu davranışı, onun tevbesinin sahte olduğuna bir delildir. Çünkü tevbenin asıl ruhu, insanın işlediği günah sonrasında pişman olmasıdır. Fakat sürekli aynı günahı işleyen kimse, gerçekte pişman olmamış demektir. Dördüncüsü, samimiyetle tevbe edip, bir daha o günahı işlememeye azmeden kimse, yine de beşerî zaaf dolayısıyla aynı günahı işlediğinde, tevbe ettiği günah tazelenmiş olmaz. Lakin o kimse sonra işlediği ganahından tevbe edip, bu günahı tekrarlamayacağına daha bir kuvvetle azmetmelidir.
Beşincisi, kişinin, işlediği günahı her hatırlayışında tevbe etmesi gerekmez. Ancak o kişinin nefsi, daha önce işlediği günahtan hâlâ haz alıyorsa, o takdirde tekrar tekrar tevbe etmelidir. Ta ki o günahını hatırladığında pişmanlık duyana kadar… Bu bakımdan gerçekten Allah korkusuyla, işlediği günahtan tevbe eden kimse, artık o günahından haz almaz. Çünkü o Allah’a itaatsizlik yapmıştır. Ve buna rağmen işlediği günahtan haz almaya devam ediyorsa, bu onun kalbinde, Allah korkusunun henüz kök salmadığının işaretidir.
20. Ayetin lafzı iyice düşünüldüğünde, “Tevbe ederseniz, sizi muhakkak affedeceğim ve cennete koyacağım” denilmediği farkedilecektir. Sadece “samimiyetle tevbe ederseniz, ola ki Allah sizi affeder ve cennetine koyar” şeklinde ümit verilmektedir. Bunun anlamı şudur: Günah işleyen bir kimseye ceza verilmeyip, onu affettikten sonra Allah’ın cennete sokması vacip değildir. Ancak onun günahını affedip, onu mükafatlandırmak Allah’ın bir lütfu olur. Dolayısıyla bir kul Allah’tan mağfiret ümit etmeli ama tevbe ettikten sonra affedilirim diye günah işlememelidir.
21. Yani, bir müminin yaptığı iyi ameller ve onların mükafatı zail olmaz. Yani kafir ve münafıklar, müminler hakkında “inandılar da ne oldu?” diyebilme fırsatını asla elde edemeyeceklerdir. Sonuçta zelil ve rezil olacak olanlar Allah’a isyan edenlerdir, itaat edenler değil.
22. Bu ayetle Hadid Suresi’nin 12-13. ayetlerini birlikte müteala ettiğimizde, mminlerin önlerindeki nurun, haşr meydanından cennete kadar beraberlerinde geleceği anlaşılmaktadır. Haşr meydanında cehennem ehli karanlıklar içerisinde çırpınıp dururlarken, müminler bu nur ile yollarında yürüyeceklerdir. Herkesin karanlıklar içerisinde ahu figan eylediği böylesine nazik bir atmosferde, müminler de kendi işledikleri günah ve hataları düşünüp, “Sakın biz de bu nurdan mahrum olup, o bedbahtların haline düşmeyelim!” diye bu nurun kendilerine yetip yetmeyeceği endişesi içerisinde olacaklar ve şöyle dua edeceklerdir: “Rabbimiz! nurumuzu tamamla, bize mağfiret et, bu nur bize cennete kadar yetsin.” İbn Cerir, İbn Abbas’tan şöyle bir görüş nakletmiştir: “Rabbena etmim lena nurena” onlar “Ey Allah’ım bu nuru sırat köprüsünden geçene kadar bize nasip eyle!” diye dua edeceklerdir. Hasan Basri, Mücahid ve Dahhak’ın yorumları da hemen hemen bu şekildedir. İbn Kesir, onlara ait şöyle bir görüş nakleder: “Müminler, münafıkların nurdan mahrum kaldıklarını (onlara yetmediğini) görünce, Allah’tan bu nurun devamını dileyeceklerdir. (İzah için bkz. Hadid an: 17)
9 Ey Peygamber, kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı ‘sert ve caydırıcı’ davran.23 Onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir dönüş yeridir o.
10 Allah, küfretmekte olanlara, Nuh’un eşini ve Lut’un eşini örnek olarak verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikâhları-altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler.24 Bundan dolayı, onlara (kocaları) kendilerine Allah’tan gelen hiç bir şeyle yarar sağlamadılar. İkisine de: “Ateşe diğer girenlerle birlikte girin” denildi.
11 Allah, iman etmekte olanlara da Firavun’un karısını örnek olarak verdi. Hani demişti ki; “Rabbim bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun yaptıklarından kurtar25 ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.”
12 İmran’ın kızı Meryem’i 26de. Ki o kendi ırzını korumuştu.27 Böylece biz de ona kendi ruhumuzdan üfledik.28 O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı.29
AÇIKLAMA
23. İzah için bkz. Tevbe an: 82
24. Bu ihanet, onların zina yaptıkları anlamına gelmez. Bu ifadenin anlamı, onların iman yolunda olan Hz. Nuh ve Hz. Lut’a karşı din düşmanlarıyla işbirliği yapmış olmalarıdır. İbn Abbas, hiçbir Peygamber’in hanımının zina suçu işlemediğini söylemektedir. Bu iki kadının ihaneti dini bakımdandı. Onlar Hz. Nuh ve Hz. Lut’un getirdiği dini kabul etmemişlerdi. Hz. Nuh’un hanımı kendi toplumundaki zalimlere, müminleri ihbar ederken, Hz. Lut’un hanımı, kocasına gelen misafirleri ahlaksız zorbalara jurnallıyordu. (İbn Cerir)
25. Yani, “Firavun’un kötü amellerine ve onun kötü sonuna beni de ortak etme”
26. Hz. Meryem’in babasının adının İmran olması veya Hz. Meryem’in İmran soyundan olması, her ikisi de mümkündür.
27. Bu, Hz. İsa’nın (s.a) doğumunun gayrimeşru bir ilişkinin sonucu olduğu iftirasını atan Yahudilerin ithamına bir reddiyedir. Nitekim Nisa: 15-16’da bu zalimlerin aynı şekildeki ithamı, “bühtan’ı azim” diye nitelenmişti. (İzah için bkz. Nisa an: 190)
28. Yani, “O hiçbir erkekle ilişki kurmadan, O’nun rahmine “can” koyduk.” (Bkz. Nisa an: 212-213, Enbiya an: 89)
29. Bu üç tip kadının ne gayeyle örnek verildiğini anlamak için, bu surenin Giriş Bölümüne bakınız.