SAF SURESİ
Adı: Bu surenin adı 4. ayetinden alınmıştır.
Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı konusunda bilgi veren herhangi bir muteber rivayete rastlamış değilim. Ancak muhtevasından, surenin -muhtemelen- Uhud Savaşı’na yakın bir dönemde nazil olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü surenin satır aralarında birtakım hadiselere değinide bulunulmaktadır ki bu hadiseler işaret ettiğimiz dönemle alâkalıdır.
Konu: Bu surede müminler, İslâm’a ihlasla bağlanmaya davet edilerek, Allah yolunda mallarını, canlarını feda etmeleri hususunda teşvik olunmaktadırlar. Ayrıca surede a) İmanı zayıf Müslümanlara, b) İnanmadıkları halde mümin oldukları iddiasında bulunan münafıklara, c) İhlaslı müminlere seslenilmektedir. Bazan ilk iki gruba birden hitap edilirken, bazan sırf münafıklara, bazan de ihlaslı müminlere hitap edilmektedir. Hangi ayetin hangi gruba hitap ettiğine gelince bu, ayetlerin uslûbundan açıkça belli olmaktadır.
1-4. Surenin başında iman edenlere seslenilerek, “Söylediklerinin aksine davrananlar Allah indinde gazabı haketmiş kimselerdir. Allah ise, kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf saf çarpışanları sever.” denilmiştir.
5-7. Hz. Peygamber’in (s.a.) ümmeti, dinin ve peygamberin karşısında nasıl bir tavır takınmaları gerektiği hususunda uyarılmıştır. “Sizler İsrailoğulları’nın, peygamberleri Musa’ya davrandıkları gibi davranmamalısınız.”
Yani, onlar Hz. Musa’nın peygamber olduğunu bilmelerine rağmen, onu çok incitmişler ve ayrıca açık açık ayetlerini görmelerine rağmen Hz. İsa’yı da yalanlamaktan kaçınmamışlardı. Fakat sonunda, bu ümmetin zihniyeti bozulmuş, hidayeti kabul etmeye müsait tabiatları dejenere olmuş ve hayrı algılamaktan mahrum kalmışlardır. Şimdi de onların, bir toplumun takdir edebileceği hiçbir yanları yoktur.
8-9. Bu ayetlerde; Yahudiler, Hıristiyanlar ve onlarla işbirliği halindeki münafıklar, Allah’ın nurunu söndürmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, yine de bu nurun yayılmaya devam edeceği ve müşrikler istemese bile Hz. Muhammed’in (s.a) getirdiği dinin, diğer dinlere galip geleceği bildirilmektedir.
10-13. Bu bölümde de, müminlere dünya ve ahirette başarı kazanmanın tek yolunun, Allah’a ve Rasûlü’ne ihlasla inanmak, Allah yolunda can ve mal ile cihad etmek olduğu gösterilmektedir. Ahirette bunun mükafatı, Allah’ın azabından kurtuluş, günahların bağışlanması ve cennetin ebedi nimetlerine kavuşmaktır. Dünyadaki mükafaat ise, Allah’ın rızası, yardımı ve fethidir.
14. Surenin sonunda, yine müminlere hitaben, “İsa’nın havarileri kafirler karşısında peygamberlerine yardım ederek nasıl Allah’ın yardımcıları (Ensarullah) olmuşlar ve kendilerinden önceki müminler gibi Allah’ın rızasını kazanmışlarsa, sizler de kafirler karşısında Muhammed’e yardım ederek Allah’ın rızasını kazanın” denilmiştir.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.1
2 Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?
3 Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından (büyüdükçe) büyüdü (büyük bir suç teşkil etti).2
4 Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi 3saf bağlayarak çarpışanları sever.
AÇIKLAMA
1. Bu, hitabenin kısa bir girişidir. (İzah için bkz. Hadid an: 1-2). Böyle bir giriş yapılmasının nedeni, hitabeye kulak veren herkesin, Allah’ın herşeyden münezzeh olduğunu, O’ndan yüce bir zat bulunmadığını, hiç kimsenin kendisine iman etmesine ve fedakarlığına ihtiyaç duymadığını öncelikle anlaması içindir. Çünkü müminlere ihlaslı olmalarını telkin ediyor, canlarıyla, mallarıyla savaşmalarını emrediyorsa bu, onların kendi hayrı içindir. Yoksa Allah, istediğini kendi gücüyle yerine getirmeye muktedir olandır. Hiçbir kul O’na yardım etmese, hatta tüm kainat O’na mani olmaya çalışsa, yine de O dilediğini yapmaya kâdirdir.
2. Bu ayet biri umumi, diğeri hususi iki anlamı birden tazammun eder. Şayet bu ayeti, bir sonraki ayetle birlikte okursak, umumî anlamı şöyle olur: Gerçek Müslümanın söylediği sözle, yaptığı işin tutarlı olması gerekir.
Ne söylüyorsa, onu bizzat yaparak göstermelidir. Şayet yapmaya niyeti veya gücü yoksa, o zaman susmalıdır. Çünkü bir kimsenin yapmadığı bir şeyi söylemesi Allah katında en kötü amellerdendir. Ve o kimse Allah’ın azabını haketmiştir. Ayrıca müminlik iddiasında bulunan bir kimseye bu şekilde davranmak yakışmaz. Hz. Peygamber (s.a) böyle bir özelliğin müminliğin değil, münafıklığın alametlerinden olduğunu şöyle izah etmiştir: “Münafıklığın alametleri üçtür: O namaz kılar, oruç tutar ve mümin olduğu iddiasında bulunur. Fakat söz söylerse yalan söyler, ahidde bulunursa ahdini yerine getirmez ve kendisine emanet edilene hıyanet eder.” (Buhari, Müslim). Başka bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: “Bir kimse de şu dört haslet bulunursa, o kimse hakiki münafıktır. Eğer bu hasletlerden bir tanesi onda bulunuyorsa, onu terkedene kadar, onun kalbinde nifaktan bir şube vardır. Bu dört haslet şunlardır: Kendisine emanet verilirse hıyanet eder, konuşursa yalan söyler, söz verirse sözünü tutmaz, münakaşa ederse ahlâk ve edebi aşar.” (Buhari, Müslim)
İslâm hukukçuları, Allah’a veya bir başkasına söz veren kimsenin, sözünü yerine getirmesi gerektiğinde söz birliği içindedirler. Ancak kişi günah birşey hakkında söz vermiş ise sözünü yerine getirmez, ama vebalinden kurtulabilmek için, tıpkı Maide: 89’da beyan edildiği şekilde yemin kefareti vermek zorundadır. (Ahkamu’l-Kur’an, El-Cassas-İbnul-Arabi)
Buraya kadar anlatılanlar ayetin umumî anlamıdır. Ayetin nüzul sebebi ile ilgili özel anlamına gelince; bu ayet, daha sonraki ayetlerle birlikte mütalaa edildiğinde, burada asıl maksadın, İslâm için fedakârlık yapma konusunda iddiada bulunup, sonra da yüzçeviren kimselerin zemmedilmesi olduğu açıkça anlaşılır. Nitekim imanı zayıf olan kimseler Kur’an’ın pekçok yerinde şöyle tenkit edilmişlerdir:
“Kendilerine: “Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin” denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan, Allah’tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya başladılar. Rabbimiz niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?” dediler. De ki: “Dünya geçimi azdır, korunan için ahiret daha iyidir. Size kıl kadar haksızlık edilemez.” (Nisa: 77)
“İnananlar (Cihad hakkında) bir sure indirilmeli değilmiydi?” derler. Fakat hükmü açık bir sure indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. (…) (Muhammed: 20)
Nitekim Uhud Savaşı’nda bu zaaflar açıkça ortaya çıkmıştır. Ali-İmran Suresi’nin 13. ve 17. paragraflarında (ayn durakları) bu konuya sık sık değinilmiştir.
Müfessirler bu ayetin nüzul sebeplerini bildirirken Allah Teâlâ’nın tenkid ettiği bu zaafların çeşitli biçimlerini ortaya koymuşlardır. İbn Abbas, “Cihad farz olmadan önce, bazı Müslümanlar “Keşke Allah’ın en sevdiği ameli bilseydik. Onu hemen yapardık” diyorlardı. Fakat onlar Allah’ın en sevdiği amelin cihad olduğunu öğrenince, bunu yerine getirmek kendilerine çok zor gelmiştir.” demektedir. Mukatil bin Hayyan ise, “Bu kimselerin Uhud”daki imtihanla karşı karşıya kaldıklarında Rasûlulah’ı (s.a) bırakıp kaçtıklarını” söylemektedir. İbn Zeyd, “Bir çok kimse, Rasûlullah’a “Düşmanlarınla karşılaştığında biz de senin yanında olacağız” demişler ama vakit geldiğinde sözlerini yerine getirmemişler ve yalanları ortaya çıkmıştır.” derken, Dahhak ve Katade, “Bazı kimseler savaşa katılmalarına rağmen savaşmazlar ama savaştan sonra da, “Biz şunu şunu yaptık” diye övünürlerdi. İşte Allah bu ayette, onları zemmetmektedir” demektedirler.
3. Bu ayetten öncelikle, müminlerin ancak canlarını feda etme tehlikesini göze aldıklarında, Allah’ın rızasını kazanabilecekleri anlaşılmaktadır. Ayrıca Allah’ın ancak şu üç vasfa sahip olan orduyu tasvip ettiği vurgulanmaktadır: a) İmanlı ve Allah yolunda savaştıklarının şuuruna ermiş askerlerden müteşekkil, b) Dağınık olmayıp, disiplin içinde ve düzenli saflar halinde savaşan, c) Düşmana kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi (sağlam ve sarsılmaz bir şekilde) karşı koyan bir ordudur bu. Özellikle bu ordunun son vasfı dikkat çekicidir. Çünkü hiçbir ordu savaş meydanında, şu aşağıdaki özellikleri uhdesinde bulundurmaksızın kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi duramaz.
I. İnanç ve hedef bakımından mükemmel bir görüş birliği, yani subaylar ve erler arasında mükemmel bir dayanışma olmalıdır.
II. Askerler birbirlerine samimi bir şekilde bağlı olmalıdır. Ancak bu bağlılık, gayeye ihlasla sarılmadıkça ve ortada yüce gaye olmadıkça gerçekleşemez. Aksi takdirde, savaş gibi çetin bir imtihanda, niyetlerdeki zaafların saklı kalması mümkün değildir. Dolayısıyla güven sarsıldığında, askerler itimadlerini kaybeder ve birbirlerinden şüphe etmeye başlarlar.
III. Yüksek derecede ahlâk sahibi olmalıdırlar. Şayet bir ordunun subay ve erleri ahlâken zayıf kimselerse, aralarında saygı ve sevgi yok demektir. Bu ahlâki zaafları dolayısıyla da birbirleriyle kavga ve münakaşa etmekten kurtulamazlar.
IV. Ordu mensupları arasında, gaye ve hedefe duyulan arzu ve onu elde etmek için gösterilen kararlılık, öyle bir etkileşim meydana getirir ki, hiçbir güç onları yenemez ve onlar savaş meydanında kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi sağlam, sarsılmaz bir şekilde çarpışırlar.
İşte bu esaslar, Rasulullah’ın (s.a) liderliğinde muhteşem bir askeri güç meydana getirmiştir. Bu güce en büyük kuvvetler bile karşı koyamamış ve asırlarca tüm dünya onlarla baş edememiştir.
5 Hani Musa, kendi kavmine demişti ki: “Ey kavmim, gerçekten benim sizin için Allah’tan gönderilmiş bir elçi olduğumu4 bildiğiniz halde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?” İşte onlar eğrilip-sapınca Allah da onların kalplerini eğriltip saptırmış oldu. Allah, fasık olan bir kavmi hidayete erdirmez.5
6 Bir zamanlar6 Meryem oğlu İsa da: “ey İsrail Oğulları, ben size gönderilmiş Allah elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat’ı7 doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed8 adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim” demişti. Fakat onlara apaçık deliller gelince: “Bu apaçık bir kandırmacadır” dediler.9
AÇIKLAMA
4. İsrailoğluları’nın, Hz. Musa’nın (a.s) Allah’ın peygamberi olduğunu ve kendilerine onca ihsanda bulunduğunu bilmelerine rağmen, yine de onu incittikleri ve defalarca ona ihanet ettikleri Kur’an’da ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Bu husus için bkz. Bakara: 51, 55, 60, 67, 71, Nisa: 153, Maide: 20, 26, A’raf: 138, 141, 148, 151, Taha: 86, 98. Kitabı Mukaddes’teki örneklerden birkaçı için bkz. Çıkış 5 böl: 20, 21, 14: 11-13, 16: 2-3, 17: 3-4, Sayılar: 11: 1-15, 14: 1-10, 16. bölümün tümü, 20: 1-5.
Bu hadiselere işaret edilmekle, İsrailoğulları’nın kendi peygamberlerine davrandığı gibi peygamberlerine aynı şekilde davranmamaları hususunda Müslümanlar uyarılmışlardır. Çünkü böyle yaptıkları takdirde akibetleri, İsrailoğulları’nın akibeti gibi olacaktır.
5. Yani, sapık yolda yürümekte ısrar eden bir kimseyi zorla doğru yola sokmak veyahut isyan etmekte direten bir kimseye yine zorla hidayet vermek Allah’ın sünneti değildir. Bu tesbitten, bir şahsın veya toplumun dalâlete düşmesine neden olan ilk müsebbibin Allah olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Aksine insanlar kendiliğinden sapık yollara girerler. Ancak dalâleti seçen bir kimseye, dalâleti seçmesi ve seçtiği yolda yürümesi için ona imkan vermek Allah’ın sünnetidir. Çünkü Allah, insana irade (seçme) hürriyeti vermiştir. Daha sonra Rabbi olan Allah’a itaat etmek veya etmemek ve kendisi için doğru ya da sapık yolu seçmek konusunda karar almak her fert veya toplumun kendisine aittir. Bu konuda Allah’ın bir cebri (zorlaması) sözkonusu değildir. Allah, kendisine itaat eden ve doğru yolda olan kimseyi ne saptırır ne de itaatsizliğe zorlar. Yine kendisine itaatsizlik yapmamaya ve doğru yolu takip etmeye karar veren kimseyi, itaate zorlamak ve doğru yolda yürümeye mecbur etmek de Allah’ın sünneti değildir. Ancak hidayeti ve dalâleti seçen bir kimsenin, Allah’ın yarattığı sebep, imkan ve vasıtaları kullunmaksızın bir adım bile ilerleyemeyeceği çok açık bir gerçektir. Nitekim bir kimsenin çabalarının verimli olması Allah’ın yardımıyla mümkündür. Şayet bir kimse iyilik için yardım istemiyor, aksine kötülük için imkân istiyorsa, ona bu istediği imkân verilir. Ona kötülük yapma imkanı verildiği müddet içinde, o kimse kötülük yapa yapa, iyice dalâlete düşer, yavaş yavaş fıtratı dahi bozulur ve sonunda o kimsenin iyiliği benimseme yetenekleri tamamen kaybolur. İşte bu yüzden ayette, “Onlar eğilince Allah da onların kalplerini eğriltti.” buyurulmaktadır. Dolayısıyla sapıklığı dileyen, sapıklık için çalışan ve gece gündüz bu yolda ilerlemeye çaba sarfeden bir kimseye cebren hidayet vermek, Allah’ın sünnetine terstir. Şayet öyle olsaydı, bu dünyanın, “imtihan yurdu” olması anlamsız ve sebepsiz olurdu. Ayrıca insana irade (seçme) hürriyetinin verilmesi, hidayete ulaşan bir kimseye, doğru yolu takip ettiğinden ötürü mükafaat, hidayeti elde edemeyen bir kimseye dalâlet üzere bulunduğundan ceza öngörülmesi de bir anlama gelmezdi. Çünkü bu kimsenin dalâlete düşmesinden Allah sorumlu olur ve o kıyamet günü; “Herkese cebren hidayet vermek senin sünnetindi. Beni ise bu hidayetten mahrum bıraktığın için, benim bir suçum yok” diyebilir. “Allah fasıkları doğru yola iletmez” ifadesinin anlamı da aynı şekildedir. Yani fısk ve itaatsizliği seçen bir kimse, iradesini bu yolda kullandığı için doğru yola iletilemez.
6. Bu İsrailoğulları’nın ikinci önemli isyanıdır. Birincisinde onlar, yükselme dönemlerinin başlangıcında, ikincisinde ise çöküş dönemlerinde isyan etmişlerdir. Daha sonra, onların çöküşü kesinleşmiş ve ebediyyen Allah’ın gazabına maruz kalmışlardır. Bu iki vakıanın burada beyan edilmesinin amacı, Müslümanları İsrailoğulları’nın Allah’ın peygamberine itaatsizlik etmelerinin getirdiği sonuçtan haberdar etmektir.
7. Bu ayet, üç anlama gelmektedir ve her üçü de doğrudur. Birincisi, Hz. İsa demek istiyor ki, “Ben, yeni, garip ve ender bulunan bir din getirmedim. Bu dini daha önce Hz. Musa da getirmişti. Ben Tevrat’ı tekzip etmeye değil, bilakis tasdik etmeye geldim. Aslında tüm peygamberler, öteden beri kendilerinden önce gelen peygamberleri teyid ve tasdik etmişlerdir. Dolayısıyla benim peygamberliğimi reddetmenize bir neden yoktur.”
İkincisi, “Benden önce Tevrat’ta benim gönderilmeme dair verilen müjde, işte şimdi gerçekleşiyor. Tevrat’taki kayıtların doğru olduğunu ispatlamak için Rabbim beni size göndermiştir. Bu yüzden bana karşı çıkmayın, aksine geçmişteki peygamberlerin müjdelediği peygamberlerin geldiğine sevinin.”
Üçüncüsü, Bu ayet ile daha sonraki ayet birleştirilince şöyle bir anlam ortaya çıkar. “Ben Allah’ın Rasulü Ahmed’in gelişine dair Tevrat’ın verdiği müjdeyi tasdik etmek üzere dünyaya geldim. Ben de onun geleceğini bildiririm.” Son yorum Hz. İsa’nın (a.s) Hz. Muhammed’in (s.a) gelişiyle Hz. Musa’nın kendi ümmetine verdiği müjdeye temas etmesiyle ilgilidir.
Kitab-ı Mukaddes’te Hz. Musa’nın şöyle dediği nakledilir: “Allah’ın Rab, senin için aranızdan kardeşlerinden benim gibi bir Peygamber çıkaracak, onu dinleyeceksin, nasıl ki Horeb’de toplantı günlerinde: “Bir daha Allah’ın Rabbin sesini işitmeyeyim ve artık bu büyük ateşi görmeyeyim ve ölmeyeyim” diye Allah’ın Rab’den istedin. Ve Rab bana dedi: Söylediklerini iyi dediler. Onlar için kardeşleri arasında senin gibi bir Peygamber çıkaracağım ve ona emredeceğim, herşeyi onlara söyleyecek. Ve vaki olacak ki, benim ismimle söyleyeceği sözlerimi dinlemeyecek olan adamdan ben hesap soracağım.” (Tesniye: 18, 15, 19)
Tevrat’ın bu açık ihbarı, Hz. Muhammed’den (s.a) başka hiç kimseye uymaz. Bu ihbarda Hz. Musa (a.s) Allah’ın şu müjdesini veriyor: “Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir Nebi çıkaracağım.” Bir milletin kardeşlerinden, bizzat o milletlerin bir kabile veya ailesinin kastedilmediği ortadadır. Bu deyimin, sözü edilen millet ile ırk yönünden yakın ilişkisi bulunan bir millet için kullanıldığını söylemek daha doğru olur.
Şayet gelecek Nebi’nin Beni İsrail’den doğacağı kastedilmiş olsaydı, o zaman yalnızca, “Aranızdan bir Nebi vereceğim” demek kafi gelecekti. Bu nedenle İsrailoğulları’nın kardeşlerinden burada, İsmailoğulları’nın kastedilmiş olması daha akla yatkındır. İsmailoğulları, Hz. İbrahim’in torunları olduğundan, İsrailoğulları’nın yeğenleridir de aynı zamanda. Üstelik, Hz. Musa’dan (a.s) sonra İsrailoğulları’ndan sadece bir tek ve büyük bir nebi gelseydi, o zaman bu haber doğru kabul edilebilirdi. Ama Kitab-ı Mukaddes’te de belirtildiği gibi, İsrailoğulları’ndan Hz. Musa’dan sonra pekçok nebi çıkmıştır.
Burada verilen müjdede, bir noktaya dikkat edilmelidir. Gelecek nebinin tıpkı Hz. Musa (a.s) gibi olacağı ifade ediliyor. Elbette ki bu benzerlik dış görünüş, yani yüz şekli, kişilik ve kılık kıyafet bakımından bir benzerlik değildi. Çünkü dünyada hiçbir insan başka bir insana tıpa tıp benzemez. Bu benzerlik her iki nebinin nübüvvet payesi ve özelliği ile ilgili sayılmaz. Çünkü, bu benzerlik Hz. Musa’nın ardından gelen tüm peygamberlerde bulunuyordu. Bu iki ihtimal ortadan kalktıktan sonra, Hz. Musa ile Hz. Muhammed’in (s.a) ortak yanlarını araştıracak olursak, bunun kalıcı ve müstakil bir şeriat getirmekten başka bir şey olmadığını görürüz. Bu özellik ve benzerlik gerçekten Hz. Musa ve Hz. Peygamber (s.a) arasında vardı. Hz. Musa’yı müteakip İsrailoğulları arasında çıkan peygamberler, hep Musevi şeriatın savunucusuydular. Değişik ve müstakil bir şeriat getiren sadece Hz. Muhammed’tir.
Bu açıklama ve yorum, Tevrat’taki şu ifadelerle daha da kuvvetleniyor: “Toplantı günü, Horeb’de Rabbine yaptığın müracaata uygun olarak size bir Nebi gönderilecektir. Sen o gün demiştin ki Rabbimin sesini bir daha duymayayım ve belki de benim ölmeme sebep olabilecek büyük bir ateşi görmeyeyim. Ben senin gibi bir Nebi gönderecek ve onun ağzına kelamımı koyacağım?” Burada bahsedilen Horeb, Hz. Musa’nın ilk kez şeriat hükümlerini aldığı dağdır. Hz. Musa’nın Allah’ın nuruyla ilk kez karşılaşması ve O’nun sesini duyması kendisini müthiş derecede sarsmış ve bir an öleceğinden korkmuştu. Burada bahsedilen, İsrailoğulları’nın müracaatı ve yalvarışı da, şeriatın Horeb dağında olduğu gibi korkunç şartlar altında verilmemesiyle ilgilidir. Bu vakıa Kur’an’da da kayıtlıdır. Ayrıca Kitab-ı Mukaddes’te de benzeri rivayetler vardır. (Bkz. Bakara: 55-56-63, A’raf: 155-171 ve Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 19: 17-18) Buna cevap olarak Hz. Musa (a.s) İsrailoğulları’na Allah’ın onların ricalarını kabul ettiğini bildiriyor. Allah diyor ki, “Onlara göndereceğim peygamberin ağzına kendi kelamımı koyacağım.”
Demek ki, bundan böyle şeriat verilirken Horeb dağında meydana gelen korkunç olay tekrarlanmayacak. Yani bundan sonra gönderilecek peygamber, yanında Allah’ın Kitabı ile gelecek ve onu insanlara anlatacaktır. Bu açıklamadan sonra Tevrat’taki haberin Hz. Muhammed’den (s.a) başkasına ait olduğu söylenebilir mi? Hz. Musa’dan sonra dünyaya kalıcı bir şeriat, yani din ve ahlak nizamı getiren Hz. Muhammed’dir. Bu şeriatın verilmesi sonrasında, Horeb dağında İsrailoğulları’nın toplandığı sırada meydana gelen korkunç olaya benzer bir olay da vuku bulmamıştır.
8. Bu, Kur’an-ı Kerim’in en önemli âyetlerindendir. İslâm düşmanları bunun üzerinde bir hayli durmuş, bunu alabildiğine eleştirmeye çalışmış ve bu hususta küstahlıkların en kötüsünü yapmışlardır. Çünkü bu ayette Rasulüllah’ın (s.a), ismi açıkça verilmek suretiyle ve Hz. İsa’nın ağzıyla dünyaya geleceğine dair müjde verilmiştir. Bu sebeple, bu konunun etraflıca ele alınması gerekiyor.
a) Görüldüğü gibi, sözkonusu ayette Hz. Peygamber’in (s.a) adı “Ahmed” olarak belirtilmiştir. Ahmed’in iki anlamı vardır. Birincisi, Allah’ın en çok medhini yapan kişi. İkincisi, en çok medhedilen kişi veya kullar arasında en çok övülen kişi. Sahih hadislerden, Hz. Peygamber’in (s.a.) çeşitli isimlerinden birinin “Ahmed” olduğu anlaşılıyor. Sahih-i Müslim ile Ebu Davud, Tayâlisi’de, Hz. Ebu Musa Eşari’nin bir rivayeti şöyle nakledilmiştir: “Ben Muhammed’im ben Ahmed’im ve ben Haşir’im…” Benzeri rivayetler Hz. Cübeyir bin Mut’am tarafından İmam Malik, Buharî, Müslim, Darimî, Tirmizî ve Neseî de de nakledilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.) bu mübarek ismi sahabiler arasında iyi biliniyordu. Nitekim, Hassan bin Sabit’in bir şiiri şöyledir:
Allah ve Arş’ın etrafında toplanan melekler,
Ve bütün temiz varlıklar Bereketli Ahmed’i methettiler.
Tarih kitaplarında da Hz. Peygamber’in (s.a.) isminin hem Muhammed hem Ahmed olduğu sabittir. Burada dikkate değer nokta, Peygamber Efendimiz’den önceki bütün Arap edebiyatında “Ahmed” isminin hiç kullanılmayışıdır. Hz. Peygamber’den (s.a.) sonra Ahmed ve “Gulam Ahmed” (Ahmed uşağı) isimleri öylesine yaygınlaşmıştır ki bunun haddi hesabı yoktur. Zaten, bu ismin doğru ve gerçek oluşunun en büyük delili, Peygamberimizin devrinden başlayarak günümüze kadar ümmetimizde bunun kadar popüler, tutulmuş, beğenilmiş ismin az oluşudur. Peygamberimizin mübarek ismi Ahmed olmasaydı, Müslümanların büyük bir çoğunluğu, çocuklarının ismini ne diye Gulam Ahmed koyacaklardı? Ahmed olmadan, Gulam Ahmed olmak mümkün müdür?
b) Yuhanna İncili’nde, Hz. Mesih’in gelişi sırasında Beni İsrail’in üç şahsiyeti bekledikleri ifade edilmiştir. Bunlar sırasıyla Mesih, İliyah (Hz. İlyas’ın ikinci gelişi) ve “o Nebi” idiler. İncil’in ayetleri şöyledir:
“Ve Yohanna, (St. Jhon, Johannes, Hz. Yahya) tanıktır ki, Yahudiler Kudüs’ten kendisine, “Sen kimsin” diye sormak üzere keşiş ve rahipler gönderince o ne müsbet cevap verdi, ne menfi. Aksine kendisinin Mesih olmadığını söyledi. Onlar sordu; Öyleyse sen kimsin? Sen İliyah mısın? O dedi ki, “Ben değilim.” (Sonra dediler ki) “Sen o nebi misin?” O dedi ki “hayır”. Bunun üzerine onlar onun kim olduğunu sordular. O dedi ki, “Ben sahrada çağıran birinin sesiyim, ki siz Tanrı’nın yolunu düzeltebilesiniz. Onlar ona sordular, “Madem ki sen ne Mesih, ne İliyah ve ne de o peygambersin, o zaman sen ne diye insanları takdis edersin?” (1:19-25)
Buradaki sözler gösteriyor ki, İsrailoğulları Hz. Mesih’le Hz. İlyas’ın dışında başka bir peygamberi de bekliyorlardı ve bu peygamber Hz. Yahya (a.s) değildi. Bu üçüncü nebi veya peygamberin geleceğine öylesine muhakkak gözüyle bakılıyordu ki, İsrailoğulları arasında sadece “o nebi” kelimelerini söylemek, kendisine yapılan bir işaret sayılıyordu. Yani, “Hakkında Tevrat’ta müjde verilen nebi” olarak tarif etmeye de gerek yoktu. Ayrıca, sözü edilen peygamberin dünyaya geleceğine herkes inanmış gibiydi. Çünkü bu nebinin gelişi hakkındaki inanç yanlış olsaydı, Hz. Yahya’ya yukarıdaki sorular sorulurken kendisi pekalâ diyebilirdi ki, “Ey İsrailoğulları, siz hangi peygamberden bahsediyorsunuz? Öyle bir peygamber gelmeyecektir.”
c) Şimdi gelin, Yohanna İncili’nde (St. Jhon İncili) Bölüm 14’ten 16’ya kadar sürekli olarak yer alan gelecek peygamber hakkında müjde ve haberlere bir göz atalım:
“Ve ben Babam’a yalvarırsam o size ikinci yardımcıyı gönderecektir. Bu yardımcı ebediyen sizlerle kalacaktır. Yani, dünyanın elde edemeyeceği Hak Ruhu. Bunu dünya ne görür, ne bilir (Ama) siz onu bilirsiniz, çünkü o sizlerle yaşar, sizin içinizde bulunur.” (14:16-17) “Ben bu sözleri sizlerle beraberken size söyledim. Ama, pederim, Ruhu’l Kudüs adına size göndereceği yardımcı size herşeyi öğretecek ve size bütün söylediklerimi hatırlatacaktır.” (14:25-26) Bundan sonra ben sizinle pek konuşmayacağım. Zira, dünyanın önderi geliyor ve bende onun hiçbir şeyi yoktur. (14: 30)
“Ama, size Pederim tarafından size göndereceğim Yardımcı yani “Hakikat’ın Ruhu” size gelince benim için şahitlik yapacaktır.” (15:26)
“Ama ben size doğruyu söylüyorum, benim gitmem sizin için faydalıdır. Zira ben gitmesem o Yardımcı size gelemeyecek. Ama gidersem onu size göndereceğim” (16:17)
“Ben size bazı diğer şeyler de söylemek istiyorum, ama siz bunlara tahammül edemezsiniz. Ama o, kendi tarafından hiçbir şey söylemeyecektir, aksine duyduklarını anlatacaktır ve size geleceğin haberini verecektir. O size Celâlimi (öfkemi) gösterecektir. Çünkü o size benden aldığı haberleri verecektir. Peder’in olduğu herşey benimdir. Onun için dedim ki, benden alacak ve size verecektir.” (16: 12-15).
d) Yukarıda geçen ibarelerin anlamını tayin etmeden önce şunu bilmekte fayda vardır ki, Hz. İsa ve o dönemin Filistin’lilerinin konuştuğu halk dili, “Arami” dilinin bir lehçesi olan Süryanice idi. Hz. İsa’nın doğuşundan 200-250 sene evvel, Seluk (Seleucide) döneminde bu bölgede İbranice’nin kullanılmasına son verilmiş ve yerini Süryanice almıştı. Gerçi Seluki ve daha sonra Roma İmparatorluğunun etkisiyle bölgeye Helence de girmişti. Fakat bu dilin kullanım alanı; hükümetin gözüne girmek ve yüksek mevkilere yükselmek isteyen ve Yunan etkisi altında kalan insanlar arasında varolan sınırlı alandı. Filistin halkı genellikle Süryanice’nin değişik bir lehçesini kullanırdı. Bu lehçe, Şam’da konuşulan Süryanice’den farklıydı. Filistin halkı Helence’ye o kadar yabancıydı ki, Miladi 70’de Romalı General Titus Kudüs’lülere hitap etmek isterken konuşmasını Süryanice’ye tercüme ettirme mecburiyetini hissetmişti. Bu sebeple, Hz. İsa’nın arkadaş ve öğrencilerine söylediklerinin mutlaka Süryanice olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Burada şu noktaya da dikkat edilmelidir ki, İncil’in dördü de, Hz. İsa’dan sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Helence konuşanlar tarafından kaleme alınmıştı. Bu yazar ve kâtiplere Hz. İsa’nın söz ve hareketleriyle ilgili ifadeler, herhangi bir yazılı metinden değil Süryanice konuşan kişilerin şifahi rivayetleri şeklinde geçmişti. Bu ifade ve rivayetler daha sonra Süryanice’den Helence’ye çevrilmişti. İncillerin hiçbiri Miladi 70’ten önce kaleme alınmamıştı. Yohanna İncili ise, Hz. İsa’dan yaklaşık 100 yıl sonra muhtemelen Türkiye’nin Ege bölgesinin Ephesus (Efes) kentinde bitirilmişti. Buna ilaveten, bu İncillerin hiçbir Helence nüshası muhafaza edilememiştir. Halbuki, İncillerin ilki Helence yazılmıştı. Matbaanın bulunuşundan önce kaleme alınan ve şurdan burdan müsveddeler halinde toplanan Helence İncillerin ilk nüshaları 4. asırdan öteye gitmiyor. Bu bakımdan, Hz. İsa’dan sonra aradan geçen 300 senede bu kitaplarda ne gibi değişiklikler yapıldığını tam kestirmek hemen hemen imkansızdır.
İncil’de değişiklikler yapılmasına ilişkin şüphemizi kuvvetlendiren unsur, Hıristiyanların Mukaddes Kitap’ta her türlü tahrifi caiz saymalarıdır. “Enyclopadea of Britanica”nın Bible maddesinde şu satırlara rastlanıyor:
“İncillerde bu tür belirgin değişiklikler kasten yapılmıştır. Meselâ bazen bütün bir ibare başka kitap ve kaynaklardan İncillere eklenmiştir. Bu tür tahrifat, İncil’in metnine, uygun gören yazarların, buldukları her yerden topladıkları yazı ve iktibaslardan ileri geliyor. Bu yazar ve derlemeciler İncil’i daha derli toplu ve faydalı yapmak maksadıyla kendilerinden de bazı malzeme eklemek konusunda kendilerini yetkili sayıyorlardı… Birçok ilave ve çıkarmalar da ikinci asırda yapılmıştı ve bunların kaynağı bilinmiyordu…”
Böyle bir durumda, İncil’de geçen Hz. İsa’nın sözlerinin aynen nakledildiği veya bunlarda bir değişiklik yapılmadığını söylemek gerçekten çok zordur.
Üçüncü ve en önemli husus da, Filistin’in Müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra yaklaşık 300 yıl kadar Hıristiyan tebaanın dilinin Süryanice olmasıdır. Tarihi kayıtlara göre Filistinli Hıristiyanlar, ancak dokuzuncu yüzyılda Süryanice yerine Arapça konuşmaya başladılar. Bu Süryanice konuşan Hıristiyanlardan ilk üç yüz yılda Müslüman alimlere geçen Hıristiyan rivayetlerinin daha sağlam ve geçerli olduğu söylenebilir. Zira, diğer Hıristiyan kavim ve alimlere, Hıristiyanlığın temel inanç, felsefe ve gelenekleri Süryanice’den Helence’ye daha sonra da Latince’ye tercüme edilmek suretiyle ulaşmıştı. Halbuki, Hz. İsa’nın ağzından çıkan sözler Filistin’de uzun süre konuşulan Süryanice olduğu için bunların ilk etapta iyi korunduğu daha yakın bir ihtimaldir.
e) Bu inkâr edilmez tarihi hakikatlerin ışığında Yohanna İncili’nin yukarıda geçen ibaresini değerlendirecek olursak, Hz. İsa’nın kendisinden sonra gelecek bir Peygamber hakkında milletine bir müjde vermekte olduğuna tanık oluruz. İsa (a.s) bu şahsiyeti “Dünyanın Lideri” “Ebediyyen Yaşayacak”, “Doğruluğun bütün yollarını gösterecek” ve bizzat kendisi (Hz. İsa’yı) “Teyit edecek” bir kişi olarak tarif etmektedir. Dikkat edeceğiniz gibi, asıl ibarelere Ruhul-Kudüs (Kutsal Ruh) ve “Hakikat’ın Ruhu” gibi kelimeler ilave edilmek suretiyle ifade muğlak ve hatta anlamsız kılınmak istenmiştir. Buna rağmen, bütün ibareleri dikkatle tahlil ettiğimizde müjdelenen şahsiyetin bir ruh değil, bir insan ve belirli bir kişi olduğunu anlarız. Bu öyle bir kişidir ki öğretileri evrensel olup herkesi kapsayacak ve kıyamete kadar yaşayacak nitelikte olacaktır. Bu özel şahsın bir hususiyeti de “yardımcılık”tır. Tercümede biz “Yardımcı” kelimesini kullandık.
Hıristiyanlar Yohanna İncili’nin Helence asıl nüshasında geçen kelimenin “paracletus” olduğunda israr etmektedirler. Ama bunun manasını tespit ederken kendileri de ihtilafa düşmüşlerdir. Bu kelimenin kökü olan Yunanca “Paraclate”nin anlamı şunlardır: Bir yere çağırmak, yardıma çağırmak, ikâz ve tenbih, teşvik etmek, yalvarmak, dua etmek vs. Helence’de bu keimenin karşılığı şunlardır: Teselli etmek teskin etmek ve cesaret vermek. İncil’de hangi yerlerde bu sözcük kullanılmışsa orada buna yukarıdaki anlamlardan hiçbiri uygun düşmez. Origen, bu kelimeye bazı yerde ‘teskin eden’ ve bazı yerde ‘takbih eden’ olarak tercüme etmiştir. Ama diğer yorumcular bu tercümeleri reddetmişlerdir. Çünkü bunlar ilkin, Yunanca grameri bakımından doğru anlamlar değildir. İkincisi, sözkonusu kelimenin geçtiği ibarelerden hiçbirinde bu anlamlar uygun düşmüyor. Bazı diğer mütercimler “Öğretmen” ve “Hoca” olarak çevirmişlerdir. Ama Yunanca’nın genel kural ve kaideleri bu anlamın çıkarılmasına da müsait değildir. Tutalian ve Augustein ise “Avukat” ve “Vekil” kelimesini tercih etmişlerdir. Başkaları “yardımcı”, “teskin eden ve teselli eden” sözcüklerini kullanmışlardır. (Bkz. Encyclopadea of Biblical Literature, “Paracletus” maddesi.)
f) İşin ilginç yanı, Yunanca’da sözünü ettiğimiz kelimeye benzer başka bir kelime, “Periclytos”un bulunmasıdır. Bu kelimenin manası, “medh edilmiş”tir. Görüldüğü gibi bu kelime, Arapça Muhammed’in hemen hemen aynısıdır. Hem teleffuz bakımından da ikisi arasında epeyce benzerlik vardır. Şimdi ister misiniz, kendi kutsal kitaplarında keyiflerine göre değişiklik yapmayı meslek ve adet edinmiş olan Hıristiyan din adamları, Yohanna’nın naklettiği haberde yer alan bu kelimeyi akide ve inançlarına ters düştüğünü görünce bunu az bir değişiklikle “Paracletus” yapmış olsunlar! Bu değişikliğin gerçekten yapılıp yapılmadığı, Yohanna İncili’nin asıl Yunanca nüshasının bulunmasıyla mümkün olabilirdi. Maalesef, bu nüsha bulunmadığı için eski ve yeni metinde kullanılan kelimenin ne olduğunu tespit etmek imkansız kılınmıştır.
g) Ancak vereceğimiz karar sadece bu hususa bağlı değildir ve çok şükür ki değil. Zira, Yohanna’nın Yunanca İncili’nde müstakbel peygamber için hangi kelimenin kullanılmış olması meseleyi tamamıyla halletmiyor. Bir kere, bu İncil de Süryanice’den Yunanca’ya çevrilmiştir. Demek oluyor ki bu hususta asıl önemli olan Hz. İsa’nın kullandığı Süryanice kelimelerdir. Çok şükür, bu kelime, İbn Hişam’ın Siyeri Nebevi’sinde vardır. Siret-i İbn Hişam da sadece aradığımız kelime bulunmakla kalmıyor, ayrıca bundan asıl Yunanca kelimelerin ne olduğu da açıkça anlaşılıyor. İbn Hişam, Muhammed bin İshak’a atfen Yohannes (Yohanna) İncili’nin 15. Bölümü ayet 23 ilâ 27 ve Bölüm 16 ayet 1’in tümünü tercüme etmiştir.
Adı geçen tercümede Yunanca “Paracletus” kelimesi yerine “Munhamanna” kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra, İbn İshak ya da İbn Hişam bu kelimeyi şöyle tarif etmiştir: “Munhamanna” kelimesi Süryanice’de Muhammed (Methedilmiş) ve Yunanca da “Pericletus” anlamına gelmektedir. (İbn Hişam, cilt 1, s: 248)
Olaya tarih açısından bakacak olursak, Filistinli Hırisityanların ana dilinin dokuzuncu asra kadar Süryanice olduğunu görürüz. Bu bölge, yedinci yüzyılın ilk yarısında Müslüman topraklarına katılmıştı. İbn İshak 768’de ve İbn Hişam 828 yılında vefat etmişti. Demek ki, her iki yazar ve alimin zamanında Filistinli Hıristiyanlar Süryanice konuşuyor ve yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas kurmaları hiç te zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüzbinlerce Hıristiyan, Müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryanice’nin hangi sözcüğünün Yunanca’nın hangi sözcüğüne eş anlamda olduğunu gayet iyi bilebiliyorlardı. Şimdi İbn İshak’ın naklettiği tercümede Süryanice kelime, “Munhamanna” geçmişse ve İbn İshak veya İbn Hişam bunun Arapça “Muhammed” kelimesi ya da Yunanca “Pericletus” sözcüğüne eş anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz. İsa’nın Hz. Peygamber’in (s.a.) mübarek ismini vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasında hiçbir şüphe kalmıyor. Bu açıklama ile birlikte, Yohanna İncili’nde geçen kelimenin aslında “periclytos” olduğu, ancak Hıristiyan din adamları tarafından sonradan “paracletus” olarak değiştirildiği de hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde anlaşılıyor.
h) Bundan daha eski tarihi delil, Habeşistan Kralı Necaşi’ye bir avuç Müslümanın gidip kendisine İslamiyet hakkında bilgi vermeleriyle ilgilidir. Hz. Abdullah bin Mesud’un (r.a) rivayetine göre, Habeşistan’a hicret etmiş olan Müslümanlar Kral Necaşi’nin huzuruna çağrılınca heyet başkanı Hz. Cafer bin Ebu Talib (r.a) İslâm peygamberi ve getirdiği din hakkında bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı duyan Necaşi dedi ki, “Merhaba size ve tarafından geldiğiniz şahsiyete. Ben O’nun Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet ediyorum. İncil’de zikri geçen elbette O’dur ve geleceğine dair müjdeyi Meryem oğlu İsa bize vermişti.” (Müsned-i Ahmed). Bu kıssa, hadislerde bizzat Hz. Ca’fer ile Ümmü Seleme (r.a) tarafından da nakledilmiştir. Bu demek oluyor ki, yedinci yüzyılda Habeşistan Kralı Necaşi, Hz. İsa’nın bir nebinin geleceğini müjdelediğini biliyordu.
Bu hikaye ile ayrıca, İncil’de Hz. Muhammed (s.a) Mustafa’nın (s.a) gelişine dair bazı açık işaretler bulunduğu ve bu işaretlere dayanarak Necaşi’nin, gelen peygamberin Hz. Muhammed (s.a) olduğu neticesine varmakta hiç gecikmediği de anlaşılıyor. Fakat, burada geçen rivayet ve hikayeden, Hz. İsa’nın müjdesiyle ilgili Kral Necaşi’nin bilgi kaynağının Yohanna İncili mi yoksa başka İncil ve kitaplar mı olduğu anlaşılmıyor.
ı) Gerçek şudur ki, sadece Hz. Muhammed (s.a) ile ilgili Hz. İsa’nın müjdeleri ve haberleri değil, aynı zamanda bizzat Hz. İsa’nın hayatı ve eserleri hakkında bilgi edinmenin muteber ve güvenilir kaynakları, Katolik Kilisesi’nin meşru ve geçerli saydığı sadece dört İncil değildir. Bu hususta belki de nisbeten daha muteber kaynak, Kilisenin “Muhtevası şüpheli” olduğu gerekçesiyle nazarı dikkate almadığı Barnabas İncili’dir. Çok ilginçtir, Hıristiyanlar bu kutsal kitabı saklamaya azami gayret göstermişlerdir. Bu kitap asırlarca herkesin gözönünden uzak kaldı. Onaltıncı asırda Latince tercümesinin nadir bir nüshası Papa Sixtus’un kütüphanesinde bulunuyordu ve kimsenin buna el sürmesine izin verilmiyordu. Ancak onsekizinci yüzyılın başında bu nüsha John Toland adında bir kişinin eline geçti. Bundan sonra çeşitli ellerden geçerek 1738 yılında Viyana İmparatorluk Kütüphanesi’ne ulaştı. 1907’de bu İncil’in İngilizce çevirisi Oxford-Clarenden Matbaası tarafından neşredildi. Ne var ki, bu eser piyasa çıkar çıkmaz, Hıristiyan dünyasında bir telaş başladı ve pekçok din adamıyla kilise çevreleri, bu kitabın fazla yayılmasının, Hıristiyan dininin yok olmasına neden olabileceği kuşkusuna kapıldılar. Neticede, basılan nüsha esrarengiz, ama planlı bir şekilde ortadan kaldırıldı. Bir daha da İngilizce tercümesinin yayınlanması mümkün olmadı. Aynı şekilde, Latince tercümesinden İspanyolca’ya çevrilen nüshanın onsekizinci yüzyılda piyasada ve kütüphanelerde bulunduğu belirtiliyor. Bu bilgiyi George Sell, Kur’an-ı Kerim’in İngilizce mealinde bize nakletmiştir. Ama İspanyolca çevirisinin de ortadan kaldırıldığı görülmüştür. Bugün maalesef bunun hiçbir nüshası hiçbir yerde bulunmuyor. Ben, Oxford’da yayınlanan İngilizce tercümesinin fotokopisini okuma fırsatını buldum. Barnabas İncili’nin tümünü dikkatle okudum. Bence, bu İncil Hıristiyanlar için büyük bir nimettir ve sadece taassub ve inatçılıkları yüzünden böyle kıymetli bir eserden mahrum kalmışlardır.
Hıristiyan literatüründe Barnabas İncili’nin adı nerede geçmişse, oraya bir muhalefet şerhi konmuş, bunun sahte ve uydurma bir İncil olduğu, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Gözü dönmüş ilim ve irfandan nasip alamamış bazı Hıristiyan din adamları bunun bir Müslümanın hayal gücünün eseri olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir.
Bu, aslında büyük bir yalandır ve bunun sebebi sırf İncil’in metninde pekçok yerlerde Hz Peygamber’in dünyaya geleceği konusunda açık seçik kayıtların bulunmasıdır. Bir defa, bu İncil’i okuyan herkes, bunun bir Müslüman tarafından kaleme alınmadığına katiyetle inanmış olur. İkincisi, böyle bir kitap bir Müslüman tarafından yazılmış olsaydı, bu Müslümanlar tarafından iyice tanınır ve Müslüman ilim adamlarının eserlerinde bundan sık sık ve geniş şekilde bahsedilirdi. Fakat, George Sell’in Kur’an-ı Kerim’in İngilizce mealinden önce Müslümanlar Barnabas İncili’nin adını bile duymamışlardı. Taberi, Yakûbi, Mes’udi, Birûnî, İbn Hazm, İbn Teymiye, vs. gibi Hıristiyan kaynaklarına vakıf olan fakih, yazar ve tarihçiler Hıristiyanlık ve Hıristiyanlığın kutsal kitaplarından bahsederken Barnabas İncili’ne en ufak bir işarette bile bulunmamışlardır. İslâm Dünyası’nda sayısız kütüphanelerde bulunan kitapların en geniş ve güvenilir bibliyografyaları İbn Nedim ile Hacı Halife (Bk: “El-Fihrist” ve “Keşfu’z-Zünun”, tarafından hazırlanmıştır. Ama bunlarda da Barnabas İncili’ne rastlamak mümkün değildir. Hıristiyanların ileri sürdüğü iddianın asılsız oluşunun üçüncü ve en büyük delili, Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a) dünyaya gelişinden 75 yıl önce bile, Papa Gelasius 1 döneminde “yanlış ve dini düşüncelere aykırı kitaplar” adı altında hazırlanan listede Barnabas İncili’nin (Evangelium Barnabe) adının geçmiş olmasıdır. Söyler misiniz, o çağda bu sözde sahte İncili yazacak bir Müslüman var mıydı?
j) Barnabas İncili’nde Rasûl-ü Ekrem’in (s.a) dünyaya peygamber olarak gelmesine dair haber ve müjdelerden söz açmadan isterseniz önce Hıristiyanlarca meçhul kalmış, Müslümanlar tarafından da hiç bilinmeyen bu kitabı size tanıtalım. Böylece bunun mahiyeti, muhtevası ve dolayısıyla ehemmiyetini anlamış olacağız. Ayrıca, Hıristiyanların bundan neden bucak bucak kaçtıklarını kavramış olacağız.
Kitab-ı Mukaddes’te meşru ve muteber olarak yer alan dört İncil’den hiçbirinin Hz. İsa’nın sahabileri veya havarileri tarafından kaleme alınmadığını bilmekte fayda vardır. Sonra, bu İncil’leri yazanlardan hiçbiri, yazdıklarının Hz. İsa’nın havarilerine dayandığını veya onlar tarafından nakledildiğini iddia etmemiştir. Böyle atıflar şöyle dursun, yazıların hiçbir kaynağı gösterilmemiştir. Bu itibarla, rivayet edenin, sözleri kendisinin mi duyduğu, veya olayları kendinin mi gördüğü, yoksa bunları bir veya birden fazla aracıdan mı işittiği bilinmiyor. Buna karşılık, Barnabas’ın yazarı diyor ki, “Ben Hz. Mesih’in ilk 12 havarisinden biriyim. Baştan sona kadar Mesih ile beraberim ve gözlerimle gördüğüm olaylar ve kulaklarımla duyduğum sözleri bu kitapta yazıyorum.”
Sadece bu değil, Barnabas şunları da yazıyor: “Hz. Mesih bu dünyadan ebediyete intikal ederken kendi hakkında çıkan yalan yanlış dedikodulara son vererek dünyaya gerçekleri açıkça ortaya koymayı emretmişti.”
Barnabas kimdi? Kitab-ı Mukaddes’in “Ameller Bölümü’nde bu şahsın ismine sık sık rastlanıyor. Buna göre, Barnabas, Kıbrıslı bir Yahudi ailesine mensuptu. Hıristiyanlığın yayılması ve Hz. İsa’nın taraftarlarına yapılan yardımlar konusunda Barnabas’ın büyük hizmetler verdiği kaydedilmiştir. Fakat kendisinin ne zaman Hıristiyanlığı kabul ettiği belirtilmemiştir. Ayrıca, üç İncil’de geçen ilk oniki havarinin isimleri arasında Barnabas ismine rastlanmıyor. Bu bakımdan, bahsettiğimiz İncil’in yazarının bu Barnabas mı olduğu kesinlik kazanmıyor. Matta ile Markos’un verdiği havariler listesini Barnabas’ın listesiyle karşılaştıracak olursak ikisi arasında sadece iki ismin değişik olduğuna şahid oluruz. Biri Tome (Thomas), ki bunun yerine Barnabas kendi ismini veriyor ve diğeri Şemun Kenanî ki bunun yerine Yakup oğlu Yahudah (Juda)’nın adını yazıyor. Lucas’ın İncil’in’de bu ikinci isim de vardır. Bu bakımdan, sonradan Hıristiyan din adamları ve ileri gelenlerinin, Barnabas’dan ve onun İncili’nden yakalarını kurtarmak için ismini silip yerine Thomas’ın adını yazdıkları akıl ve mantığa daha uygundur. Zira, çıkarları uğruna bu tür tahrifler yapmak Hıristiyan aziz ve din adamları için olağan bir şeydi.
Tarafsız ve sağduyulu bir kişi, Barnabas İncili’ni okuduktan sonra bunu Ahd-i Cedid’in Dört İncil’iyle karşılaştıracak olursa, bunun diğer dört İncil’den kat kat daha iyi olduğu sonucuna varacaktır. Bu İncil’de Hz. İsa’nın hayatı ve başından geçenler daha teferruatlı şekilde anlatılmıştır. Tıpkı bir kişinin gördükleri ve yaşadığı olaylar gibi. Dört İncil’de kopuk ve birbirine bağlı olmayan hadise ve hikayelerin anlatımı Barnabas İncili’nde daha düzgün ve anlamlı hale getirilmiştir, özellikle tarihi olaylar biraz daha dikkatli bir sıra ile kaydedilmiştir. Bunun yanısıra, Hz. İsa’nın dini telkinleri burada dört İncil’e oranla daha ayrıntılı, açık ve etkin biçimde kaydedilmiştir. Tevhid ile ilgili nasihatlar, şirkin reddi, Allah Teâlâ’nın sıfatları, ibadetin ruhu ve güzel ahlâk gibi mevzular gayet ayrıntılı, mantıklı ve kuvvetli şekilde anlatılmıştır. Bu kitapta Hz. İsa’nın kullandığı dil ve konunun iyi anlaşılması için verdiği pratik misallerin en küçük örneğini bile dört İncil’de bulmak mümkün değildir. Bundan, Hz. İsa’nın (a.s) kendi taraftarları ve havarilerine nasıl nasihat ve telkinde bulunduğu ve bu hususta ne kadar akıllıca yöntemler kullanıldığı da anlaşılıyor. Hz. İsa’nın dili, üslûbu, tabiatı ve huyuna azıcık vakıf olan biri bile, bu İncil’i okuduktan sonra bunun sahte veya düzmece bir kitap olmadığına kanaat getirecektir.
Gerçeği söylemek gerekirse, Hz. İsa’nın kişiliği ve öğretileri diğer dört İncil’e nisbetle Barnabas İncili’nde, daha net, daha açık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ayrıca bu İncil’de diğer incillerin belirgin bir eksikliği olan çeşitli söz ve fiillerdeki tezât da yoktur.
Barnabas İncili’nde yer alan Hz. İsa’nın hayatı ve talimatı bir nebinin hayatı ve talimatına tıpatıp uyuyor. Kendisi bir nebi olarak karşımıza çıkıyor, bütün peygamberleri ve kitaplarını tasdik ediyor. Peygamberler olmaksızın Hakkı tanımanın bir yolu olmadığını belirtiyor ve Peygamberlere boşverenin aslında Allah’a boşverdiğini anlatıyor. Tevhid, peygamberlik ve ahiret hakkında diğer bütün peygamberlerin talimatına uygun sözler söylüyor. Namaz, oruç ve zekat için gereken telkinde bulunuyor. Barnabas İncili’nde sık sık bahsedilen namazların aslında Müslümanların bildiği sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve teheccüd namazları olduğu anlaşılıyor. Ayrıca her namazdan önce abdest alındığı da belli oluyor. Hz. İsa, peygamberlerin listesine Hz. Davut ile Hz. Süleyman’ı (a.s) da dahil ediyor. Halbuki hem Yahudiler hem Hıristiyanlar bu iki peygamberi, peygamberler listesinden çıkarmışlardır. Hz. İsmail’in (a.s) “zebîh” (Allah’a adanmış kurban) olduğunu kabul ediyor ve bu hususta bir Yahudi alimi de bu gerçeği kabul etmeye zorluyor. Aynı âlim, İsrailoğulları’nın kendi menfaatları için Hz. İshak’ın (a.s) zebîh veya kurban olduğuna herkesi inandırmaya çalıştıklarını belirtiyor. Kısacası, Barnabas’taki kayıtlara göre, Hz. İsa’nın (a.s) ahiret, kıyamet, cennet ve cehennem ile ilgili vaaz ve telkinleri Kur’an-ı Kerim’de anlatılanların hemen hemen aynısıdırlar.
Hıristiyanların, Barnabas İncili’ne neden bu kadar şiddetle muhalefet ettiklerini araştıracak olursak, bunun sebebinin sadece Hz. Muhammed’in (s.a) gelişine dair açık seçik işaretleri ihtiva etmesinin olmadığını görürüz. Zira Hıristiyanlar bu İncili zaten Hz. Muhammed’in (s.a) doğuşundan önce reddetmişlerdi. Aşağıdaki satırlarda Hıristiyanların şiddetli öfke ve muhalefetinin gerçek nedenlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalışacağız:
Bilindiği üzere, Hz. İsa’nın ilk taraftarları kendisini sadece bir peygamber olarak tanırlardı, O’nun bütün talimatlarına harfiyen uymazlardı. Bu ilk yandaşları Musevi şeriatına bağlı olup akide, ilahi emir ve ibadetler bakımından kendilerini Beni İsrail’den ayrı saymazlardı. İlk Hıristiyanlar ile Beni İsrail arasındaki tek fark, birincilerin Hz. İsa’yı Mesih olarak tanımaları ve ona iman etmeleri idi. Oysa, Beni İsrail, Hz. İsa’yı peygamber olarak tanımıyordu.
Daha sonra, Aziz Paul, Hıristiyan cemaatine girince Romalı, Yunan ve İsrailli veya Yahudi olmayan diğer ulusları da Hıristiyanlığın çatısı altında toplamaya çalıştı. Bu sebeple, yeni bir mezhep ve hatta dinin temelini attı. Bu yeni din akide, inanç ve kurallar açısından Hz. İsa’nın yaymaya çalıştığı dinden çok farklıydı. Aslında bu aziz hiçbir zaman Hz. İsa’yı görmemiş, O’ndan vaat almamıştı. Hatta Hz. İsa sağ iken kendisinin en büyük muhaliflerinden biriydi. Ve İsa Peygamber’den sonra birkaç yıl bu tavrına devam etti. Daha sonra Hıristiyan olarak yeni bir dini oluştururken de kendi yaptığı tasarruflara delil olarak Hz. İsa’nın hiçbir söz veya fiilini halka göstermedi, aksine bunların kaynağının şahsi ilham olduğunu ileri sürdü. Yeni dini ortaya koyarken başlıca amacı, bu dinin Yahudi olmayan bütün kavim ve milletlerin tereddütsüz kabul edeceği mahiyette olmasıydı. Nitekim, bir Hıristiyan’ın, Yahudiliğin bütün şeriatından bağımsız olduğunu ilan etti. Yiyece, içecek konusunda hertürlü helal ve haram farkını ortadan kaldırdı. Yahudi olmayanların zoruna giden sünnet ananesine de son verdi. Sadece bunlar değil, Hz. İsa’nın ulviyeti, Allah’ın oğlu olduğu ve çarmıha gerilerek Ademoğullarının günahını üstüne aldığı ve böylece bedellerini ödediği gibi çeşitli saçma sapan tezler de ortaya atıverdi. Tabii bu tür fikir ve tavırlar müşrik ve kafirlere çok cazip geliyordu ve Aziz Paul, bu gibi uydurmalarla hissiyatlarını okşamaya ve yeni dine teşvik etmeye çalıştı. Hz. İsa’nın ilk yandaşları bu tür bid’at ve batıl itikatlara karşı çıktılar. Ama ne çare ki, Aziz Paul’ün şeytanca bir düşünceyle Hıristiyanlığa açtığı bu kapıdan Yahudi olmayan Hıristiyanların büyük bir seli içeriye girdi ve bu baskın karşısında çok az sayıda özüne bağlı dindar kişiler dayanamadılar. Yine de M.S. 3. yüzyılın sonuna kadar Hz. İsa’nın uluhiyetini reddeden çok kişi vardır. Ne var ki, M.S. 4. yılın başında Nicaea’da toplanan Papalık Konseyi (325), Aziz Paul’un düşünce ve görüşlerini Hıristiyanlığın esasları kabul etti. Daha sonra Roma İmparatorluğu da Hıristiyanlığı resmi din olarak benimsedi. Bu olay, İmparator Theodoseus zamanında çıkarılan bir kanunla perçinleşti. Bundan sonra, Aziz Paul’un akide ve inançlarına karşı olan bütün kitap ve belgeler gayet doğal olarak gayri meşru ve gayri kabil-i rücû ilan edildiler. M.S. 367’de ilk defa, Athanesius’un bir mektubuna uygun olarak muteber ve meşru kitap ve vesikaların listesi hazırlandı. Bu listeyi 382’de Papa Damasius başkanlığında toplanan konsey onayladı. Beşinci yüzyılın sonunda ise Papa Gelasius, bu listeyi tasdik etmesinin yanısıra muteber ve meşru olmayan kitap ve vesikaların listesini de hazırlattı. İşin ilginç tarafı adı geçen kitapların meşru, güvenilir veya güvenilmez olarak tasnif edilmesi için kabul edilen ölçü sadece Aziz Paul’un uydurduğu inanç ve kurallardı ve hiçbir Hıristiyan alim veya kilise adamı çıkıp bunların Hz. İsa’nın talimatına uymadığını iddia etmeye cesaret edemiyordu.
Hatta muteber ve meşru kitaplar mecmuasına dahil edilen İnciller’de de Hz. İsa’nın kendi söz ve hareketlerine dair herhangi bir kayıt bulunmuyor.
Gayet tabii ki Barnabas İncili, itibar edilmeyen ve meşru olmayan kitapların listesinin başına geçirilmiştir. Bunun başlıca nedeni, muhtevasının o zaman revaçta olan resmi dinin inanç ve kurallarına tamamıyla zıt olmasıydı. Kitabın yazarı, başta kitabı kaleme alışının sebebini anlatıyor: “Bu kitabın gayesi, şeytanın hilelerine uyarak Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu ilan edenleri ıslah etmektir. Bu insanlar (şeytana uyanlar) erkeklerin sünnet edilmesini gereksiz buluyor, haram yiyecekleri helal kılıyorlar. Bu tür hataya düşenler arasında (Aziz Paul) da vardır.” Barnabas’ın beyan ettiği gibi Hz. İsa sağ iken, mucizelerini gören müşrik Romalı askerlerin, O’nun Allah’ın oğlu ve hatta Allah olduğunu söylemeye başladığını ve bu yanlış inanca daha sonra İsrailoğulları’nın da bulaştığını belirtir.
Barnabas bundan sonraki gelişmeleri şöyle nakleder: “Hz. İsa bu gidişata çok üzülmüştür. Defalarca, O’nun etrafını saranları uyardı ve yanlış inançlarını şiddetle yerdi. Öğrencilerini çeşitli bölgelere gönderdi. Bu öğrenciler, Hz. İsa’nın duaları sayesinde tıpkı kendisi gibi halka bazı mucizeler gösterdiler. Bu gösterişin maksadı, kendisinden mucizeler sadır olan bir kişinin Tanrı veya Tanrı’nın oğlu olması gerekmediğini açıkça göstermekti”. Barnabas, bundan sonra Hz. İsa’nın bu konuda yaptığı çeşitli konuşmalarını nakleder. Bu konuşmalardan, Hz. İsa’nın halk arasında yaygınlaşan batıl itikatlara ne kadar karşı olduğu anlaşılıyor. Barnabas Hz. İsa’nın, ümmetinin doğru yoldan sapmasından son derece endişeli olduğunu ifade ediyor. Ayrıca, Aziz Paul’un Hz. İsa’nın çarmıhta can verdiği yolundaki genel akidesini şiddetle yalanlıyor ve kendi gözleriyle gördüğü olayı şöyle anlatıyor: “Şakirt” Yahuda (Judah, Jadas) Yahudilerin Baş Hahamlarından rüşvet alarak Hz. İsa’yı yakalamak üzere askerlerle gelince, Allah’ın emriyle, dört melek Hz. İsa’yı semaya kaldırdılar ve Şakirt Yahuda’nın yüzü ve sesi tamamiyle Hz. İsa’nın ki gibi yapıldı. Böylece, çarmıha Hz. İsa değil Yahuda gerildi.” Barnabas İncili’ndeki bu ifade, görüldüğü gibi Paul’un kurduğu Hıristiyanlığın kökünü kazıdığı gibi Kur’an-ı Kerim’in ifadesini de tamamıyle doğrular niteliktedir. Hiç şaşılmamalıdır. Kur’an-ı Kerim’in inişinden tam 115 sene evvel Barnabas İncili’ndeki bu ifadeler, kitabın Hıristiyan kilise adamları tarafından afaroz edilmesine sebep oldu.
1) Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız hususlar, Barnabas İncili’nin diğer dört İncil’den çok daha güvenilir olduğunu göstermeye yeter sanırız. Bu İncil’de Hz. Mesih’in (a.s) söz, fiil ve sireti gerçeğe uygun şekilde anlatılmıştır. Maalesef Hıristiyanlar, kendi akide, inanç kuralları ile Hz. İsa’nın talimatını bu İncil ile bilme ve düzeltme fırsatını kaçırdılar.
Bu açıklamalardan sonra, zannediyoruz, Barnabas İncili’nde, Peygamber Efendimiz’in (s.a) gelişine dair, Hz. İsa’nın ağzıyla dile getirilen işaret ve haberleri buraya aktarabiliriz. Söz konusu haberlerde Hz. İsa, Hz. Muhammed (s.a) için bazen “Rasulullah”, bazen de “Mesih” kelimesini kullanmıştır. Bazen “Takdir Edilmeye Layık” ibaresini kullanmış, bazen de öyle sözcükler kullanmış ki, bunlar “Lailaheillallah Muhammedün Rasulüllah” anlamına gelmektedir. Hz. İsa’nın, Hz. Peygamber (s.a) hakkında verdiği işaretler o kadar çoktur ki, bunların hepsini anlatmak için ayrı bir kitapçığa ihtiyaç duyulacaktır. Bunların hepsini iktibas etmemiz imkansızdır. Biz burada sadece belli başlı haberleri naklediyoruz.
“Allah’ın dünyaya gönderdiği peygamberler, ki sayıları 144 bin idi, muğlak ve karmaşık şekilde konuştular. Ama benden sonra, bütün peygamberler ile mukaddes varlıkların nuru gelecektir ki, peygamberlerin söylediklerini açıklayacak, sizi aydınlatacaktır. Çünkü Allah’ın Rasulüdür” (Bölüm: 17).
“Ferisiler ile Lâviler dedi ki, madem ki sen ne Mesih, ne İlyas, ne de başka bir Nebisin, o zaman sen neden yeni bir vaaz ve telkinde bulunuyorsun ve kendini Mesih’den de daha büyük olarak gösteriyorsun.
İsa Mesih dedi ki, Tanrı’nın benim vasıtamla gösterdiği mucizelerin maksadı, benim yaptıklarımın hepsinin Tanrı’nın isteğine bağlı olduğunu size göstermektir. Yoksa, ben kendimi, sizin bahsettiğiniz (Mesih)ten büyük saymıyorum. Ben, sizin Mesih dediğinizin çorabının boncuğunu veya ayakkabı bağlarını açacak seviyede bile değilim. O Mesih benden önce yaratılmıştı ve benden sonra gelecektir. O, dinin hiç son bulmaması için hakikatleri yanında getirecektir.” (Bölüm: 42)
“Size yemin ederek söylüyorum, gelen her nebi sadece bir millet için Allah’ın rahmetinin işareti olarak gelmiştir. Bu sebeple bu peygamberlerin talimatı, gönderildikleri ümmet ve ulusların dışına çıkmadı.
Ama Allah’ın Rasulü gelince, Tanrı ona adeta eline mührünü verecektir. Taa ki, onun talimatını almış olan dünyanın bütün ulusları selâmete ve rahmete kavuşacaklardır. O, tanrıtanımazlara hakim olacak ve putperestliği öylesine yeryüzünden silecektir ki şeytan kaçacak delik arayacaktır.” (Bu satırlardan sonra, Hz. İsa’nın şakirtleriyle uzun bir konuşması yer alıyor. Bu konuşmada İsa Mesih (a.s) müstakbel Peygamberin Beni İsmail’den olacağını izah ediyor.) (Bölüm: 43)
“Bu sebeble size diyorum ki, Rasulullah, Tanrı’nın yarattığı hemen hemen bütün mahluk ve eşyayı memnun edecek bir saadettir. Zira, O anlayış, nasihat, hikmet, kuvvet, şefkat ve sevgi gibi güzel duygularla doludur. O, cömertlik, rahmet, âdalet, takva, dürüstlük, efendilik ve sabrın ruhuyla donatılmıştır. Kendisine bu faziletlerin üç misli verilmiştir. Yani Allah’ın yarattığı diğer mahluklara nisbetle. Onun dünyaya gelişi ne mübarek bir an olacaktır. İnanın, ben onu görmüş ve ona saygılarımı sunmuşumdur. Tıpkı diğer bütün peygamberlerin onu gördüğü ve ona saygılarını sundukları gibi. Allah onun ruhunu görerek ona nübüvvet bahşetti. Ve onu görünce heyecandan ruhum titredi ve ben O’na dedim ki, “Ey Muhammed (Medhedilmiş kişi, zat) Allah senin yardımcın olsun ve Allah beni senin papuçlarının bağlarını bağlamaya layık yapsın. Zira ben bu mevkiye yükselirsem, kendimi büyük bir peygamber ve Allah’ın mukaddes varlığı sayacağım.” (Bölüm: 44)
“(Buradan gideceğim için) yüreğiniz sızlamasın ve siz korkmayın. Çünkü sizi yaratan ben değilim. Sizi yaratan, yaratıcımız Allah’tır ve O sizi koruyacaktır. Bana gelince, şu anda dünyada, dünyaya selamet ve kurtuluş getirecek olan Allah’ın Rasulü için zemin hazırlamaktayım… Andres dedi ki, Ey Üstad, onun bazı belirgin özelliklerini bize bildir ki onu tanıyalım. İsa Mesih (a.s) cevap verdi: “O sizin zamanınızda gelmeyecek, aksine birkaç zaman sonra gelecek. O zamana kadar benim İncilim öylesine tahrif edilmiş olacak ki, dünyada en fazla otuz mümin bulunacaktır. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve Rasulü’nü gönderecektir. O Rasul’ün başında beyaz bulutun gölgesi olacaktır. Bu gölge sayesinde Allah’ın sevgilisi ve yakını olduğu belli olacaktır ve O’nun aracılığıyla dünya Allah’ın mağfiretine kavuşacaktır. O, tanrıtanımaz insanlara karşı büyük bir güçle gelecek ve yeryüzünden putperestliği sürecektir.
Ve ben bundan son derece memnun olacağım, zira O’nun sayesinde Tanrımız tanınacak, takdis edilecek ve hakikatimi dünya anlayacaktır.. O ayrıca beni insanlar ötesinde bir şey zannedenlerden intikam alacaktır… O öyle bir hakikatle gelecektir ki, bu hakikat bütün peygamberlerin getirdiklerinden daha açık seçik olacaktır!” (Bölüm. 72)
“Allah için and Kudüs’te mi yoksa Süleyman tapınağında mı içilmişti? Fakat sözlerime inanın, bir gün gelecek, Allah, rahmetini başka bir şehre inzal edecektir. Ondan sonra, her yerde onun için doğru biçimde ibadet yapılacaktır ve Allah kendi rahmetiyle heryerde hakiki namazı kabul edecektir… Ben aslında, İsrail hanedanı için kurtarıcı nebi olarak gönderildim. Fakat benden sonra Mesih gelecek, Allah’ın bütün dünya için gönderdiği. Öyle bir nebi ki, Allah bütün dünyayı onun için yaratmıştır. O zaman bütün dünyada Allah’a ibadet edilecek ve her tarafa rahmeti nazil olacaktır.” (Bölüm: 83).
“(Mesih baş rahibe söyledi:) Yaşayan Allah ve elinde canım olan Yaradana yemin ederim bütün dünyanın milletlerinin beklediği o mesih ben değilim. Allah bu nebi ile ilgili vadini atamız Hz. İbrahim’e şöyle diyerek vermişti: Senin neslinin vasıtasıyla, yeryüzünün bütün milletleri berekete kavuşacaktır: (Tekvin: 22: 18) Ancak Allah beni bu dünyadan kaldırınca şeytan yine isyan çıkaracaktır ve mümin olmayanlar benim Tanrı ve Tanrının oğlu olduğumu iddia edeceklerdir. Bu nedenle sözlerim ve talimatım tahrif edilecektir. Taa ki belki de en çok otuz iman sahibi geriye kalacaktır. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve Rasulü’nü gönderecektir. O Rasul ki, onun için dünyanın herşeyi yaratılmıştır. O Rasul bütün gücüyle güneyden gelecek ve putları ve putperestleri beraberce mahvedecektir. Şeytandan iktidarını alacaktır. Ve Allah’ın rahmetini, kendine iman edecek olanların kurtuluşu için yanında getirecektir. Ne mutlu onun sözlerini dinleyene.” (Bölüm: 96).
“Baş rahip sordu, ‘Allah’ın bu Rasulü’nden sonra başka nebiler de gelecek mi?’ Mesih cevap verdi: ‘Bundan böyle, Allah’ın gönderdiği hakiki nebiler gelmeyecekler, ama pekçok sahte nebiler gelecektir. Ben bunun için üzgünüm. Çünkü, şeytan, Allah’ın adaletli kararı yüzünden bunları sahneye koymaya çalışacaktır. Ve onlar benim İncilimin perdesinin arkasına saklanacaklardır.” (Bölüm: 97).
“Kahinlerin başı sordu, ‘Bu Mesih hangi isimle çağrılacaktır? Ve onun gelişinin işaretleri ne olacaktır? İsa Mesih dedi ki, ‘Bu Mesihin adı “Takdir Edilmeye Layık”. Zira, Allah O’nun ruhunu yarattığı zaman O’na bu ismi kendisi vermiştir.
Ve orada O’na kral muamelesi yapılmıştır. Allah dedi ki, “Ey Muhammed, bekle, çünkü senin için cenneti, dünyayı ve birçok mahluku yaratacağım ve bunları sana hediye olarak vereceğim. Ta ki, seni tebrik edecek olanlara bereket verilecek ve seni lanetleyecek olanlar lanetlenecektir. Ben seni dünyaya göndereceğim zaman, kurtuluş habercisi olarak göndereceğim. Senin sözlerin doğru olacaktır. Öyle ki yeryüzü ve gökler kaybolup gidecekler ama senin adın ayakta duracaktır. Öyleyse, onun mübarek ismi Muhammed’dir.” (Bölüm: 97)
Barnabas diyor ki, bir defasında Hz. İsa şakirtlerine hitaben yaptığı konuşmada “şakirtlerimden biri (ki sonradan Yahuda, Judah, Judas olduğu ortaya çıktı) beni 30 sikkeye karşılık düşmanlara satacaktır” dedi ve şunları ekledi:
“Bundan sonra, beni satacak olanın benim adımla öldürüleceğinden eminim. Zira Allah Teâlâ beni yerden semaya kaldırtacak ve o hainin yüzünü öylesine değiştirmiş olacak ki, herkes onu ben sanacak. Ne var ki kötü şekildeki ölümü bir müddet benim karalanmama yol açacaktır. Fakat, Muhammed, yani Allah’ın mukaddes Rasulü gelince bana sürülen leke temizlenmiş olacaktır. Ve Allah bunu, benim o Mesih’e sadakatimi bildirdiğim için yapacaktır. O bana mükafaatımı verecektir. Bu şekilde, herkes benim yaşamakta olduğumu ve bu rezil ölümle hiç ilişkim olmadığını anlamış olacaktır.” (Bölüm: 113)
“(Hz. İsa şakirtlerine dedi ki) Elbette ben size diyorum ki, eğer Musa’nın kitabından gerçekler çıkarılmamış olsaydı, Allah atamız Davud’a başka bir kitap vermeyecekti. Ve eğer Davut’un kitabında değişiklikler yapılmamış olsaydı, Allah bana İncil’i vermezdi. Zira, Allah, yani Rabbimiz, tahrif eden veya değiştiren değildir. Ve herkese aynı mesajı vermiştir. Rasulüllah geldiği zaman inkârcı insanların benim kitabıma bulaştırdıkları bütün (uydurma) şeyleri temizleyecektir.” (Bölüm: 124)
Bu açık ve kesin işaret ve haberlerde sadece üç şey ilk bakışta şüpheli görülüyor. Bunlardan biri, yukarıdaki ibarelerde Barnabas İncili’nin başka bölümlerinde Hz. İsa’nın, kendisinin Mesih olmadığını ısrarla belirtmesidir. İkincisi, sadece yukarıdaki alıntılarda değil, İncil’in diğer birçok yerlerinde de Rasulüllah’ın (s.a) asıl Arapça ismi olan “Muhammed” açıkça zikredilmiştir. Oysa, peygamberlerin gelecekten haber verirken kesin ifadelerden kaçındıkları, özellikle şahıs isimlerini vermedikleri müşahade edilmiştir. Üçüncü nokta, yukarıdaki ibarelerde Hz. Muhammed Mustafa (s.a)dan “Mesih” olarak bahsedilmesidir.
Birinci şüphe için şunu söyleyebiliriz ki, sadece Barnabas İncili’nde değil, Lucas (luca) İncili’nde de Hz. İsa’nın (a.s) kendi havari ve şakirtlerine, kendisine “Mesih” dememelerini emrettiğine dair kayıtlar vardır. Lucas İncili’nin sözleri şunlardır… “O onlara sordu, siz bana ne diye hitap edersiniz? Peter cevap verdi, Allah’ın Mesih’i. Bunun üzerine onlara tenbih etti, ‘bunu kimseye söylemeyin’ (Bölüm: 9, 20-21). Bu yasaklamanın sebebi, öyle sanıyoruz ki, Hz. İsa’nın kendi isminin beklenen mesih ile karıştırılmasını istememesiydi. Bilindiği gibi, İsrailoğulları ötedenberi Mesih’in gelmesini bekliyorlardı. Onlara göre mesih kılıcıyla bütün hak düşmanlarını mağlup edecekti. İşte bunun üzerine Hz. İsa (a.s) bekledikleri Mesih’in kendisi olmadığını ve onun kendisinden sonra geleceğini açıklamak zorunda kaldı.
İkinci şüpheye gelince, halen dünyada varolan Barnabas İncili’nin Latince tercümesinde Rasul-ü Ekrem’in adı gerçekten “Muhammed” olarak geçmektedir. Fakat kimse bu kitabın hangi dillerden tercüme üstüne tercüme edilerek Latince’ye kadar geldiğini bilmiyor. Barnabas İncili’nin aslının Süryanice olması kuvvetle muhtemeldir. Zira, daha evvel de işaret ettiğimiz gibi, Hz. İsa ile havarilerinin dili buydu. Kitabın aslı bulunsaydı, onda Hz. Muhammed’in (s.a) adının nasıl yazıldığını görmemiz mümkün olacaktı. Kanımıza göre, daha önce İbn İshâk’ın Yohanna İncili’nin tercümesinden bahsederken belirttiğimiz gibi, Hz. İsa aslında muhtemelen “Munhamanna” sözcüğünü kullanmıştır. Daha sonra bu sözcük muhtelif tercümelerde muhtelif şekilde ifade edilmiş olabilir. Daha sonra, müjdelenen peygamberin isminin hemen hemen “Muhammed” manasına geldiğini gören bir mütercim bu ismi yazmış olabilir. Bu sebeple sadece “Muhammed” isminin açık seçik şekilde yazıldığını görerek, bütün Barnabas İncili’nin bir Müslüman tarafından kaleme alındığını iddia etmek yanlış olur.
Üçüncü noktaya gelince, “Mesih”, aslında bir İsrail terimidir. Bu terim Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın (a.s) Mesih olduğunu inkar eden Yahudileri ikna etmek üzere kullanılmıştır. Yoksa, bu ne Kur’an-ı Kerim’in terimidir, ne de bu terim Kur’an’da İsrailoğullarının kasdettiği anlamda kullanılmıştır.
Bu bakımdan, Rasul-ü Ekrem (s.a) hakkında, Hz. İsa (a.s) “Mesih” kelimesini kullanmış ve Kur’an-ı Kerim’de bu kelime kullanılmamışsa, bundan Barnabas İncili’nde, Kur’an’da olmayan bir şeyin Hz. Peygamber’e (s.a.) atfedildiği anlamı çıkmaz. Aslında Beni İsrail’de şöyle bir gelenek vardı. Bir şahıs veya eşya kutsal bir amaç için tahsis edildiği zaman o eşya üstüne ya da şahsın başına mukaddes yağ sürülerek takdis edilmiş olurdu. İbranice’de yağ sürme hareketine “mesh” ve başına yağ sürülene de “mesih” denilirdi. Tapınak ve ibadet yerlerinde bulunan çanak çömlek, tabak bardak ve sürahiler aynı şekilde “mesh” edilerek ibadete tahsis edilirdi. Kahin ve Rahipler de rahiplik mevkiine getirildiği zaman “mesh” (takdis) edilirlerdi. Aynı şekilde hükümdar ve peygamber de tac giyerken veya peygamberlik mevkiine yükselirken takdis edilirlerdi. Yani İncil açısından İsrailoğulları’nın tarihinde sayısız “mesh” olayı ve “Mesih” vuku bulmuştur. Nitekim, Hz. Harun (a.s) bir haberci olarak bir “Mesih”ti. Aynı şekilde, Hz. Musa haberci ve nebi olarak, Talût padişah olarak, Hz. Davud padişah ve peygamber olarak, sadık hükümdar ve kahin olarak ve Hz. İlyas bir nebi olarak birer Mesih idiler. Daha sonra takdis etmek için illa yağ sürme ananesi de kaldırıldı. Aksine, birinin sadece Allah tarafından bir mevkiye veya göreve tayin edilmesi, “Mesih” veya takdis edilme anlamına eşit hale geldi. Meselâ, I- Hükümdarlar, Bölüm- 19’da Allah’ın, Hz. İlyas’a (İlliyah), Haz’ayil’i mesh edip Arâm (Şam) hükümdarı, Nemsi’nin oğlunu mesh edip İsrail hükümdarı ve Elyasa’yı meshedip kendi yerine nebi yapma emri verildiği kaydedilmiştir. Bunlardan hiç birinin başına yağ sürülmedi. Yalnızca, Allah tarafından bir vazifeye getirildiklerini iddia eden İsrailoğulları’nın anlayış ve geleneklerine göre, “Mesih” kelimesi sadece Allah tarafından görevlendirilmiş” anlamına gelirdi. Ve Hz. İsa da (a.s) Hz. Muhammed (s.a) için “Mesih” kelimesini bu anlamda kullanmıştı. (Mesih kelimesinin İsrailoğullarının anladığı anlamının ayrıntılı açıklamaları için bkz: Encydopadea of Biblical Literature, “Messiah” maddesi).
9. “Bu apaçık bir sihirdir dediler” Bu ifadede geçen “sihir” kelimesi, “büyü” karşılığında değil, “aldatma” anlamında kullanılmıştır. Nitekim bu kelime, lugatta da böyle bir kullanıma sahiptir. Örneğin “filan şahıs şu kimseyi aldattı” denilmek istendiğinde bu kelime kullanılır. Yahut “aldatan göz” için de durum aynıdır. Yukarıdaki ifadede İsrailoğulları’nın ve Hz. İsa’nın takipçilerinin Hz. İsa’nın haber verdiği o Nebi’nin açık alametlerini gördükleri halde onun nübüvvetini bir aldatmaca olarak nitelemeleri bahis konusu edilmektedir.
7 Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir?10 Ki o İslam’a (Allah’a itaat etmeye) davet olunmuştu.11 Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez.
8 Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır; kâfirler hoş görmese bile.12
9 Peygamberlerini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslâm’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile.13
10 Ey iman edenler, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticareti14 size haber vereyim mi?
11 Allah’a ve O’nun Resulüne15 iman ederseniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad ederseniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.16
AÇIKLAMA
10. Yani, Allah’ın gönderdiği peygamberi yalancılıkla suçluyorlar ve Allah’ın inzal ettiği kelamı, onun uydurması olarak niteliyorlar.
11. Yani, hak bir peygamberi iftiracılıkla suçlamak başlı başına bir zulümdür. Fakat onlar sadece bununla kalmayıp, o peygamber kendilerini Allah’a kulluğa çağırırken, onlar bu çağrıyı reddedip, O’nun davetini engellemek için iftira, yalan, hile ve her çareye başvurmaktadırlar.
12. Burada, sözkonusu ayetin H. 3’te Uhud Savaşı’ndan sonra nazil olduğuna dikkat edilmelidir. O dönemde İslâm, sadece Medine ile sınırlıydı. Ve Müslümanların sayısı da bir kaç bini aşmıyordu. Tüm Arapların bu dini yoketmeye kararlı oldukları bir dönemdi. Ve üstelik Müslümanlar Uhud Savaşı’nda yenilmişler ve kendilerine olan güvenleri de sarsılmıştı. Bu yüzden civardaki kabileler de İslâm aleyhine cesaret bulmuşlardı. İşte bu ahval ve şartlar altında Allah, İslâm nurunun sönmeyeceğini ve aksine daha da ışıldayarak tüm dünyaya yayılacağını müjdelemiş ve bu müjde aynıyla vuku bulmuştur. Allah’ın dışında o dönemlerde, İslâm’ın geleceğinin ne olacağını kim bilebilirdi? Nitekim beşeri imkanlar ölçüsünde olayı mütalaa ettiğimizde, o dönemlerde İslâm nurunun, her yönden esen şiddetli rüzgarların söndürebileceği zayıflıkta olduğunu görürüz.
13. “Müşrikler hoş görmese de…” yani onlar Allah’a ibadet etmelerinin yanısıra, başkalarına da ibadet etmiş ve Allah’ın halis dinine karşı başka dinleri de karıştırarak, onu karma bir din edinmişlerdir. Bu kimseler, sadece Allah’a kulluk etmeye ve O’nun yol göstericiliği doğrultusunda hayatlarını düzenlemeye razı olmamışlardır. Onlar heva ve heveslerine göre istediklerini ilah edinmekte, istedikleri düşünce ve akideye göre hayatlarını düzenleyip, diledikleri gibi medeniyetlerini oluşturmakta ısrar etmişlerdir. Allah’ın Rasulü ise, böyle insanlarla uzlaşmaya varması için gönderilmemiştir. O’nun gönderilme sebebi, Hak dini Allah’ın yol göstericiliğinde hayatın her kesiminde hakim kılmaktır. Ve O bu görevini her halukârda ifa edecektir. Kafir müşrikler onu kabul etseler de, etmeseler de, tüm güçleriyle karşı koysalar da, Rasul (s.a) muhakkak misyonunu tamamlayacaktır. Bu meydan okuma (tehaddi), önceden Kur’an’da biri Tevbe: 33, diğeri Fetih: 28’de olmak üzere iki kez daha yapılmıştır. Bu ayette ise üçüncü kez tekrarlanmaktadır. (İzah için bkz. Tevbe an: 32, Feth an: 51)
14. “Ticaret” kişinin mal, vakit, emek, zihin ve yeteneklerini ortaya koyarak kâr elde etmesidir kısaca. Bu bakımdan iman ve Allah yolunda cihad etmek, ticarete benzetilmiştir. Yani, “Enerjinizi, zihnî ve bedenî tüm yeteneklerinizi bu yolda sarfedin ki gerçek kârı elde edebilesiniz.” Buradaki “kâr” daha sonraki cümlede belirtilmiştir. Ayrıca bu husus Tevbe: 111 de diğer bir yönüyle ele alınmıştır. (Bkz. Tevbe an: 106)
15. Müminlere hitaben “iman edin” denildiğinde, bu, “ihlaslı müminler gibi davranın, sözde kalmayın ve imanınız için her türlü fedakarlığı yapmaya hazır olun” anlamında bir emirdir.
16. Yani, “Bu ticaret, sizin dünyadaki diğer ticaretinizden daha hayırlıdır.”
12 O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur.17
13 Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var; Allah’tan ‘yardım ve zafer (nusret)’ ve yakın bir fetih.18 Mü’minleri müjdele.
14 Ey iman edenler, Allah’ın yardımcıları olun; Meryem oğlu İsa’nın havarilere:19 “Allah’a (yönelirken) benim yardımcılarım kimlerdir?” demesi gibi. Havariler de demişlerdi ki: “Allah’ın yardımcıları20 bizleriz.” Böylece İsrailoğullarından bir topluluk iman etmiş, bir topluluk da küfretmişti. Sonunda biz de iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik, onlar da üstün geldiler.21
AÇIKLAMA
17. Bu ticaretin asıl kârını, ahiretin sonsuz hayatında elde edeceksiniz: a) Allah’ın azabından korunacaksınız, b) Günahlarınız affedilecektir, c) Allah’ın sonsuz nimetlerinin bulunduğu cennete gireceksiniz.
18. Dünyadaki başarı ve zafer Allah’ın büyük bir nimetidir. Fakat bir mümin için önemli olan burada değil, öbür dünyada başarmış olmaktır. Bu yüzden dünyadaki (kâr) sonra, ahiretteki sonuç (kâr) ise önce zikredilmiştir.
19. Hz. İsa’nın sahabileri ile ilgili olarak İncil’de genellikle, “şakirt” “talebe” anlamında bir kelime kullanılmış, daha sonra da bu kimselere “Apostles” (rasül-elçi) denilmeye başlanmıştır.
Bu, Allah’ın elçisi anlamında değildir. Hz. İsa, onları Filistin ve çevresine tebliğ vazifesiyle göndermiştir. Ayrıca Yahudiler Hz. Süleyman’ın (a.s) heykeli için para toplamaya giden kimselere de “rasül” (elçi) diyorlardı. Kur’an’ın kullandığı “Havari” ifadesi ise, daha net ve anlaşılırdır. Bu kelime “Hor”dan türemedir ve “beyaz” anlamındadır. Nitekim elbise temizleyicisine “havari” denir. Çünkü o elbiseleri temizleyerek onları beyazlatmaktadır. Yine saf maddelere de “havari” denir. Örneğin elekten geçen maddelerin adı havaridir. Ayrıca “karşılık beklemeyen akradaş, dost” karşılığında da bu kelime kullanılır. İbn Seyyide, “Bir kimseye aşırı derecede yardım eden şahsa havari denir” demektedir. (Lisan’ul-Arab)
20. Bu son safhada, Kur’an, insanları Allah’ın dinine çağıran ve O’nun dininin küfre karşı galip gelmesi için uğraşan kimseleri, “Allah’ın yardımcıları” (Ensarullah) olarak nitelemiştir. (Daha önce Ali İmran: 52, Hac: 40, Muhammed:7 Hadid: 25 ve Haşr: 84, Muhammed an: 12, Hadid an: 47, Ayrıca Muhammed an: 9’da bu kelime başka bir yönüyle izah edilmiştir. Ancak buna rağmen bazı kimselerin zihninde, “Allah herşeye Kadir’dir ve tüm mahlukattan müstağnidir. O, kimseye muhtaç değildir ama herkes O’na muhtaçtır. O halde bir kul Allah’a nasıl ve ne şekilde yardım edebilir?” gibi bir soru akla gelebilir. Bu sorunun cevabı şöyle verilebilir:
Bu kimselere, “Ensarullah” (Allah’ın yardımcıları) denmesinin nedeni, Alemlerin Rabbi olan Allah’ın bir kimseye muhtaç olmasından ötürü değildir. Allah, insanlara dünyada iman-küfür, itaat-isyan konusunda seçme hürriyeti vermiştir. O, insanları kendi gücüyle mümin ya da kafir olmaya zorlamaz.
Fakat O, bu gayeyle insanlara yol göstermesi, telkin ve tebliğde bulunması için peygamberler göndermiş, kitaplar inzal etmiştir. Bu tebliğ ve telkini kendi iradesiyle kabul eden kimse mümindir. Fiilen tabi olduğunda da, müslim, kanit ve abiddir. Allah’tan ittika ederek yaşarsa muttaki, hayır için yarışırsa muhsin, bununla kalmayarak bu tebliğ ve talimi yaymaya, insanları ıslaha çalışır, küfür ve fısk yerine sadece Allah’a itaate dayanan bir nizam kurmak için uğraşırsa Ensarullah’tır. Allah, yukarıdaki ayette de açıkça beyan ettiği gibi, bu kimseleri kendisine yardımcı olanlar şeklinde nitelemiştir. İşte bu ifadeyle kastolunan budur. Şayet asıl maksat, Allah’a değil, Allah’ın dinine yardım etmek olsaydı, “Ensarullah” yerine “Ensaru dinillah”, “Yensurullah” yerine “Yensuru dinellah” ve “in tensurullah” yerine de “İn tensuru dinellah” denilmesi lazım gelirdi.
Ancak görüldüğü gibi, Allah Teâlâ sürekli olarak bu ifadeyi kullanmış olduğundan, Allah’a yardımın kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. Fakat bunun anlamı, bu kimselerin Allah’ın bir ihtiyacını giderdikleri ve Allah’ın bizzat kendi gücüyle (cebir) olmayıp, peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla olmasını dilediği bir işe iştirak ettiklerinden ötürü, kendilerine Allah’ın yardımcıları denmiştir.
21. Mesih’e inanmayanlar ile kastolunan Yahudilerdir. İnananlar ise, Hıristiyanlar ve Müslümanlardır. Allah Teâlâ, bu iki taifeyi de, Hz. İsa’yı reddedenler üzerine galip kılmıştır. Burada bu hususun beyan edilmesinin amacı, Hz. İsa’yı reddedenler üzerine, O’na inananlar nasıl galip gelmişlerse, Hz. Muhammed’i (s.a) reddedenler üzerine de O’na inananların galip geleceğinin anlatılmak istenmesidir.