MÜNAFİKUN SURESİ
Adı: Sure, adını birinci ayetten almıştır. Bu kelime, surenin adı olmakla birlikte, ayrıca surenin muhtevasını da tazammun etmektedir; zira bu surede münafıkların tutum ve davranışları konusunda yorumlar yapılmaktadır.
Nüzul Zamanı: İleride beyan edileceği üzere, bu sure Hz. Peygamber, Benu Mustalık Gazvesi’nden dönüşte yolda veya döndükten sonra Medine’de nazil olmuştur. Biz, Nur Suresi’nin giriş bölümünde, Beni Mustalık Gazvesi’nin H. 6. yılın Şaban ayında vuku bulduğunu incelemelerimiz sonucunda beyan etmiştik. Dolayısıyla bu surenin nüzul zamanı kesin surette bilinmiş olmaktadır.
Tarihsel Arka-Planı: Bu sure, belirli bir hadise üzerine nazil olmuştur. Ancak bu hadise zikredilmeden önce, o dönemde Medine’deki münafıkların tarihine bir göz atılması gerekir. Çünkü sözkonusu hadise bir tesadüf eseri vukubulmamıştır. Bilakis ardında birtakım zincirleme hadiseler vardır ve bu hadise onların son halkasıdır.
Hz. Peygamber (s.a) Medine’ye gelmezden önce, Evs ve Hazreç kabileleri, aralarında yaptıkları savaşlar dolayısıyla oldukça yıpranmış ve liderliği altında toplanmak üzere bir şahıs hakkında görüş birliğine varmışlardı. Bu liderin tacı dahi hazırlandı. Bu şahıs Hazrec Kabilesi’nin reisi, Abdullah İbn Übey İbn Selûl’dür. İbn İshak’ın açıklamasına göre, Hazrec Kabilesi’nin ileri gelenleri O’nun liderliğinde ittifak halindeydiler ve ilk kez Evs ve Hazrec kabileleri, bir kimsenin liderliğinde birleşmişlerdi. (İbn Hişam, cilt: 2, sh: 234)
Böyle bir atmosferde, İslâm’ın mesajı Medine’ye ulaşmış ve bu iki kabilenin ileri gelenlerinden bazıları Müslüman olmaya başlamışlardı. Hicretten önce Akabe biatı esnasında, Hz. Peygamber (s.a) Medine’ye gelmesi için davet edildiğinde, Hz. Abbas bin Ubade bin Nedle el-Ensari, Abdullah bin Übey’in de biat etmesi ve bu davete kendisinin de ortak olarak hepsinin görüş birliği ile Medine’nin İslâm’ın merkezi haline gelmesi için, bu daveti ertelemek istemişti. Ancak iki kabileden müteşekkil 75 kişilik heyet, bu maslahatı önemsemeyip, akabinde her tehlikeyi, göze alarak, Hz. Peygamber’i (s.a) Medine’ye davet etmişlerdir. (İbn Hişam, cilt: 2, sh: 89, Ayrıca bu hadise ile ilgili ayrıntılar Enfal Suresi’nin giriş bölümünde de verilmiştir.)
Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) hicret edip, Medine’ye geldiğinde, İslâm her eve girmiş bulunmaktaydı. Abdullah İbn Übey çaresizliğinden ve kabilesinin kendisine olan güvenini kaybetmeyi istemediği için, Müslüman olmaktan başka çıkar yol bulamayıp, İslâm’ı kabul etmiş görünür. İki kabilenin de ileri gelenlerinden bazı kimseler, her ne kadar onun gibi İslâm’a girmiş iseler de, aslında kalplerinde hased ateşi yanmaktaydı. Özellikle İbn Übey içlerinde bu işe en çok üzülenlerdendi. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a) Medine’ye gelişi, onun kral olmasını engellemişti. İşte bu yüzden O, yıllarca iki yüzlülüğü sebebiyle tuhaf ve birbirine zıt davranışlarda bulunmuştur. Öyle ki bir taraftan, her Cuma namazına iştirak eder ve Hz. Peygamber (s.a) hutbe için minbere çıkar çıkmaz ayağa kalkarak şöyle derdi: “Ey cemaat! Allah’ın Rasulü aranızda bulunmaktadır. Allah onunla sizleri şereflendirmiştir. Bu yüzden o ne söylüyorsa tasdikleyin, emirlerini dikkatle dinleyin ve ona itaat edin.” (İbn Hişam, cilt: 3, sh: 111) diğer taraftan da kendisinin ikiyüzlülüğü her geçen gün iyice açığa çıkıyordu. Sonunda samimi Müslümanlar Abdullah İbn Übey ve arkadaşlarının Hz. Peygamber’e (s.a.) ve ashabına karşı büyük bir kin beslediklerini anlamışlardı.
Bir defasında Hz. Peygamber (s.a) yoldan geçerken Abdullah İbn Übey kendisine küstahlık yapar ve Hz. Peygamber bunu Sa’d bin Ubeyde’ye anlatır. Bunun üzerine O, Rasulullah’a şöyle der: “Ya Rasulellah; ona yumuşak davranınız. Çünkü siz Medine’ye gelmezden önce, biz onu kendimize kral yapmak için hazırlanıyorduk. Şimdi ise o, sizin kendisinin krallığına mani olduğunuza inanıyor.” (İbn Hişam, Cilt: 2, sh: 237, 238)
Bedir Savaşı sonrasında bir Yahudi kabilesi olan Benu Kaynuka, Müslümanlarla kendi aralarındaki antlaşmayı hiçe sayarak bir kenara itmiş ve Müslümanlar tarafından bir tahrik sözkonusu olmaksızın huzursuzluk çıkarmaya başlamışlardır. Hz. Peygamber de (s.a) buna karşılık onların üzerine yürüdüğünde, Abdullah İbn Übey onları himaye etme amacıyla ayağa kalkarak, Hz. Peygamber’in (s.a.) zırhından tutmuş ve şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki, bizim bu eski müttefikimizi affetmedikçe seni bırakmam. Çünkü bu 700 savaşçı düşmanlarımızla yaptığımız her savaşta, bizlerin yanında yer aldılar. Şimdi sen bir günde hepsini yok etmek mi istiyorsun?” (İbn Hişam, cilt: 3, sh: 51-52)
Uhud Savaşı esnasında, yine aynı şahıs açıkça Müslümanlara ihanet etmiş ve 300 arkadaşı ile birlikte savaş meydanından geri çekilmiştir. Onun böylesine nazik bir anda geri çekilmesinden niyetinin ne olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Kureyş 3.000 askeri ile Medine’ye saldırıya hazırlandığında, Hz. Peygamber (s.a) sadece 1.000 kişiyle birlikte onlara karşı koymak için Medine’den dışarı çıkmıştı. O münafık ise, bu 1.000 kişiden üçyüzünü yanına alarak savaş meydanını terketmiş ve böylece Hz. Peygamber (s.a) 3000 kişilik düşman ordusuna, 700 kişi ile karşı koyma durumunda bırakılmıştır.
Bu vakıadan sonra Medine’deki tüm Müslümanlar bu şahsın kesinlikle münafık olduğunu ve yanındaki adamların nifaklarını açığa vurduklarını anlamışlardır. Bu yüzden, Uhud Savaşı sonrasında Hz. Peygamber (s.a) Cuma namazında hutbe irad etmek için minbere çıktığında her zaman olduğu gibi ayağa kalkmış, fakat yanında oturan Müslümanlar hemen elbisesinin eteğini çekerek, ona oturmasını ve konuşmaya layık olmadığını söylemişlerdir. Medine’de ilk kez birisinin kendisini böylesine küçük düşürmesi üzerine, İbn Übey öfkeden kızarmış ve cemaatin başları üzerinden geçerek, mescidi terketmiştir. Mescidin kapısında Ensar’dan bazı kimseler ona, “Sen ne yapıyorsun? Git ve hemen, Hz. Peygamber’den (s.a.) özür dile” demişlerse de, o buna daha da öfkelenerek, özür dilemeyeceğini söylemiştir. (İbn Hişam, cilt: 3, sh: 111)
H. 4. yılda vuku bulan Benu Nadir hadisesinde, İbn Ubey ve arkadaşları bu sefer daha açık bir şekilde Müslümanlara karşı, İslâm düşmanlarını himaye etmişlerdir. Bir yanda Hz. Peygamber (s.a) ve arkadaşları Yahudilere karşı savaşa hazırlanırlarken, öbür yanda bu münafıklar gizlice Yahudilere teslim olmamaları için mesajlar gönderiyor ve “Biz sizin arkanızdayız. Savaş olursa, size yardım edeceğiz, yurtlarınızı terkedecek olursanız biz de sizinle birlikte çıkarız” diyorlardı. Ancak onların bu gizli hesaplarını Allah, tıpkı Haşr Suresi’nde olduğu gibi açıkça ortaya çıkarmıştır.
Ancak Abdullah İbn Übey ve arkadaşlarının münafık oldukları tüm açıklığıyla belli olmasına rağmen, Hz. Peygamber (s.a) onların yaptıklarına göz yummaya devam etmiştir. Zira münafıklar hâlâ güçlü bir gruptu Evs ve Hazreç kabilelerinin ileri gelenlerinin bu grubu kollamasının yanısıra, Medine nüfusunun en az üçte biri onların yanındaydı. Nitekim Uhud Savaşı’nda bu gerçek ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla dışarıdaki düşmanlar ile savaşırken, bir de içteki düşmanlarla uğraşmak akıllıca bir davranış olmazdı. Bu sebepten ötürü Hz. Peygamber (s.a) münafıklara, onların zahiri iman iddialarını göz-önüne alarak davranmaya devam etmiştir. Öte yandan münafıklar da kendilerinin kafir olduğunu açıkça ilan edecek veyahut düşmanları Müslümanlara saldırdığında, onlarla birlikte olup Müslümanlara karşı savaşacak güçte değillerdi. Her ne kadar onlar görünüşte güçlü görünüyorlarsa da, aslında kendi içlerinde birçok zaafları da taşıyorlardı. Nitekim bu zaaflar Haşr Suresi’nin 12-14. ayetlerinde ortaya konmuştur. İşte onlar bu nedenlerden dolayı Müslüman görünmeyi tercih ediyorlardı. Öyle ki namaz kılıyorlar, zekat veriyorlar ve hatta samimi Müslümanların gerek bile duymadıkları derecede, konuşurken İslâm ile ilgili büyük iddialarda bulunuyorlardı. Ayrıca bu münafıklar kendi nifaklarını gizlemek için birçok yalan ve hileye başvurmak zorunda kalıyorlardı. Böyle yapmakla, kendileriyle birlikte olduklarını ihsas etmek amacıyla kabilelerini (Evs ve Hazrec) kandırmaya çalışıyorlardı. Dolayısıyla, bir yandan kabilelerinden kopmaları sonucunda başlarına gelecek belalardan bu yalanlar vasıtasıyla korunurlarken, diğer yandan kabile bağlarını kullanarak fitne ve fesadlarını daha rahat bir şekilde sürdürüyorlardı.
İşte bu nedenler dolayısıyla Abdullah İbn Ubey ve onun münafık yandaşlarının Benu Mustalik gazvesine katılmaları mümkün olmuş ve bu gazve esnasında aynı anda iki fitnenin çıkmasına sebebiyet vermişlerdir. Sözkonusu bu iki fitne, Müslüman toplumu paramparça edebilecek derecede büyüktü. Ama Kur’an’ın yol göstericiliği ve Hz. Peygamber’in (s.a) mürebbiliği sonucunda Müslümanlar, bu iki büyük fitneyi bastırabilmişler ve münafıklar tüm hesaplarının aksine kendileri zelil olmuşlardır. Bu fitnelerden birincisi Nur Suresi’nde, diğeri ise bu surede zikredilmiştir.
Sözkonusu vak’a, Buhari, Müslim, Ahmet İbn Hanbel, Nesei, Tirmizi, Beyhaki, Taberani, İbn Merduye, Abdürrezzak, İbn Cerir, İbn Sa’d ve İbn İshak tarafından birçok senetle nakledilmiştir. Kimi rivayetlerde bu vak’anın hangi gazve esnasında meydana geldiği tasrih edilmemiştir. Bazı rivayetlerde ise bu hadisenin Tebuk gazvesinde vuku bulduğu nakledilmiştir. Ancak tüm siyer ve mağazi alimleri, bu olayın Benu Mustalik gazvesi esnasında meydana geldiği hususunda görüş birliği içindedirler. Nitekim tüm rivayetleri bir araya getirdiğimizde, sözkonusu hadisenin şöyle cereyan ettiği anlaşılıyor:
Benu Mustalık gazvesinin zaferle sonuçlanması sonrasında, İslâm ordusu hâlâ oradan ayrılmamışken, Muraysi kuyusu çevresinde iki Müslüman (Hz. Ömer’in seyisi Cahcah bin Mesud Giffari ve Sinan bin Dabrul-Cuheyni) birbirleriyle kavga ederler. (Bu olayın kahramanları diğer rivayetlerde değişik isimlerle anılıyorlarsa da, biz İbn Hişam’da verilen isimleri naklettik) Taraflardan bir tanesi olan Sinan, Cüheyni kabilesine mensuptu ve Cüheyni kabilesi de Hazrec’in müttefiklerindendi. Tartışmanın başında her ikisi de birbirlerine sözle karşılık verirlerken, Cahcah, Sinan’a tekme atar, ve Kadim dönemlerde, Yemen adetlerine göre tekme yemek büyük bir hakaret olarak telakki edildiğinden, Sinan Ensarı, Cancah ta Muhacirleri yardıma çağırır. İbn Übey olayı haber alınca, Evs ve Hazrec kabilesini kışkırtmak için “Koşun müttefikinize yardım edin” diyerek bağırmaya başlar. Diğer taraftan muhacirler de koşup gelince, ortaya öyle bir durum çıkar ki, neredeyse Muhacir ve Ensar birbirlerine saldıracak gibi olurlar. Oysa biraz önce birlik içinde, düşman bir kabileyi yenilgiye uğratmışlar ve şimdi ise daha oradan ayrılmadan birbirleriyle kavga etmek durumuna düşmüşlerdir. Gürültüler üzerine dışarı çıkan Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: “Bu cahiliyye çağrısı da nedir? Sizin bu yaptığınız cahiliyettir ve bu çok kötü bir şeydir.” Hz. Peygamber’in (s.a) bu sözleri üzerine her iki taraftanda samimi Müslümanlar bir araya gelerek hadiseyi yatıştırmışlar ve Sinan da Cancah’dan af dilemiş ve barışmışlardır. <D>
Bu olay üzerine tüm münafıklar Abdullah İbn Ubey’in yanına gidip, ona şöyle dediler: “Bizler senin hakkında bir takım ümitler besliyorduk ve sen de bizi müdafaa ediyordun. Fakat artık öyle anlaşılıyor ki, sen de bize karşı bu dilencilerin yanındasın.” Zaten için için yanmakta olan İbn Übey, bu sözleri duyunca dayanamayıp patlamış ve şu sözleri sarfetmiştir: “Bu sizlerin kendi suçunuzdur. Çünkü sizler, onlara ülkenizde kendiniz yer verdiniz, onlar ile mallarınızı paylaştınız. Şimdi ise onlar güçlenmiş ve düşmanlarımız olmuşlardır. Bizim bu dilencilerle olan durumumuz, “köpeğini semizlet, seni yesin” diyen adamın durumu gibidir. Fakat siz onlar ile alakanızı keserseniz onlar yok olup giderler. Fakat Allah’a yemin ederim ki Medine’ye döndüğümüzde, şerefliler şerefsizleri oradan çıkaracaktır.”
Bu toplantıda tesadüfen, o zaman genç bir delikanlı olan Zeyd bin Erkam da bulunuyordu. O bu toplantıda münafıkların tüm konuşmalarını gidip Ensar’ın ileri gelenlerinden biri olan amcasına aktarmıştı. O da yeğeninin kendisine anlattıklarını, Rasulullah’ın (s.a) huzuruna varıp aynen anlatmıştır. Bunun üzerine Rasulullah (a.s) Zeyd’i çağırarak, kendisine toplantıda işittiklerini yeniden anlattırmış ve ona, “Sen İbn Ubey’in böyle dediğini sanabilirsin” demiştir. Fakat Zeyd’in, tüm söylediklerini bizzat kulaklarıyla duyduğuna yemin etmesi üzerine, Hz. Peygamber (s.a) İbn Ubey’i çağırarak, bir de ona sormuştur. Ancak İbn Ubey kesinlikle tüm suçlamaları reddederek, böyle birşey söylemediğine yemin eder. Ensar’dan yaşlı ve ileri gelenler de, Zeyd’in bir genç olarak yanlış anlamasının mümkün olabileceğini, dolayısıyla bir kabile reisi dururken bir gence itimat edemiyeceklerini söylemişlerdir. Fakat Hz. Peygamber, Zeyd’i tanıyordu, Abdullah İbn Ubey’i de. Bu bakımdan o hakikati anlamıştı!..
Hz. Ömer bu olaydan haberdar olur olmaz Hz. Peygamber’e (s.a.) (s.a) şöyle der: “Ya Rasulellah! İzin verin bana, bu münafığın kellesini uçurayım. Yok eğer bana izin vermeyi uygun görmüyorsanız, Ensar’dan Muaz bin Cebel ve Ubade bin Beşir’e yahut Sa’d bin Muaz veya Muhammed bin Mesleme’ye emredin, onlar bu münafığı öldürsünler.” Bazı rivayetlerde Ensar’dan muhtelif kimselerin isimleri verilerek, Hz. Ömer, Rasulullah’a “Bunlardan birini seç” der. Hz. Peygamber (s.a) ise, “Böyle yapmayın.
Çünkü ben bu şekilde davranırsam, Muhammed arkadaşlarını öldürtüyor derler” buyurur ve daha sonra hemen yola çıkmaları emrini verir. Oysa bu emir, hiç uygun bir vakitte verilmediği gibi, Hz. Peygamber’in (s.a) de böyle aniden yola çıkması adeti değildi. 30 saat hiç dinlenmeden yola devam edilmesi sonucunda, herkes yorgun ve bitkin düşünce durdular ve herkes uyudu. Hz. Peygamber’in (s.a.) böyle yapmasının nedeni, Muraysi kuyusunun çevresinde vuku bulan hadisenin izlerini silmekti. Ensar’ın ileri gelenlerinden biri olan Hz. Usad bin Hudeyr Hz. Peygamber’e (s.a) “Ya Rusülellah! Bu saatte hareket etmemizi emrettiniz. Ancak münasip değildir. Ayrıca siz hiçbir zaman bu şekilde yola çıkmazdınız. Bunun sebebi nedir acaba?” diye sormuş ve Hz. Peygamber (s.a) “Sen efendinin ne yaptığını işitmedin mi? şeklinde cevap vermiştir. O “Hangi efendim?” deyince, Hz. Peygamber, “İbn Ubey” deyip karşılık vermiştir. Bunun üzerine, “O ne yaptı?” diye sormuş ve Hz. Peygamber (s.a) onun, “Medine’ye döndüğümüzde şerefliler şerefsizleri çıkaracaktır” dediğini nakletmiştir. Hz. Usud ise, “Ya Rasulellah! Allah’a yemin ederim ki, şeref sahibi olan sizsiniz ve zelil olan odur. Ne zaman isterseniz onu kovabilirsiniz” demiştir.
Bu haber yavaş yavaş Ensar arasında yayılmış ve onlar da İbn Ubey’e karşı müthiş bir öfke oluşturmuştur. Hemen İbn Ubey’e giderek, Hz. Peygamber’den (s.a.) af dilemesini söylemişler, ama buna karşılık İbn Ubey öfkesiyle şöyle demiştir: “Siz O’na iman et, dediniz iman ettim, zekat ver dediniz, verdim, şimdi ise Muhammed’e secde etmediğim kaldı.” Bu sözleri üzerine Ensar’ın ona kızgınlığı artmış ve kendisine lanetler yağdırmışlardır. Sonra ise bu kafile Medine’ye girmek üzere iken, Abdullah İbn Ubey’in oğlu -ki onun adı da Abdullah idi- kılıcını çekerek babasına karşı dikilmiş ve şöyle demiştir: “Sen, Medine’ye döndüğümüzde şerefli olanlar şerefsizleri çıkaracak demişsin. Sen şerefin Allah’a ve O’nun Rasulü’ne ait olduğunu şimdi anlarsın. Allah’a yemin ederim ki, Rasulullah izin vermedikçe Medine’ye giremezsin.” Bunun üzerine İbn Ubey, “Ey Hazrec kabilesi! Bakın oğlum, benim Medine’ye girmeme mani oluyor” diye bağırmaya başlar. Bu olay Hz. Peygamber’e (s.a.) ulaştırılınca O, “Abdullah’a babasının girmesine izin vermesini söyleyin” der. Söz kendisine iletilince, Hz. Abdullah, babasına “Madem Hz. Peygamber (s.a) izin vermiş, o halde girebilirsin” demiştir. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ömer’e, “Gördün mü?
Sen bana, izin ver onu öldüreyim dediğinde, sana onu öldürmen için müsaade etseydim eğer, birçok kişi onun için üzülecekti. Ama sen, onu bugün öldürürsen hiçbir şey olmayacaktır” diye buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Allah’a yemin ederim ki, Allah Rasulü’nün sözleri benim sözlerimden daha çok hikmete mebnidir” diye karşılık vermiştir.
Bu surede muhtemelen Hz. Peygamber (s.a) Medine’ye vasıl olduktan sonra indirilmiştir.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Münafıklar sana geldikleri zaman: “Biz gerçekten şehadet ederiz ki, sen kesin olarak Allah’ın elçisisin” dediler. Allah da bilmektedir ki sen elbette O’nun elçisisin. Allah, şüphesiz münafıkların yalan söylemekte1 olduklarına şahidlik etmektedir.
AÇIKLAMA
1. Yani, her ne kadar doğru söylüyorlarsa da, inançları söyledikleri ile bir değildir. Dolayısıyla onlar senin Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet ederlerken, samimi davranmamaktadırlar. Burada dikkate değer nokta, “Şehadet”in iki esasa dayalı olmasıdır. a) Şehadet edilen husus bir hakikat olmalıdır. b) Şehadet eden (şahit), ettiği hususun gerçekliğine inanmalıdır. Yani şahit, şehadet ettiği hususun gerçeğine inanmalıdır. Yani şahit, şehadet ettiği hususa inanıyorsa her yönüyle doğru bir kimsedir. Ancak bir kimse yalan (veya yanlış) bir husus üzerine şehadet ediyor ve fakat ona inanıyorsa, bu kimse hiç değilse inancı bakımından tutarlı addedilir. Tam aksine bir kimse gerçek bir husus üzerine şehadet ediyor ve fakat ona inanmıyorsa, bu kimse yalancının biridir. Sözgelimi İslâm’ı hak olarak tasdik eden bir mü’min, her yönüyle doğru bir kimsedir. Ama kendi dinine bağlı kalmakta devam eden bir Yahudi, İslâm’ı hak olarak tasdik ederse şayet, onun bu şehadeti bir yalandan ibarettir. Ancak İslâm’ı batıl olarak telakki ediyorsa, bu kimsenin bu düşüncesi isabetli olmasa bile, kendi akidesi bakımından tutarlıdır.
2 Onlar, yeminlerini bir siper edinip2 Allah’ın yolundan alıkoydular.3 Doğrusu şu ki onlar, ne kötü şey yapmaktadırlar.
3 Bu, onların iman etmeleri sonra küfretmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar kavrayamazlar.4
AÇIKLAMA
2. Yani mümin olduklarına yemin ediyorlar ve Müslümanlar öfkelenerek kendilerine düşman muamelesi yapmasınlar diye bu yeminlerini kendilerine kalkan olarak kullanıyorlar.
Burada kullanılan “Yemin” ile, münafıkların mümin olduklarını gösterme amacıyla ettikleri yemin kastolunuyor. Yanısıra bu yemin, onların münafıklık yaparlarken yakalandıklarında, bunu nifak olsun diye yapmadıklarına Müslümanları inandırmak için ettikleri yemin de olabilir. Yine Abdullah İbn Ubey’in, Zeyd bin Erkam’ın sözlerini yalanlamak için yapmış olduğu yemin de olabilir bu. Ayrıca zikrettiğim bu tüm ihtimallerin yanısıra, Allah Teâlâ, “şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın Rasulüdür” sözünü de yemin olarak kabul etmiş olabilir. Bu son ihtimalden ötürü, bir husus üzerine şehadet eden kimsenin, şehadeti yemin olarak kabul edilebilir mi, edilemez mi şeklinde fakihler arasında tartışma çıkmıştır. İmam Ebu Hanife ve onun İmam Zufer dışındaki talebeleri, Süfyan Sevri, İmam Evzai, bu şehadeti şer’i istilahtaki yemin olarak anlamışlardır. Ancak İmam Züfer aksi kanaattedir. İmam Malik’ten birincisi bunun mutlak yemin olduğu şeklinde, diğeri şehadet edilirken yemin niyeti varsa yemin, yoksa şehadettir; yahut Allah’ı şahit tutarak şehadet etmişse yemin, değilse yine şehadettir, şeklinde iki görüş rivayet edilmiştir.
İmam Şafii ise, “bir kimse Allah’ı şahit tutarak şehadet ederse, bu şehadeti yemin olarak addedilir. Ancak o kimsenin niyetinin de yemin etmek olması şartıyla,” demektedir. (Ahkamu’l-Kur’an, El-Cassas; Ahkamu’l-Kur’an, İbnu’l-Arabi)
3. “Fesaddu an sebilillah” iki anlama da gelebilir. Birincisi, “Onlar kendi nefislerini Allah yolundan alıkoyarlar”; İkincisi, “Onlar başkalarını Allah yolundan alıkoyarlar.” Biz tercümemizde bu iki anlamı da gösterdik. Birinci anlamıyla; onlar bu tür yeminler yoluyla, Müslüman toplum içinde yerlerini korumak istiyorlar ve böylece iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen imanın mükellefiyetlerini yerine getirmek ve Allah’a ve Rasulü’ne itatten kaçınmak için, bu yeminleri kendilerine kolaylık sağlıyordu. İkinci anlamıyla; onlar bu tür yeminler arkasında gizlenmek suretiyle, İslâm toplumu içinde fesad yayabiliyor ve Müslümanların sırlarını düşmanlara aktarabiliyorlardı. Ayrıca, bir yandan henüz İslâm’ı kabul etmemiş olan kimselere yanlış bilgiler vererek bu kimselerin İslâm’a girmelerini engellerken diğer yandan yeminlerini sıradan Müslümanlar arasında şüphe sokmak için bir vasıta olarak kullanıyorlardı. Bu bakımdan, bunu ancak kendilerini Müslüman saflarda bir Müslümanmış gibi göstererek yapabilirler, asıl kimliklerini açığa vurarak yapamazlardı.
4. “Onlar inandılar” yani iman iddiasında bulunarak Müslümanların içine girdiler. “Sonra inkar ettiler”; Kalpten inanmayıp, eski küfürlerinde devam etmekle birlikte, zahiren inandıklarını söylediler. Yani onlar iyice düşünerek ve planlı bir şekilde davranarak açıkça İslâm’a girmemişler ve aynı zamanda açıkça küfür yolunu da tutmamışlardır. Ve böylece münafıkça bir tavır izlemeleri dolayısıyla da, Allah onların kalplerini mühürlemiş, onlara sadık bir Müslüman, şerefli bir insan olmayı nasip etmemiştir. Onlarda da hakikati kavrama yeteneği kalmayıp, ahlaki duyguları tamamen silinmiştir. Çünkü böyle bir yolda yürüdükleri, yani gece gündüz sözleri ve davranışları arasında çelişkilerle yaşadıkları için, bu değerlerinden mahrum olmuşlar ve bu zilleti kendileri tercih etmişlerdir.
Bu ayet, Allah’ın kalpleri mühürleme hususunda inzal ettiği birçok ayetten birisidir. Onlar mecburen münafık olmuş da değildir. Gerçekte, onlar mümin olduklarını söylemelerine rağmen, küfür yolunda ısrar etmiş ve bu yüzden de Allah’ın kalplerini mühürlemiş olduğu kimselerdendir. Çünkü onlar kendileri için münafıklığı tercih etmiş ve Allah da onlara bu ahlâki rezilliği nasip etmiştir.
4 Sen onları gördüğün zaman cüsseli-yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin.5 (Oysa) Sanki onlar, (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler.6 (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) Her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar.7 Onlar düşmandırlar,8 bu yüzden onlardan kaçınıp-sakın.9 Allah onları kahretsin10 nasıl da çevriliyorlar.11
5 Onlara: “Gelin Allah’ın Resulü sizin için mağfiret (bağışlanma) dilesin,” denildiği zaman başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslamışlar olarak yüz çevirmekte olduklarını görürsün.12
6 Senin onlar adına mağfiret dilemen ile mağfiret dilememen onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmeyecektir.13 Şüphesiz Allah, fasık olan bir kavme hidayet vermez.14
7 Onlar ki: “Allah’ın Resulü yanında bulunanlara hiç bir infak (harcama)da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler.” derler. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Ancak münafıklar kavramıyorlar.
8 Derler ki: “Andolsun, Medine’ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır.”15 Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah’ın, O’nun Resulü’nün ve mü’minlerindir.16 Ancak münafıklar bilmiyorlar.
AÇIKLAMA
5. İbn Abbas’ın açıklamasına göre, Abdullah İbn Ubey yakışıklı, sıhhatli, çekici konuşan bir kimseydi. Onun Medine’nin ileri gelenlerinden olan arkadaşları da kendisi gibiydi. Hz. Peygamber (s.a) meclise geldiğinde sırtları yastıklara dayanmış bir şekilde iddialı iddialı laflar ederlerdi. Öyle ki onların bu halini gören bir kimse, bu muteber kişilerin, şehrin en alçak karakterli kimseleri olduklarını tahmin edemezdi.
6. Yani, duvar yastıklarına yaslanarak oturan bu kimseler, tıpkı duvara dayatılmış kütük gibidirler. Bu ifade, onların ahlâki duygularını yansıtmak ve insani bir öze sahip olamadıklarını vurgulamak için kullanılmıştır. Onlar hiçbir işe yaramadıkları için kütüğe benzetilmişlerdir. Oysa kütük bile çatı, kapı, masa, koltuk vs. yapımında kullanılır. Ancak duvara dayatılmış kütükler bir işe yaramazlar.
7. Bu kısa cümleyle, onların suçlu vicdanlarının tasviri yapılmıştır. Çünkü onlar her an kalplerinde, nifaklarının ve iman iddialarının yalan olduğunun anlaşılması korkusunu taşıyorlardı. Dolayısıyla her an bu sırlarının açığa çıkmasından ya da Müslümanların kendilerinin bu davranışlarından ötürü bir gün sabırlarının taşıp hesap sorabileceklerinden korkuyorlardı. Bu yüzden şehirde küçük bir gürültü bile olsa, hesap vaktinin gelişini mi haber veriyor diye ürküp duruyorlardı.
8. Diğer bir ifadeyle, onlar açıkça düşmanlık yapanlardan daha tehlikelidirler.
9. Onların görünüşlerine aldanmayın, sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.
10. Bu bir beddua değildir. Bu, Allah’ın, onların cezayı haketmiş olduklarına dair, haklarındaki kanaatini açıklamasıdır sadece. Yani onlar cezalandırılmaktan kurtulamayacaklardır. Başka bir anlam da şu şekilde verilebilir:
Yani Allah ifadeyi lugavi değil, ıstılahi anlamıyla kullanmış olabilir. Bu takdirde anlam, “Allah onları kahretsin” şeklinde olur. Böylelikle Allah onların ihanetlerinin şiddetini vurgulamış olmaktadır, beddua etmiş değil.
11. Burada açıkça, onları imandan nifaka çevirenin kimler olduğu beyan edilmiştir. Bunun beyan edilmesinden anlaşılıyor ki, onları yoldan çıkaran pek çok şey vardır. Örneğin, şeytan, kötü dost, heva ve heves, eş, sevgili, çocuklar, kabile, bir başkasına hased, buğz, tekebbür, kibir vs. gibi tüm bunların herbiri (veya hepsi) insanı yoldan çıkarabilir.
12. Yani, onlar bizzat gelip Hz. Peygamber’den (s.a.) (s.a) af dilemedikleri gibi, davet edildiklerinde dahi af dilemek yerine kibirleniyor, Hz. Peygamber’in (s.a.) yanına gelip af dilemeyi zillet olarak telakki ediyorlardı. Bu onların mümin olmadıklarının açık bir delilidir.
13. Bu Tevbe Suresi’ndeki ifadeden (ki Münafıkun Suresi Tevbe Suresi’nden 3 yıl sonra nazil olmuştur) daha şiddetli bir ifadedir. Tevbe Suresi’nde Hak Teâlâ, Rasulü’ne hitap ederek, münafıklar hakkında “Onlar için ister af dile ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez. Böyledir; çünkü onlar Allah’ı ve Rasulü’nü tanımadılar; Allah yoldan çıkan kavmi doğru yola iletmez” buyurmuştur. 84. ayette ise şöyle denmiştir: “Ve onlardan ölen birine asla namaz kılma, onun kabri başında durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Rasulü’nü tanımadılar ve fasık olarak öldüler.”
14. Bu ayetin iki anlamı vardır: a) Dua, hidayet üzerinde olanlar, yani Müslümanlar için fayda sağlar. Dini reddeden ve itaat yerine fısk ve tuğyan yolunu benimseyen kimse için, değil sıradan bir kimse, Allah Rasulü dahi dua etse, yine de bir yararı olmaz. b) Hidayete talip olmayan kimseye hidayet vermek Allah’ın sünneti değildir. Allah’ın hidayetine sırt çeviren ve davet edildiğinde kibirle reddeden bir kimseye, Allah hidayeti kabul etmesi için ısrar etmez.
15. Hz. Zeyd bin Erkam, bu olayı şöyle anlatıyor: “Ben İbn Ubey’in sözlerini Hz. Peygamber’e (s.a.) aktardığımda İbn Ubey bunu yalanlayarak, yemin etti. Bunun üzerine Ensar’ın yaşlıları ve amcalarım beni azarladı. Hatta Hz. Peygamber’in (s.a.) bile, beni yalancı, İbn Ubey’i doğru kabul ettiğini hissettim. Bu, benim hayatımın en üzücü olayı idi. Ancak bu ayet nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a) beni çağırarak kulağımdan tuttu ve “Bu oğlanın kulağı sadıktı. Allah da onu tasdik etti” dedi. (İbn Cerir, ayrıca Tirmizi’de benzeri bir rivayet mevcuttur.)
16. Yani, şeref ancak Allah’a mahsustur. Hz. Peygamber (s.a) risalet, müminler de iman nedeniyle şereflidirler. Fakat kafirlerin, fasık ve facirlerin, münafıkların şereften bir payları yoktur.
9 Ey iman edenler, 17ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi Allah’ı zikretmekten ‘tutkuya kaptırıp-alıkoymasın’;18 kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
10 Sizden birinize ölüm gelip de: “Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve salihlerden olsam” demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin.
11 Oysa Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiç bir kimseyi kesinlikle ertelemez. Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdar olandır.
AÇIKLAMA
17. Bu ayetin muhatabı Müslüman olduğunu söyleyen herkestir. “Ey iman edenler”; ifadesi Kur’an’da bazen müminlere, bazen Müslüman olduklarını iddia edenlere, bazen de genel olarak Müslümanlara hitaben kullanılmıştır. Nerede, kime hitap edildiği, ayetin siyak sibakına bakılarak anlaşılır.
18. Burada “mal ve çocukların” özellikle zikredilerek vurgulanması, insanların umumiyetle mal ve çocuklarının hatırı için imanın sorumluluklarından yüz çevirmeleri nedeniyledir. Çünkü insan umumiyetle bunlar yüzünden nifak, iman zaafı, fısk ve itaatsizliğin bataklığına saplanır. Aslında kastedilen, insanı Allah’tan gafil eden dünyadaki herşeydir. Allah’tan gaflet, her kötülüğün asıl sebebidir.
Şayet insan her an başıboş olmadığını, Allah’ın bir kulu olduğunu, Allah’ın kendisinin her yaptığından haberdar olduğunu ve yaptıklarından bir gün hesaba çekileceğini hatırında tutarsa, işte o zaman hiçbir sapıklık ve dalâlete düşmez. Beşeri zaafları dolayısıyla bir hata yapsa bile, hata yaptığını anlar anlamaz kendine çeki düzen verir.