MÜMTAHİNE SURESİ
Adı: Bu surenin adı, 10. ayette hicret eden kadınların imtihan edilmesiyle ilgili hüküm dolayısıyla, “Mümtehine” olmuştur. Bu kelime “Mümtehine” ya da “Mümtihine” şeklinde telaffuz edilir. Şayet “t” harfi fetha okunursa, bu kelime “imtihan olunan kadın”, kesre okunursa, “imtihan eden sure” anlamına gelir.
Nüzul Zamanı: Sure içinde zikredilen iki hadisenin zamanlarını bildiğimizden dolayı, surenin de nüzul zamanını tesbit edebiliyoruz. İlk hadise, Hatib bin Ebi Belta’nın Mekke’nin fethinden önce Kureyş’in ileri gelenlerine, Hz. Peygamber’in (s.a) Mekke’ye saldırı niyetini haber vermeye çalışmasıdır. İkincisi ise, Müslüman kadınların Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra, hicret edip, Medine’ye gelmeleriyle birlikte, “Antlaşma gereğince iade edilen Müslüman erkekler gibi, kadınlar da kafirlere iade edilecek mi, edilmeyecek mi?” şeklinde ortaya çıkan sorundur. Bu iki hadiseden, surenin Hudeybiye Antlaşması ile Mekke’nin fethi arasında nazil olduğu kesinlikle anlaşılmaktadır. Üçüncü hadise de, surenin sonunda zikredildiği gibi, İslâm’a giren kadınların, ne üzerine biat edeceği ile ilgilidir. Bu bölüm de büyük bir ihtimalle, Mekke’nin fethinden sonra nazil olmuştur. Çünkü Mekke’nin fethinden sonra, Kureyş’in erkekleri gibi kadınları da İslâm’ı kabul ederek büyük bir çoğunlukla Müslümanlara katılacaklardı. Dolayısıyla böylesine büyük bir topluluğun, nasıl biat edeceği sorunu ortaya çıktı.
Konu: Bu sure üç bölüme ayrılır.
Başlangıçtan 9. ayete kadar ve tek başına 13. ayet bir bölümdür. Bu bölümde, ailesini kurtarmak için Hz. Peygamber’in (s.a) savaş hakkındaki gizli ve önemli bir sırrını düşmanlara iletmeye çalışan Hatib bin Ebi Belta’nın bu davranışı tenkid edilmiştir. Şayet, gönderdiği haber ele geçmeden düşmana ulaşsaydı, Mekke fethinde oldukça kan dökülüp, birçok can telef olabilirdi. Aynı zamanda daha sonraları Müslüman olarak İslâm’a hizmet eden birçok Kureyş’li de öldürülmüş olacaktı. Ayrıca Mekke’nin kan dökülmeden, fetholunmasıyla elde edilen birçok fayda da boşa gidecekti. Üstelik tüm bunlar, Müslümanlardan birinin ailesinin savaş tehlikesinden korunması pahasına vukubulacaktı. Bu büyük hata hakkında, dolaylı olarak tüm müminleri uyaran Allah Teâlâ, hiçbir müminin şartlar ne olursa olsun, İslam düşmanlarıyla sevgi ve dostluk ilişkisi kurmaması gerektiğini ve İslâm-küfür mücadelesinde kafirlere yararı olacak işlere girmekten kesin bir surette kaçınması lazım geldiğini anlatmıştır. Ancak İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık tavrı içinde olmayan ve Müslümanlara eziyet etmeyen kafirlere bir iyilik yapmakta sakınca yoktur.
İkinci bölüm 10. ve 11. ayetlerdir. Bu ayetlerde, o dönemde Müslümanlar açısından aktüel bir mesele haline gelen toplumsal bir sorun karara bağlanmıştır. Kocaları kafir olan birçok Müslüman kadın, onları terkedip Mekke’den hicret ederek Medine’ye gelmekteydi. Ayrıca Medine’deki birçok Müslümanın hanımı kafirdi ve Mekke’de kalmayı tercih etmişlerdi. Dolayısıyla, bu kimselerin aralarında karı-koca hukukunun devam edip etmediği meselesi ortaya çıktı. Allah Teâlâ, bu konuda ebediyyen geçerliliğini sürdürecek olan şu kararını nazil etti: “Müslüman bir kadına, müşrik bir koca haramdır. Müslüman bir erkeğe de, müşrik bir kadını nikahında bulundurmak haramdır.” Bu karar kanun olması itibariyle çok önemlidir ve biz bunun önemini ilerideki açıklama notlarında beyan edeceğiz.
12. Ayet de üçüncü bölümü teşkil eder. Bu ayette Hz. Peygamber’e (s.a), İslâm’ı kabul eden kadınlardan, o dönem cahiliye kadınlarında bulunan kötü davranışlardan sakınmaları, Allah ve Rasulü’nün emrettiği gibi iyilik yapmaları hususunda biat alması bildirilmiştir.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Ey iman edenler,1 benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size gelene küfretmişler, Rabbiniz olan Allah’a inanmanızdan dolayı peygamberi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, benim yolumda cihad etmek ve benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlemekte olduklarınızı da, açığa vurduklarınızı da bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur.
2 Eğer onlar sizi ele geçirecek olurlarsa, size düşman kesilirler, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatırlar. Onlar sizin küfre sapmanızı içten arzu etmişlerdir.2
AÇIKLAMA
1. Konunun anlaşılması bakımından, öncelikle bu ayetin nüzulune neden olan hadise hakkında ayrıntılı bilgi vermek uygun olacaktır. İbn Abbas, Mücahid, Katade, Urve bin Zübeyr de dahil olmak üzere, tüm müfessirler bu ayetlerin, Hatib bin Ebi Belta’nın gönderdiği mektubun yakalanması üzerine nazil olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Bu hadise şu şekilde cereyan etmiştir: Kureyşliler Hudeybiye Antlaşması’nı çiğnedikleri zaman, Hz. Peygamber (s.a) Mekke’ye saldırı için hazırlıklar yapmaya başladı. Ancak Mekke’ye saldırı yapılacağı hususu birkaç sahabe dışında hiçkimseye bildirilmemişti. Bu sıralarda Beni Abdu-l-Muttalib’in azad ettiği bir cariye Mekke’den, Medine’ye gelir. Daha önceleri şarkıcılık yapan bu cariye, Medine’ye geldiğinde mali yönden sıkıntıya düşmüş ve bu nedenle Hz. Peygamber’e (s.a) kendisine yardım etmesi için başvurmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber de (s.a) Abdulmuttalib oğullarına onun ihtiyaçlarını karşılamalarını söylemiştir. Bu kadın Mekke’ye geri döneceği zaman, Hatib bin Ebi Belta kendisi ile görüşür ve Mekke’nin ileri gelenlerine iletmesi için, ona gizli bir mektup verir. Kadın Medine’den ayrıldıktan sonra, Cenab-ı Allah bu olayı Rasûl’üne bildirir. Hz. Peygamber de (s.a) hemen Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Mikdat bin Esved’i kadını takip etmeleri için görevlendirerek, onlara şöyle emreder: “Hemen yola çıkın. Medine’den 22 mil uzaklıkta Mekke yolunda bir kadın göreceksiniz. O’nda Hatib’in müşriklere yazdığı bir mektup bulunuyor. Mektubu kadından alın. Mektubu verirse kadını serbest bırakın, vermezse öldürün!” Hz. Peygamber’in (s.a.) emri üzerine yola çıkıp kadını söylenilen mevkide bulur ve ondan mektubu isterler. Kadının kendisinde mektup olmadığını söylemesi üzerine onu ararlar, ama mektubu yine de bulamazlar. Ancak kadını mektubu vermediği takdirde soyup öyle aramak zorunda kalacaklarını söyleyerek tehdit edince, kadın kurtuluşun olmadığını anlar ve mektubu saçlarının arasından çıkararak onlara verir. Onlar da mektubu alarak, Hz. Peygamber’e (s.a.) götürürler. Hz. Peygamber (s.a) mektubu açıp okuduğunda, Mekke’ye yapılacak olan saldırı hazırlıklarının, Kureyşlilere bildirildiğini görür. (Çeşitli rivayetlerde değişik lafızlar kullanılmış olmasına rağmen muhteva aynıdır.) Hz. Peygamber, Hatib’e bu davranışının nedenini sorduğunda o şöyle cevap vermiştir: “Ya Rasulallah! hakkımda hemen karar verme. Ben kafir ya da mürted olduğumdan veya İslâm’dan sonra küfre sempati beslediğim için böyle davranmış değilim. Asıl sebep, ailemin hâlâ Mekke’de ikamet ediyor almasıdır. Bildiğiniz gibi ben, Kureyş kabilelerinden birine de mensup değilim. Bazı Kureyşlilerin dostluğu nedeniyle Mekke’de yaşıyordum. Diğer Muhacir kardeşlerimin aileleri de Mekke’dedir ama ailelerine sahip çıkacak akrabaları da vardır.
Oysa benim ailemi sahiplenecek bir kabilem yok orada. Dolayısıyla ben bu mektubu, onlara bir iyilik yaparsam, onlar da kendilerini bana borçlu hissederek aileme dokunmazlar düşüncesiyle yazdım.” (Hz. Hatib’in oğlu Abdurrahman’ın rivayet ettiğine göre, Mekke’de Hz. Hatib’in kardeşi ve çocukları, Hz. Hatib’in kendi rivayetine göre bir de annesi vardı.) Hz. Peygamber (s.a) Hz. Hatib’in sözlerini dinledikten sonra, “Hatip sizlere doğru söylüyor” demiştir. Yani O, İslâm’dan inhiraf ettiği için veya küfre yardımcı olmak gayesiyle böyle davranmamıştır. Hz. Ömer ise hemen ayağa kalkarak, “Ya Rasulallah! İzin ver de, Allah’a, Rasul’e ve Müslümanlara ihanet eden şu münafığın kellesini uçurayım” der. Fakat Hz. Peygamber (s.a) “Bu şahıs, Bedir Savaşı’na katılanlardandır. Allah’ın Bedir Savaşı’na katılanlara, o vaziyeti görüp, “Ben sizi affettim” demediğini kim biliyor?” diye cevap verir. Son cümlenin kelimeleri bazı rivayetlerde, farklı lafızlarla ifade edilmiştir. Bazılarında, “Ben sizleri bağışladım”, başka bir rivayette “Ben sizleri affedenim”, başka bir rivayette ise “Ben sizleri affedeceğim” şeklindedir. Bu sözleri duyan Hz. Ömer ağlayarak, “Allah ve Rasulü daha iyi bilir” demiştir. Bu özeti, muteber senetlerle yapılan birçok rivayetten almış bulunuyoruz. (Buharî, Müslim, İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, Taberî, İbn Hişam, İbn Hibban ve İbn Ebi Hakim) Bu rivayetler arasında en güveniliri, Hz. Ali’den, onun katibi Ubeydullah bin Muhammed bin Ebi Rafi’nin ve ondan da Hz. Ali’nin torunu Hasan bin Muhammed bin Hanefiyye’nin işiterek rivayet ettiği ve başka ravilerin de bize ulaştırdığı hadistir. Tüm bu rivayetlerde açıkça, Hz. Hatib’in mazeretinin kabul edilerek affedildiği bildirilmektedir. Nitekim hiçbir kaynak O’na ceza verildiğini nakletmemektedir. Bu bakımdan Ümmetin alimleri, Hz. Hatib’e mazereti kabul görülerek, bir ceza verilmediği hususunda görüş birliği içindedirler.
2. Bu ayetler her ne kadar Hz. Hatib’in hadisesi üzerine nazil olmuşsa da burada sadece bu olayı yorumlamakla yetinilmemiş, ayrıca müminlere ebedi bir ders de verilmiştir.
Küfür ile İslâm’ın birbirlerine karşı savaş ettikleri bir dönemde, bir mümin, sırf iman ettikleri için müminlere karşı savaşan bir kafir ile -sebep ne olursa olsun- İslâm’a zarar verecek bir işe girişemez. Böyle bir davranış imanla çelişir; dolayısıyla, kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için, niyeti kötü olmasa bile, bir müminin böyle davranması doğru değildir. Kim böyle bir girişimde bulunursa yoldan çıkmıştır.
3 Ne yakın akrabalarınız, ne çocuklarınız kıyamet günü size bir yarar sağlayamaz.3 (Allah) Sizin aranızı ayıracaktır.4 Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.5
AÇIKLAMA
3. Burada anne, baba, kardeş ve çocuklarını düşmanlardan kurtarmak için böyle bir girişimde bulunan Hz. Hatib’e işaret olunmaktadır. Yani, “Sen onların uğruna büyük bir hata yaptın. Oysa Kıyamet günü onlar seni kurtaramazlar. Üstelik Allah huzurunda hiçkimse, bu benim babamdır, oğlumdur, kardeşimdir vs. benim yüzümden günah işlemiştir. Onun yerine bana ceza verin, demeye cesaret edemez. O gün geldiğinde herkes kendi derdine düşecektir.” Kur’an’ın birçok yerinde bu hususa değinilmiştir.
“Suçlu, o günün azabından kurtulmak için, oğullarını, arkadaşlarını ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini fidye versin de, tek kendisini kurtarsın ister.” (Mearic: 11-14)
“İşte o gün, kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden, oğullarından kaçar. O gün onlardan her birinin kendisine yeter derecede işi vardır.” (Abese: 34-37)
4. Yani, dünyadaki tüm ilişkiler orada kopacaktır, orada bir parti, bir grup, bir sülûk olarak hesap görülmeyecektir. Herkes kendi yaptığının hesabını kendi verecek ve bu dünyada dostluk, akrabalık, grup, parti uğruna (İslâm’a göre) caiz olmayan bir iş yapan kimse, yaptığının cezasını tek başına çekecek, onun sorumluluğuna bir başkası ortak olmayacaktır.
5. Daha önce ayrıntılı bir şekilde açıkladığımız Hz. Hatib’in hadisesi ile bu hadise üzerine nazil olan ayetlerden, aşağıdaki sonuçları çıkarabilirz.
a) Bu şekilde davranmak, kişinin niyeti ne olursa olsun casusluktur. Üstelik bu casusluk, tehlikeli ve zarar verecek olaylara yol açabilecek bir dönemde yapılmıştır. Öyle ki saldırı öncesi düşmana haber verilmek istenmiştir.
Ayrıca bu şüpheli bir mesele olarak kapalı kalmayıp, mücrim suçüstü yakalanmıştır. Zira mektup ortadaydı ve başka bir delile de gerek yoktu. Bu suç normal bir zamanda değil, savaş durumunda işlenmiş olmasına rağmen, Hz. Peygamber (s.a) Hz. Hatib’i, ona kendini savunma şansı tanımaksızın hapse atmamış ve ayrıca mahkemeyi açık bir şekilde yapmıştır. Tüm bunlardan anlaşıldığına göre, İslâm’da yöneticiler ve hakimler, bir kimsenin suçunu kendileri bilseler veya şüphe duysalar dahi, o kimseyi hemen hapse atma yetkisine sahip değildirler. Ayrıca gizli kapılar ardında yargılamanın da İslâm’da yeri yoktur.
b) Hz. Hatib bin Ebi Belta’nın sadece Muhacir olmayıp, ayrıca Bedir ashabından olması, O’na sahabiler arasında imtiyaz kazandırmıştı. Bu özelliklerine rağmen, büyük bir suç işlediği için, Allah Teâlâ onu yukarıdaki ayette sert bir şekilde tenkit etmiştir. Ayrıca bu olay, hadislerde ayrıntılı olarak zikredilmiş ve müfessirlerin hemen hemen tümü bu hadisleri nakletmişlerdir. Bu ve diğer örneklerde de görüldüğü gibi sahabe hatasız değildir. Bilakis onlardan da beşerî zaaflar nedeniyle çeşitli hatalar sudur etmiştir. Allah ve Rasulü’nün bizlere, onlara hürmet etmeyi buyurmuş olması, onların hatalarını zikretmemek anlamında değildir. Şayet böyle olsaydı, Allah bu olayı Kur’an’da zikretmez ve sahabe, tabiun, muhaddisler ve müfessirler de bunca ayrıntıyı beyan etmezlerdi.
c) Hz. Hatib’in mahkemesi esnasında, Hz. Ömer’in görüşü, Hz. Hatib’in davranışının zahirine bakılarak öne sürülmüştü. Onun delili, bu davranışının açıkça Allah’a, Rasûlu’ne ve Müslümanlara karşı ihanet mahiyetinde olmasıydı. Bu yüzden o bir münafıktı, dolayısıyla katli de vacipti. Ancak Hz. Peygamber (s.a) O’nun görüşünü reddedip daha sonra İslâm’ın “Bir davranışın sadece zahiri gözönüne alınarak karar verilmez” şeklindeki bir ilkesini beyan etmiştir. Ayrıca suç işleyen bir şahsın geçmişi, yaşantısı, karakteri içinde bulunduğu ortam ve şartlar da dikkate elınmalıdır. Bu davranış biçimi kuşkusuz casusluktur ama bu suçu işleyen kimsenin İslâm’a ve Müslümanlara karşı tavrı nasıldır? Yani bu şahsi Allah’a Peygambere ve Müslümanlara hıyanet etmek için mi bu suçu işlemiştir? Ya da imanı için, yurdunu, ailesini vs. herşeyini terkederek hicret eden, bunca fedakarlıklar yapan bu şahsın imanından, ihlasından şüphe edebilir miyiz? (Başka bir ifadeyle söylenecek olursa, Bedir Savaşı’nda, düşmanın üç kat fazla gücü ve silah üstünlüğünün bulunduğu nazik bir anda, sadece imanları uğruna canlarını ortaya koymuş bulunan kimselerin samimiyetinden şüphe etmek doğru mudur?) Ayrıca onun kalbinde Mekke’deki müşrik Kureyşlilere karşı bir sevgi taşıyıp taşımadığı da düşünülmelidir.
Hz. Hatip ise savunması sırasında, Mekke’deki ailesinin, diğer Muhacirlerin aileleri gibi kabile koruması altında olmadığından, savaşta Kureyşlilerin ailesine, çoluk-çocuğuna eziyet edecekleri korkusuyla böyle davrandığını açıkça söylemiş ve gerçekten de onun bu açıklaması teyid edilmiştir. Dolayısıyla Hz. Hatib’in bu açıklamasını kabul etmeyip, kendisini yalancı addetmenin ve onun maksadının aslında hiyanet ve Kureyşli kafirlere yardım etmek olduğuna karar vermenin bir sebebi yoktur. Gerçi samimi bir Müslümanın iyi niyetle dahi olsa, bu şekilde davranması, yani kişisel çıkarları için Müslümanların savaş planlarını düşmanlara bildirmesi caiz değildir. Ancak böyle de olsa samimi bir Müslümanın yaptığı hata ile bir münafığın hıyaneti arasında büyük fark vardır. Bu bakımdan her ne kadar suçun keyfiyeti aynı ise de, cezaları aynı değildir. İşte mahkemede Hz. Peygamber de (s.a) bu şekilde karar vermiştir. Allah Teâlâ da Mümtahine Suresi’ndeki bu ayetlerle, O’nun verdiği kararı teyid etmiştir. Sözkonusu üç ayeti dikkatlice okuduğumuzda, Hz. Hatip hakkında vaki olan azarın, bir mümini azarlamak şeklinde olduğunu ve bir münafığın azarlanmasına hiç benzemediğini gayet sarih bir şekilde görürüz. Ayrıca ona hiçbir mali ve bedeni bir ceza da verilmemiş, sadece yapılan davranış açıkça kötülenmiştir. Yani İslâm toplumunda bir müminin hata yapması, toplumun kendisine olan güvenini sarsar ve ona bu ceza tek başına yeterli olur.
d) Hz. Peygamber’in (s.a) Bedir ashabının faziletleri hakkında, “Allah’ın Bedir Savaşı’na katılanlara, o vaziyeti görüp, “Ben sizi affettim” demediğini kim biliyor?” şeklindeki sözü “Bedir ashabı ne günah işlerse işlesin, onların affı önceden garanti edilmiştir” anlamında değildir. Zaten bu sözü Sahabe de böyle anlamadığı gibi, Bedir ashabı da bu sözleri duyunca, kendilerini suç işlemekte serbest görmüş değillerdir. Ayrıca İslâm hukukunda da, bu söze dayanılarak Bedir ashabından biri suç işlerse, ona ceza verilemez gibi bir kaide vaz’ edilmemiştir. Aslında Hz. Peygamber’in (s.a) bu mevki ve makamı vurgulamaktan kastının ne olduğunu, O’nun sarfettiği kelimelere dikkatlice baktığımızda anlayabiliriz. Yani Bedir ashabı Allah ve O’nun dini için samimiyetle öyle fedakarlıklarda bulunmuşlardır ki, buna karşı Allah onların geçmiş gelecek tüm günahlarını affetse bile, bu imkan harici olmaz. Dolayısıyla Bedir ashabından olan bir kimsenin hıyanetinden ve nifakından şüphe edilemez. Yaptığı hata ile ilgili söylediklerini doğru kabul etmek gerekir.
e) Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in (s.a.) açıklamalarından, kafirler lehinde casusluk yapmasının bir Müslümanın mürted sayılmasına veya iman dairesinden çıkarılmasına ya da münafık kabul edilmesine yeterli olamayacağı anlaşılmaktadır.
Ancak başka bir delil ya da şahidin olması müstesna. Çünkü bu davranış, bir kimsenin kafir kabul edilmesine sebep teşkil etmez.
f) Kur’an’ın bu ayetlerinden, bir Müslümanın kafirler lehine casusluk yapmasının en yakın akrabalarının malları ve canları tehlikede olsa bile, hiçbir zaman caiz olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
g) Hz. Ömer, Hz. Hatib’i öldürmek için Hz. Peygamber’den (s.a.) izin istediğinde Hz. Peygamber, (s.a) bu suçun cezasının ölüm olmadığını söylememiştir. Ancak Hz. Hatib Bedir ashabından olduğu ve bunun da onun ihlasının ispatına yetmesi dolayısıyla, Hz. Ömer’e izin verilmemiştir. Üstelik onun, düşmanlara iyilik etmek için değil, kendi çoluk çocuğunu korumak için böyle davrandığını bildiren açıklaması doğrudur. Bu bakımdan bazı İslâm hukukçuları, bu vak’ayı delil göstererek, İslâm’da casusluğun cezasının ölüm olduğu ancak çok önemli bir hafifletici sebep bulunursa daha az bir ceza ya da tazir verilebileceği sonucuna varmışlardır. Fakat bu mesele hakkında ihtilaf edilmiştir. İmam Şafii’ye göre, casusluk yapan bir Müslümanın öldürülmesi caiz değildir, ancak tazir edilebilir. İmam Ebu Hanife ve Evzaî ise, casusluk yapan Müslümana dayak vurulmalı ve uzun süreli hapis cezası verilmelidir, görüşündedirler. İmam Malik, “onu katletmelidir” diyorsa da, Malikî fakihlerinin görüşleri farklıdır. Eşbah’a göre bu konuda Devlet Başkanının (İmamın) geniş bir yetkisi vardır. O, suçlunun şartlarını gözönüne alarak gereken cezayı verir. Ayrıca bu görüş, İmam Malik ve İbn Kasım’dan da nakledilir. İbn el-Macişun ve Abdulmelik bin Hateb’e göre, suçluda casusluk yapmak adet halini almışsa, onu katletmek gerekir. İbn Vehhab ise, casusluğun cezasının ölüm olduğu, ancak bu suçtan tevbe edenlerin bağışlanmaları gerektiği görüşündedir. İbn Kasım’dan nakledilen bir görüş de bu şekildedir. Esbağ’a göre de, savaş sırasında casusluk yapmanın cezası ölümdür. Ama düşmana açıkça yardımda bulunmaları halinde. Müslüman ve Zımmî casuslara ölüm yerine dayak cezası verilmelidir. (Ahkam-ul Kur’an, İbn’ul Arabî, Umdet-ul Karî, Feth-ul Barî)
h) Yukarıda zikredilen hadisten, suçlunun aranmasında gerekirse sadece erkeklerin değil, kadınların da elbiselerinin çıkarılmasının caiz olduğu sonucu çıkıyor. Gerçi Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Mikdat o kadını çırılçıplak soymamışlardır ama onu “mektubu vermezsen seni çırılçıplak soyarak arayacağız” diye tehdit etmişlerdir. Şayet bu fiil caiz olmasaydı, elbette üç sahebe onu bu şekilde tehdit etmezlerdi. Yine akıl yürütecek olursak, onların gelip bu hadiseyi Hz. Peygamber’e (s.a) anlatmış olacakları ve dolayısıyla Hz. Peygamber de (s.a) bu davranışı tasvip etmemiş olsaydı, bunun bize rivayet edileceği sonucuna varırdık. Bu bakımdan fakihler, bu davranışla ilgili olarak “caizdir” diye fetva vermişlerdir. (Umdet-ul Karî)
4 İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: “Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. 6Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.” Ancak İbrahim’in babasına: “Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez.”7 demesi hariç. “Ey Rabbimiz, biz sana tevekkül ettik ve ‘içten sana yöneldik.’ Dönüş sanadır.”
AÇIKLAMA
6. Yani, “Bizi sizin dininizi tanımıyor ve sizlerin de hak üzerinde olmadığınıza inanıyoruz” Bir kimsenin Allah’a iman etmesi, onun Tağut’u inkar etmesini gerektirir.
“Kim Tağut’u inkar edip, Allah’a sığınırsa, muhakkak ki, o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara: 256)
7. Diğer bir ifadeyle, Hz. İbrahim’in müşrik bir toplumla ilişkisini kestiğini ilan etmesi sizin için güzel bir örnektir. Yoksa O’nun müşrik babası için dua etmeye söz vermesi ve bizzat dua etmesi size örnek değildir. Çünkü kafirleri sevmek, müminlere yakışmaz.
“Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları anlaşıldıktan sonra müşrikler için mağfiret dilemek, ne Peygamber’in, ne de müminlerin yapacağı iş değildir” (Tevbe: 113)
Bu bakımdan bir Müslümanın, Hz. İbrahim de dua etmiş diyerek kafir yakınlarına Allah’tan mağfiret dilemesi caiz değildir. Bu noktada, “O halde Hz. İbrahim niçin bu işi yapmış? Veyahut O, bu iş üzerinde devam etmiş midir?” şeklinde sorular sorulabilir. Bu soruların cevabını Kur’an ayrıntılarıyla bildirmektedir. Babası, Hz. İbrahim’i evden kovaladıktan sonra, O babasına, “Selam sana! Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim” der. (Meryem: 47) Bu sözü üzerine Hz. İbrahim, babası hakkında iki kez mağfiret dilemiştir. Birincisi, “Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün beni, anamı-babamı ve müminleri bağışla.” (İbrahim: 41). İkincisi, “Babamı da bağışla. Çünkü o sapıklardandır. Kulların diriltilecekleri gün beni utandırma” (Şuara: 86-87) Ancak, kendisi için mağfiret dilediği babasının Allah düşmanı olduğunu idrak edince, babası ile ilişkilerini kopardığını şöyle ilan etmiştir. “İbrahim’in babasına dua etmesi, sadece ona yaptığı bir vaadden ötürü idi. Fakat onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzak durdu. Gerçekten İbrahim, çok içli ve yumuşak huylu idi.” (Tevbe: 114) Bu ayetlerden açıkça, Peygamberlerin ancak sonuna kadar devam eden davranışlarının örnek alınabileceği anlaşılmaktadır. Kendilerinin sonradan terkettiği veya Allah’ın yapmaktan menettiği ya da sonraki şeriatın neshettiği davranışlar örnek alınamaz. Ayrıca hiç kimsenin, “Bu bir peygamberin amelidir” diyerek, yukarda özellikleri belirtilen davranışları örnek alması doğru değildir.
Yine bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: Yukarıda zikredilen ayette Hz. İbrahim’in sözleri iki bölümde incelenebilir. Birincisi, “Senin için Rabbimden, mağfiret dileyeceğim”, İkincisi, “Fakat senin için Allah’tan gelecek hiçbir şeyi önlemeye gücüm yetmez.” Birinci bölümün niçin örnek alınmayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Ancak ikinci bölümde sarf edilen söz haktır, doğrudur. O halde niçin örnek alınmasın? Bu soru şu şekilde cevaplanabilir: “Bir kimse başka birine söz verirken “Elimden ancak bu kadarı gelebilirdi” dediğinde, bu sözden o şahsın karşısındaki kimseyi çok sevdiği anlaşılıyor. Yani o kimse şöyle demektedir: “Elimden daha fazlası gelse yapacağım.” Bu sebeple Hz. İbrahim’in yukarıdaki sözü de, Allah’tan başka hiç kimsenin mağfiret edemeyeceği ve bir peygamberin sadece mağfiret dilemekle yetinebileceği gerçeğine rağmen, aynı kapsam dahilinde alınmıştır. Nitekim Allâme Alusî’de bu hususu böyle izah etmiştir.
5 “Rabbimiz, küfretmekte olanlar için bizi fitne (deneme konusu) kılma 8ve bizi bağışla Rabbimiz. Şüphesiz sen, üstün ve güçlüsün, hüküm ve hikmet sahibisin.”
6 Andolsun, onlarda sizler için, Allah’ı ve ahiret gününü umud etmekte olanlar için güzel bir örnek vardır.9 Kim yüz çevirecek olursa, artık şüphesiz Allah, ganiy (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan). Hamid (övülmeye layık olan)dır.10
7 Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduklarınız11 arasında bir sevgi-bağı kılar. Allah, güç yetirendir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.
8 Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.12
9 Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalim olanların ta kendileridir.13
AÇIKLAMA
8. Müminlerin, kafirler için fitne (imtihan) kılınması, birkaç şekilde olabilir ve her müminin bundan sakınması gerekir. Bu, kafirlerin müminleri yendikten sonra, hak üzerinde oldukları için müminleri mağlup ettiklerini sanmaları ve “Eğer bunlar (müminler) Allah yolunda olsalardı, biz onları yenemezdik” demeleri şeklinde olabilir. Müminlerin kafirler için imtihan konusu olmalarının bir şekli böyledir. Başka bir şekli ise, kafirlerin aşırı bir baskı ve zulüm uygulamaları sonucunda, Müslümanların din ve ahlakları konusunda onlarla anlaşma yapıp taviz vermek zorunda kalmalarıdır. Böyle bir durum, diğer insanlar için alay olurken, kafirlere de dini ve müminleri zelil etmeye vesile çıkar. Üçüncü bir şekilde şöyle olabilir: “Hak dinin temsilcileri, yüce bir dâvânın elemanları olmalarına rağmen, içinde bulundukları makama yakışmayacak bir şekilde, ahlakî vasıf ve faziletlerden mahrum olurlarsa ve cahiliyye toplumunda yaygın olduğu gibi, diğer insanların düştükleri ahlakî zaaflara düşerlerse, kafirlere fırsat verilmiş olacak ve onlar, “Bu kimselerin ne özellikleri var ki bizden daha şerefli kabul edilsinler” diyebileceklerdir. (İzah için bkz. Yunus an: 83)
9. Yani, Allah’ın huzurunda bulunacağımız gün, O’nun bize lutfedeceğini ve bizi bağışlayacağını ümit ediyoruz.
10. Yani, Allah’ın, bir yandan din davasını öne sürüp, diğer yandan din düşmanlarıyla dostluk edenlerin imanına ihtiyacı yoktur. Allah onlardan müstağnidir. Onların, kendi uluhiyyetini kabul edip-etmemesine muhtaç değildir. O her zaman kendisine hamd edilendir. O’nun hamid sıfatı, bir başkasının kendisine hamdetmesine bağlı değildir. Bir kimsenin Allah’a iman etmesinin, Allah’a bir yararı yoktur, onun imanı sadece kendi menfaati icabıdır. Onlara, Hz. İbrahim ve beraberindekiler gibi, Allah düşmanlarıyla ilişkilerini koparmadıkça, imanları bir yarar sağlamayacaktır.
11. Yukarıdaki ayetlerde, Müslümanlara kendi kafir akrabalarıyla ilişkilerini kesmeleri için telkinde bulunulmuştur. Bu telkine, samimi Müslümanlar hiç tereddütsüz tabi olmuştur. Ancak Allah Teâlâ, anne, baba, kardeş ve akrabalarla ilgiyi kesmenin ne kadar güç olduğunu ve bu tavrın müminlere ne kadar ağır geldiğini biliyordu. Bu yüzden Allah onlara, akrabalarının da Müslüman olacağını ve bugünkü düşmanlığın yarın sevgiye dönüşeceğini müjdeliyerek teselli verdi.
Bu ayet nazil olduğunda hiçkimse, bu işin nasıl olacağını düşünemiyordu bile. Ancak bu ayetin nüzulünden daha birkaç hafta bile geçmeden Mekke fetholunmuş, Kureyşliler bölük bölük İslâm’a girmişlerdi. Böylece Müslümanlar da kendilerine verilen ümidin nasıl gerçekleştiğine bizzat şahit olmuşlardı.
12. Bu noktada, “Düşmanca bir tavır takınmayan kafirlere adaletli davranmak elbette makuldür ama sadece onlara mı adaletli davranılacaktır? Diğer kafirlere adaletsizce davranılabilir mi?” gibi sorular bazılarımızın zihnini karıştırabilir. Ancak ayetin siyak ve sibakından da anlaşılacağı üzere, “adalet” kavramı burada özel bir anlam içinde kullanılmıştır. Yani, “Şayet bir kimse size düşmanlık yapmıyorsa, sizin de ona karşı düşmanlık yapmamanız adaletin gereğidir. Düşmanlık yapan ile yapmayanın aynı kefeye konması adaletsizliktir. Size sırf Müslüman olduğunuz için zulmeden, ülkenizi terketmenize neden olan ve daha sonra bile peşinizi bırakmıyan kimselere gelince, onlara karşı şiddetli (sert) bir tavır takınmak sizin hakkınızdır. Ancak size zulmetmemiş olan kafirlerin -ki sizlerin yakın akrabalarıdır- üzerinizde hakları varsa, onlara hakkını eksiksiz ödeyin ve iyilikte bulunun.
13. Önceki ayetlerde kafirlerle ilişkinin kesilmesi emrediliyordu. Ancak bundan kafirler ile her türlü münasebetin koparılması gerektiği gibi yanlış bir anlam çıkabileceğinden, bu ayetlerde onlarla ilişkiyi kesmenin sebebinin kafir olmaları değil, müminlere zulüm ve şiddet uygulamaları olduğu tasrih edilmektedir. Bu bakımdan Müslümanlar, kendilerine karşı düşmanca bir tutum izleyen kafirlerle, izlemeyenlerin arasını ayırmalıdırlar. Müslümanlara bir kötülük yapmamış olan kafirlere iyi davranmak gerekir. Nitekim bunun en güzel açıklaması, Hz. Esma binti Ebu Bekir ile kafir annesi arasındaki olaydır. Hz. Ebu Bekir’in hanımlarından Kuteyle binti Abdüluzza kafirdi ve kocasının hicret etmesinden sonra bile Mekke’de kalmayı tercih etmişti. Hz. Esma ise onun kızıdır. Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Mekke ile Medine arasında gidiş gelişin başlaması üzerine, o da kızını görmek için Medine’ye gelerek, ona birtakım hediyeler getirir. Hz. Esma’nın rivayet ettiğine göre, kendisi Hz. Peygamber’e (s.a) “Annem ile görüşeyim mi” diye sorar ve Hz. Peygamber’de (s.a) kendisine “Evet, ona iyi davran” diye cevap verir. (Müsned-i Ahmed, Müslim, Buharî) Hz. Esma’nın oğlu Abdullah bin Zübeyr bu olayı daha ayrıntılı bir şekilde şöyle anlatır: “Annem (Hz. Esma) annesiyle önce görüşmek istememişti ama daha sonra Hz. Peygamber’in (s.a) izin vermesi üzerine onunla görüştü.” (Müsned-i Ahmed, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim) Bu olaydan, bir Müslümanın kafir olan anne ve babasına hizmette bulunmasının, kardeşlerine ve akrabalarına yardım etmesinin İslâm düşmanı olmamaları şartıyla caiz olduğu anlaşılmaktadır. Hatta bir Müslüman, Zimmî fakirlere de sadaka verebilir. (Ahkam-ul Kur’an, El-Cassas)
10 Ey iman edenler, mü’min kadınlar hicret etmişler olarak size geldikleri zaman, onları imtihan edin. Allah, onların imanlarını daha iyi bilendir. Şayet onların (gerçekten) mü’min kadınlar olduklarını bilip-öğrenirseniz, artık sakın onları kâfirlere geri çevirmeyin.14 (Çünkü) Ne bunlar onlara helaldir, ne onlar bunlara helaldir. Onlara (kâfir kocalarına kendileri için) harcadıklarını verin. Onlara (hicret) eden mü’min kadınlara) ücretlerini (mehirlerini) verdiğiniz takdirde15 onların nikâhlamanızda sizin için bir güçlük yoktur. Kâfir (kadın)ların ismetlerini (nikâhlarını) tutmayın ve (onlar için) harcadıklarınızı isteyin. Onlar da (mü’min kadınlara) harcadıklarını istesinler.16 Bu, Allah’ın hükmüdür. Sizin aranızda hükmeder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
AÇIKLAMA
14. Bu kararın arka planı şu şekildedir: “Hudeybiye Antlaşması’nın sonrasında, Mekke’den kaçıp Medine’ye gelen Müslüman erkekler, antlaşma gereğince geri iade ediliyorlardı. Daha sonra Müslüman kadınlar da gelmeye başladılar ve ilk olarak Ukbe bin Ebi Muayt’ın kızı Ümmü Gülsüm hicret edip Medine’ye geldi. Mekkeli müşrikler antlaşma gereğince onun da iadesini talep etmiş ve bu yüzden Ümmü Gülsüm’ün iki kardeşi Velid bin Ukbe ile Umare bin Ukbe kardeşlerini geri almak amacıyla Medine’ye gelmişlerdi.
O zaman antlaşma gereğince, erkekler gibi kadınların da iade edilip edilmeyeceği meselesi ortaya çıkmış ve Allah bu meseleyi çözmek üzere, “Ey iman edenler, mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer onların mümin olduklarına kanaat getirirseniz, onları kafirlere iade etmeyin” ayetini indirmiştir.
Bu konuyla ilgili hadisler mânâca rivayet edildiği için birçok karışıklıklar meydana gelmiştir. Bu bakımdan bu karışıklığın çözülmesi gerekmektedir. Hudeybiye Antlaşması’yla ilgili hadisler, umumiyetle mânâca rivayet edildiklerinden dolayı, antlaşmanın şartları ayrı rivayetlerde farklı lafızlarla nakledilmişlerdir. Örneğin, bir rivayette, “Sizden (bize) kim gelirse, onu size iade etmeyeceğiz, ama bizden size kim gelirse, siz onu bize iade edeceksiniz.” (Müslim) denirken, başka bir rivayette, “Velisinin izni olmadan, Rasulullah’ın ashabından biri (Medine’ye) gelecek olursa, onu (Mekke’ye) iade edecek” denmektedir. Yine daha farklı bir rivayet, “Velisinin izni olmadan Kureyş’ten kim Muhammed’le gelirse, o Kureyş’e geri verilecektir. (İbn Hişam, İbni Cerir, Vakıdî) lafızlarıyla naklolunmaktadır. Tüm bu rivayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, antlaşmanın şartları aynı kelimelerle değil, mânâca rivayet edilmişlerdir. Genellikle bu konuda, çoğu rivayetlerin mânâca rivayet edilmiş olması, birçok müfessir ve muhaddisin, bu antlaşmanın kadın ve erkeğin ikisini birden kapsadığını sanmalarına yol açmıştır. Dolayısıyla onlar da, “Eğer onların inanmış olduklarını anlarsanız, onları kafirlere iade etmeyin” ayeti karşılarına çıkınca, hemen bu ayeti tevil cihetine giderek, “Mümin kadınların iade olunmaması için, Allah Teâlâ bu ayeti indirerek antlaşmanın sözkonusu maddesini feshetmiştir” demişlerdir. Oysa mesele, hemen bu yorumu kabullenebileceğimiz kadar basit değildir. Çünkü bu antlaşma erkek ve kadınları kapsıyorsa eğer, taraflardan biri antlaşmayı iptal edemez. İptal ettiğini düşünsek bile, o takdirde Kureyşliler kıyameti koparırdı. Zira zaten onlar bu tür nedenler arıyorlardı. Ancak görüyoruz ki, Allah’ın bu kararına onların hiçbir itirazı olmamıştır. Şaşılacak olan, pekçok kimsenin nedense bu noktayı düşünmemiş olmasıdır. Üstelik bazıları (örneğin Kadı Ebu Bekir, İbn’ul-Arabî) bu noktayı düşünmüş olmasına rağmen, Kureyşlilerin ses çıkarmayışlarını Allah’ın bir mucizesi olarak nitelemişlerdir. Bu kimselerin yaptıkları bu tevilden, kalplerinin nasıl olup da itmi’nan bulduğuna hayret ediyorum doğrusu.
Gerçekte bu antlaşmayı Müslümanlar değil, Kureyşliler, dikte ettirmişlerdir. Onların temsilcisi olan Süheyl bin Amr’ın yazdırdığı antlaşmanın sözkonusu maddesinin metni şöyledir:
“Sana bizden bir erkek (racul) gelirse, o gelen kimse senin dininde olsa bile, onu bize iade edeceksin.” (Bu antlaşmanın lafızları Buharî’de Kitab-ul-Şurut, Bab’ul-Şurut fi’l Cihad ve Mesalih’de güçlü senetlerle nakledilmiştir.) Süheyl bin Amr’ın, antlaşmayı yazdırırken, “Racul” kelimesini zihninde bir an kadın ve erkek olarak düşünmesi mümkündür. Ancak antlaşmanın ilgili maddesinde kelime “Racul” olarak yazılmıştır ve Arapça’da bu kelime sadece erkekler için kullanılır. Bu yüzden Ümmü Gülsüm’ün kardeşleri onun iadesi için Hz. Peygamber’e (s.a.) başvurduklarında (İmam Zührî’nin rivayetine göre), Hz. Peygamber (s.a) onları geri çevirerek, “Bu antlaşma kadınlar için değil, sadece erkekler için geçerlidir” demiştir. (Ahkamu’l Kur’an, İbnu’l Arabî, Tefsir-i Kebir, İmam Razî) Bu ana kadar Kureyşliler antlaşmanın erkek ve kadını kapsadığı düşüncesinde olduklarından, Hz. Peygamber’in (s.a.) antlaşmanın bu kelimesine dikkat çekmesi üzerine şaşırıp kaldılar ve mecburen boyun eğdiler.
Antlaşmanın bu şartı gereğince, Müslümanların, hangi maksatla gelirse gelsin hiçbir kadını Kureyş’e iade etme zorunluluğu yoktu. Ancak İslâm’ı ilgilendiren husus Medine’ye sığınmak için Mekke’den kaçıp gelen diğer kadınlar değil Müslüman kadınlardı. Bu bakımdan Allah Teâlâ, hicret ederek gelen kadınların imanlarını açığa vurmalarını ve sorguya çekildikten sonra da mümin olduklarına kanaat getirilirse şayet, kafirlere geri gönderilmemelerini bildiren ayeti inzal etmiştir. Allah’ın bu emirleri, şöyle uygulanıyordu: Eğer bir kadın Mekke’den hicret edip Medine’ye gelirse, ona Allah’ın birliğine ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna inanıp inanmadığı ve sadece Allah ve Rasulü için mi hicret ettiği soruluyordu. Yani kocasıyla kavga ettiği veya Medine’deki bir Müslümana aşık olduğu ya da dünyevi birtakım çıkarlar için mi hicret ettiği öğrenilmeye çalışılıyordu. Bu sorulara tatminkâr cevaplar alındıktan sonra, o kadın Medine’ye kabul edilir, aksi takdirde iade edilirdi. (İbn Cerir, bu hadisi İbn Abbas’tan rivayet etmiştir. Ayrıca Katade, Mücahid, İkrime, İbn Zeyd.)
Bu ayetten, şahitlik yasasının bir prensibi elde edilmektedir. Bu kural, Hz. Peygamber’in (s.a.) fiilî uygulamasıyla daha da net anlaşılmaktadır. Ayet-i Kerime’de üç husus vurgulanmıştır. Birincisi, hicret eden kadınlar kendilerini mümine olarak tanıttıklarında, onların iman iddialarının doğruluğu araştırılacaktır. İkincisi, onların gerçekten iman edip etmediklerini ancak Allah bilir. İçlerinde taşıdıkları imanın bilinmesi mümkün değildir. Üçüncüsü, sorgu bitiminde mümin olduklarına kanaat getirilirse eğer, onlar kafirlere iade edilmeyeceklerdir. Kadınların iman iddialarının tahkiki emri gereğince Hz. Peygamber, onlara yemin ettirir, yemin ederlerse kabul ederdi.
Bu uygulamadan çıkan sonuca göre, mahkemede hakimin gerçek bilgi sahibi olması şart değildir. Şahitlerden alınan bilgi yeterlidir. Bir diğer kural, yemin eden bir kimseye, yalancı olduğuna dair bir başka delil bulunmadıkça güvenilmelidir. Üçüncü bir kural ise, bir kimsenin inancı hakkında kendi söylediklerinin esas olmasıdır. İnancının söylediği gibi olup olmadığını kurcalamak ise, açık bir belirti onun imanını yalanlamadıkça doğru değildir. Dördüncü kural, başka bir kimsenin bilmesine imkan olmayan bir durumda şahitlik yapan kimselerin açıklamaları kabul edilmelidir. Örneğin talak ve iddet hususunda, kadının hayız ve taharet ile ilgili açıklaması yeterlidir. Kadının yalan veya doğru söylemesi bizi ilgilendirmez. Ayrı kural, hadis rivayetleri için de geçerlidir. Sözgelimi bir ravî, zahiren mümin ve sika ise, onun rivayeti kabul edilir. Ancak aleyhte başka bir karine varsa o takdirde o ravinin rivayeti reddedilebilir.
15. Yani, hicret eden mümine kadınların, kafir kocalarından aldıkları mehri İslâm Devleti iade edecektir. Serbest kalan bu kadınlar herhangi bir Müslüman ile, mehir alarak yeniden evlenebilirler.
16. Bu ayette, aile ve uluslararası ilişkilerle ilgili dört önemli ilke açıklanmıştır.
a) Müslüman bir kadın, kafir bir kocaya, kafir bir koca da Müslüman bir kadına helâl değildir.
b) Evli olan Müslüman bir kadının nikahı, Dar-ul Küfür’den Dar-ul İslâm’a hicret ettikten sonra kendiliğinden fesholur. Artık o dilediği bir Müslümanla mehir karşılığı evlenebilir.
c) Müslüman bir erkeğe, kafir bir kadını nikahı altında bulundurmak caiz değildir.
d) Dar’ul-Küfür ile Dar’ul-İslâm arasında barış antlaşması olduğunda, İslâm yönetimi kafir devlet ile, “Evli Müslüman bir kadın Dar’ul-Küfür’den, Dar’ul-İslâm’a hicret ettiğinde onun mehrini İslâm yönetimi ödeyecek, Dar’ul-Küfür’de kalan Müslümanla evli bir kadının mehrini de, küfür hükümeti ödeyecektir” şeklinde bir antlaşma yapmalıdır. Bu hükümlerin arka planı şu şekildedir: İslâm’ın ilk dönemlerinde birçok kimse Müslüman olduğunda, onların hanımları, yine birçok kadın Müslüman olduğunda onların kocaları İslâm’ı kabul etmemişti. Örneğin, Hz. Peygamber’in (s.a.) kızı Zeyneb’in kocası Ebu’l-As, İslâm’ı kabul etmeyerek, uzun bir süre İslâm’ın dışında kalmıştır. İlk başta, Müslüman bir kadına kafir kocası ve Müslüman bir erkeğe de kafir karısı haramdır, şeklinde bir hüküm bulunmadığından onların arasında evlilik ilişkisi devam etmiştir. Hicretten sonra da bu durum böyle devam etmiştir ve bu süre zarfında birçok kadın İslâm’ı seçerek Medine’ye hicret ederken, kafir kocaları Mekke’de kalmıştır.
Aynı zamanda birçok Müslüman da kafir karılarını Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etmiştir. Ancak bunlar arasında evlilik ilişkileri yine de devam ediyordu. Bu husus, özellikle kadınlar açısından önemli bir sorun ortaya çıkarmıştı; zira erkekler başka bir kadını nikahları altına alabilirken, önceki nikahları fesholmadan kadınların bir başkasıyla evlenebilmeleri mümkün değildi. Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra, bu ayetler nazil olunca, Müslümanlarla müşrikler arasındaki evlilik ilişkileri son buldu. Daha sonra da, bu mesele kesin bir karara bağlanarak, açık bir yasa haline gelmiştir. İslâm hukukçuları bu yasayı aşağıdaki gibi dört bölümde düzenlemişlerdir.
a) Kadın ve kocanın, (biri Müslüman diğeri kafir olmak üzere) Dar’ul-İslâm’da bulunmaları durumu,
b) Kadın ve kocanın, bir, Müslüman diğeri kafir olmak üzere, Dar’ul-Küfür’de bulunmaları durumu,
c) Kadın ve kocadan birinin Müslüman olarak Dar’ul-İslâm’a hicret edip, diğerinin Dar’ul-Küfür’de küfrü tercih edip kalması durumu,
d) Kadın ve kocadan birinin irtidat etmesi durumu,
Aşağıda bu dört durum hakkında İslâm hukukçularının mütealâları beyan edilmiştir.
1) Erkek İslâm’ı kabul etmiş, kadın da Hıristiyan ve Yahudi olarak kendi dininde kalmış ise, nikahları devam eder. Çünkü Müslüman bir erkeğin Ehl-i Kitap’tan bir kadınla evlenmesi caizdir. Ve bu konuda tüm İslâm hukukçuları görüş birliği içindedir.
İslâm’ı kabul eden bir erkeğin, karısı Ehl-i Kitap’tan değilse ve kendi dininde olmakta devam ediyorsa Hanefilere göre, o kadın İslâm’a davet edilir, kabul ederse nikah devam eder, aksi takdirde son bulur. Bu süre içinde mübaşeret olmuşsa kadına mehri verilir. Eğer olmamışsa kadına mehir vermek gerekmez. Çünkü bu boşama onun kafir olması nedeniyledir. (El-Mebsut, Hidaye, Feth-ul-Kadir). İmam Şafii ve İmam Ahmed’e göre, erkek İsl’am’ı kabul etitğinde eğer kadın ile koca arasında mübaşeret vuku bulmamışsa, nikah kendiliğinden fesholur. Mübaşeret olmuşsa eğer, kadın iddet bekler. Üçüncü aydan sonra hâlâ İsl’am’ı kabul etmemişse nikah fesholur. İmam Şafii ayrıca, zımmilere din konusunda baskı yapılamayacağından dolayı, kadını İslâm’a çağırmanın doğru olamayacağını söylüyor. Ancak bu, gerçekte çok zayıf bir görüştür. Çünkü zımmî bir kadına din konusunda baskı, siz onu Müslüman olmaya mecbur ettiğinizde olur. Sadece “İslâm’ı kabul edersen karı-koca olmaya devam edeceğiz, aksi takdirde ayrılmak zorundayız” demekle, din konusunda baskı yapılmış olmaz.
Nitekim Hz. Ali (r.a) döneminde böyle bir örnek vardır. Irak’ta mecusi bir toprak sahibi, Müslüman olmasına rağmen, karısı dininde devam etmeyi tercih eder. Hz. Ali, kadını İslâm’a davet eder, kadın kabul etmeyince Hz. Ali de onları birbirinden boşar. (El-Mebsut) İmam Malik’e göre erkek Müslüman olur da, kadınla aralarında mübaşeret olmazsa nikah fesholur. Mübaşeretin olması halinde ise, kadın İslâm’a davet edilir, kabul etmezse boşanırlar. (El-Muğni, İbn Kudame).
Hanefilere göre, kadın İslâm’ı kabul etmiş, fakat kocası kafirse, o Ehl-i Kitap olsa da olmasa da, mübaşeret vuku bulsa da bulmasa da koca İslâm’a davet edilir, kabul etmezse kadı onları boşar, kabul ederse nikahları devam eder. Bu sırada koca İslâm’ı kabul etmemiş ise İslâm’ı inkar da etmiyorsa, kadın ona eşlik yapmaya devam eder, fakat yaklaşamaz. Kocası açıkça İslâm’ı reddettiğinde ise boşanma kesinleşir. Şayet mübaşeret olmamışsa kadın, mehrinin yarısını, olmuşsa tümünü alır. Ayrıca iddet süresi içinde nafaka da alır. (El-Mebsut, Hidaye, Feth-ul Kadir). İmam Şafii’ye göre, mübaşeret olmadığı takdirde kadın İslâm’ı ne zaman kabul ederse, o zaman nikahı da fesholur. Mübaşeret olmuşsa, iddet bitene kadar nikah devam eder. Koca, iddet bitene kadar İslâm’ı kabul etmezse nikah fesholur. Ayrıca İmam Şafii, yukarıda zikredildiği gibi kafir kocaya İslam’ın tebliğ edilmesini caiz görmemektedir. Ancak “Bu takdirde zımmîye din konusunda baskı yapılmış olur” şeklindeki bu görüş zayıf ve yanlıştır. Hz. Ömer (r.a) döneminde bu türde birçok olay vuku bulmuş ve İslâm’ı kabul eden kadınların kocaları da İslâm’a davet edilmiş, kabul etmezse boşanmışlardır. Örneğin Beni Tağleb’den bir Hıristiyanın hanımı İslâm’ı seçtiğinde, kocaya “İslâm’ı tebliğ edin. Kabul ederse mesele yok, etmezse ayrılsınlar” demiştir. Bu tür hadiselere sahabe arasında da rastlanılmış ama bir ihtilaf rivayet edilmemiştir. (Ahkam’ul-Kur’an, Cassas, El-Mebsut, Feth’ul-Kadir)İmam Malik’e göre mübaşeret olmadan önce kadın Müslüman olmuşsa, kocasına İslâm tebliğ edilir, İslâm’ı kabul ederse nikahları devam eder, kabul etmezse ayrılırlar. Fakat mübaşeret olmuşsa, kadın iddetini bekler ve bu sırada kocası İslâm’ı kabul ederse nikahları sürer, kabul etmez ve kadının iddeti de biterse nikah fesholur. İmam Ahmed’ten nakledilen bir görüş, İmam Şafii’yi teyid ederken diğer bir görüş, “Karı ve koca arasında din ayrılığı varsa mübaşeret olsun olmasın boşanırlar.” şeklindedir. (El-Muğni).
2) Daru’l Küfür’de bir kadın İslâm’a girmiş ama kocası kafirse veyahut erkek İslâm’a girmiş hanımı (Ehli Kitap harici) kendi dininde devam ediyorsa, Hanefilere göre, aralarında mübaşeret olsa da olmasa da, kadın üç ay başı görene kadar ayrılamazlar. Kadın hayız görmüyorsa üç ay geçmesi gerekir. Bu esnada kafir olanı İslâm’a girerse nikah sürer. Aksi takdirde iddet bittiğinde ayrılırlar. İmam Şafii’ye göre, mübaşeretin olup-olmaması bu meselede önemlidir.
Mübaşeret olmamışsa, dinlerin ayrı olması nedeniyle boşanırlar. Mübaşeret olmuşsa iddet süresi bitene kadar nikahları devam eder. Kafir olan eş, (kadın veya erkek) bu müddet içinde İslâm’ı kabul etmezse ayrılırlar. (El-Mebsut, Fethu’l-Kadir, Ahkamu’l Kur’an, El-Cassas)
3) Eşler arasında din ayrılığının dışında, mekan ayrılığı da bulunuyorsa, yani eşlerden biri Daru’l Küfür’de kafir olarak kalır ve diğeri Darü’lİslâm’a hicret ederse, Hanefi’lere göre, nikah kendiliğinden fesholur. Şayet hicret eden kadın ise, o hemen evlilik hakkına sahip olur. İddet şartı aranmaz. Ancak yeni kocası kendisiyle bir ay boyunca (çocuk olup olmadığı anlaşılsın diye) ilişkide bulunamaz. Fakat kadın hamile olsa bile evlenebilir, fakat doğuma kadar bekler. İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed bu meselede İmam Ebu Hanife’den oldukça farklı bir görüş ileri sürmüşlerdir. Onlara göre, kadın iddet bekler ve eğer hamile ise, doğurmadan nikah yapamaz. (El-Mebsut, Hidaye, Ahkamu’l Kur’an, El-Cassas) İmam Şafii, İmam Malik ve İmam Ahmed’e göre, mekan ayrılığının bu meseleyle bir alakası yoktur. Problem olan din ayrılığıdır. Şayet eşler arasında din ayrılığı varsa, ayrı yerlerde olmaları hükmü değiştirmez. Yani Daru’l-İslâm’da, veya Daru’l Küfür’de bulunmaları farketmez. (El-Muğni) İmam Şafii, yukardaki görüşün yanısıra, hicret edip Daru’l İslâm’a gelen kadın hakkında “O, kafir kocasıyla kavga edip, sırf ondan kurtulmak için hicret etmişse, mekan ayrılığından değil, niyet dolayısıyla ayrılır” demektedir (El-Mebsut, Hidaye).
Kur’an’ın sözkonusu ayeti üzerinde dikkatlice düşünüldüğünde, en isabetli görüşün Ebu Hanife’ye ait olduğu anlaşılır. Çünkü Allahu Teâlâ, bu ayeti hicret eden mümine kadınlar hakkında indirmiş ve Daru’l Küfür’de bırakarak geldikleri kocalarının kendilerine haram olduğunu bildirmiştir. Daru’l İslâm’daki müminlere ise, onları (hicret eden mümine kadınları) mehirlerini verme suretiyle nikahlayabilecekleri söylenirken, Muhacirlere Daru’l Küfür’de bulunan kafir eşlerini nikahları altında tutmamaları ve onlara verdikleri mehirleri geri istemeleri emredilmiştir. Bu özel emirlerin sadece din ayrılığı nedeniyle olmayıp, mekan ayrılığı nedeniyle de verildiği açıkça ortadadır. Şayet Müslüman kadınların hicret etmeleri dolayısıyla kafir kocalarıyla aralarındaki nikah sona ermemiş olsaydı, o takdirde Müslüman erkeklerin bu kadınları nikahlamalarına nasıl izin verilebilirdi? Üstelik bu izin verilirken iddet şartı dahi aranmamıştır. “Kafir kadınların ismetlerini (nikahlarını) tutmayın” ayetinin inmesinden sonra, Muhacirlerin kafir olan hanımlarıyla nikahları devam etmiş olsaydı (veya nikahları kendiliğinden fesh olmasaydı), onlara ayrıca “hanımlarınızı boşayın” emri de verilirdi. Fakat ayette böyle bir ima bile yoktur. Her ne kadar bu ayet nazil olduktan sonra Hz. Ömer, Hz. Talha ve diğer bazı Muhacirlerin Mekke’deki kafir eşlerini boşadıkları sabit ise de, bu talakın gerekli olduğuna delil değildir. Çünkü onlar eşlerine talak göndermemiş olsalar bile, yine de nikahları sona ermiştir.
Bu konuda delil olarak Hz. Peygamber (s.a) dönemindeki üç hadise gösterilebilir. Bu örneklerden; sözkonusu ayetlerin nazil olmasından sonra, Hz. Peygamber’in (s.a) mekan farkına rağmen mümin ve kafir eşler arasında nikahlarını devam ettirdiği anlaşılmaktadır:
a) Mekke fethinden az bir zaman önce, Ebu Süfyan İslâm’ı kabul etmiş ve eşi Hind de İslâm’ı kabul etmiş ve nikahlarını yenilememelerine rağmen, Hz. Peygamber (s.a) onlara nikahlarına devam etme izni vermiştir.
b) Mekke’nin fethinden sonra Ebu Cehil’in oğlu İkrime ile Hakim bin Hizam, Mekke’den kaçmışlar ama onların ardından eşleri İslâm’a girmiştir. Daha sonra kocaları adına “eman” almak için Hz. Peygamber’e (s.a) başvuran bu kadınlar, kocalarını geri çağırmışlar, onlar da Hz. Peygamber’in (s.a) huzuruna gelerek İslâm’ı kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a) ise, onların nikahlarını devam ettirmiştir.
c) Hz. Peygamber’in (s.a.) kızı Zeynep hicret ederek Medine’ye gelmiş ve kocası Ebu’l-As kafir olarak Mekke’de yaşamaya devam etmiştir. Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve İbn Mâce’nin İbn Abbas’tan naklettikleri bir hadise göre, Ebu’l-As hicretin 8. yılında Medine’ye gelerek İslâm’ı kabul etmiştir. Hz. Peygamber (s.a) onun eşiyle nikahını yenilemesine gerek görmeyerek onların eski nikahlarına devam etmelerine izin vermiştir. Aslında ilk iki hadise, mekan ayrılığı tarifine dahil değildir; zira mekan ayrılığı, bir kimsenin geçici olarak bir yere kaçmasından meydana gelmez. Bilakis mekan ayrılığı, bir kimsenin eşini bir beldede bırakıp kendisinin başka bir beldeye müstakilen yerleşmesidir. Günümüzdeki literatüre göre ifade edecek olursak, o kimseyle hanımı ayrı ülkenin vatandaşları olmuşlardır. Hz. Zeynep hakkında ise iki rivayet bulunmaktadır. İbn Abbas’tan rivayet edileni yukarda zikredildi, diğerini ise İmam Ahmed, Tirmizî, İbni Mace, Abdullah bin Amr bin el-As’tan nakletmişlerdir. Bu rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a) Hz. Zeyneb’i yeniden mehir karşılığında Ebu’l-As ile nikahlamıştır. Bu iki rivayetten, önce İbni Abbas’ınkini ele alırsak, birincisi bu rivayetin “Mekan ayrılığının yasal bir etkisi yoktur” diyenlere delil teşkil etmediğini; ikincisi, İbni Abbas’ın rivayeti üzerinde ısrar edildiği takdirde bunun kendi görüşlerine ters düştüğünü görürüz. Çünkü onlara göre, aralarında din ayrılığı ihtilafı bulunan ve mübaşeretin vuku bulduğu bir çiftin boşanabilmeleri için iddet beklemeleri gerekmektedir. Ancak kafir olan eş İslâm’ı kabul ederse nikah devam eder, kabul etmezse iddet sonunda nikah kendiliğinden fesh olur. Fakat onlar Hz. Zeyneb’in hadisesi ile istidlal ederlerken, aralarında din ihtilafı bulunduğunu ve çok sene geçtiğini ileri sürmektedirler. Oysa Ebu’l-As, Hz. Zeyneb hicret ettikten 6 sene sonra Müslüman olmuş ve Müslüman kadınların müşrik erkeklere haram olduğunu bildiren sözkonusu ayetler, o Müslüman olmadan en az iki sene önce inmiştir.
4) İrtidat meselesinde, birincisi eşlerin her ikisinin de dinden dönmeleri; ikincisi, birinin Müslüman kalırken diğerinin dönmesi şeklinde iki durum vardır.
Şayet eşlerin her ikisi de irtidat etmişlerse, Şafiilere ve Hanbelilere göre, mübaşeretten önceyse hemen ayrılırlar, mübaşeretten sonraysa iddetin bitimi ile İslâmî nikahları son bulur. Bu görüşün aksine, Hanefiler kıyas yoluyla bu nikahın fesholduğuna kaildirler. Ancak Hz. Ebu Bekir (r.a) döneminde vuku bulan irtidat olaylarında binlerce kişi İslâm’dan dönmüş ve sonra tekrar İslâm’a girmişlerdi. Sahabeden hiç kimse onlara nikah yenileme (tecdid-i nikah) şartı koşmadığı için, biz sahabenin bu ittifakını esas alıp kıyasın aksine eşlerin birlikte irtidat etmeleri durumunda onların nikahlarının son bulmayacağını kabul ediyoruz. (El-Mebsut, Hidaye, Fethu’l-Kadir, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı)
Erkek irtidat edip, hanımı Müslüman kalırsa, Hanefilere göre, daha önce mübaşeret olsun-olmasın hemen nikah fesholur. Fakat Şafiilere ve Hanbelilere göre, mübaşeretten öncesi ile sonrası arasında fark vardır. Şayet mübaşeretten önce irtidat etmişse nikah fesholur, mübaşeretten sonra ise, iddet süresince nikah devam eder, bu esnada koca yeniden Müslüman olursa mesele kalmaz. Aksi takdirde iddetin bitimiyle birlikte, kocanın irtidat gününden itibaren nikah fesholmuş sayılır. Yani kadının yeni bir iddet beklemeye ihtiyacı yoktur. Mübaşeretten önce kocası irtidat eden kadının mehrinin yarısını, mübaşeretten sonraysa mehrinin tümünü alacağı hususunda dört mezhebin alimleri ittifak etmişlerdir.
Kadının irtidat edip, kocasının Müslüman kalması halinde, Hanefilerin kadim fetvasına göre, nikah hemen fesholur. Ancak daha sonra Belh ve Semerkand uleması nikahın hemen fesh olmayacağı şeklinde önceki görüşün aksine bir görüş öne sürmüşlerdir. Bu görüş, önceki fetvanın kadınların kocalarından kurtulabilmek için irtidat etmelerine neden olacağı korkusuyla ileri sürülmüştür. Nitekim Malikilerin fetvası da bu şekildedir. Onlara göre, kadının kocasından ayrılabilmek için irtidat hilesine başvurduğu anlaşılırsa boşanma gerçekleşmez. Şafiilere göre, kadının irtidadı ile erkeğin irtidadı arasında fark yoktur. Yani irtidad mübaşeretten önce gerçekleşmişse, nikah hemen fesholur, mübaşeretten sonra olmuşsa (iddet bitene kadar koca İslâm’a girmezse eğer) irtidat ettiği günden itibaren nikah fesholmuş sayılır. Kadının mübaşeretten önce irtidat etmesi halinde mehir hakkı olmayacağı ama mübaşeretten sonra irtidat ederse, mehrinin tamamını alabileceği konusunda ittifak vardır. (El-Mebsut, Hidaye, Fethu’l-Kadir, El-Muğni, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı)
11 Ve eğer eşlerinizden (kâfirlere kaçmalarından dolayı) herhangi bir şey kâfirlere geçer, böylece siz de (savaşta onları yenip) ganimete kavuşursanız, eşleri (kaçıp) gidenlere (mehir olarak) harcama yaptıklarının bir mislini verin.17 Kendisine iman etmekte olduğunuz Allah’tan korkup-sakının.
12 Ey Peygamber! İnanmış kadınlar biat için18 gelirlerse, sana; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri,19 zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri,20 elleriyle ayakları arasında iftira uydurup getirmemeleri,21 marufta sana karşı gelmemeleri22 hususunda biat etsinler. Sen de onların biatlarını al.23 Ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
13 Ey iman edenler, Allah’ın kendilerine karşı gazablandığı gibi kavmi veli (dost ve müttefik) edinmeyin;24 ki onlar, kâfir olanların mezar halkından umut kesmeleri gibi ahiretten umut kesmişlerdir.
AÇIKLAMA
17. Bu meselede iki görüş vardır. Ve her iki görüş de ayete uygundur.
Birincisi, Müslümanlar, kendileriyle anlaşmalı olmadıkları kafirlere, “Hicret edip bize gelen Müslüman erkeklerin mehirlerini iade edin” diye bir teklifte bulunmuşlar ama onlar bu teklifi kabul etmemişlerdir. İmam Zührî, Allah’ın hükmü mucibince Müslümanların hicret edip gelen mümine kadınların mehirlerini, onların müşrik kocalarına iadeye hazır olduklarını söylemektedir. Fakat kafirler, kocaları Medine’ye hicret etmiş olan ve kendileri Mekke’de kalan müşrik kadınların mehirlerini Müslümanlara iade etmeyi reddetmişlerdir. Bu nedenle de Allah, Mekkeli müşriklere iade edilecek olan Muhacir kadınların mehirlerinin toplanarak, Mekke’de bıraktıkları müşrik eşlerinin mehirleri karşılığında erkek Muhacirlere dağıtılmasını emretmiştir.
İkincisi, Müslümanlar ile müşrikler arasında antlaşma vardı ve onların yanındaki bazı kimseler İslâm’ı kabul ederek Daru’l-İslâm’a hicret edip kafir hanımlarını orada bırakmışlardı. Yine bazı kadınlar da Müslüman olup, Daru’l-İslâm’a gelmiş ve kafir kocaları orada kalmıştı. Dolayısıyla bu meselenin, diğer meseleler gibi Daru’l-İslâm’da çözüme kavuşturulması kararlaştırılmıştır. Burada da aynı yöntem uygulanarak kafir eşleri Mekke’de kaldığı için verdikleri mehirleri alamayan Muhacir erkeklere, Muhacir kadınların kafirlere iade edilmeyen mehirlerinden verilmesi istenmiştir. Şayet bu hesapta bir denge sağlanamazsa, kafirlerden savaş sırasında ele geçen ganimetten bu açığın kapatılması emri verilir. İbni Abbas’tan rivayet edildiğine göre, mehri kendine iade edilmeyen bir kimse hakkında, Hz. Peygamber (s.a) “Onun hakkını ganimet malından telafi edin” diye emir vermiştir. (İbn Cerir) Aynı görüşü Ata, Mücahid, Zühri, Mesruk, İbrahim En-Nehaî, Katade, Mukatil ve Dahhak da paylaşıyor. Bu kimselere göre, kafirlerde mehir hakkı kalan kimselere, kafirlerden ele geçen ganimet malından, taksimat öncesi hakları verilmeli ve sonra ganimet paylaştırılmalıdır. Bazı fakihler, sadece ganimet malından değil, Fey’den de bu hakkın telafi edilmesi gerektiği görüşündelerse de, alimlerin çoğu bu görüşü kabul etmemişlerdir.
18. Daha önce de beyan ettiğimiz gibi, bu ayet Mekke’nin fethinden az bir zaman önce nazil olmuştur. Mekke’nin fethinden sonra ise, Kureyşliler biat etmek için kitleler halinde Hz. Peygamber’e (s.a) gelmişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a) Safa dağında erkeklerden biat almış ve kadınlardan biat alması için de Hz. Ömer’i vekil tayin ederek, O’na “Bu ayette beyan edilen hususlar üzerine o kadınlardan biat al” demiştir. (İbn Cerir, İbn Abbas’tan; İbn Hatim, Katade’den nakletmiştir.) Daha sonra Medine’ye gelen Hz. Peygamber, Ensar’ın kadınlarının bir eve toplanmalarını emretmiş ve yine biat alması için Hz. Ömer’i görevlendirmiştir. (İbn Cerir, İbn Merduye, Bezzar, İbn Hibban; Ümmü Atiyye’den nakletmişlerdir.) Bir bayram gününde erkeklere hutbe verdikten sonra, Hz. Peygamber (s.a) kadınların yanına gitmiş, onlara da bir hutbe verdikten sonra bu ayeti okuyarak, ayetteki hususlar üzerine ahid almıştır. (Buharî, İbn Abbas’tan rivayet etmiştir). Bu vak’alar dışında, -birçok hadislerde belirtildiği gibi- kadınlar tek tek yahut toplu olarak Hz. Peygamber’in (s.a.) huzuruna gelerek biat etmişlerdir.
19. Mekke’de Hz. Peygamber (s.a) kadınlardan biat alırken, Hind binti Utbe bir konuda açıklama isteyerek, Hz. Peygamber’e (s.a), “Ya Rasûlallah! Ebu Süfyan biraz cimridir. Benim ve çocuklarımın ihtiyacı için onun izni olmadan malından alabilir miyim?” diye sordu. Hz. Peygamber de (s.a) “Yetecek kadar alabilirsin” diye cevap verdi. Yani “Ancak gerçekten ihtiyacın olduğu kadar alabilirsin” demek istedi. (Ahkamu’l-Kur’an, İbnu’l-Arabî)
20. Yani, “Meşru ve gayri meşru çocuk düşürmemeleri…”
21. Burada iki tür bühtana (iftira) işaret edilmektedir.
Birincisi, bir kadının başka bir kadın hakkında iftira atıp bunu yayması. (çünkü kadınlarda bu tür dedikoduları yaymak bir hastalıktır.) İkincisi, başkasından olan bir çocuğu ailesi içine sokmak. Yani bir kadının gayrimeşru çocuğunu kocasına nispet etmesi. Ebu Davud’un Ebu Hureyre’den naklettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) “Başka birinden olan gayrimeşru çocuğunu kocasına nispet edip, onu ailesine dahil eden bir kadına, Allah Teâlâ teveccüh etmediği gibi, ona hiçbir surette Cennet’i de nasip etmez” buyurmuştur.
22. Bu kısa cümlede iki önemli ilke beyan edilmiştir.
a) Hz. Peygamber’e (s.a.) itaat konusunda ilk prensip, O’na maruf üzere biat edilmesidir. Oysa Hz. Peygamber’in (s.a.) münkeri emretmesi gibi ufak bir şüphe bile sözkonusu değildir. Demek ki hiçbir mahluka, Allah’a itaatin dışında itaat caiz değildir. Çünkü Allah Peygamberine itaati dahi, maruf şartına bağlı kılmıştır. O halde Hz. Peygamber’e (s.a.) itaat bile, maruf şartına bağlı kılınmışken, başkasına, Allah’ın kanunları dışındaki örflere, geleneğe kayıtsız-şartsız itaat beklemeye kimin hakkı vardır?
Hz. Peygamber bu ilkeyi şu şekilde izah etmiştir: “Allah’a karşı gelmede itaat yoktur. İtaat ancak maruf üzeredir.” (Müslim, Ebu Davud, Neseî) Aynı konuyla ilgili olarak ileri gelen bazı alimler, bu ayetten birtakım prensipler çıkarmışlardır.
Abdurrahman bin Zeyd bin Eslem, “Allah Teâlâ, bu ayette, “Sana itaatsizlik yapmamak üzere” değil, “Sana maruf işlerde itaatsizlik yapmamak üzere…” buyurmuştur. Yani Allah Peygamberine itaati bile şarta bağlı kılmışken, başka birinin insanlardan kendisine marufun dışında itaat beklemeye nasıl hakkı olabilir?” demiştir. (İbn Cerir)
İmam Ebu Bekir El-Cassas şöyle yazmaktadır: “Allah, Peygamberleri’nin maruftan başka bir emir vermeyeceğini biliyordu. Buna rağmen, Nebi’sine itaat hususunda dahi marufu şart koşmuştur. Böylelikle hiç kimseye, Allah’ın emirlerine karşı olmasına rağmen sultanların emirlerine itaat etme imkanı bırakmamıştır. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a) “Halık’a isyan edip, mahluka itaat eden bir kimseye, Allah itaat ettiği mahluku musallat eder” buyurmuştur. (Ahkamu’l-Kur’an)
Allame Alusi; bu emrin, cahillerin, “Ulu’l-emre mutlak itaat gerekir” şeklindeki düşüncelerini reddettiğini söylemektedir. Allah, Peygamberi’ne itaat edilirken bile, bunun maruf üzere olmasını şart koşmuştur. Oysa Hz. Rasul (s.a) maruftan başkasını emretmez. Bunun amacı, mahluka masiyet üzere itaatin caiz olmadığını vurgulamaktır. Yani Allah’a isyan olan yerde, kula itaat yoktur. (Ruhu’l-Meanî)
Gerçekte bu emir, İslâm anayasasının temel ilkelerinden biridir. İslâm’a ters bir davranış ilke itibariyle bir suçtur. Dolayısıyla hiçkimse gayri meşru bir işin yapılması hakkında emir verme hak ve yetkisine sahip değildir. İslâm hükümlerinin aksine emir veren de, bu emri yerine getiren de suçludur. Hiçbir memur, gayrimeşru bir işi yapmasını kendisine amirinin emrettiğini bahane ederek, ceza almaktan kurtulamaz.
b) Bu ayette, mümine kadınlar beş hususta nehyedildikten sonra, bir hususta kadınlar arasında yaygınlaşmış bulunan ahlâkî olmayan birtakım davranışlar belirtilerek, bu davranışlardan uzak durmaları konusunda kendilerinden söz alınmıştır. Ancak müsbet bakımdan, “Şu şu iyilikleri yapın” şeklinde bir liste verilmemiştir. Sadece, Rasul’e maruf işlerde uymaları istenmiştir. Burada maruf işlerin Allah’ın, sadece Kur’an’da bildirdikleri olmadığı açıkça ortadadır. Çünkü o takdirde bu cümle “Allah’a itaatsizlik yapmayacaksınız” şeklinde olmalıydı, ama ayette Rasul’e maruf işlerde itaat edilmesi emredilmektedir. Bu ifadeden, toplumun ıslahı ile ilgili olarak Hz. Peygamber’e (s.a.) geniş bir yetki tanındığı ve O’nun tüm emirlerine Kur’an’da bildirilsin, bildirilmesin uyulmasının vacip olduğu anlaşılmaktadır.
Bu yasal yetkisine dayanarak, Hz. Peygamber (s.a) sadece Kur’an’da zikredilen o dönem Arap toplumunda kadınlar arasında yaygın kötü davranışlardan vazgeçmeleri hususunda biat almakla yetinmeyip, Kur’an’da belirtilmeyen hususlarda da biat almıştır. Buna örnek olarak aşağıdaki hadisleri gösterebiliriz.
İbn Abbas, Ümmü Seleme, Ümmü Atiyye’den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) kadınlardan biat alırken, ölülerinin ardından bağırarak ağlamamaları hususunda söz almıştır. (Buharî, Müslim, Neseî, İbn Cerir)
İbn Abbas’ın rivayetindeki bazı ayrıntılar şu şekildedir: Hz. Peygamber’e (s.a) Hz. Ömer’i kadınlardan biat alması için görevlendirdiğinde O’na, biat alırken, kadınları ölülerinin ardından bağırarak ağlamaktan men etmesini söylemiştir. Çünkü cahiliye döneminde kadınlar ölülerinin ardından bağıra bağıra ağlarlar, elbiselerini yırtarlardı. Hz. Ömer, kadınları yüzlerini tırmalayıp, elbiselerini parçalamaktan men etmiştir. (İbn Cerir)
Aynı anlamda başka bir hadisi, İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, biata katılan kadınların birinden rivayet etmişlerdir. Katade ve Hasan Basri’nin rivayet ettiklerine göre, Hz. Peygamber (s.a) kadınlardan biat alırken, ayrıca onlardan kendileriyle evlenmeleri haram olmayan erkeklerle konuşmamaları hususunda da biat almıştır.
İbn Abbas’ın rivayetinde, bir kadının mahrem olmayan bir erkekle yalnız başına konuşamayacağı belirtilirken, Katade’nin rivayetinde bu konu daha da nettir. Hz. Peygamber’in (s.a) bu sözü üzerine, Abdurrahman bin Avf’ “Ya Rasulallah! Bazı zamanlar ben evde değilken, beni görmeye misafir gelir” dedi. Hz. Peygamber, “Ben bunu kasdetmiyorum. Bir kadının eve gelen bir misafire “Evin erkeği yok” demesinde bir sakınca görülmez.” (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim)
Abdullah bin Amr bin El-As’n, Hz. Fatıma’nın halası Umeyme Binti Rukeyka’dan rivayet ettiğine göre, kendisinden ölünün ardından bağırarak ağlamamak, cahiliyye kadınlarının yaptığı gibi kendini göstermek için makyaj yapmamak üzere söz almıştır. (Müsned-i Ahmed, İbn Cerir)
Hz. Peygamber’in (s.a.) halası Selma Binti Kays şöyle anlatıyor: “Ben Ensardan birkaç kadınla birlikte Hz. Peygamber’e (s.a.) biat etmek için gittim. Hz. Peygamber (s.a) Kur’an’ın bu ayetine göre bizden biat aldı ve “Kocalarınızı aldatmayın” dedi. Tam geri dönecekken, bir kadın “kocaları aldatmamak” ile ne demek istediğini Hz. Peygamber’e (s.a.) sordu. Rasulüllah ise, Kocanızın malını bir başkasına sarfetmeniz” diye açıkladı. (Müsned-i Ahmed)
Ümmü Atiyye şöyle anlatıyor: Rasulullah (s.a)bizden biat aldıktan sonra, ‘iki bayram namazında cemaata katılın, ama Cuma namazı farz değildir’ dedi ve ayrıca bizi cenaze namazına gitmekten menetti.” (İbn Cerir)
Bazı kimseler Hz. Peygamber’e (s.a.) bu yetkiyi, “Rasul” sıfatıyla değil, “Devlet Başkanı” sıfatıyla atfedebilir ve “Rasulüllah, döneminin Devlet Başkanı olması hasebiyle bu emri vermiştir ve bu emir o dönem için geçerlidir” derler. Bu gibi kimseler aslında çok cahilce düşünmektedirler. Oysa yukardaki tüm emirlere dikkat edecek olursak, bu emirlerin, sadece o dönem kadınlarını ıslah etmek amacıyla değil, tüm nesillerin kadınlarını ıslah amacıyla verildiğini görürüz. Yani O, sadece Devlet Başkanı olarak değil de “Rasul” olarak bu talimatları vermiştir. Oysa hangi Müslüman Devlet Başkanının verdiği şifahi bir talimat, dünyanın her yerindeki Müslümanlar tarafından kabul görerek uygulanmıştır? (Bkz. Haşr an: 15)
23. Muteber birçok hadisten anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber’in (s.a.) kadınlardan aldığı biat şekli ile erkeklerden aldığı biat şekli farklıdır. Erkekler biat ederken Hz. Peygamber’in (s.a.) eline ellerini vererek söz veriyorlardı. Bu konuda birçok rivayetler yapılmıştır. Bunlardan birkaçını aşağıya aldık.
Hz. Aişe, “Allah’a yemin ederim ki, Rasulüllah kadınlardan biat alırken, onların ellerine dokunmazdı. Onlardan sadece sözle biat alır ve “Biatınızı kabul ettim” derdi,” diye rivayet etmektedir. (Buhari, İbn Cerir)
Umeyme binti Rukeyka şöyle anlatıyor: “Biat için başka kadınlarla Rasulullah’a gittiğimizde, O, bizden Kur’an’ın bu ayeti üzerine ahid aldı. Biz “Maruf işlerde sana itaatsizlik yapmayacağız” dediğimizde, Rasulüllah, “Mümkün olduğu kadar” dedi. Bu sefer biz, “Allah’ın Rasulü, bize, bizden daha merhametlidir. Ya Rasulallah! Uzat elini biat edelim” dediğimizde, O “Ben kadınlarla el sıkışmam. Sizlerden sadece söz alacağım” diyerek bizden biat aldı. (Diğer bir rivayette) Rasulüllah bizden hiç kimseyle el sıkışmadı.” (Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim)
Ebu Davud’un Şa’bi’den mürsel olarak rivayet ettiği bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a) kadınlardan biat alırken bir beze dokunarak, “Onlar da beze dokunsunlar, çünkü ben kadınlarla el sıkışmam” demiştir. (Aynı hadisi İbn Ebi Hatim, Şa’bî’den; Abdurrezzak, ibrahim En-Nehai’den ve Said bin Mansur, Kays bin Ebi Nazm’dan nakletmiştir.)
İbn İshak Meğazi’sinde Aban bin Salih’den şöyle nakletmiştir. “Hz. Peygamber (s.a) elini, su dolu bir leğene sokar, daha sonra da aynı leğene kadınlar el sokarlardı.”
İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) bayram hutbesini verdikten sonra, erkeklerin aralarından geçerek kadınların bulunduğu mahalle gidip, orada Kur’an’ın bu ayetini okudu ve bunun üzerine onlardan ahid aldı. Cemaat adına bir kadın ayağa kalkarak, “Evet Ya Rasulallah…” diye karşılık verdi. (Buhari).
Ümmü Atiyye’den rivayet edildiğine göre, O, ‘Rasulullah evin içine elini uzattı, biz de evin içinden ellerimizi uzattık” demiştir. (İbn Hibban, İbn Cerir ve Bezzar) Bu rivayetten, Hz. Peygamber’in (s.a.) ellerini, kadınların ellerine dokundurduğu anlamı çıkmaz, zira Ümmü Atiyye, Hz. Peygamber’in (s.a.) kendi ellerine dokunduğunu söylememiştir. Muhtemelen Hz. Peygamber (s.a) biat alırken dışarıda ellerini uzatmış onlar da içeriden ellerini -dokundurmadan- O’na doğru uzatmışlardır.
24. Bu ayet iki şekilde de anlaşılabilir. Birincisi, “Kafirler kabirlerde yatan akrabalarının yeniden dirileceklerinden ümidi kestikleri gibi, ahiretteki iyilikten ve sevaptan da öyle ümidi kesmişlerdir; zira onlar ölümden sonraki hayatı inkar etmektedirler.” Bu yorum İbn Abbas’tan, Hasan Basri, Katade ve Dahhak’a aittir.
İkincisi, “Onlar kabirde yatan kafirlerin ümitsiz oldukları gibi, ahiretteki rahmet ve mağfiretten öylece ümitsizdirler; zira onlar azaba yakalanma konusunda bilgi sahibi olmuşlardır.” İbn Mesud, Mücahid, İkrime, İbn Zeyd, Kelbî, Mukatil ve Mansur ise bu yorumu tercih etmişlerdir.