CUMA SURESİ
Adı: Sure; adını 9. ayetinden almıştır. Bu surede Cuma namazı ile ilgili hükümler beyan edilmiş olmasına rağmen, surede sadece Cuma Namazı işlenmiş değildir. Diğer surelerde olduğu gibi bu ad, bir alâmettir.
Nüzul Zamanı: İlk sekiz ayet Hicri 7. yılda ve muhtemelen Hayber fethinde yahut ondan bir zaman sonra nazil olmuştur. Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei ve İbn Cerir; Ebu Hureyre’nin “Biz Rasulullah’ın huzurunda iken, bu ayetler nazil oldu” dediğini nakleder. Ebu Hureyre’nin ise Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra, Hayber’in fethinden önce Müslüman olduğu kesinlikle sabittir. İbn Hişam’a göre, Hayber, Hicri 7. yılda muharrem ayında, İbn Sa’d’a göreyse Cemaziyul-evvel’de fetholunmuştur. Dolayısıyla Yahudilerin bu son kalesi de feth olunduktan sonra Allah’ın onlara hitaben bu ayetleri inzal etmiş olması ihtimal dahilindedir. Yahut bu ayetler, Hayber’in fethinden sonra Arabistan’ın kuzeyindeki Yahudi kabilelerin İslâm yönetimine bağlanmasıyla birlikte indirilmiş olabilir.
Son üç ayet, hicretten kısa bir zaman sonra nazil olmuştur; zira Hz. Peygamber (s.a) Medine’ye geldiğinin 5. günü Cuma Namazı kıldırmış ve bu ayetler Cuma günü namaz esnasında vuku bulan bir olay üzerine indirilmiştir. Bu ayetlerde Müslümanlara, toplantılarda nasıl davranılması gerektiği hususunda tebliğde bulunulmuştur.
Konu: Yukarıda da zikredildiği gibi, bu surenin iki ayrı bölümü, iki ayrı dönemde nazil olmuştur. Bu bakımdan konuları ve muhatapları da farklıdır. Ancak bir münasebet dolayısıyla bu iki bölüm bir araya getirilmiştir. Bu münasebeti anlayabilmek için, her iki bölümü de ayrı ayrı ele almak daha uygun olur.
Cuma Suresi’nin ilk sekiz ayeti nazil olduğunda, İslâm davetini önlemek için, Yahudilerin sarfettikleri tüm çabalar, geçen 6 yıl süresince başarısız olmuştu. Başlangıçta Medine’deki üç güçlü Yahudi kabilesi (Beni Kaynuka, Beni Kurayza, Beni Nadir) Hz. Peygamber’e (s.a) tüm güçleriyle karşı koymuşlar ve sonuçta kabilelerden biri tamamen yok olurken, diğer ikisi ülkelerini terketmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra ise, Yahudiler diğer Arap kabilelerini kışkırtarak onları Medine’ye saldırmaları için teşvik ederler. Ancak bu sefer onların hepsi Ahzab Savaşı’nda bozguna uğrarlar. Geriye, Medine’den sürülen çok sayıdaki Yahudinin de toplandığı en büyük kaleleri Hayber kalmıştı. Bu ayetler nazil olduğunda, onlar da fazla karşı koymadan teslim olmuşlar ve bizzat kendi başvuruları üzerine Müslümanların zimmetinde orada kalmayı kabul etmişlerdir. Bu son yenilgiden sonra, Arabistan’daki Yahudi gücü tamamen ortadan kaldırılmış ve Vadi’l-Kura, Fedek, Teyme, Tebuk hepsi de arka arkaya teslim alınmıştır. Öyle ki, İslâm’ın adını bile duymak istemeyen o Yahudiler, İslâm’ın zimmeti altına girmek zorunda kalmışlardır. Böyle bir atmosferde Allah Teâlâ bu sureyle, onlara bir kez daha seslendi ve bu muhtemelen Kur’an’da zikredilen, Yahudilere yapılmış son hitaptı. Bu hitabede üç nokta vurgulanmıştır:
a) Sizler bu peygamberi, kendi kavminize değil, tahkir ederek “ümmî” dediğiniz başka bir kavme mensup olduğu için reddediyorsunuz. Peygamberin sizin kavminizden olma zorunluluğu batıl bir düşünceden başka bir şey değildir. Yine kavminize mensup olmayan ve peygamberlik iddiasında bulunan bir kimsenin ancak bir yalancı olabileceği şeklindeki düşünce de sizin vehminizdir. Çünkü “nübüvvet” şerefinin sadece kendi soyunuzun tekelinde olduğunu kabul ediyor ve Ümmîler arasında hiçbir zaman bir peygamberin gelmeyeceğini sanıyorsunuz. Oysa Allah o ümmiler arasından bir peygamber çıkarmıştır. O peygamber ki gözlerinizin önünde sizlere “mesaj” tebliğ etmekte, insanları tezkiye edip, sapıklıktan kurtararak, onlara doğru yolu göstermektedir. Bu, Allah’ın bir lütfudur ve O dilediğini “peygamberlik” ile şereflendiririr. Sizlere, istediğiniz bir kimseye peygamberliğin verilmesi veyahut istemediğiniz kimsenin peygamberlikten mahrum olması gibi bir lütufta bulunulmamıştır.
b) Sizler Tevrat’ı yüklenen kimseler olmanıza rağmen, onun kıymetini bilemediniz ve sorumluluğunuzu yerine getiremediniz. Sizler tıpkı kitaplar yüklendiği halde, o kitaplarda neler yazdığını bilmeyen merkeplere benziyorsunuz. Hatta sizlerin durumu merkepten de kötüdür. Çünkü merkep şuur sahibi olmadığı gibi, “anlamak” şeklinde bir mükellefiyeti de yoktur. Oysa sizlere şuur verildiği halde, sizler Allah’ın kitabını taşımanın sorumluluğundan kaçmakla kalmıyor, O’nun ayetlerini bile bile yalanlıyorsunuz. Üstelik buna rağmen, kendinizi Allah’ın sevgili kulları olarak kabul ediyor, “nübüvvet” nimetinin sadece size mahsus bir hak olduğunu ve ayrıca ne yaparsanız yapın, Allah’ın gönderdiği mesajın sorumluluğunu yerine getirin-getirmeyin, yine de Allah Teâlâ’nın sizin isteğinize uyarak, mesajını sizlerden başkasına yüklemeyeceğini sanıyorsunuz.
c) Sizler, gerçekten Allah’ın sevgili kulları olsaydınız ve gerçekten Allah indinde büyük izzet ve ikrama mazhar olacağınıza inansaydınız eğer, ölümden bu derece korkmamanız gerekirdi. Ancak sizler sırf ölüm korkusuyla dalâlet içinde yaşamayı kabul edip, bu yüzden geçen birkaç sene içerisinde sürekli yenilgiyi tercih ettiniz. Sizlerin bu hali bile, yaptıklarınızın doğru olmadığını bildiğinize tek başına delildir. Sizler, bu halinizle Allah’ın huzuruna gittiğinizde, orada bu dünyadakinden daha zelil olacağınızı pekalâ biliyorsunuz.
Bu sure, birinci bölümle, ondan birkaç sene önce nazil olan ikinci bölümün bir araya getirilmesiyle teşekkül etmiştir. Yahudilerin Sebt’ine (Cumartesi gününe) karşılık, Müslümanlara Cuma’nın bağışlanması nedeniyle, bu iki bölüm bir araya getirilmiş olabilir. Burada Müslümanlar, Yahudilerin sebt’e karşı takındıkları tavır gibi Cuma’ya bir tavır takınmamaları konusunda uyarılıyorlar. Bu ayetler, Medine’de bir Cuma namazı vaktinde Mescid-i Nebevî’deki Müslümanları ticari bir kafilenin gelmesi üzerine davul sesini duyup, 12 kişi dışında hepsinin, gelen kafileye koşması üzerine nazil olmuştur.
Oysa onlar kafileye koştukları esnada, Hz. Peygamber (s.a) hutbe irad etmekteydi. Bu sebepten dolayı bu ayetler Cuma vaktinde (ezandan sonra) her türlü meşguliyeti ve alışverişi haram kılmıştır. Müslümanların Cuma vaktinde her türlü meşguliyeti bırakarak Allah’ın zikrine koşmaları gerekmektedir. Ancak namaz bittikten sonra, kendi işlerine dönüp, rızık aramak için yeryüzüne yayılabilirler. Bu bölüm Cuma hükümleri hakkında müstakil bir sure olabilirdi. Ama Yahudilerin Sebt gününü ihlal etmeleri nedeniyle uğradıkları kötü azabın kendi başlarına gelmemesi için Müslümanların uyarıldıkları diğer bölüm ile biraraya getirilmiştir. Bana göre bu iki bölümün biraraya getirilme nedeni işte budur.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Göklerde ve yerde olanların tümü, Melik; Kuddüs; Aziz; Hakim olan Allah’ı tesbih etmektedir.1
2 O, ümmiler2 içinde, kendilerinden olan ve onlara ayetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti3 öğreten bir peygamberi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce gerçekten açıkça bir sapıklık içinde idiler.4
3 Ve onlardan henüz kendilerine ulaşıp-katılmamış bulunan5 diğerlerine de (peygamber gönderilmiştir); O (Allah), üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.6
AÇIKLAMA
1. İzah için bkz. Hadid an: 1-2, Haşr an: 36-37, 41. Daha sonraki konu ile bu ayetler arasında çok yakın bir ilgi vardır. Yahudiler, Hz. Peygamber’in (s.a.) şahsiyetini, davranışlarını ve Hz. Musa’nın (a.s) Tevrat’ta müjdeliyerek bildirdiği özellikleri -ki bu özellikler Hz. Peygamber’e (s.a.) tıpa tıp uyuyordu- bilmelerine rağmen Hz. Peygamber’e (s.a.) iman etmeyi reddediyorlardı. Ayrıca açıkça “Yahudi olmayan bir kimseye Allah’tan vahiy gelse dahi inanmayız” diyorlardı. İleride gelecek ayetlerde Yahudilerin bu tutumu açık bir şekilde kınanmış ve bu yüzden girişte şu cümle kullanılmıştır: “Yerde ve gökte (kainatta) olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” Yani kainattaki her zerre, Yahudilerin kendisine atfettiği her türlü noksanlıktan Allah’ın münezzeh olduğuna şahitlik etmektedir.
Yahudiler, kendilerinin Allah katında herkesten daha makbul kullar olduklarını ve Allah’ın kendilerine özel bir sevgi beslediğini sanmaktadırlar. Oysa Allah tüm mahlukatına aynı seviyede muamele eder. O’nun adalet, Rububiyet ve rahmeti herkes için müsavidir. O hiçbir kavim ve ırk, ne yaparlarsa yapsınlar kendilerine nimetlerini lutfetmeye devam edecek şekilde öyle bir sevgi beslemez. Ayrıca hiçbir soy ve kavme, iyi özelliklere sahip oldukları halde dahi, onları lütfundan mahrum bırakacak derecede düşmanlık da beslemez. Daha sonra Allah’ın “Melik” olduğu buyurulmuştur. Yani dünyadaki hiçbir güç O’nun yetkilerini kısıtlayamaz. Sizler O’nun köle ve tebaasısınız. İstediğiniz bir kimseye peygamberlik verileceğine dair bir yetki size ne zaman verildi? O “Kuddûs”tür. Yani O, herşeyden münezzehtir ve O’nun kararlarında herhangi bir hata ve yanılgı ihtimali imkan haricidir. Bu vehimler, sizlerin kendi idrak eksikliğinizin bir sonucudur. Sonra Allah’ın, biri “Aziz” (Hiç kimse O’nu mağlup edemez), diğeri “Hakim” (Tüm takdiri hikmete dayanır ve hiç kimse O’nun takdirine karşı koyamaz) olmak üzere iki sıfatı zikredilmiştir.
2.”Ümmî” ifadesi burada, Yahudi literatürüne göre kullanılmıştır ve bu kullanımda gizli bir alay sözkonusudur. Yani Yahudilere şöyle denilmektedir: “Sizler Araplara hakaret amacıyla “Ümmî” diyor ve güya kendinizle mukayese ederek onları hakir görüyorsunuz. Ancak Aziz ve Hakim olan Allah, onlar arasından bir peygamber çıkarmıştır. O peygamber kendiliğinden gelmemiş, bilakis kainatın sahibi Allah tarafından gönderilmiştir. O Allah ki Aziz’dir, Hakim’dir. O’na karşı koymaya çalışırsanız, kendinize zarar vermiş olur, O’na hiçbir şey yapamazsınız.”
Kur’an’da “Ümmî” kelimesi pekçok yerde geçer. Ancak her yerde aynı anlamda olmayıp muhtelif anlamlarda kullanılmıştır. Bazı yerlerde Ehl-i Kitab’ın zıddı mukabilinde, “Kitab sahibi olmayanlar”a atfen kullanılır. Örneğin, “Kendilerine Kitap verilenlere ve Ümmîlere de ki: Siz de İslâm oldunuz mu?” (Al-i İmran: 20) Burada bahsi geçen Ümmiler, Yahudi ve Hıristiyanlardan ayrı bir topluluktur. Bazı yerde ise kendilerine nazil olan Kitab’ı bilmeyen ve Kitap’tan cahil olanlar için kullanılır. “Onların (Yahudilerin) içinde bir de Ümmiler vardır ki, Kitab’ı bilmezler, bütün bildikleri birtakım kuruntulardır” (Bakara: 78). Bazı yerlerde ise Yahudilerin bizzat kullandıkları anlamda, yani Yahudi olmayanlar için kullanılmıştır: “Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan onu sana öder. Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar versen, devamlı olarak başına dikilmeden onu sana ödemez.
“Ümmilere karşı bize bir sorumluluk yoktur” dedikleri için böyle yapıyorlar ve Allah’a karşı bile bile yalan söylüyorlar (Ali İmran: 75). İşte bu anlam, sözkonusu ayetteki kullanımla, aynıdır. Bu anlam, İbranice’de “Goyim” kelimesinin müteradifidir. Kitab-ı Mukaddes’in İngilizce çevirilerinde bu kelime “centile” ile (İsrail’li olmayan) karşılanmaktadır.
Yahudilerin kullandıkları bu kavram ile ilgili yaptığımız açıklamalar yeterli değildir. Çünkü “Goyim” kelimesi İbranice’de “kavimler” anlamında da kullanılmıştır. Ancak Yahudiler bir süre sonra bu kelimeyi sadece kendileri dışındaki kavimler için kullanırlarken, zamanla bunu diğer kavimlere atfen gayri medenî, dinsiz, soysuz ve zelil anlamında sarfetmeye başlamışlardır. Öyle ki Yunanlıların kendileri dışındaki kavimler için kullandıkları, “Barbar” kelimesine yükledikleri nefret ve aşağılama manasından daha ağırını, Yahudiler “Goyim” kelimesine yüklemişlerdir. Yahudi literatüründe “Goyim” kelimesinin vasfettiği kitle, o derece nefret edilecek bir şeydir ki, Yahudiler onların insan yerine bile konmayacağı, onlarla yolculuk yapılmayacağı hatta Goyim’e mensup birinin boğulması durumunda, onun kurtarılmaya dahi değmeyeceği düşüncesindedirler. Ayrıca Yahudiler, gelmesi beklenen Mesih’in Goyim’e mensup herkesi helak edeceğine inanırlar (İzah için bkz. Al-i İmran an: 64)
3. Kur’an’da Hz. Peygamber’in (s.a) bu özelliği 4 yerde geçmektedir. Ve bu özelliğin vurgulandığı her mevkide maksat farklıdır.
a) Bakara: 129’da Araplara musibet ve felaket olarak değerlendirdikleri Hz. Peygamber’in (s.a) aslında kendileri için büyük bir nimet olduğu, nitekim Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in onun, zürriyetlerine gönderilmesi dileğinde bulundukları, bildirilmektedir.
b) Bakara: 131’de ise, Müslümanların, Allah’ın Hz. Peygamber’i göndermekle kendilerine ne kadar büyük bir lütufta bulunduğunu anlamaları ve böylece onun kıymetini bilip bu nimetten tam anlamıyla istifade etmeleri istenmiştir.
c) Al-i İmran: 164’de münafıklara ve zayıf imanlı kimselere, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği böylesine bir nimetin kadrini bilemedikleri için ne kadar akılsız oldukları hatırlatılmaktadır.
d) Aynı özellik 4. kez ve bu surede vurgulanarak Yahudilere şöyle seslenilmiştir: “Hz. Muhammed’in (s.a) davranışları bizzat ortaya koyduğu kadar, sizler de onun bir peygamber olduğunu açıkça görmektesiniz. O’nun size okuduğu ayetlerin uslûbu, keyfiyet ve lisanı apaçık olarak, okuduklarının Allah’ın ayetleri olduğuna delalet etmektedir. O başkalarının hayatını ıslah etmekte, ahlak, adet ve münasebetlerini temizlemekte ve onları yüksek bir ahlak ile donatmaktadır. Bu ameliyeyi daha önceki peygamberler de, kendi ümmetlerine yapmışlardır. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a) sizlere sadece o ayetleri okumakla kalmamakta yanısıra, Allah’ın Kitabı’nın bildirdiği ölçülere göre, hayatını düzenleyip bunu sizlerin önüne bir örnek olarak koymaktadır.
Sizlere öyle bir hikmete dayalı mesaj sunmaktadır ki, peygamberlerin dışında hiç kimse bu mesajı sunamaz. O’nun hayat tarzı, peygamberlere has bir özellik taşır ve insanlar peygamberleri bu özellikleri ile tanırlar. O halde bu ne inattır ki, hayatı apaçık gözler önünde olan bu peygamberi, Allah sizin kavminizden değil de, “Ümmi” dediğiniz bir kavimden seçtiği için reddediyorsunuz.
4. Bu, Yahudilerin gözleri önünde açıkça sergilenen, Hz. Peygamber’in (s.a.) risaletinin bir başka ispatıdır. Çünkü Yahudiler, asırlardır Arabistan topraklarında yaşıyorlar ve Araplar’ın dinî, ahlakî, sosyal ve kültürel hayatlarını yakından biliyorlardı. Yahudiler onların İslam’dan önceki hayatlarını çok iyi bildikleri gibi ayrıca Hz. Muhammed’in (s.a) önderliğinde değişen bu toplumun çizdiği grafiği de açıkça müşahade ediyorlardı. Bu nedenden ötürü, onlara şöyle denilmektedir: “Araplar’ın İslâm öncesi hayatları size gizli değildir. Onların İslâm geldikten sonra nasıl bir hayat tarzı sürdüklerini gördüğünüz gibi, ayrıca aynı toplumda Müslüman olmayan kimseleri de görüyorsunuz. Böylesine büyük bir devrimi bir âmâ dahi fark edebilirken, bu devrimi ancak bir peygamberin yapabileceği gerçeği, sizleri inandırabilmek için yeterli değil midir? Üstelik bu devrim önceki peygamberlerin yaptıkları değişimlerden daha bariz iken…
5. Yani, Hz. Peygamber’in (s.a.) risalet görevi sadece Araplar ile sınırlanmış değildir. Bu, henüz İslâm’ı kabul etmemiş tüm toplum ve nesiller için geçerlidir. Ayette geçen “minhum” (onlardan) ifadesi iki şekilde de anlaşılabilir. Birincisi, Ümmilerden, yani Yahudi olmayanlardan. İkincisi, Hz. Peygamber’e (s.a.) inandıkları halde, henüz ona katılmamış, ama bir süre sonra katılacak olanlardan. Bu takdirde, ayetin anlamı, “Rasulullah’ın risaleti kıyamete değin sürecektir” şeklinde olur. Kur’an’ın diğer yerlerinde de, bu hususa açıklık getirilmiştir. Bkz. En’am: 19, A’raf: 158, Enbiya: 107, Furkan: 1, Sebe: 28 ve ayrıca Sebe an: 47.
6. Yani, böylesine yüce bir peygamberi, ümmi bir toplumdan göndermiş olması, kudret ve hikmet sahibi olan Allah’ın bir lütfudur. Bu peygamberin büyük bir inkılabı hazırlayan öğretisi tüm insanlığı kapsamakta ve insanları birleştirip tek ümmet haline getirebilecek, ayrıca kıyamete değin geçerliliğini yitirmeyecek ebedî ilkelere dayanmaktadır. Yeryüzündeki hiçbir sahtekârın, böylesine bir inkılabı gerçekleştirebilecek seviyeye gelmesi mümkün değildir. Üstelik, değil ilkel Arap toplumu, gelişmiş ve medenî toplumlardaki dahiler bile, bir toplumu tümüyle değiştirip, umumî bir esas üzerinde onları toplayabilecek, tüm insanlığı tek ümmet haline getirebilecek bir ilkeyi ve kıyamete kadar geçerli evrensel bir medeniyetin üzerinde yükseleceği bir dini insanlara sunabilecek bir varlık gösteremezler. Bu ancak Allah’ın bir mucizesidir. O hikmeti mucibince dilediği kimseyi, dilediği ülke ve kavimden risalet vazifesi için seçer. Akılsızlar bu gerçeği kabul etseler de etmeseler de!…
4 Bu, Allah’ın dilediğine verdiği fazl (lütuf ve ihsan)dır. Allah, büyük fazl sahibidir.
5 Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların7 durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin8 durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalan saymakta olan kavmin durumu ne kadar kötüdür.9 Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez.
6 De ki: “Ey Yahudi olanlar,10 eğer siz, (bütün) insanlardan ayrı olarak yalnızca sizlerin gerçekten Allah’ın velileri11 (dost ve sevgili kulları) olduğunuzu öne sürüyorsanız, şu halde ölümü temenni edin; eğer doğru sözlü iseniz (bunu çekinmeden yapın).”12
AÇIKLAMA
7. Bu cümle biri umumi, diğeri hususi iki anlamı birden tazammun eder. Umumi anlamı şu şekildedir: “Kendilerine Tevrat verilmesine ve ona göre amel etmekle sorumlu tutulmalarına rağmen, bu sorumluluklarının bilincinde olmamış ve bunu yerine getirmemişlerdir.” Hususi anlamı ise şöyledir: “Tevrat” yüklenmiş kimseler olmaları nedeniyle, Hz. Peygamber’e (s.a.) herkesten önce uymalıydılar. Çünkü Tevrat’ta açıkça Hz. Peygamber’in (s.a.) geleceği müjdesi verilmiştir. Ancak buna rağmen Yahudiler, Tevrat’ın mesajına aldırmaksızın, Hz. Peygamber’e (s.a.) herkesten daha fazla karşı çıkmışlardır.
8. Yani, tıpkı ne taşıdığını bilmeyen üzerine kitaplar yüklü merkep gibidirler. Yahudiler de, adeta bir merkep gibi Tevrat’ı yüklenmişlerdir ve o kitabın kendilerine ne tür sorumluluklar tevdi ettiğini bilmemektedirler.
9. Yani onların durumu merkepten daha beterdir; zira merkep kendisine şuur verilmediği için mazurdur. Ancak onlara şuur verildiği gibi ayrıca Tevrat’ı okuyor ve anlıyorlar. Fakat buna rağmen, yine de bu öğretiyi uygulamaktan kaçınmakta ve Hz. Peygamber’i (s.a) bile bile reddetmektedirler. Oysa bu peygamberler, Tevrat’a göre hak bir peygamberdir, ayrıca Tevrat’ı anlamadıkları şeklindeki iddiaları da mazeret değildir, aksine onu anlıyor ama Allah’ın ayetlerini bile bile yalanlıyorlar.
10. Burada, “Ey Yahudiler!” şeklinde hitap edilmeyip, “Ey kendisine Yahudi diyenler!” yahut “Ey Yahudilik iddiasında bulunanlar!” denmesi oldukça dikkate değerdir. Bunun sebebi, Hz. Musa’nın (a.s) tebliğ etitği dinin de O’ndan önceki peygamberlerin getirdikleri dinin de adının İslâm olmasıdır. O peygamberlerden hiçbiri Yahudi değildi ve daha o dönemlerde Yahudilik doğmamıştı bile. Bu din, daha sonraları bu isim ile tanınmaya başlanmış ve Hz. Yakub’un (a.s) dördüncü oğlu Yahuda’ya nisbet edilmiştir. Hz. Süleyman’dan (a.s) sonra İsrailoğulları ikiye bölündüğünde, sülaleden birinin saltanatı “Yahuda” ismi ile meşhur olmuştur. İsrailoğulları’nın diğer kabileleri ise, “Semerna Devleti” adını almışlardır. Daha sonraları Asur’luların bu devleti yerle bir etmeleri sonucunda oradaki İsrail kabilelerinden ve devletin kurucularından hiçbir eser kalmamıştır. Onlardan geriye sadece Yahuda ve Bünyamin’in nesli kaldığından ve bunlar arasında Yahuda’nın nesli çoğunluğu teşkil ettiğinden İsrailoğulları’na “Yahuda” denmiştir. Bu neslin içinden Kahinler, Rabiler (alimler), Ahbarlar kendi doktrinlerini, eğilimlerini, adet ve inançlarını, asırlar boyunca dini bir iskelet haline getirip bunu “Yahudilik” diye adlandırmışlardır.
Bu oluşum M.Ö. 4. yüzyıl ile M.S. 5. yüzyıl arasında teşekkül etmiştir. Bu akide içine, peygamberlerin getirdiği bir takım ilahî ilkelerin sokulması ihmal edilmemiş ama bunlar dahi değiştirilmiştir. İşte bu sebeplerden dolayı, Kur’an’ın birçok yerinde onlara “Kendilerine Yahudi diyenler”, şeklinde hitap edilmiştir. Yani “Ey kendiliğinden Yahudiliği icad edenler!” Bu kitleye sadece İsrailoğulları değil, İsrailoğulları’ndan olmadığı halde Yahudiliği seçenler de dahil edilmiştir. Kur’an’da nerede İsrailoğulları’na hitap edilmişse, “Ya Beni İsrail” denmiş, nerede de Yahudiliğe intisap edenlere seslenilmişse, “Ey Yahudi olanlar!” denmiştir.
11. Kur’an’ın birçok yerinde, onların bu iddialarının ayrıntıları verilmiştir. “Yahudilerin dışında kimse cennete giremiyecek dediler.” (Bakara: 111) “Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacaktır.” (Bakara: 80, Ali İmran: 24) “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz dediler” (Maide: 18), Bu iddialar, Yahudilerin kendi kitaplarında da bulunmaktadır. Tüm dünyada onların kendilerini Allah’ın seçkin kulları kabul ettikleri, Allah ile aralarında özel bir yakınlık olduğunu ve Allah’ın onları diğer insanlardan üstün tuttuğunu zannettikleri bilinmektedir.
12. Yahudilere bu teklif, bununla birlikte Kur’an’da ikinci kez yapılmış olmaktadır. Daha önce Bakara: 94-96’da şöyle buyurulmuştur: “De ki; Eğer gerçekten Allah katında ahiret yurdu kimsenin değil, yalnız sizin ise, sözünüzde doğru iseniz haydi ölümü temenni edin. Fakat ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı ölümü asla istemezler. Allah zalimleri bilir. Onları, insanların hayata en düşkünü, müşriklerden daha tutkunu bulacaksın; herbiri ister ki bin yıl yaşatılsın. Oysa yaşatılması onu azaptan uzaklaştıracak değil. Allah ne yaptıklarını görüyor” Aynı teklif burada da tekrarlanmıştır. Ancak bu, sadece bir tekrardan ibaret değildir. Çünkü Bakara Suresi’ndeki ayet, Yahudilerle Müslümanlar arasında henüz bir savaş patlak vermezden önce, onların karakter yapılarını teşhir etmek amacıyla nazil olmuştur. Bahis konusu ayet ise, (Yahudilerle yapılan savaşların sonucunda, onların yaşamak konusunda ne kadar hırslı oldukları ve ne pahasına olursa olsun her şart altında yaşamayı istedikleri bizzat denenerek müşahade edildikten sonra nazil olmuştur. Örneğin, Medine ve Hayber’deki Yahudi gücü Müslümanlardan hiç de az değildi. Bilakis onların imkanları Müslümanlarınkinden fazlaydı bile. Ayrıca Arap müşrikleri ve Medine’deki münafıklar onları destekliyorlardı ve hepsi de Müslümanları ortadan kaldırmaya kararlıydılar. Fakat şartlar eşit olmamasına rağmen, yine de Müslümanlar galip geldi ve Yahudiler yenildi. Zira Müslümanlar ölüm korkusu taşımaksızın, Allah yolunda şehadeti arzulayarak, seve seve canlarını ortaya koymuşlardı. Onlar kalplerinin derinliğinde, Allah yolunda cihad ettiklerine ve bu yolda şehadetin cennet ile ödüllendirileceğine yakinen inanıyorlardı. Yahudiler ise tam aksine hiçbir şey adına canlarını ortaya koyma yanlısı değillerdi. Öyle ki, Allah yolunda, kavimleri, kendi mal, can, şeref, namus vs. için dahi savaşabilecek cesaretleri yoktu. Onlar, her türlü şart altında yaşama arzusu içindeydiler. Dolayısıyla bu zaafları, kendilerini korkak insanlar haline getirmiştir.
7 Oysa onlar, ellerinin öne takdim ettikleri dolayısıyla13 bunu hiç bir zaman temenni edemezler. Allah, zalimleri bilendir.
8 De ki: “Hiç tartışmasız sizin kendisinden kaçmakta bulunduğunuz ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.”
9 Ey iman edenler, Cuma günü14 namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ı zikretmeğe koşun ve alış-verişi bırakın.15 Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
AÇIKLAMA
13. Başka bir ifadeyle, onların ölümden kaçışları sürpriz olmamıştır. Onlar tüm iddialarına rağmen vicdanlarının derinliğinde, Allah’a ve dinine karşı nasıl bir tavır takındıklarını ve ahirette mükafatlarının ne olacağını biliyorlardı. İşte bu yüzden Allah’ın huzurunda bulunmaktan kaçmaktadırlar.
14. Bu cümle içinde, özellikle üç husus dikkate değerdir. Birincisi, Namaz için çağrı yapılmaktadır. İkincisi, Cuma gününe mahsusen bir namaz kılınmaktadır. Üçüncüsü, Cuma günü namaz için çağrı yapılmasıyla ilgili olarak, ilk kez emir veriliyormuş gibi bir ifade kullanılmamıştır. Bilakis, siyak ve sibaktan anlaşılmaktadır ki, namaza çağrı ve Cuma gününe mahsusen namaz daha önceden ifa edilegelmektedir.
Ancak yanlış olan, Müslümanlar Cuma günü namaza çağırıldıklarında gevşek davranmaları ve alışverişlerine devam etmeleriydi. Dolayısıyla Allah Teâlâ bu ayeti, Müslümanların ezan okunurken Cuma namazının önemini kavramaları ve bunun farz olduğunu idrak ederek namaza koşmaları için inzal etmiştir. Bu üç husus üzerinde derinlemesine düşünüldüğünde, Hz. Peygamber’in (s.a) emirlerinin, Kur’an’da belirtilmemiş olsa da Kur’an’da belirtilmiş gibi itaati gerektirdiği gerçeği ortaya çıkar. Ayette kastolunan namaza çağrı (ezan), günümüzde 5 vakit tüm dünyada camilerden yükselen ezandır. Ancak Kur’an’ın hiçbir yerinde, namaz için ezan okunması ya da başka türlü bir çağrı yapılması ile ilgili olarak, herhangi bir emir yer almamıştır. Bu Hz. Peygamber’in (s.a.) koyduğu bir kuraldır ve bu kural Kur’an-ı Kerim’de iki yerde teyid edilmiştir. Birincisi, söz konusu ayet, diğeri ise Maide Suresi’nin 58. ayetidir. Ayrıca tüm Müslümanların halen kılmakta olduğu Cuma gününe mahsusen kılınan namazın vakti ve şekli ile ilgili de, Kur’an’da bir bilgi mevcut değildir. Bu namaz da Hz. Peygamber’in (s.a.) bildirdiği gibi kılınmaktadır. Kur’an’ın bu ayeti ise, sadece onun önemini vurgulamaktadır. Bu gerçek, “Şer’î hükümler sadece Kur’an’da beyan edilmiştir” diyen kimsenin sadece sünnet’i değil aynı zamanda Kur’an’ı inkar etmiş olduğunun açık bir delilidir.
Daha ileri gitmeden önce, burada Cuma ile ilgili birtakım meseleleri açıklamakta yarar var.
Cuma, aslında İslâmî bir kavramdır. Çünkü Cahiliyye döneminde Araplar bu güne “Yevm’ul-Arube” diyorlardı. Müslümanlar aralarında, bir toplantı günü kararlaştırdıklarında bu günü seçmiş ve onu “Cuma günü” diye adlandırmışlardır. Tarihçiler ise, daha önceden Ka’b bin Luvî veya Kusay bin Kilab’ın bu güne mahsusen, “Cuma” ismini kullandıkları görüşündedirler. Çünkü o gün Kureyşliler bir araya geliyorlardı. (Feth’ul-Bari) Ancak buna rağmen Araplar, bu kadim ismi değiştirmeyip ona Arube günü demekte devam etmişlerdir. Fakat gerçek değişiklik, İslâm geldikten sonra vuku bulmuştur.
İslâm’dan önce haftanın bir gününün ibadete ayrılması adeti Kitap Ehli’nde vardı. Yahudiler bu günü “Sebt” (Cumartesi) günü olarak isimlendirmişlerdir. Çünkü Allah, İsrailoğulları’nı Firavun’a kölelikten o gün kurtarmıştır. Hıristiyanlar ise, Yahudilerden farklı olmak için, ibadet günü olarak kendilerine “Pazar”ı seçmişlerdir. Oysa bu günle ilgili olarak Hz. İsa’nın bir talimatı sözkonusu olmadığı gibi, İncil’de de bir kayıt mevcut değildir.
Ancak Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın çarmıhta can verdikten sonra kabirden, pazar günü göğe çıktığına inandıkları için, kendilerine pazar gününü ibadet günü olarak seçmişlerdir. M.S. 321’de Roma İmparatorluğu, bir yasa çıkartarak bu günü, resmi tatil ilan etmiştir. İşte İslâm, bu iki toplumdan da kendini ayırabilmek için Cuma gününü toplu ibadet günü olarak seçmiştir.
İbn Abbas ve Ebu Mes’ud el-Ensari’nin rivayetlerinden anlaşıldığına göre, Cuma’nın farz oluşu ile ilgili emir, hicretten önce Mekke’de gelmiştir. Fakat o dönemde Mekke’de bu emrin gereği üzerine amel etmek mümkün değildir. Çünkü biraraya gelmek suretiyle, topluca ibadet etmek imkan hariciydi. Fakat Hz. Peygamber (s.a) daha önceden hicret ederek Medine’ye giden Müslümanlara Cuma’yı ikame etmeleri için emir göndermiştir. Böylece ilk Cuma’yı Muhacirlerin başkanı Mus’ab bin Umeyr, 12 Müslüman’a Medine’de kıldırmıştır. (Tabaranî, Darekutnî) Ka’b bin Malik ve İbn Sirîn’in rivayetlerine göre, Medine’de Ensardan Müslümanlar kendi başlarına, haftada birgün topluca ibadet etmeyi kararlaştırmışlardır. Dolayısıyla Yahudilerin Cumartesi, Hıristiyanların Pazar günü topluca ibadet etmelerine mukabil, onlar Cuma gününü seçmişlerdir. Ve ilk Cuma’yı Benî Biyade’nin bölgesinde Esâd bin Zürare 40 Müslümanla birlikte kılmıştır. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbn Mace, İbn Hibban, Abd bin Humeyd, Abdurrezzak, Beyhakî) Bu rivayetten anlaşıldığına göre, Müslümanlarda, haftada bir gün topluca ibadet etme arzusu vardır ve bu arzu, Yahudi ve Hıristiyanlardan farklı olarak, İslâm’a mahsus bir alâmet şeklinde iktiza etmişti. Bu konuda herhangi bir emir olmamasına rağmen, İslâm’ın ruhuna uygun düşünüp davranmaları, Sahabe-i Kiram’ın İslâm’ı kavrayışlarının bir özelliğidir.
Hz. Peygamber’in (s.a) hicret ettikten sonra yaptığı ilk işlerden biri de, Cuma’nın ikame edilmesi olmuştur. Kendisi Mekke’den hicret etmek üzere ayrılıp, pazartesi günü Kuba Mescidi’ne ulaşmış ve 4 gün orada kaldıktan sonra 5. gün (Cuma günü) Medine’ye hareket etmiştir. Yolda, Beni Salim bin Avf’ın bölgesinde Cuma vakti olmuş ve kendileri ilk Cuma’yı orada eda etmişlerdir.
Bu namaz için, Hz. Peygamber (s.a) öğleden sonra bir vakti (yani öğle namazının vaktini) tayin etmiştir. Hicretten önce Musâb bin Umeyr’e gönderdiği yazılı emirde de şöyle demiştir: “Cuma günü, öğleden hemen sonra iki rekat namaz ile Allah’a yaklaşınız” (Darekutnî) Aynı emir, hicretten sonra, Hz. Peygamber (s.a) hem kavlen, hem fiilen bizzat kendisi beyan etmiştir. Hz. Enes, Hz. Seleme bin Ekva, Hz. Cabir bin Abdullah, Hz. Zübeyr bin Avvam, Hz. Sehiyl bin Sad, Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz. Ammar bin Yasir ve Hz. Bilal’den bu konuyla ilgili nakledilen hadis şöyledir:
“Rasulullah Cuma namazını zevalden sonra kıldırırdı.” (Müsned-i Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Neseî, Tirmizî)
Cuma namazının, öğle namazı yerine geçtiği, bu namazın sadece iki rekat olduğu ve namazdan önce hutbe irad edildiği Hz. Peygamber’in (s.a.) fiiliyle sabittir. Öğle namazı ile arasındaki fark budur. Nitekim Hz. Ömer bu konuda şöyle demiştir: “Rasulüllah’ın mübarek ağzından çıktığına göre, yolcu namazı iki rekattır, fecr (sabah) namazı iki rekattır ve Cuma namazı da iki rekattır. Bu sonuncusu kasır namazı gibi değildir, Cuma hutbesi nedeniyle kısaltılmıştır.” (Ahkamu’l-Kur’an, el-Cassas)
Ayette, bahis konusu edilen ezan ile, hutbeden önce okunan ezan kastolunmaktadır, yoksa Cumadan çok önce halka haber vermek için okunan ezan değil. Saib bin Yezid’in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) döneminde sadece bir ezan okunurdu. Müezzin bu ezanı, imam minberde oturduktan sonra okumaya başlardı. Bu Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in dönemlerinde de aynı şekilde devam etmiş ama Hz. Osman’ın zamanında nüfus arttığından dolayı, çok önceden bir ezan daha okutulmaya başlanmıştır. Bu ezan Medine çarşısında bulunan bir evden okutturuluyordu. (Buharî, Ebu Davud, Neseî, Tirmizî).
15. “Zikrullah” ile Cuma hutbesi kastedilmektedir. Çünkü ezandan sonra Hz. Peygamber (s.a) hutbe verir ve her zaman namazı hutbeden sonra kıldırırdı. Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Melekler, her Cuma, namaza gelen kimselerin isimlerini kaydederler ve imam minbere çıktığında defterlerini kapatıp, hutbeyi dinlemeye başlarlar.” (Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei) Bu hadisten de anlaşıldığı gibi, “zikir” ile hutbe kastedilmektedir. Ayrıca Kur’an’ın ifadeleri de aynı yöne işaret etmektedir. Şöyle ki, önce “Allah’ın zikrine koşunuz” diye buyurulurken, daha sonra “Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın” denilmektedir. Bu ifadelere göre Cumanın tertibi şu şekildedir. Önce zikr (hutbe), sonra namaz. Nitekim müfessirler “zikr”in hutbe yahut hutbe ve namaz olduğu konusunda görüşbirliği içindedirler.
Hutbe karşılığında “Zikrullah” ifadesi kullanılmıştır; zira hutbenin Allah’ı hatırlatan konuları kapsaması gerekir. Örneğin, Allah’a hamdü-sena, Rasûlüne salavat, Allah’ın emirleri, şeriatına uygun ameller, tebliğ yolunda telkinler, muttakilerin vasıfları tarifi ve medhi vs. Bu esaslara dayanarak Zemahşerî zalim hükümdarları övmenin, onların isimlerini anmanın, onlara dua etmenin “Zikrullah” ile bir ilgisi bulunmadığını, aksine bunun “Zikruşşeytan” olduğunu söylemiştir. (Keşşaf)
“Allah’ın zikrine koşunuz” emri ile elbette koşa koşa gelmek kastedilmiş değildir. Bu ifade “çabuk gelin, acele edin” anlamındadır. Nitekim Arapça’da “sa’y”, sadece koşmak için değil, gayret göstermek çabalamak anlamında da kullanılır. “Sa’y” bu anlamıyla Kur’an’da da çok kullanılmıştır. Zaten müfessirler ayetteki kullanıma bu anlamı verme hususunda görüş birliği içerisindedirler. Yani ezanı işiten kimse, hemen mescide varabilmek için gayret göstermelidir. Hem ayrıca namaz kılmak için camiye koşarak gelmekten Müslümanlar men olunmuşlardır. Ebu Hureyre’den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Cemaat namaza başladığında, namaza temkinli ve vakar içinde gelin, koşmayın. Namaza yetiştiğinizde hemen cemaate katılın ve sonra (namazı) tamamlayın”
(Kütübüs’Sitte) Ebu Katade el-Ensarî, şöyle anlatıyor: “Bir defasında Hz. Peygamber’in (s.a.) arkasında namaz kılıyorduk ve birden ayak sesleri duyduk. Namaz bitince Hz. Peygamber (s.a) gürültünün nedenini sordu. Onlar namaza yetişmek için koştuklarını söyleyince Hz. Peygamber, “Böyle yapmayın, namaza sukûnet içinde gelin ve cemaate katılın, sonra namazınızı tamamlayın” diye buyurdu. (Buharî, Müslim)
“Alışverişi bırakın”; bu ifade sadece alışverişi değil, tüm meşguliyetleri bırakarak namaz için hazırlanmayı da içine alır. Burada “el-bey’a” (alışveriş) kelimesinin zikredilme nedeni, Cuma günü ticaretin yoğun olması dolayısıyladır. Cuma günleri civardaki yerleşim bölgelerinden Medine’ye gelen insanlar, yanlarında satmak için mal getirirlerdi ve o gün herkes ihtiyaçlarını karşılayabilmek için alışveriş yapardı. Bu nedenle ayetteki yasaklama sadece alışveriş ile sınırlı olmayıp, tüm meşguliyetleri kapsamaktadır. Allah Teâlâ’nın ayette sadece alışverişi zikretmiş olması nedeniyle fakihler Cuma ezanından sonra her türlü alışverişin haram olduğu hususunda görüşbirliğine varmışlardır.
Bu verilen emir, Cuma namazının farz olduğuna kesin bir delildir. Yani “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınızda, Allah’ın zikrine koşun” ifadesi tek başına Cuma namazının farziyetini ispatlamaya yeterlidir. Ayrıca helâl bir şeyin (alışverişin) Cuma namazı nedeniyle haram kılınması da Cuma namazının farziyetini ortaya koymaktadır. Bunun yanısıra Cuma namazının kılınması nedeniyle öğle namazı da sakıt olur. Yani Cuma namazı, öğle namazının yerini alır. Bu da Cuma namazının farz oluşuyla ilgili başka bir delildir. Çünkü bir farz, ancak yerine başka bir farzın ikame edilmesiyle sakıt olur. Nitekim bu husus, birçok hadis ile teyid edilmiştir.
Örneğin Hz. Peygamber (s.a) Cuma namazını şiddetle tavsiye etmiş ve bunun farz olduğunu söylemiştir. İbn Mes’ud’un rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a); “Gönlüm namazı kıldırması için yerime bir başkasını tayin edip, Cuma namazına gelmeyenlerin evlerini ateşe vermeyi arzu ediyor.” demiştir. (Müsned-i Ahmed, Buharî) Ebu Hreyre ve İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre, kendileri Hz. Peygamber’i hutbede, “İnsanlar Cuma namazını terk etme adetini bıraksınlar. Aksi takdirde Allah onların kalplerini mühürleyecek ve onları gafillerden kılacaktır.” derken işitmişlerdir. (Müsned-i Ahmed, Müslim, Neseî) Ebu’l-Caad Demirî, Cabir bin Abdullah ve Abdullah bin Ebî Evfa’nın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Şayet bir kimse gerçek ve caiz olmayan bir mazeret nedeniyle üç Cuma namazını terk ederse, Allah o kimsenin kalbini mühürler.” Bu hadisin lafzı, bir başka rivayette şöyledir: “Allah onların kalplerini münafıkların kalplerine benzetir” (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Neseî, Tirmizî, İbn Mace, Darimî, Hakim, İbn Hibban, Bezzar, Taberani) Cabir bin Abdullah, Hz. Peygamber’in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Bugünden itibaren, kıyamete değin Cuma namazı sizlere farzdır. Cuma namazını basit bir amel sanıp ona önem vermeyen kimsenin halini Allah Teâlâ düzeltmez. İyi dinleyin! Tevbe edip, Allah’tan mağfiret dilemedikçe, o kimsenin namazı namaz, zekatı zekat, haccı hac, orucu oruç, iyiliği iyilik değildir. Allah ise affedicidir. (İbn Mace, Bezzar) Aynı anlamda başka bir rivayeti Taberanî, İbn Ömer’den nakletmiştir. Ayrıca Cuma namazının farz oluşu ile ilgili birçok hadis rivayet edilmiştir. Abdullah b. Amr b. el-As’ın rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) “Cuma ezanını duyan kimseye Cuma namazı farzdır” buyurmuştur. (Ebu Davud, Darekutnî) Cabir bin Abdullah ile Said bin Hudrî Hz. Peygamber’in (s.a.) hutbede şunları söylediğini rivayet ederler: “Şunu iyi bilin ki, Allah sizin üzerinize Cuma namazını farz kılmıştır.” (Beyhakî) Ancak kadınlar, hastalar, çocuklar, körler ve yolcular bu farziyetin dışındadırlar. Hz. Hafsa’dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber “Cuma namazı her baliğ (yetişkin) üzerine vaciptir, buyurmuştur.” (Neseî) Tarık bin Sihab’ın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir: “Cuma namazını cemaatle kılmak, her Müslümana vaciptir. Ancak kadınlar, köleler, çocuk ve hastalar müstesna.” (Ebu Davud, Hakim) Hz. Peygamber’in (s.a.) bu hadisinin lafızları, Cabir bin Abdullah’ın rivayetinde şu şekildedir: “Kim Allah’a ve Ahiret gününe iman ediyorsa Cuma namazı kendisine farzdır. Ancak kadınlar, yolcular, köle ve hastalar müstesna.” (Darekutnî, Beyhakî) Kur’an’ın ve hadislerin bildirdikleri doğrultusunda bütün ümmet, Cuma namazının farziyeti hususunda icma etmiştir.
10 Artık namazı kılınca, yeryüzünde dağılın, Allah’ın fazlını isteyip-arayın16 ve Allah’ı çokça zikredin,17 umulur ki felaha (kurtuluşa ve umduklarınıza) kavuşmuş olursunuz.18
AÇIKLAMA
16. Bu ifade, Cuma namazından sonra yayılıp, rızık aramanın şart olduğu anlamına gelmez. Bu emir izin anlamındadır; zira Cuma ezanının duyulmasıyla birlikte, tüm meşguliyetlerini bırakıp, namaza gelen kimselere, namaz bittikten sonra dağılıp tekrar işleriyle meşgul olmaları için izin verilmektedir. Tıpkı ihramlıyken avlanmanın haram olup daha sonra “ihramdan çıktıktan sonra avlanın” (Maide: 2) emri mucibince avın serbest bırakılması gibi. Bu ayetteki emirde, avlanmak şart koşulmamıştır. Sadece avlanma yasağı kaldırılmıştır. Yani “isterseniz avlanabilirsiniz” denmek istenmiştir. Yine Nisa Suresi’nde, birden fazla kadınla evlenilebileceği belirtilmektedir. Bu ayette de emir kipi kullanılmış olmasına rağmen hiçbir kimse bu ayetten, birden fazla kadınla evlenilmesinin şart koşulduğu anlamını çıkarmamıştır. Tüm bunlardan emir kipinin her zaman vucubiyet ifade etmediği prensibi ortaya çıkar. Emir kipi bazen izin ve tavsiye anlamında kullanılmıştır. Nerede emir, nerede izin ve tavsiye anlamında kullanıldığı ise ayetin siyak ve sibakından, ayrıca başka karinelerden anlaşılır. Sözgelimi mezkur cümleden sonra, “Allah’ı çok anın” denilirken emir kipi kullanılmıştır. Fakat burada Allah’ın sevdiği bir amelin tavsiye edildiği, vucubiyetin ise kastedilmediği anlaşılmaktadır.
Bu noktada Yahudilerin Cumartesi, Hıristiyanların Pazar gününü tatil ilan etmelerinde olduğu gibi, Kur’an’ın Müslümanlara Cuma gününü tatil olarak ilan etmesi dikkat çekicidir. Fakat buna rağmen kimse, Cumartesi ve Pazar günlerinin, Yahudi ve Hıristiyanların dini sembolleri olduğu gibi, Cuma gününün de Müslümanların dini bir sembolü olduğu gerçeğini reddedemez.
Haftanın bir gününün genel tatil ilan edilmesi durumunda -ki bu, çağın getirdiği bir ihtiyaçtır- nasıl Yahudiler Cumartesini, Hıristiyanlar pazarı seçmişlerse, Müslümanlar da Cuma gününü seçmelidirler. Nitekim Hıristiyanlar başka ülkelerde bile, Pazar gününün tatil olmasını sağlamışlardır. Oysa bu ülkelerde “Hıristiyan nüfus” yok denecek kadar azdır. Yine Yahudilerin de, İsrail devletini kurar-kurmaz ilk olarak yaptıkları iş pazar gününü tatil olmaktan çıkarıp, yerine Cumartesiyi tatil günü ilan etmek olmuştur. Hindistan kıtası bölünmeden önce, İngilizler Müslümanların yönettiği birkaç küçük devlet dışında, tüm Hindistan’da pazar gününü tatil olarak ilan etmişlerdir. Öyleki Müslümanların yönettiği küçük devletlerle diğer bölgeler arasındaki fark buydu. Bu bakımdan, Müslümanlar siyasi bir şuura sahip değilseler eğer, iktidarı ellerine geçirseler bile, tıpkı bugün Pakistan’da olduğu gibi pazar gününü tatil günü olmaktan çıkaramazlar. (Üstad Mevdudi’nin bu satırları yazdığı dönemde Pakistan’da pazar günleri tatildi. Ancak şimdi Pakistan’da sadece Cuma günleri tatildir. -çev-) Bunun daha ötesinde bazı Müslüman ülkelerde Cuma günü tatil olmaktan çıkarılıp yerine pazar günü ikame edilmiştir.
17. Yani “Dünya meşguliyetleri içinde bile, Allah’ı unutmayın, herhalükârda O’nu anın” (İzah için bkz. Ahzab an: 63)
18. Kur’an’ın birçok yerinde, bir konuda emir ya da tavsiye verilmiş ise, hemen ardından “Felah bulasınız diye”, “Rahmet bulasınız diye” şeklinde ifadeler kullanılmıştır. Bu tür ifadeler -hâşâ- Allah’ın şüphesi bulunduğu anlamına gelmez. Çünkü bu emir, tıpkı bir sultanın, emri altındaki birine “Bu işi yaptığın takdirde terfi edebilirsin” demesi gibi yüksek bir yerden gelmiştir. Bir amirin, küçük bir memura böyle dediğinde, o memurun ne derece mutlu olacağını bir düşünün!…
Kur’an’ın Cuma Namazı ile ilgili açıklamaları burada son bulmuştur. Biz bu noktada, Kur’an, hadis, sahabe kavilleri ve İslâm kaynaklarına dayanılarak Cuma hakkında dört mezhep tarafından ortaya konmuş kuralları özetlemeyi uygun bulduk.
Hanefilere göre, Cuma ve Öğle Namazlarının vakti aynıdır. Öğle namazının vaktinden önce ya da sonra Cuma namazı kılınmaz. Alışveriş yasağı imamın minbere çıktığı ikinci ezandan değil, birinci ezandan başlar. Çünkü Kur’an’ın ilgili ayetinin lafızları bu konuda sarihtir. Dolayısıyla zevalden sonra Cumanın vakti girer, ezan okunur ve alışveriş yasağı başlar. Bu zaman diliminde bir kimse, alışveriş yapmış olursa şayet, yapmış olduğu alışveriş geçersiz sayılmaz ama günah kabul edilir.
Cuma namazı her yerleşim bölgesinde değil, sadece merkez olan yerleşim bölgesinde kılınır. Bu bölgede idare merkezi bulunması gerektiği gibi, çarşı da olmalıdır. Yerleşim bölgesinin nüfusu şehrin en büyük camisinin kapasitesini aşmalıdır. Yerleşim bölgesinin dışında ikamet edenler, ezanın duyulabileceği bir uzaklıkta yahut merkeze azamî 6 mil mesafede bulunuyorlarsa Cumaya katılmak zorundadırlar. Namazın camide kılınması şart değildir, merkezin dışında açık bir alanda da kılınabilir.
Ancak burası şehrin sınırları dahilinde olmalıdır. Ayrıca Cuma namazı, herkesin serbestçe girip çıkabileceği bir mekanda kılınmalıdır. Kapalı bir yerde kılınıyor ve -cemaat ne kadar fazla olursa olsun-herkes buraya giremiyorsa (yasaksa) eğer, orada Cuma namazı kılınamaz. Cuma namazının kılınabilmesi için, Ebu Hanife’ye göre imamın dışında 2 kişi daha olmalıdır. İmam Muhammed ve Ebu Yusuf’a göreyse, imam dahil 2 kişi yeterlidir. Bu imamlara göre Cuma namazı farzdır. Ancak bazı özel nedenlerle Cuma farziyetinin sakıt olabilmesi için, şu şartlar gereklidir: Seferi olmak, yürüyemiyecek durumda hasta olmak, iki bacağın olmaması, âmâ olmak (Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre âmâ’nın yardımcısı olmaması gerekir), can, mal ve şerefin kaybedilmesi tehlikesi (kaybedilme tehlikesi olan mal miktarı çok olmalıdır), yağmur ve çamurun fazlalığı, esir olmak. Esir ve mağdurlar için Cuma günü öğle namazını cemaat ile kılmak mekruhtur. Yine Cumayı kaçıran bir kimsenin de, öğle namazını cemaatle kılması mekruhtur. Cuma’nın sıhhati için, hutbenin verilmesi gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) hutbe vermeksizin hiçbir zaman Cuma namazı kıldırmamıştır. Hutbe namazdan önce verilmelidir. Hutbe iki kezdir. İmamın minbere çıkmasıyla birlikte cemaatin imam inene kadar konuşması yasaktır. Namaz kılınan yere imamın sesi ulaşsa da ulaşmasa da bu müddet zarfında namaz kılınmamalıdır. Ayrıca imamın sesinin ulaştığı yerde konuşulmaz. (Hidaye, Fethul-Kadir, Ahkamu’l-Kur’an, el-Cassas, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, Umdetu’l-Karî)
Şafiîlere göre, Cuma ve öğle namazlarının vakti aynıdır. Alışveriş yasağı ve namaza gelmenin vucubiyeti ikinci ezandan sonra, yani imam minbere çıktıktan sonra başlar. Ancak bu müddet içerisinde alışveriş yapılmışsa geçerlidir. 40 kişinin Cuma namazı ile mükellef bulunduğu her yerleşim bölgesinde Cuma namazı kılınabilir. Bu yerleşim bölgesinin dışında bulunan kimseler, ezanı duyabiliyorlarsa eğer, cemaate katılmalıdırlar. Cuma namazı yerleşim bölgesinin sınırları dahilinde kılınmalıdır, fakat camiinin içinde kılınması gerekli değildir. Çadırlar içinde yaşayan bir topluluğa Cuma namazı vacip değildir.
Cuma namazının sıhhati için, imamla birlikte Cuma namazı ile mükellef en az 40 kişi bulunmalıdır. Şu mazeretler Cuma namazının farziyetini sakıt kılar: Seferi olmak, (bir kimse bir yerde 4 günden az kalacaksa eğer seferi kabul edilir. Ancak sefer caiz bir iş nedeniyle olmalıdır), bineğe binip Cumaya gelemeyecek derecede hasta ve yaşlı olmak, yardımcısı bulunmayan âmâ, can, mal ve şerefin kaybedilme tehlikesi, arandığı hususta suçlu olmamak kaydıyla hapis edilme korkusu. Namazdan önce iki hutbe verilmelidir. Hutbe esnasında sessizce oturmak sünnettir. Birşey konuşmak ise haram değildir. Hutbeyi işitebilecek derecede imama yakın oturan bir kimsenin konuşması mekruhtur. Fakat selam alabilir. Hz. Peygamber’in (s.a) adı işitildiğinde yüksek sesle salavat getirmelidir. (Muğniu’l-Muhtac, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı)
Malikîlere göre, Cuma namazı zevalden başlar, gruptan önceye kadar kılınabilir. Ancak hutbe ve namazın gruptan önce bitirilmesi şartıyla. Alış-veriş yasağı ve namaza gelmenin vucubiyeti, ikinci ezandan sonra başlar. Bu ezandan sonra alışveriş yapılmışsa eğer, bu alışveriş geçersizdir. Cuma namazı, ancak halkın müstakil evlerde oturduğu ve yaz-kış bir yere gitmediği (yani göçebe olmadığı) bir yerleşim bölgesinde kılınabilir. Halk ihtiyaçlarını bu yerleşim bölgesi içinde karşılamalı ve kendilerini savunabilecek bir nüfusa sahip olmalıdır. Nüfus ne kadar fazla olursa olsun ve bölge de ne kadar uzun bir süre kalınırsa kalınsın, geçici bir karargâhta Cuma namazı kılınamaz. Cuma namazı kılınan yere 3 mil mesafede olan herkes, Cumaya gelmelidir. Namaz yerleşim bölgesine yakın bir camide kılınmalı ve bu cami o merkezde yaşayan insanların oturdukları evlerden daha kötü olmamalıdır. Bazı Malikî fakihleri, caminin çatısının olmasını ve orada muntazaman 5 vakit namazın kılınmasını şart koşmuşlardır. Ancak tercih edilen görüşe göre, caminin çatısı olması şart değildir. Ayrıca sadece Cuma namazının kılınması için yapılmış bir bina da yeterlidir. Muntazam 5 vakit namazın kılınması gerekmez. Cuma namazının sıhhati için, imamın dışında Cuma namazı ile mükellef 12 kişinin olması gerekir. Şu mazeretler Cuma namazının farziyetini sakıt kılar: Seferi olmak (4 günden az kalmaya niyetli olmak şartıyla), camiye gelemeyecek derecede hasta olmak, anne, baba, hanım çocuk vs.’nin hasta olması halinde, onlara bakması için birinin bulunmayıp, bizzat onların bakımıyla mükellef olmak, yakın akrabalarından birinin ölecek derecede hasta olması, büyük bir mali zarar tehlikesi içinde olmak, can ve şerefi kaybetme korkusu taşımak, hapse girme korkusuyla saklanma durumunda olmak (aranan kişinin suçsuz olması kaydıyla), yağmurun, çamurun, sıcak ve soğuğun çok olması.
Namazdan önce iki hutbe verilmelidir. Şayet hutbe namaz kılındıktan sonra verilmiş ise, namazın iadesi gerekir. Hutbeler caminin içinde verilmelidir. Hutbe vermek için imam minbere çıktıktan sonra nafile namaz kılmak, hutbe başladıktan sonra da -imamın sesi duyulsa da duyulmasa da- konuşmak haramdır. Ancak imam hutbe verirken boş şeyler konuşur, sövülmeyi haketmemiş birine sövmeye, övülmeyi haketmemiş birini de övmeye başlar ve yahut hutbenin konusu olmayan şeyler söylerse, cemaatin imamı protesto etme hakkı vardır. Ayrıca -can korkusu müstesna- imamın, zamanın hükümdarına dua etmesi mekruhtur. Hutbeyi veren (hatip) aynı zamanda namazı da kıldırmalıdır. Hatibin dışında bir başkası namazı kıldırırsa (imam olursa), namaz bozulur. (Haşiyetu’d-Dusûki ala Şerhi’l-Kebir, Ahkamu’l-Kur’an, İbnu’l-Arabi, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı).
Hanbelilere göre, Cuma namazının vakti, sabah güneş bir mızrak yükseldikten sonra başlar, ikindi vakti girmeden önceye kadar sürer. Cuma namazı zevalden önce caiz, zevalden sonra efdaldir. Alışveriş yasağı ve namaza gelmenin vucubiyeti, ikinci ezandan sonra başlar. Bundan sonra alışveriş yapılamaz. Cuma namazı, Cuma ile mükellef 40 kişinin bulunduğu ve bu kimselerin çadırlarda değil, yaz-kış sürekli ikamet ettikleri evlerinin olduğu bir yerde kılınmalıdır. Şayet bölgede merkezi bir yer varsa, evlerin, mahallelerin birbirlerine uzak veya yakın olması önemli değildir. Böyle bir yerleşim bölgesine 3 mil mesafede bulunanlara, Cuma namazına gelmek farzdır. Cemaat imam dahil en az 40 kişi olmalıdır. Namazın bir camide kılınması şart değildir. Namaz açık bir alanda da kılınabilir. Cuma namazının farziyetini şu mazeretler sakıt kılar: Seferi olmak, Cuma namazının kılındığı yerde 4 gün veya daha az kalmaya niyetli olmak, bineğe binemeyecek derecede hasta olmak, kendi başına camiye gelebilme gücünde olmayan âmâ. (Başkasının yardımı ile gelebilen kimseye vacip değildir.) Şiddetli soğuk ve sıcak, namazın kılındığı camiye ulaşmaya mani olacak derecede yağmurun ve çamurun olması, zalimin zulmünden kaçan kimse, can, mal ve şerefi kaybetmek tehlikesi (mal, yüksek değerde olmalıdır). Namazdan önce iki hutbe verilmelidir. Hutbe esnasında, hatibin sesini duyacak kadar minbere yakın kimsenin konuşması haramdır. Ancak hatibin sesini duyamayacak kadar uzakta oturan kimse konuşabilir. Hutbeyi veren imam, adil olsa da, olmasa da, hutbe sessizlikle dinlenmelidir. Cuma günü ile bayram aynı güne rastgeliyorsa, bayram namazı kılındıktan sonra Cuma namazı sakıt olur. Bu mesele hakkında Hanbeliler’in görüşü, diğer üç mezhepten farklıdır. (Gayetu’l-Münteha, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı)
Cuma namazı, üzerine farz olmayan bir kimsenin, Cuma namazına iştiraki halinde namazının sahih olduğu ve öğle namazını kılmasına gerek kalmadığı hususunda tüm fakihler görüş birliği içindedir.
11 Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah’a ve İslâm’a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da ‘bir eğlence konusu ve fırsatı’ gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar.19 De ki: “Allah’ın katında bulunan, eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır.20 Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”21
AÇIKLAMA
19. Bu, Cuma namazının hükümlerinin beyan olunduğu yukarıdaki ayetlerin inmesine sebep teşkil etmektedir. Bu olay, hadis eserlerinde Cabir bin Abdullah, İbn Abbas, Ebu Hüreyre, Ebu Malik, Hasan Basrî, İbn Zeyd, Katade ve Mutakil bin Hayyan’dan şöyle nakledilmiştir:
“Bir Cuma namazı vaktinde, Şam’dan Medine’ye bir ticaret kafilesi gelir ve kafile mensupları, geldiklerinde şehirlilerin haberi olsun diye def ve davul çalmaya başlarlar. Tam bu esnada Hz. Peygamber (s.a) hutbe irad etmektedir. Davulun sesini duyan cemaat sabırsızlanır ve 12 kişi dışında hepsi, kafilenin bulunduğu yere koşarlar.”
Bu hadise ile ilgili en muteber rivayet Cabir bin Abdullah’tan rivayet olunandır. Bu rivayeti, İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Avane, Abd bin Humeyd, Ebu Yala vb. muhaddisler çeşitli senetlerle nakletmişlerdir. Bu rivayetlerin bazılarında hadisenin, namaz kılındığı bir sırada, bazılarında ise Hz. Peygamber (s.a) hutbe irad ederken vuku bulduğu şeklinde bir çelişki sözkonusudur. Ancak Cabir bin Abdullah’ın rivayeti diğer sahabe ve tabiin’in rivayetleri ile bir arada ele alınırsa, bu hadisenin hutbe esnasında vuku bulduğu sonucuna varılır. Hz. Cabir’in rivayetinde kullanılan ifade “Cuma namazında iken.” şeklinde bir ibarenin bulunması onun hutbe ile namazı birarada zikretmiş olmasındandır. İbn Abbas’ın rivayetine göre, geride on iki erkek, yedi kadın kalmıştı. (İbn Merduye). Katade’nin beyanına göre, geride 12 erkek 1 kadın kalmıştı.
(İbn Cerir, İbn Ebi Hatim) Darekutni’nin rivayet ettiğine göre 40 kişi, Abd bin Humeyd’e göre 7 kişi, Ferra’ya göre 8 kişi geride kalmıştı. Fakat bunların hepsi de zayıf rivayetlerdir. Katade’nin, bu hadisenin 3 kez vuku bulduğunu bildirdiği rivayette zayıftır. (İbn Cerir). Bu bakımdan güvenilir rivayet, Cabir bin Abdullah’a ait olandır. O’nun verdiği sayı ise 12’dir. Katade’nin bir rivayeti müstesna, tüm sahabe ve tabiun’un rivayetine göre bu hadise bir kez vuku bulmuştur. Bütün rivayetler bir arada ele alındığında, geride kalanlardan isimleri bilinenler şunlardır: Hz. Ebu Bekir, Hz.Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, İbn Mes’ud, Ammar bin Yasir, Huzeyfe’nin kölesi Salim ve Cabir bin Abdullah. Hafız Ebu Yâlâ’nın, Cabir bin Abdullah’tan naklettiği bir hadise göre, diğerleri mescidi terk ettikten sonra, Hz. Peygamber (s.a) geride kalanlara şöyle hitap etmiştir: “Şayet sizler de onlarla birlikte gitseydiniz ve burada hiç kimse kalmasaydı, bu vadi ateşle dolacaktı.” Bunun benzeri bir ifadeyi İbn Merduye, İbn Abbas’tan, İbn Cerir ise, Katade’den nakletmiştir. Şiiler bu hadiseyi sahabelere ta’n etmek yolunda kullanmışlardır. Onlara göre, bu kadar sahabenin namaz ve hutbeyi bırakıp, ticaret ve eğlenceye koşması, onların dünyayı ahirete tercih etmiş olduklarına açık bir delildir. Ancak bu çok yersiz bir itirazdır ve böyle bir itirazı sadece gerçeğe gözlerini yummuş olan kimseler ileri sürebilirler. Aslında bu hadise hicretten kısa bir zaman sonra vuku bulmuştur. Bu dönem sahabenin sosyal eğitiminin henüz yeni başladığı bir dönemdi. Diğer yandan Mekke müşriklerinin ekonomik ambargo uygulaması nedeniyle, Medine’deki halk günlük ihtiyaçlarını karşılamada dahi zorluk çekiyordu. Hasan Basri, Medine’de o günlerde halkın neredeyse açlıktan ölecek bir hale geldiğini ve fiyatların çok yüksek olduğunu nakleder. (İbn Cerir). Hal böyleyken ticari bir kafile gelir ve herkesi “Namaz bitene kadar belki de her şey satılmış olur” şeklinde bir endişe kaplar. Bu endişe sebebiyle cemaat kafileye doğru koşarak gider. Görüldüğü gibi eğitimin eksik, şartların güç olduğu bir zamanda ortaya çıkmış bir zaaf ve hata idi. Fakat bu insanların İslâm için yaptıkları fedakarlıkları, ibadet ve muamelatta hayatlarının nasıl değiştiğini ve takvanın timsali olduklarını gözönüne alan herhangi bir kimse onları, dünyayı ahirete tercih etmekle suçlamaya cesaret edemez. Bu itham sahipleri, esasında sahabeye buğzetmek hastalığına yakalanmışlardır. Ancak şurası kesin bir gerçektir ki; bu hadise sahabeye ta’n edenleri nasıl teyid etmiyorsa, sahabenin hiçbir şekilde hata yapmayacağını söyleyip, onları göklere çıkaranları ve bu kimselerin “Sahabeden sadır olan bir hatanın zikredilmesi onları küçültmek demektir ve bu onların izzet ve kıymetlerinin müminlerin kalbinden silinmesine neden olur” biçiminde iddialarını da aynı şekilde nakzeder. Oysa bu her iki görüş de ayet ve hadislere ters düşmektedir.
Zira bu sahabiler ayet ve hadislerde Allah’tan mağfiret kazanmış ve O’nun indinde makbul kimseler olarak zikredilirler. İkinci görüş de aşırı bir tutumun sonucudur. Ve o da ayet ve hadislere dayanmaz. Çünkü çok sayıda sahabenin taşıdığı bir çok zaaf ve hatayı Kitab’ında bizzat Allah Teâlâ zikretmiştir.
Üstelik bu Kitab’ı (Kur’an) ümmet kıyamete kadar okuyacaktır. Ancak bununla birlikte sahabenin affedilmiş ve Allah katında yakınlık kazanmış kimseler oldukları da bildirilmiştir. Ayrıca bu zaaf ve hatalar sahabeden Ehli sünnet büyüklerine kadar ayrıntılı bir şekilde nakledilerek, tefsir ve hadis kitaplarında yer almıştır. Şimdi tüm bunlardan, Allah’ın bu hadiseleri sahabenin sevgisini kalblerimize sokmak ve aynı zamanda onların sevgisini kalplerimizden çıkarmak için zikrettiğinden bahsedebilir miyiz? Sahabenin, tabiunun, müfessir ve muhaddislerin bu hadiseyi tüm ayrıntılarıyla zikretmelerinin nedeni, acaba onların bu şer’i ilkeden haberleri olmaması mıydı? Ayrıca bu sureyi okuyan ve tefsirini mütealâ eden kimselerin kalbinde sahabe sevgisi azalmış mıdır? Şayet bu sorulara, olumsuz cevap veriliyorsa -ki kesinlikle olumsuzdur- o takdirde sahabeye hürmet adına, bazı kimselerin yaptıkları yersiz müdafa ve gösterdikleri aşırı tutum hiç de akıllıca değildir.
Sahabenin melek olmadığı bir gerçektir. Elbette onlar da, bu dünyada doğmuş insanlardır. Onlara sahip oldukları bu seçkin özellikleri, Hz. Peygamber’in (s.a) eğitimi vermiştir. Bu eğitim yıllarca ve tedricen (aşama-aşama) devam etmiştir. Bu eğitimin üslub ve metodunun, Kur’an ve sünnette şöyle olduğunu görmekteyiz: Toplumda ne zaman bir zaaf ortaya çıkmışsa hemen Allah ve Rasulü o zaafa toplumun dikkatini çekmiş ve tedrici bir eğitim programıyla sözkonusu zaaf ortadan kaldırılmıştır. Aynı metodu Cuma namazı esnasında meydana gelen hadisede görüyoruz. “Öyle ki bir ticaret kafilesinin gelmesi üzerine bu hadise vuku bulur ve Allah Teâlâ Cuma suresinin bir bölümünü (9-11) inzal ederek, sahabeyi ikaz eder. Bu ayetler vasıtasıyla, onlara Cuma namazının kuralları öğretilir. Bunun yanısıra, Hz. Peygamber (s.a) de hutbelerinde peşisıra Cuma namazının farziyetini ve önemini Müslümanların zihinlerine yerleştirir.” (Biz 15. açıklama notunda, bu konudan bahsetmiştik). Bu şekilde öğretilen Cuma namazının kuralları ile ilgili ayrıntılar hadisler vasıtasıyla bize kadar ulaşmıştır. Ebu Said el-Hudri’nin rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Her Müslüman Cuma günü boy abdesti almalı, dişlerini temizlemeli, en güzel elbiselerini giyinmeli ve varsa güzel koku sürünmelidir.” (Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesei) Hz. Selman Farisi, Hz. Peygamber’in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“Bir Müslüman Cuma günü yıkanır ve mümkün olduğunca temizlenir, başına yağ ve koku sürünür, böylece camiye giderek iki kişinin arasına girip onları rahatsız etmez, nafile namaz kılar ve imam hutbe irad ederken, sessizce onu dinlerse, bu kimsenin önceki Cuma’dan, bu Cuma’ya kadar işlediği tüm günahlar affolunur.” (Buhari, Müslim, İmam Ahmed) Hemen hemen aynı anlamdaki rivayetler, Ebu Eyüb el-Ensarî, Ebu Hüreyre, Nebet’ul-Hazli’den rivayet edilmiştir. (Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Taberani) Abdullah İbn Abbas, Hz. Peygamber’in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “İmam hutbe verirken konuşan kimse, kitap yüklü merkebe benzer. Ona sus diyen kimsenin de Cuma namazı kabul olmaz.” (Müsned-i Ahmed)
Ebu Hüreyre, “Cuma hutbesi sırasında konuşan bir kimseyi susturmak boş bir şeydir” buyurmuştur. (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, Ebu Davud) Bunun benzeri rivayetleri İmam Ahmed, Ebu Davud ve Taberani; Hz. Ali ve Hz. Ebu Derda’dan nakletmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber, hatiplere uzun uzun hutbe vermek suretiyle cemaati bezdirmemelerini tembih etmiştir. Nitekim kendisi de hutbelerini çok kısa irad eder ve namazı da uzun kıldırmazdı. Cabir bin Semurre, “Rasulullah uzun hutbe vermezdi, onun hutbesi birkaç kelimeden ibaretti” diyor. (Ebu Davud) Abdullah bin Ebi Evfa, Hz. Peygamber’in (s.a.) verdiği hutbenin namazdan kısa, namazın hutbeden uzun olduğunu rivayet eder. (Nesei) Ammar bin Yasir’den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Namazı uzun kıldıran, hutbeyi kısa veren bir kimse dini anlamış demektir” (Müsned-i Ahmed, Müslim) Hemen hemen aynı anlamda başka bir rivayeti Bezzar, İbn Mesud’dan nakletmiştir. Tüm bu rivayetlerden Hz. Peygamber’in (s.a.) Cuma namazının kurallarını, Müslümanlara nasıl öğrettiği anlaşılmaktadır. Öyle ki, İslâm Ümmeti’nin toplumsal bir ibadeti olarak kökleşmiş bulunan Cuma namazının bir benzeri, başka hiçbir toplumda bulunmamaktadır.
20. Bu cümlenin kendisinden, sahabenin yaptığı hatanın mahiyeti hemen anlaşılmaktadır. Şayet onların imanları -maazallah- eksik olsaydı, yahut bile bile dünyayı ahirete tercih etselerdi, elbette o zaman Allah’ın onlara hiddeti ve tenkid biçimi daha farklı olurdu. Ancak burada sahabiler iman eksikliğinden değil, eğitim eksikliğinden dolayı zaaf gösterdikleri için, kullanılan üslup da bu bakımdan öğreticidir. Nitekim ayetlerde Cuma namazının kuralları öğretilmiş ve ders verir bir üslup ile şöyle buyurulmuştur: “Cuma hutbesini dinlemek ve namazı kılmak, eğlenceden de, kazanacağınız kârdan da hayırlıdır!’
21. “Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır” şeklindeki ifade mecazen kullanılmıştır. Nitekim bu tür ifadeler Kur’an’ın değişik yerlerinde çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Örneğin, “Allah yaratanların en hayırlısıdır.” “Allah bağışlayanların en hayırlısıdır.”, “Allah hakimlerin en hayırlısıdır”, “Allah merhametlilerin en hayırlısıdır”, “Allah yardım edenlerin en hayırlısıdır” vs. Bu kullanımlardaki mahlukata nispet mecazidir. Oysa bu fiilin Allah’a nispeti gerçek ve mutlaktır. Yani bir şahıs rızık veriyor yahut kendi sanatıyla rızkını kazanıyor görünüyorsa da veya başkalarının hatalarını affediyor, başkalarına yardım ediyor, merhametli davranıyorsa da, Allah daha merhametli, daha rezzak, daha yardım edicidir.