TEĞABUN SURESİ
Adı: Surenin adı 9. ayetinden alınmıştır.
Nüzul Zamanı: Mukatil ve Kelbî’nin bu surenin bir kısmının Mekke’de diğer bir kısmının da Medine’de nazil olduğunu söylemelerine karşılık, İbn Abbas ve Ata bin Yessar ise, 13 ayetin Mekke’de, geri kalan ayetlerin ise, Medine’de nazil olduğunu söylemektedirler. Fakat müfessirlerin çoğu, bu sureyi Medeni olarak nitelemişlerdir. Surenin nüzul zamanını tayin etmemize yarayacak hiçbir ipucu bulunmamasına karşı, muhtevasından onun Medine’nin başlangıç dönemlerinde nazil olduğu anlaşılabilir. Bu bakımdan surenin uslûbu hem Mekki hem de Medeni ayetlerin uslûbuna benzemektedir.
Konu: Bu surenin konusu, iman ve itaat etmeye çağrı ve güzel ahlâkın esasları ile ilgilidir. İlk dört ayette tüm insanlara seslenilirken, 5. ayetten 10. ayete kadar Kur’an’ın davetini reddeden kimselere, buradan surenin sonuna kadar da İslâm’ı kabul edenlere seslenilmiştir.
Tüm insanlara hitap edilirken, birkaç cümleyle şu 4 temel hakikat anlatılmıştır.
a) İçinde yaşamakta olduğunuz bu kainat sahipsiz değildir. Onun yaratıcısı ve idare edeni Mutlak Kadir olan Allah’tır. O’nun her tür noksanlıktan münezzeh olduğuna, kainattaki her zerre şehadet etmektedir.
b) Bu kainat amaçsız yaratılmamıştır, bilakis onun varlığı bir hikmete dayanmaktadır. Bu kainatın bir eğlence için yaratılmış olduğu ve böylece son bulacağı şeklindeki bir yanlış zanna sakın kapılmayın.
c) Allah sizleri en güzel şekilde yaratmış, küfür ve imanı seçmede serbest bırakmıştır. Elbette bu, maksatsız yapılmamıştır. Küfrü veya imanı seçtiğinizde sonuç farklı olacaktır. Allah size bu seçme hürriyetini vermek suretiyle bu hürriyeti nasıl kullanacağınızı, hakkı mı, batılı mı seçeceğinizi denemektedir.
d) Sizler, başıboş ve sorumsuz bırakıldığınızı zannetmeyin. En sonunda Allah’a dönecek ve o herşeyi Bilen’in huzuruna geleceksiniz. Hiçbir şeyiniz O’ndan gizli değildir. O sizin niyet ve hayallerinizi dahi bilir.
Kainat ve insan hakkında bu 4 temel hakikat beyan edildikten sonra, hitap, kafirlere çevrilmiştir. Onların dikkati insanlık tarihi üzerine çekilerek, dünyaya gelip, yükselen ve sonunda helak olan toplumlara değinilmiştir. İnsan aklı bu vakıayı nasıl açıklamaya çalışırsa çalışsın, Allah Teâlâ bunun iki temel nedene dayandığını beyan eder.
a) O toplumlara peygamberler gönderilmiş ve peygamberler onları doğru yola davet etmelerine rağmen, onlar bu daveti reddetmişlerdir. Bu inatçılıkları neticesinde, Allah onları kendi başlarına bırakmış ve onlar da kendi felsefelerine dayanarak bir dalâletten, diğerine sürüklenip durmuşlardır.
b) O toplumlar, hayatın dünyaya mahsus olduğunu ve hesap verecekleri başka bir dünyanın olmadığını sanarak, ahiret inancını reddetmişlerdir. Bu düşünceleri nedeniyle, tüm hayatları fesad olmuş ve dünyayı ancak Allah’ın, azabıyla temizleyebileceği bir pislikle doldurmuşlardır.
İnsanlık tarihindeki bu iki temel gerçeğin beyan edilmesi sonrasında kafirler, “Şayet sizler de kendi akibetinizin, önceki toplumlar gibi olmasını istemiyorsanız, Allah’ın ‘Kur’an’ olarak peygamberine inzal ettiği yol göstericiye tabi olun” denilerek uyarılmışlardır. Ayrıca önceki ve sonrakilerin bir araya toplanarak, herkesin yaptıklarının ortaya döküleceği o günün mutlaka geleceği konusunda da ikaz edilmişlerdir. Herkesin gelecekteki hayatı, dünyada yaptıkları dikkate alınarak takdir edilecektir. İman edip salih amel işleyenler ebedi Cennet hayatına hak kazanırlarken, inkar edip fesad işleyenler daimi Cehennem azabına müstehak olacaklardır.
Bu bölümden sonra, iman edenlere seslenilerek bazı talimatlar verilmiştir.
a) Dünyada hiçbir musibet Allah’ın izni olmaksızın insanın başına gelemez. Kötü şartlarda müminler sabırlı olmalı, sebat göstermelidirler. Allah sabredenleri kendi yoluna iletecektir. Bir kimse korku nedeniyle imanından dönse bile, Allah’ın izni olmaksızın kendine gelen musibetten kurtulamaz. Üstelik o kimse kendisini en büyük musibete sokmuş olur. En büyük musibet ise, Allah’ın hidayetinden mahrum olmaktan başka bir şey değildir.
b) Mümin iman etmekle herşeyin bittiğini sanmamalıdır. İman edildikten sonra Allah’a ve Rasulü’ne de itaat edilmesi gerekir. Allah’a itaatten yüz çeviren kimse, gelecek zararla ilgili tüm sorumluluğu üstüne almış demektir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), hakkı tebliğ ettikten sonra sorumluluğu o kimseye vermiştir.
c) Mümin kimse, sadece kendisine ve bir başkasının gücüne itimat etmez. O yalnızca Allah’a güvenir.
d) Bir mümin için mal, evlat, eş önemli birer imtihan sebebidirler. Çünkü bir mümini iman ve itaatten çoğunlukla bunlar alıkoyar. Bu bakımdan onlar, doğrudan veya dolaylı bunların kendilerini imandan ayırmaması için hassas olmaları gerektiği konusunda uyarılmışlardır. Yine müminler nefislerini mala tapma fitnesinden koruyabilmek için mallarını Allah yolunda sarf etmelidirler.
e) Her insan, gücü nisbetinde sorumluluk taşır. Allah hiçbir insandan gücü üstünde bir işi gerçekleştirmesini istemez. Ancak müminler, güçleri yettiğinde Allah korkusu içinde yaşamaya, söz, davranış ve münasebetlerinde, zaafları dolayısıyla Allah’ın hududunu çiğnememeye gayret göstermelidirler.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih etmektedir.1 Mülk2 de O’nundur, hamd3 (övgü) de O’nundur. O, her şeye güç yetirendir.
2 Sizi yaratan O’dur; buna rağmen sizden kiminiz kâfirdir, kiminiz ise mü’min.5 Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.6
3 Gökleri ve yeri hak olmak üzere yarattı ve size düzenli bir biçim (suret) verdi; suretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş O’nadır.7
AÇIKLAMA
1. İzah için bkz. Hadid an: 1. Sonraki konu düşünüldüğünde niçin bu cümleyle giriş yapıldığı anlaşılmaktadır. Zira daha sonraki ayetlerde kainatı Allah’ın yarattığı, sahibi ve hükümdarının sadece O olduğu hakikati beyan edilmiştir. O, bu kainatı boş yere yaratmamıştır. Bilakis kainatın yaratılışı bir hikmete dayanır. İnsanoğlu bu kainatta başıboş bırakılmadığı gibi, yaptıklarından hesaba da çekilecektir. Çünkü bu kainatın sahibi, herşeyden haberdardır ve kainatta olan herşey O’nun bilgisi dahilindedir.
Görüldüğü gibi bu konuya en uygun giriş ancak bu cümleyle (Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı anmaktadır.) yapılabilirdi. Mevki ve mahal itibariyle girişteki bu cümlenin anlamı şöyledir: “Yerden, göğe ve hatta fezanın derinliklerine kadar dikkatli baktığınızda, herşeyin Allah’ın zaaf, ayıp ve noksanlardan münezzeh olduğuna şehadet ettiğini görürsünüz. Şayet O’nun zat, sıfat, fiil ve işlerinde küçük bir noksanlık ya da kusur olsaydı, böylesine mükemmel bir nizama sahip olan kainatın ayakta kalması mümkün olmazdı. Aksine biz bu kainatın eksiksiz, muazzam bir işleyişi olduğunu müşahede ediyoruz.
2. Yani, kainatın yegane Meliki O’dur. O, kainatı yaratıp harekete geçirmekle kalmayıp, her an bu kainatı idare etmektedir. O’nun bu yönetiminde hiçbir kimsenin ortaklığı sözkonusu değildir. Şayet mahlukatın bir kısmında geçici ve sınırlı bir tasarruf yetkisi bulunuyorsa, bu yetkiyi onlar, kendiliklerinden (zorla) elde etmiş değildirler. Bu yetkiyi onlara Allah Teâlâ vermiştir. Allah’ın dilediği bir zamana kadar, bu yetkilerini ellerinde tutabilirler. Dilediğinde ise, Allah, bu yetkiyi onlardan alır.
3. Diğer bir ifadeyle, hamde layık olan sadece O’dur. Başkalarının hamde layık yanları varsa bile, bu, Allah’ın onlara bir lütfudur. Şayet hamd, şükür anlamında ele alınırsa, bundan şükre asıl müstehak olanın Allah olduğu sonucu çıkar. Çünkü tüm nimetleri O yaratmıştır ve mahlukata O’nun dışında ihsan eden kimse yoktur. Bir kimse, bir iyilik yaptığında, bizim kendisine ettiğimiz teşekkür, Allah’ın yarattığı nimetlerin onun vasıtasıyla bize ulaşması nedeniyledir. Yoksa bu nimetleri yaratan o kimse değildir ve hiç kimse Allah’ın yardımı olmaksızın o nimetleri bize ulaştıramaz.
4. Yani, Kadir-i Mutlak’tır ve hiçbir kuvvet O’nun kudretini sınırlayamaz.
5. Bu ifadeye dört şekilde anlam vermek mümkündür ve hepsi de geçerlidir.
a) “Sizi O yarattı. Sonra bazılarınız O’nun yaratıcı olduğunu kabul ederken, bazılarınız inkar etti.” Bu anlam, birinci ve ikinci cümlenin birlikte okunmasından çıkmaktadır…
b) “Sizi O yarattı ve mümin veya kafir olmakta sizleri serbest bıraktı. O bu konuda sizleri zorlamadı. İman veya inkârınızdan sorumlu olan sizlersiniz.” Bu anlamı sonra gelen, “Allah yaptıklarınızı görmektedir.” şeklindeki cümle de teyid etmektedir.Yani, size bu serbestiyi vermekle, sizin bu serbestiyi nasıl kullanacağınızı denemektedir.
c) “O, iman edersiniz diye, sizi selim fıtrat üzere yarattı. Ancak bu fıtrat üzere yaratıldıktan sonra, kimileriniz fıtratının aksine inkar etmiş, kimileriniz ise fıtratı doğrultusunda iman etmek suretiyle, yaratıcısına tabi olmuştur.” Bu ayet Rum Suresi’nin 30. ayeti ile birlikte mütaala edildiğinde, yukarıdaki anlam daha sarih anlaşılır. “O halde yüzünü hanif olarak dine, Allah’ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtrata döndür.” “Allah’ın yaratılışında bir değişim yoktur. İşte dosdoğru din. Ama insanların çoğu bilmiyorlar.”
Hz. Peygamber’in (s.a.) birçok hadisi de bu konuya ışık tutmaktadır. Rasulullah (s.a) birçok hadisinde, insanın fıtrat üzere doğduğunu, ama sonra harici etkilerle küfr, şirk ve dalâlete düştüğünü söylemiştir. (İzah için bkz. Rum an: 42-47) Burada ayrıca, hiçbir semavî kitapta insanın doğuştan günahkar olduğu inancının bulunmadığına dikkat çekmek gerekir. Ancak 1500 yıl önce ilk kez Hıristiyanlar, bu düşünceyi asıl inançları arasına sokmuşlardır. Bu gün bile bazı Katolik kilisesinin alimleri, Kitab-ı Mukaddes’te böyle bir inancın dayanaklarının olmadığını itiraf etmektedirler. Kitab-ı Mukaddes üzerindeki uzmanlığıyla tanınan Alman papaz Herbert Haag, “Kitab-ı Mukaddes’te İlk Günah İnancının Temelleri Var mıdır?” adlı eserinde şöyle demektedir: “Başlangıcından 3. asra kadar Hıristiyanlık’ta ilk günah inancı mevcut değildi. Daha sonraları ilk günah inancı yayılmaya başlayınca, birçok hıristiyan alimi bu bid’ate karşı 200 sene mücadele etmiştir. Fakat en sonunda 5. asırda St. Agustin, mantığını kullanarak, insanoğlunun Adem Baba’sının günahını miras olarak devraldığını, ama İsa Mesih’in kefareti ile birlikte insanların felaha erdiğini ileri süren bu düşünceyi diğer hıristiyanlara da kabul ettirmiştir.”
d) Allah’ın sizi nasıl yarattığını düşünecek olursanız O’nun size verdiği nimetlerden, yine O’nun verdiği vücut sayesinde istifade edebildiğinizi görürsünüz. Şayet O sizi bu şekilde yaratmış olmasaydı, sizler Yaratıcınıza karşı gelme imkanı bile bulamazdınız. Fakat bazılarınız hiç düşünmeden, yahut yanlış düşünerek inkar yoluna geçerken, bazılarınız da iman ederek, fıtrat üzere olan doğru yola tabi olurlar.
6. Bu cümlenin anlamı, maddi bir görmeyi ifade etmekten öte, amellerin değerlendirilip, ona göre karşılığın verilmesini tazammun eder. Tıpkı bir amirin, memuruna “Nasıl çalıştığını bir görelim hele!” demesi gibi. Yani, “Bir bakalım, iyi çalışırsan terfi edersin, kötü çalışırsan karşılığını ona göre alırsın.”
7. Bu ayette üç husus arka arkaya açıklanmıştır ve aralarında sıkı bir irtibat vardır.
“Gökleri ve yeri (kainatı) hak ile yarattı.” Buradaki “hak ile” şeklindeki ibareyle, bir haber verilmek isteniyorsa, kuşkusuz bu haber gerçektir. Şayet kainatın Allah’ın emri ile yaratıldığı anlatılmak isteniyorsa, elbette kainat adaletle yaratılmıştır. Yok eğer bu bir görüş (söz) ise, doğrudur. Ya da fiili bir anlam kastediliyorsa, bu “kainat hikmete dayalı yaratılmıştır” demiştir. Yani bu kainatı yaratan onu başıboş, anlamsız yaratmamıştır. Ardında bir hikmet vardır. Ve bir maksad için yaratılmıştır. Bu kainatın içinde ne yaratılmışsa mutlak surette bir fonksiyonu (görevi) vardır.
Buna dayanarak, insanoğlunun kullanmakta olduğu birçok icadlar yapılmıştır. (İzah için bkz. En’am an: 46, Yunus an: 11, İbrahim an: 26, Nahl an: 6, Enbiya an: 15-16, Müminun an: 102, Ankebut an: 75, Rum an: 6, Duhan an: 34, Casiye an: 28.)
“Sizi şekillendirdi, şekillerinizi güzel yaptı” Bu ifade ile insanın sadece yüzü değil, Allah’ın insana bağışladığı ve onların yardımıyla insanın hayatını idame ettirdiği bedeni yapısı ile kuvvet ve yetenekleri kastolunmaktadır. İnsan bu iki özelliğiyle diğer tüm mahluktan üstündür ve dolayısıyla onlar üzerinde hüküm sürmektedir.
İnsana kullanabilmesi için münasip oranlarda boy, el, ayak ve diğer organlar verilirken bilgi elde edebilmesi için hissiyat, elde ettiği bilgiden yararlanabilmesi için düşünme ve muhakeme yeteneği beyin (feraset) ve istediği yolu seçmesi ve Allah’ın verdiği yetenekleri hangi yolda kullanacağının bilinmesi için irade kuvveti bağışlanmıştır. Yine insana, yaratıcısına inanıp, inanmama, O’ndan yüz çevirme, başka ilahlar edinme, hatta Allah’a karşı savaş açma özgürlüğü dahi verilmiştir. Tüm bu yetenekleri ona vermekle Allah Teâlâ, diğer mahlukat üzerinde, insana fiilen sahip olduğu bir iktidar bağışlamıştır. (İzah için bkz. Mümin an: 91)
Bu iki hususun açıklanmasından sonra doğal olarak ortaya şu sonuç çıkar: “Dönüş O’nadır!” Böylesine mükemmel ve hikmete dayanan bu kainat içinde, kendisine sınırlı bir özgürlük, yetenek ve tasarruf hakkı verilen insana, bu nimetleri nasıl kullandığının sorulacağı aşikardır. İşte “Dönüş O’nadır!” ifadesinin anlamı budur. Daha sonraki ayette, bu dönüş tüm insanlığın ahirette yeniden dirilip, sorguya çekileceği vakittir. İnsana ancak o zaman, bu dünyada kendisine verilen özgürlüğü hak yolda mı, batıl yolda mı kullanmış olduğu dikkate alınarak, yaptıklarına, “karşılık” verilecektir. Bu noktada şu tür sorular akla gelebilir: “Ceza ve mükafatın bu dünyada iken verilmesi mümkün değil mi?” veya “Ceza ve mükafatı ahirete ertelemek gerekir mi?” ya da “Niçin tüm insanlığın diriltildiği gün, yani aynı zamanda ceza ve mükafaat veriliyor?” İnsan biraz düşündüğünde niçin böyle yapıldığını anlar ve sebebini makul karşılar. Zira insanın dünyada iken yaptıklarının etkisi, onun ölümüyle sona ermez. Aksine yaptıklarının etkisi insan öldükten sonra da, gelecek nesillere sirayet eder. Dolayısıyla insanın yaptıklarının tam karşılığı, tüm insanlık bir araya geldikten sonra verilebilir. (İzah için bkz. A’raf an: 30, Yunus an: 10-11, Hud an: 105, Nahl an: 35, Hac an: 9, Neml an: 27, Rum an: 5-6, Sad an: 29-30, Mümin an: 80, Casiye an: 27-29)
4 Göklerde ve yerde olanların tümünü bilir; sizin saklı tutmakta olduklarınızı da, açığa vurduklarınızı da bilir.8 Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.9
5 Bundan önce küfre sapmış bulunanların haberi size gelmedi mi? İşte onlar, işlerinin vebalini taddılar.10 Onlar için acı bir azab vardır.
6 Bu, kendilerine apaçık belgelerle11 peygamberler geldiği halde onların “bizi bir beşer mi hidayete ulaştıracak?”12 demeleri ve bu yüzden küfre saparak yüz çevirmeleri nedeniyledir. Allah da (onlara karşı) müstağni olduğunu (hiç bir şeye ihtiyacı olmadığını) gösterdi. Allah Ğaniy’dir, Hamid’dir.13
7 Küfre sapmış bulunanlar, kendilerinin kesin olarak diriltmeyeceklerini öne sürdüler.14 De ki: “Hayır, Rabbim adına andolsun, siz, muhakkak diriltileceksiniz,15 sonra mutlaka yaptıklarınız size haber verilecektir.16 Bu da Allah’a göre oldukça kolaydır.17
AÇIKLAMA
8. Diğer anlamı, “Gizlice veya açıktan her ne yaparsanız onu bilir” şeklinde de olabilir.
9. Yani, O sadece insanın başkalarının da görebileceği fiillerine değil, başkalarının göremeyeceği fiillerine de vakıftır.
Ayrıca Allah insanın yaptıklarının sadece zahirini değil, gizli niyet ve gerçek maksatlarını da bilir. Bu öyle bir gerçektir ki insan biraz düşünürse, asıl adaletin kıyamet gününde Allah’ın huzurunda tecelli edebileceğini kabul etmeye mecbur kalır. Akıl, insanın yaptığı her suçun cezasının verilmesini gerektirir. Oysa insanın işlediği pek çok suçun gizli kaldığı veya şahit olmadığı için ceza verilmediği ya da açıkça suç işlemesine rağmen gücünden dolayı kendisinin cezalandırılmadığı gibi hususlar, işlenen bir suçun zahirine bakılarak karar vermekle kalınmaması, suçlunun sözkonusu suçu işlerken niyetin ne olduğu, nasıl bir ortamda o suçu işlediği, niyetinin gerçekten suç işlemek mi olduğu, bilerek mi yaptığı vs. gibi hususların da araştırılarak bilinmesi gerekmektedir. Zaten sırf bu gereklilik nedeniyle dünyadaki yargı organları bile, karar vermeden önce bu şartları araştırırlar. Ancak bu dünyada bir olayı tüm yönleriyle öğrenebilmek ne derece mümkün olabilir? Bu bakımdan, sözkonusu ayet ile göklerin ve yerin hak ile yaratılmasını beyan eden ayet arasında kuvvetli bir bağ mevcuttur. Çünkü adaletin yerini bulması için, yapılan fiilin her yönüyle ortaya çıkması gerekir ki böylece o fiili işleyenin niyeti, iradesi içinde bulunduğu ortam vs. bilinebilsin. Kainatın yaratıcısından başka hiç kimsenin böyle bir bilgiye sahip olamayacağı aşikardır. Binaenaleyh hüküm verebilir. Allah’ı ve ahireti inkar eden kimseye gelince, aslında o böyle düşünmekle kainatın haksızlık ve adaletsizlik üzerine kurulduğunu idda etmiş olmaktadır. Böylesine akılsızca öne sürülen bir faraziyeyi de sadece hayasız olan kimseler kabul edebilir. Ne tuhaftır ki, bu tür kimseler kendilerini ilerici ve akıllı, Kur’an’ın kainat telakkisine inananları da utanmadan gerici ve karanlık kafalı zannederler.
10. Yani onların dünyada çektikleri ceza, suçlarının tam karşılığı değildir. Asıl ceza onlara ahirette verilecektir. Ancak onların çarptırıldıkları cezadan, başka insanlar; Allah’a isyan eden toplumların sonlarının nasıl olduğunu görmeleri bakımından bir ders alabilirler. (İzah için bkz. A’raf an: 5-6, Hud an:105)
11. “Beyyinat” kelimesinin anlam sahası çok geniştir. Lugatta açıklık ve sarahat anlamında kullanılır. a) Peygamberlerin “Beyyinat” ile gönderilmeleri, onların Allah tarafından açık işaretler ile gönderildiklerine ve bu açık işaretlerin kendilerinin Allah tarafından görevli kılındıklarına şehadet ettiği anlamına gelir. b) Peygamberlerin söyledikleri tamamıyla makuldür ve delillere dayanmaktadır. c) Peygamberlerin getirdiği öğreti, üstü kapalı, anlaşılmaz değildir. Bilakis Hak ve Batıl’ın, Haram ve Helâlin Dalâletin ve Hidayetin ne olduğunu açıkça beyan ederler.
12. Bu onların helâk olmalarının ilk ve temel nedeniydi. İnsanoğlunun, bu dünyada Allah’ın yol göstermesi olmaksızın doğru yolu bulması mümkün değildir. Allah insanların doğru yolu bulabilmeleri amacıyla içlerinden birisi vasıtasıyla talimatlar göndermiş ve peygamberlerine “beyyinat” vererek, insanların, onların hak üzere olduklarını anlamalarını istemiştir.
Ancak onlar, bir beşerin peygamber olabileceğini dahi kabul etmekten kaçınmışlardır. Böylece onların, hidayeti bulmalarına yardımcı olabilecek bir vasıtaları kalmamıştır. (İzah için bkz. Yasin an: 11) İnsanın bu konudaki sapkınlığın ve bilgisizliği çok şaşırtıcıdır. Öyle ki bir peygambere inanmaktan kaçınırken, başka insanların önderliğini, ağaç ve taşların ilahlığını kabullenmede tereddüt dahi etmez. Hatta bir beşerin Allah’ın oğlu olduğuna bile inanır. İnsanoğlu böyledir. Dalâlette olan önderlerini taklid ederek acaip hallere düşerken, Allah tarafından hak üzere gelen, çıkarlarını gözetmeksizin, karşılıksız kendisine hakkı tebliğ eden bir peygamber için, “Bir beşer mi bizi doğru yola iletecek” diyebilmektedir. Bu, şu demektir: Şayet bir beşer kendilerini dalâlete götürürse kabul edilmelidir, ama hak yola götürmeye çalışırsa reddedilmelidir!
13. Yani, onlar Allah’ın hidayetinden yüz çevirirlerse, hangi dalâlete düşerlerse düşsünler, Allah da onlarla ilgilenmez. Allah’ın onlardan bir menfaati yoktur. Eğer onlar Allah’a inanmazlar ise, O’nun hükümranlığı yıkılmaz. Allah’ın onların ibadetine ihtiyacı olmadığı gibi, hamdü senalarına da ihtiyacı yoktur. Allah onlara kendi menfaatleri için doğru yolu göstermektedir. Şayet onlar Allah’tan yüz çevirirlerse, Allah da onları kendi haline bırakır, onları muhafaza etmez ve dalâlete düşmekten onları korumaz. Çünkü onlar Allah’ın hidayet ve velayetine talip değillerdir.
14. Bu (ahireti inkâr), onların helak olmalarının ve dalâlete düşmelerinin ikinci temel nedeniydi. Oysa ahireti inkâr edenlerin ellerinde kesin hiçbir delil yoktur. Nitekim günümüzde de böyledir. Ve hiçbir zaman da ölümden sonra başka bir hayatın olmayacağına delil bulunamayacaktır. Fakat buna rağmen bu akılsızlar çok iddialı bir şekilde ahiretin olmadığını söylerler. Ancak bu iddialarının akli ve bilimsel bir dayanağı yoktur.
15. Bununla üçüncü kez Allah, peygamberine, “De ki: Hayır, Rabbim hakkı için muhakkak diriltileceksiniz” diye buyurmuştur. İlki, Yunus: 53’te, “Sahiden bu gerçek midir? diye senden haber soruyorlar, de ki: Evet, Rabbim hakkı için o gerçektir. Siz onu önleyemezsiniz.” İkincisi, Sebe: 3’te, “İnkar edenler, Kıyamet saati bize gelmez” dediler. De ki: Hayır gaybı bilen Rabbim hakkı için o mutlaka size gelecektir” buyurulmuştur.
Burada, “Ahireti inkâr edenler için Allah adına yemin edilip edilmemesi ne anlam taşıyabilir?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Buna şöyle cevap verilebilir. Hz. Peygamber’in (s.a) muhatapları kendi tecrübe ve bilgileri dolayısıyla çok iyi biliyorlardı ki O, hayatı boyunca yalan söylememiştir. Yine onlar Hz. Peygamber’e (s.a) ne kadar iftira atsalar da, günlük hayatında dahi hiçbir surette yalan söylememiş böyle bir insanın, yakîn hasıl etmeden Allah adını anarak asla yalan söylemeyeceğini hiç değilse vicdanlarında biliyorlardı.
Ayrıca O sadece ahiret akidesini tebliğ etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu inancı destekleyen makul deliller de öne sürüyordu. İşte bu noktada bir peygamber ile bir filozof arasındaki fark ortaya çıkar: Filozof ahiret ile ilgili çok sağlam deliller öne sürebilir, ama onun yaptığı ahiretin vukubulacağını daha makul delillerle ispat etmekten öte bir şey değildir. Oysa bir peygamber, bir filozoftan daha üstündür. Çünkü bir peygamber akli delillerle ahireti ispatlamak konumunda değildir.
Bilakis O, bu konuda ilim sahibidir ve elde ettiği yakîn ile “Ahiret mutlaka vuku bulacaktır” diyebilme konumundadır. Fakat bir filozof yemin edemez; zira onun ahiret hakkındaki imanı (bilgisi) yine bir peygamberin verdiği haberle meydana gelmiştir. Ayrıca bir filozofun sözleri, değil başkalarını, kendisini bile ikna edecek derecede ve imanına temel olacak kuvvette değildir. En akıllı filozof dahi, “böyle olmalıdır” demekten ötesini söyleyemez ve ancak bir peygamber “mutlaka vuku bulacaktır” diyebilir.
16. İnsanoğlunun yeniden diriltilmesinin amacı, yaptıklarından hesaba çekileceği içindir. Bu surenin ilk dört ayeti gözönünde tutulduğunda, hak ve adalet üzere yaratılan kainatta, insanın küfür ve iman seçiminde serbest bırakılmış olduğu anlaşılır. Ayrıca kainattaki pek çok şey insanoğlunun tasarrufu altına verilmiştir. O bunları hayatı boyunca, küfür ve isyan için kullanır ve böylece dünyaya fesat yayılır yahut bunları imanı doğrultusunda kullanır ve dünyayı güzellik kaplar. Ölümden sonra hesap sorulmayacağını sanmak ve iyiliğe mükafat, kötülüğe ceza verilmeyeceğini düşünmek akılsızlıktır. Çünkü böyle düşünen bir kimse, ya kainatın yaratılmasının bir hikmete dayandığını ama, insanın başıboş ve sorumsuz bırakıldığını sanıyordur, ya da bu kainatın bir tesadüf eseri oluştuğunu ve ardında bir hikmetin bulunmadığını düşünüyordur. Birinci şekilde, kullanılan mantıkta çelişki vardır; zira bu kainatın yaratılışı bir hikmete dayanıyorsa, insan gibi varlığın başıboş ve sorumsuz bırakılması, hikmet ve adaletle uyuşmaz. İkinci şekilde, kainatın tesadüfen oluştuğu gibi bir iddianın kabul edilmesi mümkün değildir; zira tesadüfen oluşmuş bu kainatta, akıl sahibi bir varlığın yaratılmış olması izah edilemez. Yine bu varlığın aklına, adalet düşüncesini (adaleti talep etmeyi) kim koymuştur? Akılsız bir varlık, akıllı bir varlık yaratamaz. Bu kadar saçma bir düşünce üzerinde hala ısrar eden bir kimse ya çok inatçı biridir ya da felsefenin içinde boğularak, aklını kaybetmiştir.
17. Bu, ahiretin varlığını ispatlayan ikinci bir delildir. Birincisi, “Ahiret hayatı vuku bulmalıdır” şeklindeydi. İkincisi de, “Ahiret hayatının vuku bulması mümkündür” şeklindedir. Kainat gibi koca bir nizamı ve içinde insanı yaratan Allah’a, insanları yeniden diriltip sorguya çekmek niçin güç olsun?
8 “Şu halde Allah’a, O’nun Resulüne ve indirdiğimiz nur (Kur’an)a iman edin.18 Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.”
9 Sizi toplanma günü için bir arada toplayacağı gün;19 Kim Allah’a iman edip salih bir amelde bulunursa,21 (Allah) onun kötülüklerini örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük ‘mutluluk ve kurtuluş (fevz)’ budur.
AÇIKLAMA
18. Yani, “Toplumların helâk olmalarının nedeni, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamaları ve ahireti inkâr etmeleriydi. Bu bir gerçektir ve insanlık tarihi de bu gerçeğe şahitlik etmektedir. Şimdi sizler aynı yolu izlemede ısrar ederek, kendinizi helâke davet etmiş olursunuz. Bu konuda boşuna ısrar etmeyin ve Allah’ın Rasulü ile Kur’an’ın davetine icabet edin. Burada siyak ve sibaktan “Nur” ile Kur’an’ın kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. Nur nasıl kendiliğinden görünür ve civarında daha önceden karanlıkta olan her şey meydana çıkarsa, Kur’an’ın ışığı da bir gerçektir ve nur gibi parlamaktadır. Böylece onun ışığından insan, ilmin ve aklın yetmediği meseleleri anlamaktadır. Kur’an’ın ışığı ile düşünce ve davranışların sayısız yolları arasında doğru yol açıkça görülür. Bu ışık hayatın her safhasında insanı sırat-ı müstakim’e iletir ve onu sapık yollardan, helâk olmaktan koruyarak, selâmet yollarına ulaştırır.
19. “Toplanma Günü” kıyamet günüdür. “Toplanma” ile ezelden kıyamete kadar tüm insanların diriltilmesi kastedilmektedir. Bu husus Kur’an’da pek çok yerde işlenmiştir. Örneğin Hud: 103’te “O öyle bir gündür ki, tüm insanlar onun için toplanmıştır ve o gün, herkesin göreceği bir gündür.” ve Vakıa: 50’de, “Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır.” buyurulmuştur.
20. “Yevm’ut-Teğabün” ifadesinin anlam sahası çok geniştir ve sadece Urduca’da değil, hiçbir dilde tam tercümesi yapılamaz. Kur’an’da da kıyamet hakkındaki ifadelerin en kapsamlı olanıdır. Bu nedenle bu ifadenin yeterince açıklanması gerekmektedir.
Teğabün G-B-N’den türemedir ve Gaben veya Gabn şeklinde telaffuz edilir. Gabn, daha çok ticari sahada kullanılırken, Gaben, fikri içerikli yerlerde kullanılır. Lugavî bakımdan, birçok anlamı vardır. Gaflet, unutmak, aldatmak, kendi hakkında mahrum kalmak, müşteriyi alışverişte belli etmeden zarara sokmak vs. Nitekim Hasan Basrî alışverişte bir başkası tarafından kandırılan kimseye, “O senin aklını çeliyor (ğ-b-n)” demiştir. Teğabün bu kelimeden türemiştir. Ve iki veya daha çok insan arasında cereyan eden bir aldatmacayı ifade eder. “Örneğin “Teğabene’l-kavm” (kavim birbirini aldattı) denir. Yine bu fiil, başkasını zarara sokmak, birinin hakkını başkasına vermek, birini zarara sokmak başkasına kazandırmak, başkalarına karşı gafil ve zayıf olmak vs. anlamlarına gelir.
Kıyamet ile ilgili bu ayetin üzerinde düşünüldüğünde kıyametin, “Teğabün günü” şeklinde nitelendiği görülür. Dolayısıyla bu terkipten, dünyada gece gündüz “teğabün” ün vukubulduğu anlaşılmaktadır. Ama bu zahiri ve aldatıcıdır. Hakiki teğabün bu değildir. Asıl ve gerçek teğabün, kıyamet günü vuku bulacaktır. Ancak o gün, kimin kazanıp kimin kaybettiği, kimin hakkının kime geçtiği, kimin hakkından mahrum olduğu, gerçekten kandırılanın kim, akıllının kim olduğu anlaşılacaktır. Yine, kimin hayatındaki sermayeyi yanlış bir işe yatırarak iflas ettiği, kimin yeteneklerini, vaktini, malını kârlı bir işe yatırarak kâr ettiği, kimin ise dünya hayatının gerçeğini anlayıp hüsrana uğramadığı orada belli olacaktır.
Müfessirler, “Yevmu’t-Teğabün” ile ilgili birçok yorumlarda bulunmuşlardır ve bu yorumların hepsi de geçerlidir. Onlar bu ifadeyi farklı biçimlerde ele almışlardır. Örneğin bazıları bu günü, “Cehennem ehline, şayet Cehennemi hak etmemiş olsalardı, kendilerine Cennet ehlinin nimetlerinin verileceği, Cennet ehline de eğer cennete girmeseydiler, kendilerine cehennem ehline yapılan azabın verileceği gün” şeklinde anlamışlardır. Nitekim Ebu Hüreyre’den rivayet edilen bir hadis, bu hususu teyid etmektedir. “Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: Cennete gidenlere Allah’a şükretmeleri için, şayet kötü ameller işleselerdi içine sokulacakları Cehennemdeki yerler gösterilecektir. Cehenneme gidenler de, daha çok hasretini çekmeleri için, eğer salih ameller işleselerdi oraya gidecekleri cennetteki yerler gösterilecektir.” (Buhari, Kitabu’r-Rikak)
Bazı müfessirler de, o günü, “Zalimlerin -eğer varsa- yaptıkları iyiliklerin sevabının, kendilerine zulmettikleri mazlumlara verileceği ve mazlumların günahlarının da -zulümlerine denk olmak üzere- zalimlere yükleneceği gün” olarak yorumlamışlardır. Çünkü kıyamet günü insan mal, mülk sahibi olmayacaktır. Bu bakımdan zalim, zulmettiği kimseye borcunu ancak amelleriyle ödeyebilecektir. Ve mazlum da, zalimden tazminat olarak onun iyi amellerini alır, günahlarını ise ona yükler. Bu konuda Hz. Peygamber’den (s.a.) birçok hadis nakledilmiştir. Ebu Hüreyre’den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Kim kardeşine zulmetmiş olmanın yükünü taşıyorsa, onu burada ödesin. Çünkü öbür dünyada hiçbir dinar ve dirheme sahip olunmayacaktır. Orada kişiye borcu, ancak yaptığı iyi amellerle ödettirilir. Ya da -iyi amelleri yoksa- mazlumların günahları kendisine yüklenir.” (Buhari, Kitab’ur-Rikak) Cabir bin Abdullah’ın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:”Hiçbir cennet ehli Cennete, hiçbir cehennem ehli de Cehenneme, yaptığı zulmün karşılığı ödettirilmeden giremeyecektir. Hatta bir kimse, bir başkasına vurmuşsa, onun karşılığını dahi ödeyecektir. Bunun üzerine biz, “Ya Rasulellah, o gün bizim hiçbir şeyimiz olmayacağına göre, biz borcumuzu nasıl ödeyeceğiz?” diye sorduk. O da şöyle cevap verdi: “Herkes iyi veya kötü amelleri ile borcunu ödeyecektir.” (Müsned-i Ahmed) Ebu Hüreyre’den rivayet olunduğuna göre bir defasında bir mecliste Hz. Peygamber (s.a): Sizler kimin müflis olduğunu biliyor musunuz? diye sordu. Ya Rasulellah! Malı mülkü kalmamış kimse müflistir dediler. Rasulüllah (s.a) ümmetimin müflisleri, hergün namaz kıldığı, oruç tutup, zekat verdiği halde, diğer yandan başkalarına sövmüş, iftira atmış, başkalarının malını yemiş, kanlarını döküp bazılarını dövmüş olduğu için, kıyamet gününde yaptıklarına karşılık mazlumların kendisinin iyiliklerini alıp, daha fazlasını ödeyebilecek iyiliği kalmayan kimsedir. Daha sonra mazlumların günahları da bu kimseye yüklenir ve o da cehenneme sevkedilir.” dedi (Müsned-i Ahmed, Müslim) Hz. Büreyde’den nakledilen bir başka hadiste Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Cephedeki bir mücahidin arkasında bıraktığı eşine ihanet eden kimse, kıyamet günü o mücahidin karşısına getirilecek ve Allah o mücahide, “Bunun yaptığı iyiliklerinden dilediğini al” diyecektir. Daha sonra Rasulullah bize dönerek şöyle dedi:”O mücahidin ne yapacağını tasavvur edebiliyor musunuz?” (Müslim, Ebu Davud) Yani onun yanında bir iyilik bırakabileceğini tahmin edebiliyor musunuz?
Bazı müfessirler ise, Teğabün kelimesini ticaretle alakalı bularak, mümin ve kafirlerin bu dünyada yaptıklarını bir ticarete benzetmişlerdir. Yani bir mümin, Allah’a isyan etmek yerine O’na tabi olup canını, malını ve tüm gayretlerini Allah yolunda sarfetmekle, zararlı bir ticareti bırakarak, sermayesini kârlı bir ticarete yatırmış olmaktadır. Yine bir kafir, Allah’a itaat etmek yerine, O’na isyan edip azgınlık yapmakla hidayeti yerine dalâleti satın alarak, kötü bir ticaret yapmış olmaktadır. Sonunda ise çok büyük zarar görecektir. Ancak her iki grubun da, gerçek kâr ve zararı kıyamet günü belli olacaktır. Dünyada bir mümin baştan başa zarar içinde görünürken bir kafirin her türlü faydayı yapıp, kimin zarar ettiği öbür dünyada ortaya çıkacaktır. Bu hususa Kur’an’ın birçok yerinde değinilmiştir. Örneğin aşağıdaki ayetlere bkz. Bakara: 16, 75, 207, Ali İmran: 77, 177, Nisa: 74, Tevbe: 111, Nahl: 95, Fatır: 29, Saf: 10.
Yevmu’t – Teğabün’ün bir diğer anlamı da şu şekilde olabilir. Dünyada küfr, fısk ve isyan edenler birbirleriyle çok rahat işbirliği yapar, yardımcı olurlar ve sıcak dostluklar kurarlar. Ahlâksız ailelerin bireyleri, fesad yayan liderler ve onların takipçileri, hırsızlar, haydut çeteleri, rüşvetçiler, zalim memurlar, imansız tüccar, fabrikatör, sanayici, toprak ağaları, dalâlet, şer ve habais yayan siyasi partiler, tüm dünyada büyük bir çapta fesada ve zulme yol açanlar ve bunların önderleri, yöntemleri ve toplumları arasında çok derin ve sıkı bir işbirliği vardır. Bunlar birbirleriyle çok iyi dost olduklarını ve başarılı bir işbirliği yaptıklarını sanıyorlar ama ahiret günü bütün bunların birer aldatmaca olduğunu anlayacaklardır. Çünkü orada, babasını, liderini, şeyhini, müridini vs.’yi en iyi yardımcısı sananlar, onların kendilerinin en büyük düşmanı olduklarını göreceklerdir. Onlarla aralarındaki dostluk, akrabalık ve sevgi, düşmanlıkla yer değiştirecek, hepsi birbirine lanet ederken, herkes yaptığı suçun sorumluluğunun en büyük cezayı görmesi için bir diğerine yükleme gayretinde olacaktır. Nitekim Kur’an’ın birçok yerinde bu hususa değinilmiştir. Örnek için bkz. Bakara: 167, Araf: 37-39, İbrahim: 21-33, Fatır: 18, Saffat: 27, 33, Sad: 59, 61, Fussilet: 29, Zuhruf: 67, Duhan: 41, Mearic: 10, 14, Abese: 34, 37.
21. Allah’a iman etmek sadece Allah’ın varlığını kabul etmek değildir. Allah’a iman, O’nun emrettiği yani, Kitap ve Rasûl vasıtasıyla bildirildiği şekilde inanmakla olur. Dolayısıyla bu, aynı zamanda Kitab’a ve Rasule de imandır.
“Salih Amel” ile, insanların kendi uydurdukları ahlaki değerlere göre yapılan iyi işler değil, Allah’ın bildirdiklerine göre yapılan ameller kastolunmaktadır. Bu bakımdan hiç kimse, Kitap ve Rasûlü bir kenara bırakıp sadece Allah’a inanarak iyi ameller işlemekle, biraz ileride zikredilecek olan mükafatlara hak kazanacağını sanmamalıdır. Kur’an’ı dikkatle müteala eden bir kimse, Kur’an’a göre bu imanın Allah’a iman, yine bu amelin salih amel olmadığını kolayca anlar.
10 Küfredip ayetlerimizi yalan sayanlara 22gelince; onlar da içinde sürekli kalıcılar olmak üzere, ateşin halkıdırlar. Ne kötü bir dönüş yeridir O.
11 Allah’ın izni olmaksızın hiç bir musibet23 (hiç kimseye) isabet etmez.24 Kim Allah’a iman ederse, onun kalbini hidayete yöneltir.25 Allah, her şeyi bilendir.26
AÇIKLAMA
22. Bu cümle kendi başına küfr kelimesinin anlamını ortaya koymaktadır. Allah’ın Kitabı’nın ayetlerini reddetmek ve o ayetlerin açıkladığı hakikatlere teslim olmamak küfürdür. Küfrün sonucu ise, hemen ileride beyan edilmektedir.
23. Şimdi hitap müminlere çevrilmiştir. Bu ayetleri okurken, ayetlerin müminlerin güç ve sıkıntılı günler geçirdiği bir dönemde nazil olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Yıllarca Mekke’de zulme uğradıktan sonra, herşeylerini orada bırakarak Medine’ye hicret etmişler ve Medine’deki Müslümanlarla birleşmişlerdir. Diğer taraftan Medineli Müslümanların, kabilelerinde gördükleri zulüm nedeniyle başka bölgelerden gelen muhacirlere üstelik tüm Arapların tehdidi altındayken yardım etmek zorunda kalmaları da ayrı bir sorundu.
24. Bu konuda Hadid: 22, 23’te geçmiş ve 39, 42 açıklama notlarında izah edilmiştir. Bu ayet aynı şartlarda ve aynı maksatla nazil olmuştur. Müslümanların zihnine yerleştirilmek istenen husus; hiçbir musibetin kendiliğinden gelemeyeceği ve hiçbir gücün bir başkasını musibete düçar edemeyeceği gerçeğidir. Dilediğini musibete sokup dilediğini musibetten korumak ancak Allah’ın iznine bağlıdır. Dolayısıyla aslında her musibetin ardında bir hikmet vardır ama insan bunu bilemez.
25. Yani, bir kimsenin en zor şartlar altında bile sebat göstermesinin nedeni Allah’a imandır. İman sahibi olmayan bir kimse, afet ve musibetleri ancak dünyevi bir gücün yenebileceğine veya önleyebileceğine inandığından ya da birtakım hayalî güçlerin zarar veya yararının dokunacağını vehmettiğinden, hatta Allah’ın Kadir olduğuna inansa bile, sahih bir akideye sahip olmadığından, cesaretsiz ve korkak olur. Böyle bir kimse musibetler karşısında bir noktaya kadar dayanır ve bir noktadan sonra pes ederek, önüne gelen kimseye boyun eğecek duruma düşer, her türlü zilleti kabullenir,en adice davranşıları yapmaya ve yanlış bir yola girmeye mecbur kalır. Hatta Allah’a sövmekten dahi kendini alıkoyamaz ve belki de sonunda intihara yeltenebilir. Bunun aksine, Allah Teâlâ, iman sahibi olan, herşeyin kainatın sahibi ve hükümdarı Allah’ın elinde olduğunu ve her musebitin O’nun izniyle gelip gittiğini bilen kimselerin kalbine, sabır akıtır, en kötü durumlarda bile onlara dayanma gücü verir, büyük musibetler karşısında, azimle karşı koyma kuvveti bağışlar. Böyle kimseler, en karanlık dönemlerde dahi Allah’ın nurunu görür ve hiçbir afet, musibet onları Sırat-ı Mustakim’den saptıramaz, hiçbir batıl onları teslim alamaz. Onlar Allah’ın dışında hiç kimseye başlarına gelen musibetten kendilerini kurtarması için başvurmaz. Her musibet, onlara başka hayır ve bereket kapılarını açar. Aslına bakılacak olursa, hiçbir musibet bir mümin için felaket değil, netice itibariyle bir rahmettir. Çünkü o musibetten kurtulsa da, kurtulmasa da, Allah’ın yaptığı imtihandan başarıyla çıkmıştır. Nitekim aynı hususla ilgili olarak, muttefekun aleyh bir hadiste, Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Mümin için ne şaşılacak bir durumdur ki, Allah kendisi hakkında ne takdir etse, o onun için hayırlı olmaktadır. Mümine bir musibet gelirse, sabreder ve hayır kazanır. Allah onu ferahlatırsa şükreder ve yine hayır kazanır. Bu, mümin dışında hiçkimseye nasip olmaz.”
26. Bu iki anlama da gelebilir. Birincisi, “Allah, kimin gerçekten iman ettiğini, kimin imanında ne kadar samimi olduğunu bilir ve bu ilmine dayanarak herkese kalbindeki imana göre hidayet bağışlar.” İkincisi, “Allah; mümin kullarından habersiz değildir. O, müminlerin imanları dolayısıyla bu dünyada ne tür imtihanlardan geçtiklerini, ne tür musibetlere düçar olduklarını bilmektedir. Ayrıca O, her müminin bu dünyada ayrı ayrı neler çektiklerinden, ne güç şartlar altında imanlarını koruduklarından da haberdardır. Bu bakımdan iyi bilin ki, Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet gelemez. Allah indinde bu musibetlerle ilgili büyük yararlar saklıdır.
12 Allah’a itaat edin ve Resulü de itaat edin. Şayet yüz çevirecek olursanız, artık elçimiz üzerine düşen (yalnızca) apaçık olan bir tebliğ (gerçeği en yalın biçimde size iletme)dir.27
13 Allah, O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse mü’minler (yalnızca) Allah’a tevekkül etsinler.28
14 Ey iman edenler, gerçek şu ki, sizin eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı sizler için (birer) düşmandırlar. Şu halde onlardan sakının. Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.29
AÇIKLAMA
27. Bu ayette, müminlerden her şart altında dahi Allah’a ve Rasulü’ne itaat etmeleri ve bunda sebat göstermeleri istenmektedir. Yani, “Bir musibet dolayısıyla itaatten yüz çevirirseniz eğer, sadece kendinizi ziyana sokmuş olursunuz. Bizim elçimizin görevi, sizlere doğru yolu göstermektir ve o görevini yerine getirmiştir.”
28. Yani, bu kainatın idaresi, sadece Allah’ın elindedir. Hakkınızdaki takdirin düzenlenip, değiştirilmesinde O’nun hiçbir ortaklığı ve yardımcısı yoktur. İyi şartlar da kötü şartlar da O’nun izniyle oluşmaktadır. Dolayısıyla kalbinin derinliklerinde Allah’a inanan bir kimse için, Allah’a itaat etmek ve tevekkülle vecibelerini yerine getirmekten başka takip edilecek bir yol yoktur. Kişinin bu yolu takip edip, başarı elde etmesi, ancak Allah’ın yardım ve inayeti ile mümkün olur. Allah’tan başka hiç kimse bu konuda birşey yapamaz. Mümin kimse, bu yolda müşkülat, musibet, tehlike ve felaketle karşılaşsa bile, o tüm bunlardan kendisini ancak Allah’ın kurtaracağına ve başkalarının birşey yapamayacağına inanır.
29. Bu ayet iki anlama da gelebilir. Birincisi, Allah yolunda yürüyen inanmış bir erkek veya kadına, eşi, anne ve baba ise çocukları büyük sorunlar çıkartır. Dünyada bir mümine, mücahide bir eşin nasip olması ve çocuklarının da inanç, amel, ahlak bakımından onların gönüllerini ferahlatacak vasıflarda bulunması oldukça nadir rastlanır bir durumdur.
Genellikle mümin bir erkeğin hanımı ve eşi, onun bu imanını ve dürüstlüğünü kendileri açısından bir talihsizlik olarak değerlendirirler. Öyle ki onlar koca ve babalarının akibeti cehenneme gitmek bile olsa, haram-helal gözetmeksizin kendilerine refah ve zenginlik sunmasını isterler. Yine mümin bir kadın, kendisinin İslâm’ın hükümlerine sıkı bir şekilde bağlanmasını istemeyen bir kocaya sahip olur ve çocuğu da babasının izinden giderek, annesine hayatı cehennem eder. Özellikle İslâm ile küfr arasında savaş olduğunda, imanının gereği olarak her türlü zararı ve tehlikeyi göze alarak, gerekirse ülkesinden hicret edeceği, hatta cihad edip canını tehlikeye atacağı zaman, bir mümine en büyük engel yine ailesi olur.
İkincisi, bu ayetlerin nazil olmasına, o dönem Müslümanlarının şartlarını ilgilendiren özel bir durum neden olmuştur. Günümüzde de kafir bir toplumda, İslâm’ı kabul eden kimseler için de aynı şey geçerlidir. O dönemde Mekke’de ve Arabistan’ın diğer bölgelerinde, öyle durumlar meydana geliyordu ki, bir kimse Müslüman oluyor, hanımı ve çocukları İslâm’ı kabul etmedikleri gibi, onu İslâm’dan döndürmeye çalışıyorlardı. Elbette aynı şeyler mümin bir kadın için de sözkonusuydu.
Bu tür sorunlar içinde olan Müslümanlara seslenerek, şu üç nokta vurgulanmıştır
a) “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır.” Öncelikle, her ne kadar beşeri nedenlerle, akrabalık bağları önemliyse de, bu kimselerin dinî açıdan müminlerin düşmanları olduğu vurgulanmaktadır. Bu düşmanlık, onların (eş ve çocukların) müminleri iyilikten alıkoyup kötülüğe sevketmek istedikleri veya imandan alıkoyup, küfre sürükleme arzusunda oldukları, ya da kafirlere sempati beslediklerinden dolayı müminlerin sırlarını öğrenip, onlara aktarmak durumunda olmaları nedeniyledir. Bu bakımdan düşmanlıkları keyfiyet itibariyle farklı bile olsa, yine de onlar müminlerin düşmanlarıdır:
“Ey iman edenler! Şayet iman sizin için daha önemliyse, bunları (kafir olan eş ve çocuklarınızı) düşman olarak görün ve onlara duyduğunuz yakınlık, onlarla aranızda bir iman ve küfr, itaat ve isyan duvarının olduğunu sizlere unutturmasın!”
b) “Onlardan sakının”; Daha sonra müminler, dünyadaki çıkarları yüzünden ahiretlerini mahvetmemeleri için, uyanık olmaları konusunda uyarılmışlardır. Onlara, Allah ve Rasulü’ne sevginiz ve İslâm’a sadakatınız ile aranıza girecek kadar düşkünlük göstermeyin. Yine onlara çok güvenmeyin. Çünkü boş bulunduğunuz bir anda, ağzınızdan aldıkları Müslüman topluma ait bir sırrı, düşmanlarınıza ulaştırabilirler. Böyle bir zaafı Hz. Peygamber, bir hadisinde şu şekilde vurgulamıştır: “Bir şahıs kıyamet günü getirilir ve ona tüm iyiliğini ailesinin alıp götürdüğü söylenir.”
c) “Ama affeder, kusurlarından geçer ve bağışlarsanız, muhakkak ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” Bu, şu anlama gelmektedir. Sizlere onların düşmanlıkları hakkında, dininizi onlardan korumanız için bilgi verilmiştir. Ama şunu iyi bilin ki, size bu ikazın yapılmasının nedeni, eşinizi ve çocuklarınızı dövmeye başlayın, onlara şiddetle muamele edin ve onlarla ilişkinizi bozarak ev hayatınızı bir azap haline getirin diye değildir.
Bu ikaz, sözkonusu tutumun şu iki açık zarara yol açabileceği nedeniyle yapılmıştır. Birincisi, böyle bir tutum çocukların ıslahı konusunda tüm kapıların kapanması ve hiçbir imkanın kalmaması tehlikesine yol açar. İkincisi, böyle bir tutum, toplum içinde İslâm ile ilgili yanlış kanaatlerin doğmasına neden olabileceği gibi, ayrıca Müslümanlar kötü ahlaklı, geçimsiz, şiddete başvuran, zorba, ailesi ile bile geçinemeyen bir kimse olarak tanınırlar.
Burada, hep İslâm’ı yeni kabul edenlerin bu tür sorunlar ile karşılaşmaları dikkate değerdir. Sözgelimi, Müslüman olan bir gencin anne ve babası müşrik ise, onlar çocuklarının yeni dininden dönmesi için baskı yapıyordu. Yahut erkek Müslüman olur da onun karısı ve çocukları (kadın Müslüman olduğunda kocası ve çocukları) müşrik iseler, onu bulunduğu hak yoldan vazgeçirmek için gayret gösteriyorlardı. Birinci durumla ilgili olarak Ankebut: 8 ve Lokman 14-15’te, “Din konusunda anne ve babaya itaat etmeyin ama dünyevi meselelerde onlarla iyi geçinin” buyurulmuştur. İkinci durumla ilgili olarak, “Eşiniz ve çocuklarınız karşısında dininizi koruyun ama onlara karşı şiddete başvurmayın, bilakis yumuşak davranın ve onları bağışlayın” denilmiştir. (İzah için bkz. Tevbe: 23-24, Mücadile an: 37, Mümtahine an: 1-3, Münafikun an: 18.)
15 Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir fitne (bir deneme)dir. Allah ise, büyük ecir (en güzel karşılık) O’nun katında olandır.30
16 Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah’tan korkup-sakının,31 dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.32
17 Eğer Allah’a güzel bir borç verecek olursanız, onu sizin için kat kat artttırır 33ve sizi bağışlar, Allah Şekûr’dur (şükrü kabul edip çok ihsan eden), Halim’dir (cezayı vermekte acele etmeyendir).
18 Gaybı da, müşahede edilebileni de bilen, Aziz (üstün ve güçlü), Hakim (hüküm ve hikmet sahibi) olandır.34
AÇIKLAMA
30. İzah için bkz. Enfal an: 23. Burada Ebu Malik Eşari’nin rivayet ettiği şu hadis gözönüne alınmalıdır: “Senin asıl düşmanın, kendisini katlederek, zafer kazandığın ve onun seni öldürmesiyle, Cenneti kazandığın kimse değil, sulbünden olan çocuklar ve sahibi olduğun maldır.” (Taberani) Aynı konuda Allah Teâlâ, Enfal: 28’de şöyle buyurmuştur: “Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir. (Şayet Allah’ın sevgisini, onların sevgisinden üstte tutarsanız) büyük mükafat O’nun yanındadır.”
31. Kur’an’da bir yerde “Allah’tan hak bir sakınışla sakının” (Al-i İmran: 102), başka bir yerde, “Allah hiç kimseye gücünün üstünde birşey yüklemez.” (Bakara: 286) buyurulmuştur. Burada da, “Gücünüzün yettiğince Allah’tan sakının” denmiştir. Bu üç ayeti birlikte müteala ettiğimizde, ilk ayetin, bir mümin için ulaşmaya çalışması gereken bir ölçü olduğunu, ikincisinin, prensip itibariyle kimseden gücünün üstünde iş beklenemeyeceğini ve bir kimsenin gücü kadar sorumlu olacağı esaslarını va’z ettiğini görürüz. Üçüncü ayette ise, her mümine gücü yettiğince sakınması, mümkün olduğu kadar Allah’ın emirlerine uyup, isyandan korunması salık verilmektedir. Fakat kudreti dışında birşey olursa (ki bir kimsenin gücünün nereye kadar yettiğini ancak Allah bilir) o konuda kendisinden bir hesap sorulmayacaktır.
32. İzah için bkz. Haşr an: 19
33. İzah için bkz. Bakara an: 267, Maide an: 33, Hadid an: 66
34. İzah için bkz. Fatır an: 52-59, Şura an: 42.