HAŞR SURESİ
Adı: Bu sure, adını 2. ayette geçen “Haşr” kelimesinden almıştır.
Nüzul Zamanı: Said bin Cübeyr’den (r.a) rivayet edildiğine göre, O, İbn Abbas’a Haşr Suresi’ni sorduğunda, İbn Abbas, “Bu sure, tıpkı Enfal Suresi’nin Bedir Savaşı hakkında nazil olması gibi, Benu Nadir ile yapılan savaş hakkında nazil olmuştur,” diye cevap verir. (Buhari, Müslim). Said bin Cebeyr’den nakledilen başka bir rivayete göre, İbn Abbas, “Bu sureye Nadir Suresi de diyebilirsiniz” demiştir. Aynı görüş Mücahid, Katade, Zührî, İbn Zeyd, Yezid bin Ruman ve Muhammed bin İshak’tan da mervidir. Bu rivayetlerin hepsi de, surede sözü geçen Ehli Kitab’ın Benu Nadir olduğu hususunda ittifak halindedirler. Yezid bin Ruman, Mücahid ve İbn İshak’a göre sure tamamiyle bu savaş ile ilgili nazil olmuştur.
Bu savaşın ne zaman vuku bulduğu ile ilgili olarak İmam Zührî, Urve bin Zübeyr’den naklen savaşın Bedir’den 6 ay sonra vuku bulduğunu söylüyor. Ancak buna karşı, İbn Said, İbn Hişam ve Belâzurî, bu savaşın 4. hicrî yılın Rebi’ul-Evvel ayında vuku bulduğunu yazmaktadırlar ki doğru olanı da budur. Çünkü tüm rivayetler bu savaşın, Bîri Maune gazvesi sonunda vuku bulduğunda görüş birliği içindedirler. Yine Bîri Maune gazvesinin, Uhud Savaşı’ndan sonra vuku bulduğu tarihen sabittir.
Tarihsel Arka-plan:
Bu surenin muhtevasını daha iyi kavrayabilmek için, Medine ve Hicaz Yahudilerinin tarihine bir göz atılması gerekir. Çünkü bu bilinmeden, Hz. Peygamber’in (s.a) Yahudilere nasıl muamele ettiğinin sebeplerini anlamak çok güç olur.
Arabistan’daki Yahudiler ile ilgili olarak yazılmış güvenilir bir tarih çalışması bulunmadığı gibi, tarihleri hakkında bilgi sahibi olabileceğimiz kendi yazdıkları bir belge veya eser de yoktur. Arabistan dışındaki Yahudi tarihçi ve müellifler de onlar hakkında bir şey yazmamışlardır. Yazmayışlarının nedeni olarak da, onların genel Yahudi toplumundan koptuklarını, diğer Yahudilerle bir alakaları kalmadığını göstermektedirler. Bu bakımdan Arabistan dışındaki Yahudiler, onları kendilerinden saymazlar, zira Hicazlı Yahudiler İbrani kültüründen koptukları gibi, kültür ve hatta lisanları dahi Araplaşarak asimile olmuş ve İbranice’yi bile unutmuşlardı. 1. Miladi asra kadar Hicaz’daki hiçbir tarihi eser ve belgede, birkaç Yahudi ismi dışında, onlara ait hiçbir iz yoktur. Dolayısıyla Hicaz Yahudileri ile ilgili birçok bilgi, Araplar arasında yaygınlaşmış şifahî kaynaklara dayanır. Bu bilgilerin kaynağı da bizzat o dönemin ve o bölgenin Yahudileridir.
Arabistan’daki Yahudilerin iddialarına göre, kendileri, Hz. Musa’nın (s.a) son dönemlerinde Hicaz’a gelmiş ve orada yerleşmişlerdir. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Hz. Musa, Yesrib (Medine) bölgesindeki Amalika kabilesine karşı bir ordu gönderip, onlara bu kabileden kimseyi hayatta bırakmamalarını emreder. Bu bölgeye gelen İsrail ordusu, Hz. Musa’nın emrini ifa eder ama çok yakışıklı bir delikanlı olan Amalika kralının oğlunu öldürmeyip yanlarına alarak, Filistin’e getirirler. Ancak onlar Filistin’e daha gelmeden Hz. Musa vefat ettiğinden, onun yerine geçenler, ‘Amalika kabilesinden hiç kimseyi hayatta bırakmamanızı size bir peygamber emretmişti. Oysa siz bu genci hayatta bırakmakla onun buyruğuna karşı gelmiş oldunuz’ diye bu orduyu suçlayarak toplumdan tecrid ederler. Onlar da bunun üzerine Yesrib’e (Medine) geri dönerek, oraya yerleşirler. (Kitab-ul-Ağani, cilt. 19 sh. 94) Böylece Yahudiler Arabistan’a 12 asır önce yerleştiklerini iddia etmiş oluyorlardı. Ancak bu iddiayı destekleyici hiçbir tarihi delil bulunamamaktadır. Muhtemelen Yahudiler eski ve yüce bir nesilden geldiklerine Arapları inandırabilmek için böyle bir hikayeyi uydurmuşlardır.
Yahudilerin bir başka rivayetine göre onlar M.Ö. 587’de Buhtun-Nasr’ın Beyt-i Mukaddes’i yakıp yıktığı ve Yahudileri dağıttığı bir dönemde birçok kabile Hicaz’a gelip Vadi’l-Kura, Teyma ve Yesrib bölgelerine yerleşmişlerdir.
(Fütuhu’l-Buldan, Belâzurî). Ancak bu iddianın da tarihî bir mesnedi yoktur. Bu da muhtemelen yine Yahudilerin, yüce ve kadim bir nesil olduklarını kanıtlayabilmek için uydurdukları hikayelerden biridir.
M.S. 70’te Rumların, Filistin’de Yahudileri katlettikleri ve M.S. 132’de bir kısmını Filistin’den sürdükleri sabit olan tarihi gerçeklerdendir. Bu dönemde Filistin’den kaçan birçok Yahudi kabilesi, gelip Hicaz’a sığınmıştır. Çünkü, Güney Filistin, Arabistan’a yakındır. Böylece onlar Arabistan’a gelip, yeşillik bir bölgeye yerleşmişler, daha sonra da hileyle ve bilhassa tefecilik olan mesleklerini icra ederek yavaş yavaş buraları ellerine geçirmişlerdir. Eyle, Makne, Tebuk, Teyma, Vadi’l-Kura, Fedek ve Hayber hep onların eline geçmişti. Bu kabileler Benu Kurayza, Benu Nadir, Benu Kaynuka ve Benu Bahdal idi.
Medine’ye yerleşen kabileler içinde en meşhurları Benu Nadir ile Benu Kurayza’dır. Çünkü kahinlik ve dini liderlik bu kabilelerdeydi ve en soylu kabileler olarak kabul görülüyorlardı. Yahudiler Medine’ye geldiklerinde, onrada bulunan bazı Arap kabileleri üzerinde tahakküm kurarak, Medine’nin hakimi olmuşlardı. Bundan yaklaşık 3 asır sonra M.S. 450 ve 451 de büyük Yemen seli dolayısıyla (bu vak’a Sebe’ Suresi’nde zikredilmiştir) Sebe kavimlerinden bazı kabileler Yemen’den kaçıp Arapların bölgesine göç etmek zorunda kalmışlardı. Bu kabileler içinde Gassan’lılar Şam’a, Lahmi’ler Irak’a, Benu Huzaa Cidde ve Mekke arasında bir bölgeye, Evs ve Hazreç Medine’ye gelerek yerleşmişlerdi. Ancak Medine’ye Yahudiler hakim olduğundan, başlangıçta Evs ve Hazreç’e toprak vermişler ve bu iki Arap kabilesi de çöle yerleşmek zorunda kalmıştı. Sonunda Evs ve Hazreç’in ileri gelenlerinden bir şahıs, Şam’a yerleşmiş akraba kabile olan Gassan’lılardan yardım istemiş ve Şam’dan büyük bir ordu gelerek Medine’deki Yahudi gücünü kırmıştır. Bunun üzerine de Evs ve Hazreç kabileleri Medine’de tamamen hakimiyeti ele geçirmişler, iki büyük Yahudi kabilesi Benu Nadir ve Benu Kurayza, şehri terketmiş ve üçüncü kabile Benu Kaynuka da bu iki Yahudi kabilesiyle iyi geçinemediğinden şehir içinde kalmıştır. Ancak şehir içinde kalabilmek için Benu Kaynuka, Hazreç kabilesinin; buna karşı şehrin çevresinde kalabilmek için Benu Nadir ile Benu Kurayza da Evs kabilesinin himayesi altına girmişlerdir.
Hz. Peygamber’in (s.a.) Medine’ye hicretinden önce ve hemen sonrasında Arabistan’da ve bilhassa Medine’de Yahudilerin durumu şöyleydi:
Yahudilerin dil, giyim, kültür, örf ve adetleri tamamıyle Araplaşmıştı. Öyle ki çocuğunun adı bile Arapçaydı. Hatta Hicaz’a yerleşmiş 12 Yahudi kabilesinden Benu Zavra’nın dışında hiçbir kabilenin adı İbranice değildi. İçlerinde birkaç alim dışında kimse İbranice bilmezdi. Cahiliyye döneminin Yahudi şairlerinin şiirleri ile Arap şairlerinin şiirleri dil, düşünce ve konu bakımından hiç farklı bir nitelik taşımazdı. Yahudiler ile Araplar aralarında kız alıp veriyorlardı. Aslında, onlarla Araplar arasında dinleri dışında bir fark vardı denemezdi. Ama buna rağmen Arapların içinde tümüyle asimile olmamışlar ve inatla Yahudilik şuurunu devam ettirmişlerdi. Zahiren Araplaşmalarına gelince, Arabistan’da kalabilmek için başka çareleri yoktu.
Bu zahirî Araplaşma nedeniyle yanılan bazı müsteşrikler, onların aslen Yahudi olmadıklarını ve Yahudiliği kabul etmiş Araplar olduklarını veya en azından çoğunluğu Yahudi Arapların teşkil ettiğini sanmışlardır. Fakat Yahudilerin Arabistan’da kendi dinlerini yaymaya çalıştıklarını veya onların alimlerinin, Hıristiyan papazları gibi Araplara Yahudilik propagandası yaptıklarını gösteren hiçbir tarihi delil yoktur. Aksine Yahudilerde millî gurur ve tekebbürün olduğunu açıkça müşahede edebiliyoruz. Bu yönden Araplara “Centile” (Ümmî) yani vahşî ve cahil diyorlardı. Onlar ümmilerin Yahudiler gibi insani haklara sahip olduklarına inanmıyor, ümmilerin mallarının meşru veya gayri meşru yolla elde edilebileceğini, onların malını almanın Yahudilere helal olduğunu sanıyorlardı. Arapların ileri gelen bir kaçı dışında, diğer Arapların Yahudiliğe girip, kendileriyle eşit olacaklarına ihtimal dahi vermezlerdi. Birkaç kişinin Yahudiliğe girdiğini gösteren özel vak’alar dışında herhangi bir Arap kabilesinin ya da Arap büyüğünün Yahudiliğe katıldığına dair hiçbir tarihi delil yoktur. Üstelik Yahudilerde dinlerini tebliğ etme gibi bir merak yoktu, onlar sadece ticaretlerini düşünüyorlardı. Dolayısıyla Arabistan’da Yahudilik bir din olarak yayılmamıştı ve birkaç kabilenin milli gurur aracı olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Ancak yine de Yahudi bilginler muskacılık, sihir, müneccimlik gibi meslekleri bir kazanç aracı olarak kullanmış ve Araplar arasında kendilerine bilgin ve kahin şeklinde bir yer edinmişlerdi.
Arap kabilelerinin karşısında ekonomik bakımdan Yahudiler daha güçlüydüler. Çünkü onlar, Filistin ve Şam gibi gelişmiş bölgelerden geldiklerinden, Araplar’ın bilmediği bir çok mesleklere sahiptiler. Ayrıca onların Arabistan dışındaki dünya ile de ilişkileri bulunduğundan, Medine’den ve Arabistan’ın kuzey bölgesinden buğday ithal edip hurma ihracaatı yapıyorlardı. Tavukçuluk ve balıkçılık ellerinde olduğu gibi, kumaş da dokuyorlardı.
Yer yer meyhaneler açmışlardı ve Şam’dan şarap getirip buralarda satıyorlardı. Benu Kaynuka, genelde meslekleri olan kuyumculuk, demircilik ve madeni eşya imalatı ile uğraşıyorlardı. Bununla pek yüksek kârlar elde ediyorlarsa da asıl gelir kaynakları tefecilikti. Öyle ki tüm Arabistan’da muazzam bir tefecilik şebekesi kurmuşlardı ve böylelikle Arapları tuzaklarına düşürüyorlardı. Özellikle kendilerinden borç alarak, şan ve şöhretlerini artırma hastalığına yakalanan Arap kabile reisleri Yahudilerin tuzağına düşmüştü. Bunlar yüksek faizlerle Yahudilerden borç alıyorlar ve Yahudiler de buna kat kat faizi ekleyerek onları kendilerine bağımlı kılıyorlardı. İşte bu yüzden Araplar, ekonomik bakımdan müthiş bir mali kriz yaşıyor ve dolayısıyla Yahudilere büyük kin ve nefret besliyorlardı.
Yahudiler ticarî ve malî çıkarları gereğince, Araplardan hiçbir kabileyi, başka bir kabileye karşı desteklemezlerdi. Ayrıca Arapların kendi aralarında savaşmaları onların işine geliyordu. Çünkü onlar, Arapların bir araya gelmeleri halinde, tefecilik yoluyla kazandıkları bunca verimli araziyi, bağ ve bahçeyi kendilerine bırakmayacaklarını biliyorlardı. Bunun yanısıra her Yahudi kabilesi, kendilerine saldırmasından korktukları başka bir kabileye karşı, güçlü bir Arap kabilesinin himayesine girmişti. Dolayısıyla zaman zaman bir Arap kabilesine karşı savaşan müttefikine yardım uğruna, karşı kabilenin müttefiki olan bir başka Yahudi kabilesi ile de savaşmak zorunda kalıyorlardı. Medine’de Benu Kurayza ve Benu Nadir kabileleri Evs Kabilesiyle, Benu Kaynuka da Hazreç kabilesiyle müttefikti. Hicretten bir süre önce, Evs ve Hazreç kabileleri arasında, Buas mevkiinde çok şiddetli bir savaş vuku buldu ve müttefik kabileler birlikte savaştılar.
İşte bu şartlar içerisinde İslâm Medine’ye ulaştı ve Hz. Peygamber (s.a) (s.a) hicret ederek, orada İslâm devletini kurdu. Hz. Peygamber (s.a) devleti kurduktan sonra ilk iş olarak, Evs, Hazreç ve Muhacirleri bir araya getirerek orada bir toplum oluşturmuştur. İkinci iş olarak, bu Müslüman toplum ile Yahudiler arasında açık bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın şartları gereğince, hiç kimsenin bir başkasının hakkını yemeyeceği ve dış düşmana karşı Medine’nin birlikte savunulacağı karara bağlanmıştır. Bu anlaşmaya göre, Yahudiler ile Müslümanların birbirlerine karşı sorumlulukları şu şekilde belirlenmiştir.
“Yahudiler kendi savaş masraflarını kendileri karşılayacaklardır. Taraflar, bir saldırı olması halinde, birbirlerine yardım etmeye zorunludurlar. Birbirlerine iyi niyetli davranacaklar, hak ve iyilik için yardımlaşılacak, kötülük ve günah için değil. Birbirlerine zulmetmeyeceklerdir.
Mazlumlar korunacaklardır. Şayet savaş uzarsa, yapılan masrafa taraflar ortak olacaklardır. Bu antlaşmayı yapanlara Medine’de fitne ve fesad çıkarmak yasaktır. Fesat çıkma ihtimali olan bir anlaşmazlıkta kararı, Allah’ın Kitabı’na göre Muhammed verecektir. (…) Kureyş ve müttefiklerine hiç kimse destek çıkmayacaktır. Medine’ye dışarıdan bir saldırı olması halinde müttefikler birbirlerine yardım edeceklerdir. (…) Taraflar kendi bölgelerinin savunmasından kendileri sorumludurlar.” (İbn Hişam, cilt: 2, sh: 147-150)
Bu kesin ve açık bir anlaşmaydı ve Yahudiler bu antlaşmayı kabul etmişlerdi. Fakat çok geçmeden, Hz. Muhammed’e (s.a), İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır takınıp, zamanla düşmanlıklarını artırdılar. Bu tavırları üç nedene dayanmaktaydı:
a) Yahudiler, Hz. Peygamber’i (s.a) herhangi bir kabile reisi gibi görmek istiyorlar ve bunun siyasî bir antlaşma olduğu fikrinden hareketle, her iki tarafın da bu antlaşmayı kendi dünyevî çıkarları için yaptığını sanıyorlardı. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a) Allah’a, Peygamberlere, Kitaplara, Ahirete (onların peygamber ve kitapları da dahil) iman etmeye Tevhid’e ve Allah’ın hükümlerine itaate, ilâhî sınırların içinde kalmaya, tıpkı kendi peygamberlerinin çağırdığı gibi davet ettiğini görünce, bu onlara çok ağır geldi ve bu evrensel hareketin başarılması halinde, dinî ve millî gururlarının kırılacağından korktular.
b) Evs, Hazreç ve Muhacirlerin arasında bir kardeşliğin tesis olunduğunu ve civardaki Arap kabilelerinden İslâm’ı kabul edenlerin bu kardeşliğe katılmak suretiyle bir toplum vücuda getirmeye başladıklarını görünce, asırlardır Arap kabileleri arasında nifak çıkararak menfaat sağladıklarını fakat şimdi bu dinin Arapları bir araya toplayarak, bir güç haline getirdiğinden, artık eski oyunlarını sürdüremeyeceklerini anladılar.
c) Hz. Muhammed’in (s.a) getirdiği dini, ahlâkî ve sosyal kanunlar, tefecilik yoluyla kazandıklarını gayr-i meşru kazanç olarak ilan ediyordu. Bu yüzden Yahudiler, Hz. Muhammed’in (s.a) Araplar üzerinde bir hakimiyet sağlaması halinde, bunun kendilerinin sonu demek olacağını düşünmeye başladılar.
Tüm bu nedenler dolayısıyla Hz. Peygamber’e (s.a) karşı çıkmak, artık Yahudiler için milli bir dava görünümü kazanmıştı. Öyle ki onun yenilmesi için her türlü yola baş vurmaktan kaçınmıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a) hakkında birçok yalan, iftira ve kuşkular ortaya atarak, bunları çevreye yayıyorlar ve böylece şüpheye düşüp bu dini terketmeleri için İslâm’a girenleri yanıltmaya çalışıyorlardı.
Hatta kendileri önce İslâm’a giriyor, sonra da dönüyorlardı, ki böylece “Demek ki bu işte bir bit yeniği var. Yoksa bunlar Müslüman olduktan sonra, dönmezlerdi” diye düşünerek halkta Hz. Peygamber (s.a) ile ilgili olarak yanlış kanaatler uyanmasını istiyorlardı. Fitne çıkartabilmek için münafıklarla işbirliği yapıyorlardı ve İslâm düşmanı kişi ve kabilelerle irtibat halindeydiler. Müslümanlar arasında fesat çıkarabilmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı. Bu hususta özellikle Evs ve Hazreç kabilesini hedef almışlardı, zira onlarla uzun bir süre müttefik olmuşlardı. Aralarında yeniden savaş çıkıp İslâm’ın kendilerine bağışladığı kardeşliğin parçalanması için bilhassa Buas Savaşı’na tekrar tekrar değiniyorlardı. Ayrıca Müslümanları ekonomik bakımdan perişan edebilmek için adeta çırpınıyorlardı. Öyle ki, alışveriş yaptıkları biri, İslâm’ı kabul ederse eğer, ona zarar verebilmek için her türlü yola baş vuruyorlardı. Bir Müslümandan alacakları varsa, bunu hemen tahsil etmeye çalışıyor ve böylelikle o Müslümanı zor duruma düşürüyorlardı. Yok eğer borçları varsa, ödememek için borçlarını inkar ediyorlar ve “Biz senden borç aldığımızda sen başka dindeydin, şimdi ise, dinini değiştirdiğinden bizden alacağını istemeye hakkın yoktur” diyorlardı. Bu konudaki bir çok örneği Ali İmran Suresi’nin 75. ayetinin açıklama notunda, Taberi, Nisâburî, Taberanî ve Alusî’den naklen zikretmiştik.
Yahudiler, antlaşmaya karşı bu açık açık düşmanca tavırlarını Bedir Savaşı’ndan önce takınmışlardı. Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber (s.a) ve Müslümanlar Kureyşlileri mağlup edince, bu sefer düşmanlıkları daha da artmıştı. Çünkü onlar Müslümanların Kureyşliler karşısında yenileceklerini ve böylece yok olacaklarını sanıyorlardı. Bu yüzden de İslâm’ın Bedir’deki galibiyet haberi gelmeden önce Medine’de çevreye asılsız bir haber fısıldayarak Hz. Peygamber’in (s.a.) öldürüldüğünü, Müslümanların yenildiğini ve Kureyş ordusunun Ebu Cehil komutasında Medine’ye doğru ilerlediğini yaydılar. Ancak olayların beklentilerinin aksine gelişmesi, onları müthiş derecede öfkelendirmişti. Benu Nadir’in Reisi Ka’b bin Eşref bunun üzerine, “Allah’a yemin ederim ki, Muhammed Kureyş’in ileri gelenlerini öldürmüşse eğer, yerin altı bizim için yerin üstünden daha iyidir.” demiş ve daha sonra Mekke’ye gidip öldürülen Kureyşli liderlerin ardından kışkırtıcı şiirler okuyarak intikam almaları için Mekke’lileri tahrik etmeye çalışmıştı. Medine’ye döndükten sonra da öfkesini bastırmak amacıyla Müslüman kız ve kadınlar hakkında aşk şiirleri okumaya başlamıştı. En sonunda onun bu fesat ve ahlaksızlığından bıkan Hz. Peygamber (s.a) Hicri 3. yılın Rebi’ul-Evvel ayında Muhammed bin Mesleme el-Ensarî’yi gönderip onu öldürtmüştür. (İbn Sa’d, İbn Hişam, Taberi)
Bedir Savaşı’ndan sonra antlaşmayı ilk ihlal eden Yahudi kabilesi Benu Kaynuka, Medine içinde bir mahallede yaşıyordu. Kuyumculuk, demircilik ve madeni eşya imalatı ile uğraşıyorlardı. Bu bakımdan Medine’liler, onlarla sürekli alışveriş yaparlardı. Beni Kaynuka Yahudileri cesaretlerine çok güvenirlerdi. Demircilik yaptıklarından, onlarda yetişen her çocuk silahlıydı. İçlerinde savaşabilecek durumda en az 700 silahlı muharip bulunuyordu. Bunun yanısıra onlar Hazreç’in eski müttefiki olmalarına da güveniyorlardı. Nitekim Hazreç kabilesinin Reisi Abdullah İbn Übey onları destekliyordu.
Benu Kaynuka Yahudileri Bedir Savaşı’ndan sonra, çarşıya gelen Müslümanlara eziyet etmeye başlayacak kadar kudurmuşlardı. Hatta bir gün çarşıda Müslüman bir kadını soymuşlardı. Bunun üzerine büyük bir fırtına koptu ve çıkan hadisede bir Müslüman ile Bir Yahudi öldürüldü. İş bu noktaya gelince, Hz. Peygamber (s.a) bizzat, Yahudilerin mahallesine gitti ve onları toplayarak yola gelmeleri için onlara nasihat etti. Fakat buna rağmen onlar, “Ey Muhammed, sen bizi o öldürdüğün savaş bilmeyen Kureyş mi sanıyorsun. Bizimle savaşmaya yeltenirsen, cesaretin ne olduğunu görürsün!” şeklinde bir karşılık verdiler. Bu sözler oradaki antlaşmayı bozmak ve açıkça bir savaş ilanı demekti. En sonunda Hz. Peygamber (s.a) Hicrî 2. yılın Şevval (başka bir rivayete göre Zi’l-Kade) ayında onların mahallesini abluka altına aldı ve 15 gün süren abluka sonunda teslim oldular. Müslümanlarla savaşan tüm Yahudi savaşçıları esir alındılar. Abdullah İbn Übey’in onların affı için şiddetle ısrar etmesi üzerine, Hz. Peygamber (s.a) onun isteğini kabul etmiş ve tüm mal, silah ve sanayi aletlerini bırakarak Medine’yi terketmeleri şartıyla Benu Kaynuka’yı serbest bırakmıştı. (İbn Sa’d, İbn Hişam ve Taberi)
Beni Kaynuka’nın Medine’den çıkarılması ve Kab bin Eşref’in öldürülmesi gibi iki sert tepkiden sonra, bunlar Yahudileri öyle korkuttu ki hiçbir kötü davranışta bulunmaya cesaret edemediler. H. 3. yılın Şevval ayında Bedir’in intikamını almak amacıyla Kureyşliler Medine’ye saldırmak için büyük bir hazırlık yaptılar ve Medine’ye doğru yola koyuldular. Kureyş’in 3.000 askerine karşı Hz. Peygamber’in (s.a.) 1.000 asker çıkarabildiğini ve bunlardan 300 münafıkın geri döndüğünü gören Yahudiler, Müslümanlara yardım etmeyerek antlaşmaya ilk defa açıktan karşı çıktılar. Oysa yapılan antlaşma gereğince Medine’yi Müslümanlarla birlikte savunmak zorundaydılar. Üstelik Müslümanların Uhud Savaşı’nda büyük bir zarara uğradıklarını görünce Yahudilerin cesaretleri iyiden iyiye artmıştı.
Öyle ki Benu Nadir, Hz. Peygamber’e (s.a.), suikast tertiplemiş, fakat hain planları başarısız kalmıştı. Bu vak’a şöyle olmuştur: Bir-i Maune gazvesinden sonra (Hicrî 4. yılın sefer ayı) Amr bin Umeyye Demri, intikamını almak isterken yanlışlıkla Hz. Peygamber (s.a) ile müttefik olan Benu Amir’den iki kişiyi öldürür. Amr, onları kendi düşmanları zannedip öldürdüğünden dolayı maktüllerin fidyesini vermek Müslümanlara vacip olmuştu. Benu Amir ile Benu Nadir’in de müttefik olması nedeniyle Hz. Peygamber, yanına birkaç kişi alarak, fidyeye iştirak etmelerini sağlamak amacıyla Benu Nadir’in mahallesine gider. Hz. Peygamber (s.a) oraya varınca, Yahudiler onu meşgul etmek için lafa tutarlar ve bu sırada Hz. Peygamber’in (s.a.) önünde oturduğu duvarın damına çıkardıkları bir adamı büyük bir taşı Hz. Peygamber’in (s.a.) üzerine atması için görevlendirirler. Ancak o adam daha harekete geçmeden önce Allah, Peygamberini haberdar eder ve Hz. Peygamber (s.a) de hemen oradan ayrılarak Medine’ye döner.
Artık bundan sonra onlara hüsnüniyetle davranmanın bir anlamı kalmamıştı. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a) hemen bir ültimatom göndererek, “Yapmak istediklerinizi öğrendim. Dolayısıyla 10 gün içinde Medine’yi terkedin. Bundan sonra sizlerden orada kim ele geçerse öldürülecektir” diye Yahudilere kararını bildirmiştir. Abdullah İbn Ubey’in kendilerine, “İkibin kişiyle ben size yardım ederim. Benu Kurayza ve Benu Gatafan da yardıma gelecekler. Hiç taviz vermeyin ve yerinizi terketmeyin” şeklinde bir haber göndermesi üzerine, Hz. Peygamber’e (s.a), ne yaparsa yapsın Medine’yi terketmeyecekleri cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber’de Hicrî 4. yılın Rebi’ul-Evvel ayında onları kuşatma altına alır ve birkaç günlük (bazılarına göre 6 gün, bazılarına göre 15 gün) muhasaradan sonra, silahları dışında develerine yükleyebildiklerini yanlarına almak şartıyla Medine’yi terketmeye razı oldular. Böylece aralarında İslâm’ı seçip kalan iki kişi dışında, bu ikinci yahudi kabilesi de Medine’yi terketmiş ve Şam ve Hayber’e doğru gitmişlerdir.
İşte Haşr Suresi’nde, bu olay hakkında mütealalar yapılmıştır.
Konu: Surenin konusu, yukarıda da açıklandığı gibi Benu Nadir ile yapılan savaş hakkındaki yorumları ihtiva etmektedir. Surede konular toplam dört başlık altında incelenmiştir:
1-4- İnsanlar Benu Nadir’in akibetinden ibret almaya davet edilmişlerdir. Sayıları, mal ve servetleri Müslümanlardan kat kat fazla olan, sağlam kaleler içinde korunan büyük bir kabile bile birkaç günlük kuşatmaya dayanamamış, hiçbir ölüm hadisesi olmaksızın asırlardır oturdukları ev ve yurtlarını bırakıp, gitmeye razı olmuşlardır.
Burada Allah Teâlâ bunun Müslümanların kendi güçleri nedeniyle olmadığını, fakat onlar Allah ve Rasulü’ne karşı geldikleri için böyle bir akıbetle karşılaştıklarını vurgulamaktadır. Kim Allah’ın gücüne karşı çıkarsa, sonu böyle olur.
5- Bu bölümde bir takım savaş kaideleri beyan edilmiştir. Düşmanın bölgesinde savaş nedeniyle tahribat yapmak, yeryüzünü ifsad etmek değildir.
6-10- Bu bölümde de, bir ülkenin arazi ve servetinin gerek savaşarak, gerekse savaşmadan ele geçtiğinde, nasıl idare edileceği anlatılmıştır. Çünkü ilk defa Müslümanların eline fetholunmuş bir bölge geçmişti.
11-17, Bu bölümde münafıkların Benu Nadir ile savaş esnasında takındıkları tavır mütalaa edilmiş ve böyle davranmalarının asıl nedenleri irdelenmiştir.
18-24- Son bölümde, mümin olduklarını iddia edip Müslümanların arasına giren, ama iman ruhundan yoksun kimselere seslenilmektedir. Onlara şöyle deniliyor: “İmanın asıl iktizası takva ve fısk arasındaki farkı bilebilmektir. Kendisine inandıklarını iddia ettikleri Kur’an’ın önemi nedir? Ve kendisine inandıklarını iddia ettikleri Allah’ın sıfatları nelerdir?”
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.1
2 Kitap Ehlinden küfredenleri ilk sürgünde 2yurtlarından çıkaran3 O’dur. Onların çıkacaklarını siz sanmamıştınız, onlar da kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı.4 Böylece Allah(‘ın azabı) da, onlara hesaba katmadıkları bir yönden geldi, 5yüreklerine korku salıverdi; öyle ki evlerini kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle tahrip ediyorlardı.6 Artık ey basiret sahibleri ibret alın.7
AÇIKLAMA
1. Açıklama için bkz. Hadid an: 1-2. Benu Nadir’in yurtlarından sürülmeleri hakkında bir yorum yapılmadan önce, böyle bir girişle Müslümanların Yahudileri kendi güç ve yetenekleriyle yenmedikleri, bilakis bu zaferin Allah’ın kudretinin bir sonucu olduğu vurgulanmaktadır.
2. “Haşr” dağılmış insanların bir araya toplanması veya dağılmış insanların bir araya toplanarak, ortaya çıkarılması demektir. Ve “lievvel’il-Haşr” ifadesi de, a) Haşr öncesi ya da b) Haşr zamanı anlamına gelir. Bu ifadenin birinci anlamı hakkında müfessirler ihtilaf etmişlerdir. Bu gruba göre, bu ifade Benu Nadir’in Medine’den çıkarılmasına işaret etmektedir. Bu müfessirlerin Benu Nadir olayını birinci Haşr olarak nitelemeleri, Hz. Ömer’in (r.a) Yahudi ve Hıristiyanları Arap yarımadasından çıkarmasına ikinci Haşr denilmesi nedeniyledir. Son Haşr ise kıyamet günü vuku bulacaktır. Bir başka gruba göre, bu ifade, Benu Nadir’e karşı savaşmaları için Müslümanların bir araya gelerek toplanmalarına işaret etmektedir. Yani Müslümanlar bir araya toplandıktan sonra, savaşa gerek olmaksızın Benu Nadir Allah’ın kudretiyle Medine’den çıkarılmıştır. Diğer ifadeyle bu,. “İlk Taarruz” anlamına gelmektedir. Şah Veliyullah Dihlevî, kendi Farsça tercümesinde bu ifadeyi “İlk çatışma” olarak Urduca’ya tercüme etmiştir. Bize göre Şah Abdulkadir’in tercümesi daha isabetlidir.
3. Benu Nadir’in Medine’den sürülmesi olayı, sonradan zihinlerde boşluklar olmaması için başlangıçta iyice anlaşılmalıdır. Hz. Peygamber (s.a) Benu Nadir ile yazılı bir antlaşma yapmıştır. Yahudiler, bu antlaşmanın geçersiz olduğunu açıkça söylememelerine rağmen, antlaşmayı bozacak birçok davranış ve girişimlerde bulunmuşlardır. Fakat en sonunda antlaşmaya açıkça aykırı olan bir davranışta bulunduklarından Hz. Peygamber (s.a) onlara savaş ilan etmiştir. Bunun nedeni, kendileriyle Medine Devleti’nin başkanı sıfatıyla anlaşma yapan Hz. Peygamber’i (s.a) öldürmeye teşebbüs etmeleridir. Bu planı önceden haber alan Hz. Peygamber, bu gerçeği Yahudilere açıkladığında, onlar bunu inkar edememişler ve bunun üzerine de Hz. Peygamber (s.a) 10 gün içerisinde, Medine’yi terketmedikleri takdirde kendilerine savaş açılacağını bildirmiştir. Bu ültimatom, Enfal: 58’de vaz edilen Allah’ın şu hükmüne uygundur:
“Bir topluluğun hainlik yapmasından korkarsan, sen de aynı şekilde antlaşmayı feshet! Çünkü Allah hainleri sevmez.”
Bu bakımdan, Benu Nadir’i Medine’den çıkaran aslında Allah Teâlâ idi; zira bu davranış O’nun yasaları doğrultusunda ifa edilmişti. Üstelik ilerideki ayetlerde Allah Teâlâ, onların Medine’den çıkarılmaları hadisesini kendi fiili olarak nitelemiştir.
4. Bu ifadenin hakkıyla anlaşılabilmesi için, Benu Nadir’in asırlarca emniyet ve güven içinde yaşamış olduklarının bilinmesi gerekir. Onlar, Medine’nin dışına tüm kabile olarak yerleşmişlerdi ve aralarında başka kimse yoktu. Yerleşim merkezleri bir kale gibiydi. Ayrıca evleri bile dış görünüş itibariyle birer kale gibi sapasağlam yapılmıştı.
Çünkü bölgede hüküm süren anarşi nedeniyle böylesine sağlam evlere gerek duyulmuştu. Onların nüfusu Müslümanlarınkinden az olmadığı gibi, ayrıca Medine’deki münafıklar da onları destekliyorlardı. Bu şartlar muvacehesinde Müslümanlar, onların savaş olmaksızın sırf kuşatma nedeniyle yurtlarını terkedeceklerini ummuyorlardı. Buna karşın Benu Nadir de hiç bir gücün 6 gün içinde kendilerini yurtlarından çıkarabileceğini hayal bile etmiyordu. Daha önce sürgün edilen Benu Kaynuka’nın cesaret iddiaları her ne kadar bir işe yaramamış ise de, onlar Medine’de yaşıyorlardı ve kale gibi savunması yoktu (!) Bu yüzden Benu Nadir, Müslümanlara karşı koyacak, direnecek güçlerinin olmadığından dolayı Benu Kaynuka’nın yenildiğini sanıyorlardı. Oysa kendileri emin ve çok sağlam kalelerden müteşekkil bir yerleşim bölgesinde oturduklarından hiç kimsenin onları oradan çıkaramayacağını zannediyorlardı ve bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) kendilerine 10 günlük bir süre tanıdığını bildirince, “Ne yaparsan yap” diye cevap verdiler.
Bu noktada, niçin “Onlar kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı” diye bir ifade kullanıldığı düşünülebilir. Çünkü Benu Nadir gerçekte Abdullah oğlu Muhammed’e değil de Allah’a karşı savaşacağını biliyor muydu? Eğer biliyorlarsa bu kalelerin kendilerini Allah’tan kurtaracağını mı sanmışlardı? Bu tür soruların, Yahudilerin içtimaî ruhunu bilmeyen herkesin hayal gücünü zorlaması doğaldır. Çünkü her hangi bir insanın, Allah’a karşı mücadele edeceği ve silahlarının ve kalelerinin kendisini Allah’tan kurtaracağını zannedeceği düşünülemez. Fakat Benu Nadir Yahudileri, bu sağlam kalelerine güvenerek kendilerini Hz. Peygamber’in (s.a.) elinden kurtarabileceklerini zannetmişlerdi. Oysa gerçekte karşılarında Allah vardı ve bu kaleler onları kurtaramadı. Yahudilerin bile bile Allah’a karşı koymayı düşünecek kadar acaip bir toplum olduğu bir gerçektir. Nitekim onlar, Allah’ın Peygamberlerini öldürdük” demişlerdir. Bu toplumun tarihi şöyledir: Güya onların en büyük atası Allah ile güreşmiş ve tüm gece güreşmelerine rağmen Allah onu yenememiş. Daha sonra sabah olduğunda, Allah ona, “Beni bırak” deyince o da, “Bana bereket nasip etmen şartıyla seni bırakırım, yoksa bırakmam” demiş. Allah, senin adın nedir? diye sormuş, o “Yakup” deyince Allah da “Senin bundan sonra adın Yakup değil, İsrail’dir. Çünkü sen Allah ve insanlarla güreştin ve galip geldin” demiştir. (Bkz. Kitab’ı-Mukaddes, Tekvin, 32:25-29). Hıristiyanlar, Kitab-ı Mukaddes çevirilerinde, İsrail kelimesini dipnotlarda, “Allah ile güreşen” anlamıyla vermişlerdir. Yine Kitab-ı Mukaddes Ansiklopedisi’nde Hıristiyan bilginler “israil” kelimesinin manasını aynı şekilde “Allah ile güreşen” anlamında vermişlerdir.
Tüm bunlardan anlaşıldığına göre, İsrailoğulları’nın torunları da akideleri gereğince Allah ile güreşmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla Benu Nadir’in, bile bile Allah’a karşı direneceklerini sanmalarında hayret verici bir yan bulunmamaktadır. Yahudiler Allah’ın peygamberlerini öldürdüklerini söylemekten çekinmemişler ve Hz. İsa’yı çarmıha gönderdikten sonra, “Biz Allah’ın elçisi Meryem’in oğlunu öldürdük” demişlerdir. Bu bakımdan, Hz. Muhammed’in (s.a) Allah’ın gerçek peygamberi olduğunu bile bile O’nunla savaşmaları tarihi geleneklerine uygun düşmektedir. Gerçi halkın bilmediği kabul edilse de, Yahudi bilginlerinin Hz. Muhammed’in (s.a) Allah Rasulü olduğunu bildikleri bir gerçektir. Nitekim bunun birçok örneğini Kur’an vermektedir. Bkz. Bakara an: 79-95, Nisa an: 190-191, Saffat an: 70-73.
5. “Featahumullahu (…)” (Allah…. geldi) ifadesinin anlamı, -haşa- Allah bir yerde bulunuyordu da oradan geldi, demek değildir. Bu, mecazi bir kullanımdır. Kastedilen şudur: Onlar Allah’a karşı koymakla, bir ordunun kendilerine hücum edeceğini sanmışlardı ve bu yüzden de gelecek olan orduya karşı koymak için kendi kalelerine güveniyorlardı. Fakat Allah onlara hiç beklemedikleri bir yönden geldi. Öyle ki onların kalplerine korku saldı ve dolayısıyla onların silah ve kaleleri hiçbir işlerine yaramadı. Sadece korkularından teslim oldular.
6. Bu tahribat şu iki şekilde oldu. Önce Müslümanlar, onları abluka altına alarak kalelerini yıkmaya başlayınca, onlar da Müslümanlara mani olabilmek için kendi evlerindeki taş ve tuğlaları kırmaya başladılar. Daha sonra yurtlarını terkedeceklerini anlayınca, zevkle yaptıkları evlerinin Müslümanların ellerine geçmemesi için kendi elleriyle kendi evlerini yıktılar. Sonunda da Hz. Peygamber (s.a) ile, silahları dışındakileri yanlarına alarak bu yurdu terketmeleri şartıyla anlaşınca, evlerin kapılarını, pencerelerini, çatılarını hatta çivilerini bile söküp, develere yüklediler ve çekip gittiler.
7. Bu ibret verici hadisenin dikkat edilmesi gereken birçok yönü vardır ve onlara burada kısa bir cümleyle değinilmiştir: Yahudiler, önceki peygamberlerin ümmetindendiler. Allah’a, önceki peygamberlere, indirilenlere ve Ahiret’e inanıyorlardı. Bu bakımdan aslında onlar da Müslümandılar ama ahlâk ve dinlerini bir kenara iterek, nefisleri ve dünyevi menfaatleri dolayısıyla hakka düşman olup, ahidlerine ihanet ettikten sonra, Allah’ın mükafatından mahrum olmuşlardı. Yoksa Allah’ın onlara özel bir düşmanlığı yoktur. Binaenaleyh Müslümanlar da, kendilerini Allah’ın seçkin kulları zanneden Yahudiler gibi, Allah’ın son Nebisi’nin ümmeti olduklarına güvenerek Din’in ve ahlâkın gereklerini yerine getirmekten kaçındıkları halde, Allah’ın kendilerine yardım edeceği şeklinde bir zaaf içerisinde olmamalıdırlar.
Ayrıca bu, güç ve yeteneklerine güvenerek Allah’a karşı gelen herkes için de ibrettir. Çünkü ne kadar güçlü olursa olsun, hiçkimse Alah’ın elinden kurtulamaz. Ayrıca Medine’deki Yahudiler, Hz. Muhammed’in (s.a) bir kabile mücadelesi vermediğini, O’nun bir dava adamı olup, tüm insanlara seslendiğini biliyorlardı. Onun davetini kabul eden herkesin aynı ümmetin bir bireyi olduğunu, bizzat kendi gözleriyle görmekteydiler. Habeşli Bilal, Rumlu Süheyl, İranlı Selman bu Müslüman ümmetin içinde sınıf ve itibar bakımından diğerleriyle, hatta Hz. Peygamber’in (s.a.) ailesiyle aynı seviyedeydiler. Dolayısıyla Yahudiler İslâm’ı kabul ettikleri takdirde, Kureyş, Evs ve Hazreç kabilelerinin kendi üzerlerinde egemen olmaları gibi bir tehlikenin bulunmadığını gayet iyi biliyorlardı. Bunun yanısıra onlar, Hz. Peygamber’in (s.a.) davetinin, önceki peygamberlerin davetiyle aynı olduğunu da biliyorlardı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) yeni bir din getirdiği iddiasında değildi. Yine O, Yahudilere dinlerini bırakıp, kendi getirdiği dini kabul etmeleri gibi bir teklifte de bulunmamıştı. Aksine Hz. Peygamber, getirdiği dinin insanlığın yaratılışından bu yana Allah’ın tüm peygamberleriyle gönderdiği dinin aynısı olduğunu söylüyordu. Üstelik onlar, Hz. Peygamber’in (s.a.) getirdiği dinin diğerleriyle aynı olduğu şeklindeki iddiasını, Tevrat’tan dahi tetkik edebilirlerdi. Bu din ile önceki peygamberlerin getirdiği din arasında esas itibariyle bir fark yoktur. Bu yüzden Kur’an’da şöyle buyurulmuştur:
“Sizin yanınızda bulunanı doğrulayıcı olarak indirmiş bulunduğum Kur’an’a iman edin ve onu inkar edenlerin ilki olmayın” (bakara: 41)
Ayrıca Hz. Peygamber’in (s.a) hayatı güzel bir örnek olarak gözlerinin önündeydi ve onun davetini kabul edenlerin hayatlarında vuku bulan devrimi de müşahede ediyorlardı. Medine’deki Müslümanlar (Evs-Hazreç) onların uzun bir süredir komşularıydı. Dolayısıyla İslâm’dan önceki hayatlarını bildikleri gibi İslâm’ı kabul ettikten sonra da hayatlarında nasıl bir değişim olduğunu görmüşlerdi. Kısaca daveti, davetçiyi ve davet edilenleri bizzat görmelerine rağmen milli gururları ve dünyevi çıkarları nedeniyle Hak olduğunu bildikleri halde bu davete tüm güçleriyle karşı koydular ve yine Hakka karşı çıktıklarını bilmelerine rağmen de, kalelerinin kendilerini koruyacağını sandılar. Oysa insanlığın tüm tarihi, Allah’a karşı koyanları hiçbir silahın koruyamadığına şahittir.
3 Eğer Allah, onlara sürgünü yazmamış olsaydı, muhakkak onları (yine) dünyada azablandırırdı.8 Ahirette ise onlar için ateş azabı vardır.
4 Bu, onların Allah’a ve O’nun Resulüne karşı ‘başkaldırıp ayrılık çıkarmaları’ dolayısıyladır. Kim Allah’a karşı başkaldırıp-ayrılık çıkarırsa, muhakkak Allah cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır.
5 Hurma ağaçlarından her neyi kesmişseniz veya kökleri üzerinde dimdik neyi bırakmışsanız, (bu) Allah’ın izniyledir9 ve fasık olanları alçaltması içindir.10
6 Onlardan Allah’ın peygamberine verdiği “fey’e”11 gelince, ki siz buna karşı (bunu elde etmek için) ne at, ne deve sürdünüz. Ancak Allah, kendi elçilerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah, her şeye güç yetirendir.12
AÇIKLAMA
8. “Elbette onlara dünyada azabederdi.” Yani onların izlerini bile yok ederdi. Çünkü onlar barış yapmak suretiyle canlarını kurtarmamış olsalardı, erkekleri öldürülecek, kadın ve çocukları köle ve cariye olarak alınacak, sonuçta onları fidye vererek kurtaran bile kalmayacaktı.
9. Bu, kuşatma başlangıcında Benu Nadir’in yerleşim bölgesi etrafındaki askeri bir harekâtı engelliyen bazı hurma ağaçlarının kesilmesine ve yakılmasına işaret etmektedir. Askerî harekâta mani olmayan ağaçlara ise ilişilmemiştir. Medine’deki münafıkları, Benu Kurayza ve Benu Nadir’in “Muhammed arzı ifsat etmeyi yasaklıyor ama, kendisi bu ağaçları kesmekle asıl, arzda fesad çıkarıyor” demeleri üzerine, bu ayet nazil olmuştur: “Hurma ağaçlarından herhangi bir şeyi kesmeniz yahut kökleri üzerinde bırakmanız, hep Allah’ın izniyledir.” Bu Ayet-i Kerimeden, savaş sırasında bazı zarurî tahribatın arzı ifsat etmek olmayacağı şeklinde şer’î bir hüküm elde edilmektedir. Arzı ifsat etmek ise bir ordunun düşmanın ülkesine girdiğinde tarlaları, bağları ve evleri yakıp yıkmasıdır. Bu konuda Hz. Ebu Bekir’in (r.a) Şam’a gönderdiği orduya verdiği emirler, umumi kaide mahiyetindedirler. “Meyveli ağaçları kesmeyin, tarlaları harap etmeyin ve yerleşim bölgelerini virana çevirmeyin”. Bu, Kur’an’ın talimatına tamamıyla uygundur. Kur’an bu konudaki aşırı kimseleri şöyle tarif eder: “Onlar iktidarı ellerine geçirdiklerinde yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye başlarlar.”
Savaş nedeniyle çıkan bir diğer özel hükme göre, şayet savaşın kazanılması için tahribatın yapılması zorunluysa yapmak caizdir. İbn Mesud, yukarıdaki ayeti şöyle izah etmiştir: “Müslümanlar, Benu Nadir’in sadece savaş bölgesinde bulunan ağaçlarını kesmişlerdir.” (Tefsir-i Nisaburî). Bazı fakihler bu şartları göz önüne almadan, “Benu Nadir’in ağaçlarını kesmek sadece o dönem için geçerlidir. Umumiyet ifade etmez” demişlerdir. Nitekim, İmam Evzai, İmam Leys ve Ebu Sevr bu görüştedirler. Ancak Fukaha’nın çoğunluğu (Cumhur), savaş nedeniyle bu şekilde davranmanın caiz olduğu, ama gereksiz yere tahrip etmenin ise caiz olmadığı görüşündedirler.
Bu noktada, Kur’an’ın bu ayetinin belki Müslümanları tatmin edebileceği, ama Kur’an’a AIlah’ın kelamı olarak iman etmeyenlerin, bu iki davranışın her ikisinin de caiz olduğunu bildiren bir cevaptan tatmin olmayacakları düşünülebilir. Bu mesele şu şekilde izah edilebilir: Kur’an’ın bu ayeti zaten kafirleri değil Müslümanları tatmin etmek için nazil olmuştur. Çünkü Yahudilerin ve münafıkların itirazları nedeniyle Müslümanlar, böyle davranmakla gerçekten arzı ifsat mı etmiş oldukları konusunda kuşkuya kapılmışlardır. Bu yüzden Allah, savaş nedeniyle bazı ağaçları kesmenin veya mani teşkil etmeyen ağaçları ise kesmemenin, yani her iki davranışın da ilahi yasaya uygun olduğunu bildirerek, müminlerin kalplerinin mutmain olmasını sağlamıştır.
Bu ağaçları kesmeyi Hz. Peygamber’in (s.a.) mi emrettiği, yoksa sahabenin mi ağaçları kestikten sonra Hz. Peygamber’e (s.a.) sorduğu konusunda muhaddislerin naklettiği rivayetler çelişkilidir. İbn Ömer’den rivayet olunduğuna göre, bu (ağaç kesme işi) Hz. Peygamber’in (s.a.) emriyle vuku bulmuştur. (Buhari, Müslim Müsned-i Ahmed, İbn Cerir) Ayrıca Yezid bin Ruman’da aynı rivayeti nakleder (İbn Cerir). Bu görüşün aksine Mücahid ve Katade’den nakledilen rivayete göre Müslümanlar bu işi kendi başlarına yapmışlar ve daha sonra bu işin yapılıp yapılmaması gerektiği hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazıları kesilmesi, bazıları da kesilmemesi gerektiği görüşündeydiler. Sonuçta Allah Teâlâ bu ayeti nazil ederek her ikisinin de doğru olduğunu teyid etmiştir. (İbn Cerir). Bunu, İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayet de desteklemektedir. Müslümanların kalplerinde “Bazı ağaçları kestik, bazılarını ise bıraktık. Hz. Peygamber’e (s.a.) hangisinin mükafatı, hangisinin cezayı gerektirdiğini sormalıyız” şeklinde bazı kuşkular doğmuştu. (Neseî) Fukaha’dan ilk rivayetle istidlal edenler, bu işin Hz. Peygamber’in (s.a.) ictihadıyla vuku bulduğunu ve sonradan Allah’ın onu Vahy-i Celî ile teyid ettiğini öne sürüyorlar. Bundan anlaşıldığına göre, bir hususta Allah’ın açık bir emri yoksa, Hz. Peygamber’in kendisi ictihad ediyordu. İkinci rivayetle istidlal eden fakihler ise, Müslümanlardan iki grubun ictihat edip, ayrı yollar izlediği ve sonradan Allah’ın her iki grubu da teyid ettiği görüşündedirler. Bundan da anlaşıldığına göre, iyi niyetle ictihad eden alimler, ayrı yollar izleseler ve farklı sonuçlara ulaşsalar dahi, her iki grupta Allah’ın kanununa göre hak üzeredir.
10. Allah bu ifadeyle, kendi elleriyle uzun bir sürede yetiştirdikleri ve sahibi oldukları ağaçları keserek veya kesmeyerek onları zelil ettiğini kastetmektedir. O ağaçlar gözleri önünde kesilirken, onların buna engel olabilme gücü yoktu. Oysa sıradan bir çiftçi veya bağ-bahçe sahibi bile bir başkasının kendi tarlasına el uzatmasına tahammül edemeyip, o kimseyi engellemek için canını dahi feda eder. Engelleyemezse bile, bunu aşırı derecede zillet ve zaaf olarak niteler. Ancak burada söz konusu olan, asırlardır o toprakların sahibi olan güçlü bir kabiledir. Ve onlar, komşuları bağlarına hücum edip, ağaçlarını keserlerken, çaresizlik içinde bakıyorlar ve ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Bu olaydan sonra onlar Medine’den çıkmasaydılar dahi, hiçbir şeref ve haysiyetleri olmayacaktı. Gelelim, ağaçların kesilmemesi ile onların zillete düşmeleri arasında ne gibi bir ilişkinin bulunduğuna!… Onlar Medine’yi terkederken, Müslümanların ellerine geçen bağlarına ve ağaçlarına hasret ile bakıyorlardı.
Öyle bir halde idiler ki, eğer güç bulsalar Müslümanların eline geçmemesi için sağlam bir ağaç bile bırakmazlardı. Fakat çaresizlik içinde ve hasretle bağlarına bakarak, onları geride bıraktılar.
11. Burada, Benu Nadir’den alınıp, İslâm Devleti’nin eline geçen mal ve mülk hakkındaki hükümler vazedilmiştir. 7. ayetten 10. ayete kadar elegeçen mülkün nasıl idare edileceği anlatılmıştır; zira ilk kez bir bölge İslâm Devleti’nin eline geçmişti ve gelecekte de daha pek çok bölge İslâm Devleti’nin yönetimine dahil olacaktı. Bu bakımdan önce fethedilen arazi hakkındaki yasa açıklanmıştır. Burada “Allah’ın o ülke halkından Rasûlü’ne devrettiği (…)” şeklindeki ifadeye dikkat etmek gerekir. Bu ifadeden söz konusu toprak ve mülkün, Allah’a isyan edenlerin hakkı olmadığı anlamı çıkmaktadır. Şayet onların tasarrufu altındaysa, onlar sahibinin elinden malını alan hain memurlar gibidirler. Tüm bu mal ve mülkün gerçek sahibi, alemlerin Rabbi Allah’a itaat eden ve O’nun rızasına uygun kullanan kimseler, yani mümin ve salihlerdir. Dolayısıyla savaş sonrasında mal ve mülkün kafirlerin elinden çıkıp, Müslümanların eline geçmesinin anlamı, bu mal ve mülkün gerçek sahibi olan Allah’ın, hain memurların elinden bunları alıp, dürüst memurlarına devretmesi demektir. Bu bakımdan bu tür mal ve mülke, İslâm Hukuku Literatüründe, “Fey” (Devredilen mallar) denilmiştir.
12. Yani, bu mal ve mülk, askerlerin savaşarak ellerine geçirdikleri türden olmadığı için askerler arasında taksim edilemez. Bu, Allah’ın lütfuyla Peygamberlerine devrettiği mallardandır. Dolayısıyla İslâm nizamının temsilcisi olan Peygamberini kafirler üzerinde galip kılarak, ona bu malları devretmiştir. Diğer bir ifadeyle bu mal ve mülk, Müslüman askerlerin çabasıyla alınmamıştır. Allah bu mal ve mülkü, Hz. Peygamber’e (s.a.), ümmetine, ve O’nun ikame ettiği nizama bizzat verdiğinden dolayı, bunun keyfiyeti ganimetten farklıdır. Askerlerin aralarında paylaşabilecekleri türden de değildir.
Bu bakımdan İslâm kanunlarında Fey ve Ganimet’e ait hükümler değişiktir. Ganimet ile ilgili hüküm Enfal: 41’de açıklanmıştır. Yani ganimetin beşte biri, ayette beyan edildiği gibi sarfedilmek üzere Beyt-ul Mal’a verilir. Beşte dördü ise askerler arasında paylaştırılır. Fey ile ilgili hüküm, onun askerler arasında paylaştırılamayacağı şeklindedir. Fey daha ileride beyan edilecek olan yerlere sarfedilir. Bu iki hüküm arasındaki fark, “Onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz” ifadesinde açıkça ortaya çıkıyor. Ayetteki at ve deve sürmemekten kastolunan, fiili bir savaşın yapılmamış olmasıdır. Dolayısıyla fiili savaş sonunda ele geçen mal ganimet, fiili savaş yapılmaksızın ele geçen mallarsa fey hükmüne girer.
Fey ve ganimet arasındaki fark, söz konusu ayetlerde beyan edilmişse de, İslâm hukukçuları bu meselenin ayrıntılarına da girmişlerdir. Onlara göre ganimet, sadece savaş sırasında karşı ordudaki askerlerden ele geçen menkul mallardır. Bunun dışındaki mallar, yani ele geçen ülkenin toprağı, evleri, menkul ve gayrimenkul malları, ganimet kapsamı dışındadır. Bu görüş Hz. Ali’nin Sa’d bin Ebu Vakkas’a Irak’ın fethinden sonra yazmış olduğu bir mektuptan alınmıştır. Hz. Ali bu mektubunda şöyle demektedir: “Askerlerinizin topladığı herhangi bir malı onlar arasında dağıtın. Iraklıların işletmekte oldukları arazi ve kanalları ise, kendilerine bırakın. Bunlardan alınan gelir ise askerlerin alacağı maaşın kaynağı olsun” (Kitab’ul-Haraç Ebu Yusuf, sh: 24, Kitab’ul-Emval, Ebu Ubeyd, sh. 59, Kitab’ul-Haraç, Yahya bin Adem sh. 27-28, 48). Bu esastan yola çıkarak Hasan Basri, “Düşmandan ele geçen her hangi bir mal askerin, araziler ise tüm Müslümanların hakkıdır.” (Kitab’ul-Haraç, Yahya bin Adem, sh. 27). İmam Yusuf’a göre, düşmandan ele geçirilen herhangi bir mal (silah, hayvanlar, vs.) ganimettir. Beşte biri çıkarılarak, beşte dördü askerler arasında dağıtılır” (Kitab’ul-Haraç sh. 18) Aynı görüşe Yahya bin Adem de katılmaktadır. (Kitab’ul-Haraç, sh. 27) Fey ile ganimet arasındaki farkı vurgulayan olaylardan bir diğeri de şudur: Nihavend Savaşı sonrasında -ki o zaman İran, İslâm Devleti’nin bir parçası olmuştu- ganimet mallarının dağıtımı yapılır. Daha sonra Sahib bin Akra isimli bir şahıs iki torba dolusu mücevher bulur. Kalbinde, bunun askerler arasında dağıtılması gereken ganimet mi, yoksa Beyt’ul-Mal’a kalacak olan fey mi olduğu konusunda bir şüphe doğduğundan, Medine’ye gelerek, bu meseleyi Hz. Ömer’e arzeder. Hz. Ömer de bu mücevherlerin satılarak, parasının Beyt’ul-Mal’a devredilmesine karar verir. Bu hadiseden açıkça anlaşıldığına göre ganimet, sadece savaş sırasında askerlerin eline geçen mallardır. Savaş bitiminde ele geçen mallar, tıpkı gayri menkuller gibi fey hükmündedir. İmam Ebu Ubeyde’ye göre, savaş esnasında düşmandan zorla alınan herhangi bir mal ganimettir. Savaş bitiminde Dar’ul-İslâm’a dahil olan o ülkede ele geçen her malda feydir ve o Dar’ul-İslâm’ın tüm üyelerinin vakfı olduğundan ona humus yoktur. (Kitab’ul-Emval sh. 254).
Ganimet bu şekilde sınırlandırıldıktan sonra Müslümanlara intikal etmiş olan gerideki tüm mal, mülk ve arazi iki kısma ayrılabilir:
a) Savaşmak suretiyle fetholunan ülkelerden ele geçenler.
b) Barış yoluyla (Bu barış Müslümanların askeri, ruhi vs. güçleri dolayısıyla olabilir) teslim olan ülkelerden ele geçenler.
İslâm hukukçuları arasındaki ihtilaf, birinci kısım mallar hakkındadır. İkinci kısma gelince, bu tür malların fey olduğu hususunda görüş birliği vardır, zira bunun hükmü açıkça beyan edilmiştir. İlerideki sayfalarda birinci kısım ile ilgili şer’î hükümleri ayrıntılı bir şekilde ele alacağız.
7 Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından peygamberine verdiği fey, Allah’a, peygambere, (peygamberle) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir.13 Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet olmasın.14 Peygamber size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan sakınıp-korkun. Şüphesiz Allah, cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır.15
8 (Bundan başka bu mallar,) Hicret eden fakirleredir 16ki, onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) arayıp, Allah’a ve O’nun Resulüne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp-çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık olanlar bunlardır.
AÇIKLAMA
13. Önceki ayetlerde, bu malların ganimet olarak askerler arasında paylaştırılmasının nedenleri ve bu hükmün niçin ganimetten farklı olduğu beyan edilmişti. Şimdi ise bu malların kimlerin hakkı olduğu açıklanmaktadır.
Burada ilk olarak, birinci hissenin Allah ve Rasulü’ne ait olduğu vurgulanmıştır. Hz. Peygamber’in (s.a) bu konuda nasıl davrandığını Malik bin Evs bin el-Hadsan, Hz. Ömer’den şöyle rivayet etmiştir.
“Hz. Peygamber (s.a) Fey’den kendisi ve ailesi için, nafaka alıyor, geri kalanını da silah ve binek hayvanları için harcıyordu.” (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, Neseî, Tirmizi) Hz. Peygamber’in (s.a.) vefatından sonra, İslâm davası yolunda sarfolunması için tüm Fey, Beyt’ul-Mal’a intikal etmiştir. İmam Şafii’den nakledilen bir görüşe göre, Hz. Peygamber’in (s.a.) hissesi, kendisinden sonra gelen İslâm halifeleri içindir. Zira Hz. Peygamber’e (s.a.) o hisse İmam olması nedeniyle ayrılmıştır, Peygamber olduğu için değil. Ancak Şafii mezhebi fakihlerinin görüşü de, Cumhur’un görüşü gibi bu hissenin Müslümanların dini ve toplumsal yararları doğrultusunda kullanılması ve her hangi bir kimseye mahsus kılınmaması şeklindedir.
İkinci hisse akrabalar içindir. Yani Hz. Peygamber’in (s.a.) akrabalarına (Benu Haşim ve Benu Muttalib) aittir. Bu hisse, Hz. Peygamber’e (s.a.), O, hem ailesini, hem akrabasını geçindirmekle mükellef olduğu ve muhtaçlara yardım etmesi gerektiği için ayrılmıştır. Ancak Hz. Peygamber’den (s.a.) sonra bu müstakil bir hisse olarak kalmadı. Fakirler, yetimler, yolcular ve bunların yanısıra Benu Haşim ve Benu Muttalib’in muhtaçlarının sorumluluğundan Beyt’ul-Mal ve İslâm Devleti mesul olmuştur. Fakat Benu Haşim ve Benu Mattalib’ten muhtaç olanların hakkı, diğer muhtaç Müslümanlarınkinden önemlidir, zira onların zekattan payları yoktur. İbn Abbas’tan rivayet olunduğuna göre, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde bu iki hisse yürürlükten kaldırılmıştır. Sadece diğer üç hisse sahipleri, yani fakirler, yetimler ve yolda kalmışlar Fey’den pay almaya hak sahibi görülmüşlerdir. Hz. Ali de kendi döneminde selefleri gibi hak iddia etmiştir. İbn İshak’ın İmam Muhammed el-Bakır’dan naklettiği bir rivayete göre, Hz. Ali’nin görüşü, ehli beyte verildiği gibi, Fey’den Hz. Peygamber’in (s.a.) akrabalarına da verilmesi şeklindeyse de, O, Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer’in görüşüne muhalefet etmek istememiştir. Hasan bin Muhammed bin Hanefiye, Hz. Peygamber’den (s.a.) sonra iki hisse hakkında ihtilaf olduğunu, bazılarının birinci hissenin Halife’ye, ikincisinin Hz. Peygamber’in (s.a.) akrabalarına verilmesi gerektiğini; bazılarının da ikinci hissenin halifenin akrabalarına verilmesi gerektiğini savunduklarını, ama sonunda her iki hissenin de Allah yolunda cihad için sarfedilmesine karar verildiğini ve bu hususta icma vaki olduğunu söylemektedir. Ata bin Sahib’in rivayet ettiğine göre, Halife Ömer bin Abdülaziz, kendi halifeliği zamanında Hz. Peygamber’in (s.a) ve akrabalarının hissesini, Benu Haşim’e veriyordu. İmam Ebu Hanife ve Hanefi fakihlerinin çoğuna göre, Hulefa-i Raşidin’in tatbikatı daha doğrudur. (Kitab’ul-Haraç, Ebu Yusuf, sh: 19-21) İmam Şafii’ye göre, gerçekten Haşimî veya Muttalibî olduğu bilinen bir kimseye zengin olsun olmasın bu hisseden pay verilir. (Muğni’ul-Muhtaç) Hanefilere göre, bunların arasında sadece muhtaçlara verilmelidir. Ama onların hakkı başkalarından daha önce gelir. (Ruh’ul-Meani)
İmam Malik’e göre bu, İslâm Devleti’nin çözeceği bir meseledir ve o nasıl davranacağı konusunda zorlanamaz. Devlet kendi münasip gördüğü yerde sarfeder. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.) akrabalarına öncelik tanınır. (Haşiyet’ud-Dusuki)
Geriye kalan üç hisse hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilaf yoktur. Ancak İmam Şafii, diğer üç imama muhalefet ederek Fey’in 5 eşit bölüme ayrılması gerektiğini söyler. Onun sıralamasına göre, Müslümanların umumi menfaati için beşte bir, Benu Haşim ve Benu Muttalib’e beşte bir, beşte bir yetimlere, beşte bir fakirlere ve beşte bir de yolda kalmışlara verilmelidir. Diğer üç imam bu taksimatın aksine, Fey’in tümünün Müslümanların umumi menfaati için kullanılması görüşündedirler. (Muğni’ul-Muhtaç)
14. İslâm toplumunun veya devletinin ekonomik politikasının temelini teşkil eden kurallardan biri de, Kur’an’ın vazettiği bu önemli esastır. Yani zenginlik tüm topluma yayılmalıdır. Servet sadece zenginler arasında dolaşmamalı veya zenginler günbe gün daha da zenginleşirken, fakirler daha da fakirleşmemelidirler. Kur’an sadece mücerret (soyut) bir prensip ortaya koymakla kalmamış, bunun yanısıra faizi haram kılıp, zekatı emretmiştir. Ayrıca ganimetlerden beşte birinin verilmesini emrederken sadakaya ek olarak tekrar tekrar, çeşitli kefaretler vasıtasıyla zenginliğin akışının fakirler tarafına olması için infak edilmesini telkin etmiştir. Yine her vefat edenin bıraktığı servetin en geniş kitleye yayılmasını sağlayacak bir veraset hukuku ihdas etmiştir. Ahlâkî bakımdan cimrilik kötülenirken, cömertlik fazilet olarak nitelenmiştir. Zenginlere mallarında fakirlerin payı olduğu ve bu payın hayrat olarak değil, onların hakkı olarak verilmesi gerektiği bildirilmiştir. Fey hakkında emredilen kanuna göre, onun bir kısmı toplumdaki fakir ve muhtaçlara yardım olarak kullanılmalıdır. Burada İslâm Devleti’nin en önemli gelir kaynağının biri zekat, diğerinin Fey olmak üzere iki tane olduğuna dikkat edilmelidir. Zekat, tüm Müslümanlardan belli bir miktar üzerindeki sermaye, hayvanlar, ticari mal ve zirai gelirden alınır. Buradan elde edilen gelir fakirlere harcanır. Fey ile birlikte cizye, haraç ve diğer tüm gelirler Müslüman olmayanlardan alınır ve elde edilen gelirlerin büyük bir bölümü yine fakirlere dağıtlıır. Bu gerçek, İslâm Devleti’nin gelir ve giderlerinin (bütçenin) ve genel olarak tüm mali ve iktisadi ilişkilerin, gelir kaynakları üzerinde zenginlerin tekel kuramayacakları ve servetin akışının fakirlerden zenginlere değil, zenginlerden fakirlere akacağı bir biçimde düzenlenmesi gerektiğine açık bir delildir.
15. Bu ifade, “Benu Nadir’in malları ile ilgili olarak varılan kararı ve yapılan taksimi hiç sorgu sual etmeksizin kabul edin. Şayet Rasul sizlere birşeyler vermişse alın, yasakladığından da kaçının” anlamına gelir. Buradaki hüküm umumidir ve sadece Fey’in taksimatı ile sınırlı değildir. Asıl maksat, tüm ilişkilerde Hz. Peygamber’in (s.a) emirlerine teslim olunmasıdır. Nitekim burada, “Rasul size ne verdiyse onu alın” denirken, cümlenin devamında “size neyi vermediyse” değil “neyi yasakladıysa ondan kaçının” şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Bu hüküm sadece Fey’e ait malların paylaşımını ihtiva etseydi, o zaman “neyi vermediyse” denilirdi. Fakat aksine “neyi yasakladıysa” denilmesinden anlaşıldığına göre, kastolunan Hz. Peygamber’in (s.a.) emir ve yasaklarına uyulmasıdır. Nitekim, aynı hususta Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber, “Size emrettiğim bir şeyi mümkün olduğunca uygulamaya çalışın, yasakladığım bir şeyden de kaçının.” demiştir. (Buhari, Müslim) İbn Mesud ile ilgili olarak nakledilen bir rivayette o hutbede bir defasında, “Allah şöyle şöyle elbise giyen kadınları lanetlemiştir” der. Onun bu hutbesini dinleyen bir kadın, kendisine gelerek “Bu söylediğini nereden aldın, ben bu dediklerini Kur’an’da görmedim” deyince, İbn Mesud, “Şayet sen Kur’an’ı dikkatlice okumuş olsaydın muhakkak onu bulurdun, sen bu ayeti (Haşr: 7) hiç okumadın mı?” diye cevap verir. Kadın, “Evet okudum” deyince de İbn Mesud “Rasulullah böyle davranmayı men etmiş ve böyle davranan kadınlara Allah’ın lanet ettiği haberini bize vermiştir” der, kadın da, “Evet şimdi anladım” şeklinde karşılık verir. (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn Ebi Hatim)
16. Burada, Mekke’nin ve Arabistan’ın diğer bölgelerinden, sırf İslâm’ı kabul ettikleri için sürgün edilen veya hicrete zorlanan kimseler kastolunmaktadır. Benu Nadir’in toprakları ele geçmeden önce, bu Muhacirlerin kendilerini geçindirecek müstakil bir geçim kaynakları yoktu, şimdi verilen hükme göre ele geçen bu mallarda ve ilerde yine bu şekilde ele geçecek olanlarda fakirlerin, yetimlerin ve yolda kalmışların yanısıra bu Muhacirlerin de hakkı vardır ve onlara da yardım edilmelidir. Çünkü onlar, Allah ve Rasulü için hicret etmek zorunda kalarak Dar’ül-İslâm’a gelmişlerdir. Bu hüküm gereğince Benu Nadir’in topraklarından bir hisse de Muhacirlere verilerek Ensar’ın, muhacir kardeşlerine yardım için verdiği bahçeler kendilerine iade edilmiştir. Fey’deki bu hissenin sadece o dönem Muhacirleri için geçerli olduğunu düşünmek doğru değildir. Gerçekte bu hüküm, kıyamete değin ülkesini terk ederek Darü’l-İslâm’a hicret etmeye mecbur olan her Müslüman muhacir içindir. Çünkü, İslâm devletinin görevlerinden birisi de, onlara kendi kendilerine geçimlerini temin edebilecekleri ortamı sağlamak olduğundan, Zekât’ın dışında onlara Fey’den de yardım edilebilir.
9 Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler17 ise, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.18
10 Bir de onlardan sonra geleNler,20 derler ki: “Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.”21
AÇIKLAMA
17. Burada kastolunan Ensardır. Yani, Fey’de yalnız Muhacirlerin değil, önceden İslâm yurdunda oturanların da hakkı vardır.
18. Burada Ensar tarif edilmektedir. Muhacirler, Mekke’den ve diğer bölgelerden hicret ederek Medine’ye geldiklerinde Ensar Hz. Peygamber’e (s.a.) ‘Ya Rasulallah, tüm bağ, bahçe ve tarlalarımız emrine hazırdır, bunları biz ve Muhacir kardeşlerimiz arasında paylaştır” dediklerinde, Hz. Peygamber, “Bunlar çiftlikten anlamazlar, çünkü geldikleri yerlerde bu tür işler yapmamışlardır.
Bağ ve bahçelerinizi sizlerin işleyip, onlara da hisse vermeniz mümkün olmaz mı?” der. Ensar da “İşittik ve itaat ettik” diye cevap verirler. (Buhari, İbn Cerir) Bunun üzerine Muhacirler, “Bu kardeşlerimiz kadar fedakâr kimseler görmedik, öyle ki onlar kendi tarlalarını işleyip, bize hisse verecekler ve bundan dolayı tüm sevabı onlar alacaklar” der ve Hz. Peygamber, “Onları övdüğünüz ve onlar için hayır duası ettiğiniz sürece sizler de Allah’tan mükafat alırsınız” diye cevap verir. (Müsned-i Ahmed) Benu Nadir’in toprakları fetholunduktan sonra Hz. Peygamber (s.a) şöyle der: “Şimdi, yeni bir imkân meydana gelmiştir. Şayet isterseniz sizin topraklarınızla Yahudilerin bıraktıkları toprakları birleştirerek, sizlerle Muhacirler arasında yeniden paylaştırabiliriz. Şöyle de olabilir; sizin topraklarınızı iade eder, Yahudilerin bıraktıkları toprakları da Muhacirler arasında paylaştırırız.” Bunun üzerine Ensar, “Biz kendi arazilerimizi geri alalım ve Benu Nadir’in bıraktıkları toprakların hepsini de Muhacirlere verelim” deyince Hz. Ebubekir, “Ey Ensar, Allah sizlerden razı olsun ve sizlere hayırlı mükafatlar versin” diye mukabelede bulunur. (Yahya b. Adem, Belazuri) Böylece Benu Nadir’in toprakları Ensar’ın rızası ile Muhacirler arasında paylaştırılmıştır. Ensar’dan sadece Hz. Ebu Dücane ve Hz. Sehl bin Hanif’e (bazı rivayetlere göre ise de Hz. Haris bin Simme’ye) hisse verilmiştir. Çünkü bu sahabiler çok fakirdiler… (Belazuri, İbn Hişam, Alusi) Aynı fedakârlığı Ensar, Bahreyn feth olunduğunda da yapmışlardır. Hz. Peygamber (s.a) ele geçen bu bölgeyi Ensar’a vermeyi istiyordu, ama Ensar, “Ya Rasulallah Muhacir kardeşlerimizin de bizim kadar malı olana değin biz hiç bir şey almayız” demişlerdi. (Yahya b. Adem) Allah, Kur’an’da Ensar’ın işte bu fedakarlığını övmüştür.
19. Buradaki kelime, “Korunursa” değil, “Korunmuşsa” şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü Allah’ın yardımı olmaksızın, insan kendi kuvvetiyle kalbinin darlığından kurtulamaz. Ancak Allah’ın nimetini nasip ettiği kimseler bu meziyeti elde ederler. “Şuhha”, Arapça’da hasislik, cimrilik için kullanılır. Ancak bu kelime, “Nefs”e izafe edilirse, anlamı çok daha kapsamlı olur. Yani böyle bir kimse, dar görüşlü, korkak, hased eden, pinti, hodbindir. Cimriden daha geniş anlamları kapsar. Hatta cimriliğin sebebidir denilebilir. Bu özelliğe sahip olan insanlar, başkalarının hakkını kabul etmedikleri gibi, onların haklarını vermekten kaçınır
Öyle ki, o güzel hasletlere sahip bir insanın o güzelliğini itiraf etmek dahi istemez. Dünyadaki her şeyin kendisinin olmasını ve başka hiç kimsenin eline geçmemesini arzular. Başka bir kimseye bir şey vermek bir yana, başkasının diğer bir kimseye birşey vermesini bile istemez. O, hırsı dolayısıyla kendi hakkına razı olmadığı gibi, başkalarının hakkına da el uzatır. En azından çevresindeki iyi olan her şeyin kendisinin olmasını ve başkalarının ondan yararlanmamasını ister. Bu yüzden Kur’an, bu tür kötü özelliklerden kurtuluşu “Felâh” olarak nitelemiştir. Hz. Peygamber, bu tür kötü özellikleri insanların en kötü sıfatlarından biri saydığı gibi, bunu bozgunculuğun kaynağı olarak nitelemiştir. Cabir b. Abdullah’tan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber, “Şuhha’dan sakının, çünkü şuhha önceki toplumları helak etmiştir, bu yüzden birbirlerinin kanını dökmüşler ve mukaddes değerleri çiğnemişlerdir” demiştir. (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, Beyhaki). Abdullah İbn Amr’ın rivayetinde lafızlar şu şekildedir: “Şuhha, onların kalbini zulme teşvik etti, onlar da zulmettiler. Ahlaksızlığa teşvik etti, onlar da ahlaksızlık ettiler. Akrabalık bağlarını kesmeyi emretti, onlar da kestiler.” (Müsned-i Ahmed, Neseî, Ebu Davud). Ebu Hureyre’den rivayet olunduğuna göre, “İman ve nefsin şuhhası bir arada olmaz.” (İbn Ebi Şeybe, Neseî, Beyhaki, Hakim). Said bin Hudri’nin Hz. Peygamber’den (s.a.) rivayet ettiğine göre, “İki özellik bir Müslümanda olmaz: Cimrilik ve kötü ahlâk.” (Buhari, Tirmizi, Ebu Davud) İslâm’ın bu emrinin sonucunda fert fert ele almasak bile, genelde Müslümanların en cömert toplumlar olduklarını söyleyebiliriz. Öyle ki, en hasis ve cimri bir millete mensup bir Müslüman ile Müslüman olmayanlar arasında çok büyük bir fark vardır. Bu, kuşkusuz İslâm’ın ahlâk öğretisinin bir hareketidir, başka şekilde izah edilemez.
20. Buraya kadar, Fey ile ilgili kanunlarda Fey’in Allah’a, Rasulüne, Rasul’ün akrabalarına, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışlara, Muhacirlere, Ensara ve kıyamete kadar gelecek tüm Müslüman nesillere ait bir hak olduğu beyan edilmiştir. Kur’an’ın bu önemli yasası ışığında Hz. Ömer (r.a) Irak, Şam ve Mısır’ın fethi sonrasında ele geçen mülk ve arazi ile oranın eski yöneticilerinin mal ve mülkleri hakkında bu şekilde karar vermiştir. Bu ülkeler fetholunduktan sonra, bazı ileri gelen sahabiler, örneğin Hz. Zübeyr, Hz. Bilal, Hz. Abdurrahman bin Avf ve Hz. Selman-ı Farisî ele geçen mal ve mülkün ganimet olarak askerlere dağıtılması gerektiğini savunmuşlardır.
Onlar bunun Haşr Suresi’ndeki tanıma girdiğini sanıyorlardı. Çünkü Müslümanlar bunları ele geçirmek için atları ve develeri koşturmuşlardır. Bu bakımdan savaşmadan teslim olan şehir ve bölgelerin dışındakilerin ganimet tanımına girdiğini düşünüyorlardı. Bu hükme göre, bu bölgelerin arazisinin ve halkının beşte biri, Beyt’ul-Mal’a verildikten sonra geriye kalan beşte dördün askerler arasında paylaştırılması gerekiyordu. Ancak bu görüş, şu nedenlerden dolayı doğru değildir. Hz. Peygamber’in hayatında bile, fetholunan bölgelerin arazisi ve halkı ganimet gibi, beşte biri Hz. Peygamber (s.a) alıp, beşte dördün askerler arasında paylaştırılmamıştır. Bu konuda iki örnek vardır. Birincisi Mekke’nin Fethi, ikincisi Hayber’in Fethi. Mekke ele geçtikten sonra Hz. Peygamber (s.a) herşeyi oranın halkına bırakmamıştır. Hayber’e gelince Beşir bin Yasar’dan rivayet olduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) Hayber’i 36 parçaya bölüp, içinden 18 parçayı toplumsal zorunluluk dolayısıyla vakfetmiş ve geri kalanı askerler arasında paylaştırmıştır. (Ebu Davud, Beyhaki, Kitab’ul-Emval, Ebu Ubeyd; Kitab’ul-Haraç, Yahya bin Adem; Fütuhu’l-Buldan, Belazuri; Fethu’l-Kadir, İbn’ul-Humam) Hz. Peygamber’in (s.a.) bu tatbikatından anlaşıldığına göre, bir arazi savaş sonucunda bile ele geçmiş olsa ganimet sayılmayabilir. Aksi takdirde Hz. Peygamber (s.a) nasıl olur da Mekke’yi ve halkını aynen bırakıp, Hayber’in beşte birini değil de, yarısını Beyt’ul-Mal’a alabilirdi? Bu bakımdan uygun gördüğü şekilde davranmanın döneminin imamının hakkı olduğu sünnet ile sabittir. İsterse onları askerler arasında paylaştırabilir, isterse Mekke örneğinde olduğu gibi orayı halkın kendisine bırakabilir.
Ancak Hz. Peygayber döneminde pek fazla ülke ele geçmediği için, mesele ayrıntılı bir şekilde açığa çıkmamıştır. Hz. Ömer döneminde büyük ülkeler ele geçtiğinden, sahabiler ele geçen mülkün Ganimetin mi, Fey’in mi kapsamına girdiği hususunda tereddüt etmişlerdir. Örneğin Mısır’ın fethinden sonra Hz. Zübeyr, tüm ülkenin Hz. Peygamber’in (s.a.) Hayber’i paylaştırdığı gibi taksim edilmesi gerektiğini teklif etmiştir. Yine Şam ve Irak fetholunduğunda Hz. Bilal, tüm arazinin askerler arasında ganimet şeklinde dağıtılmasında ısrar etmiştir. (Kitabu’l-Haraç, Ebu Yusuf) Diğer yandan Hz. Ali, bu arazilerin onu işleyenlere bırakılıp, gelirinin Müslümanlara verilmesi görüşündeydi. (Ebu Yusuf, Ebu Ubeyd). Musa bin Cebel’e göre, bu mülkün böyle dağıtılması halinde çok kötü sonuçlar doğabilirdi. Yani büyük topraklar sayılı bir grubun, birkaç kişinin eline düşer, onların ölümünden sonra da bu mallar varislerine kalır ve onca arazinin sahibi bir kadın veya bir erkek olabilirdi.
Sonuçta da gelecek nesillere bir şey kalmayacağı için onların ihtiyaçları güçlükle giderilecektir. Üstelik İslâm topraklarının sınırlarını korumak için yapılan harcamalar nasıl karşılanacaktır? O halde bu topraklar, gelecek nesillerin de, şimdiki nesillerin de menfaatlerinin zedelenmeyeceği bir şekilde dağıtılmalıdır. (Ebu Ubeyd, sh. 59, Feth’ul-Bari, cilt: 6, sh. 138) Hz. Ömer, ırak paylaştırıldığında kişi başına 2-3 köle düşeceğini hesaplamıştır. (Ebu Yusuf, Ebu Ubeyd). Hz. Ömer bu toprakların taksim edilmemesi gerektiğine kanaat getirdikten sonra, kendisine itiraz edenlere, “Siz kendinizden sonra gelenlere hiçbir şeyin bırakılmamasını ister misiniz?” demiştir. (Ebu Ubeyd) “Bizden sonra gelecek olan Müslüman nesil, tüm arazi ve kölelerin, önceden veraset olarak bazı kimselere kaldığını görecektir. Bu ise kesinlikle doğru değildir” (Ebu Yusuf) “Sizden sonra gelecek olan Müslümanların durumu ne olacak? Endişe ediyorum ki, ben bunları paylaştırırsam, siz su için bile birbirinizle savaşırsınız” (Ebu Ubeyd) “Şayet ben gelecek nesilleri düşünmemiş olsaydım fetholunan ülkeleri, Hz. Peygamber’in (s.a.) paylaştırdığı gibi taksim ederdim” (Buhari, Muvatta, Ebu Ubeyd) “Hayır bu, gayrimenkul bir maldır. Ben bunu hem askerler hem de diğer Müslümanların ihtiyaçları için muhafaza edeceğim” (Ebu Ubeyd)
Bu cevaplara rağmen, birçok Müslüman ikna olmamış ve Hz. Ömer’e “sen zulmediyorsun” demeye başlamışlardı. En sonunda Hz. Ömer, Şura’yı toplayarak, meseleyi onlara arzeder. Hz. Ömer, Şura karşısında şöyle konuşmuştur: “Ben sizleri şu husus için çağırdım. Taşıdığım bu emaneti bana teslim eden ve idaresini veren sizlersiniz. Ben de sizlerden biriyim. Sizler Hakkı ikrar etmiş kişilersiniz. Görüşüme katılmanız veya itiraz etmeniz sizin hakkınızdır. Zaten ben, beni körü körüne taklit etmenizi ve görüşüme uymanızı istemiyorum. Siz de Hakkı söyleyen Allah’ın Kitabı’nı okuyorsunuz. Allah’a yemin ederim ki, söylediklerimden haktan başka bir şey kastediyor değilim (…) Sizler, haklarını vermediğimi ve kendilerine zulmettiğimi iddia eden kimseleri de dinlediniz. Oysa ben zulmetmekten Allah’a sığınırım. Bende hakkı olanın hakkını vermediğim takdirde bir gasıp olmuş olurum. Ancak ben, İran Kisrası’nın ülkesinden sonra, bu kadar büyük başka bir ülkenin fethedileceğini sanmıyorum. Allah İranlıların mal, mülk ve topraklarını bize nasip etti. Askerlerimizin elde ettiği ganimetten beşte birini aldıktan sonra, gerisini aralarında paylaştırdım.
Taksim edilmemiş bazı ganimet malları var, onları da paylaştırmayı düşünüyorum. Ancak arazileri ve işleticilerini taksim etmemek görüşündeyim. Çünkü o arazilerden bize devamlı ödeyecekleri haraç ve işleticilerden cizye almak istiyorum. Şimdiki Müslümanlar, askerler, Müslümanların çocukları ve gelecek Müslüman nesiller için bunu Fey olarak elde tutmak istiyorum. Sınırları korumak için, sürekli askerlere ihtiyacımızın olduğunu ve Irak, Şam, Kufe, Basra, Mısır gibi büyük vilayetlere de sürekli askerler gerektiğini ve tüm bunlara maaş vermek durumunda olduğumuzu sizler de görüyorsunuz. Şayet bu toprakları ve işleticileri paylaştırırsam, bütün bunların masraflarını nasıl karşılayacağız?”
Bu münazara iki üç gün devam etti. Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Abdullah ibn Ömer, Hz. Ömer’in görüşünü destekliyorlardı ama, kesin bir karara varamamışlardı. En sonunda Hz. Ömer, Allah’ın Kitabı’ndan bir delil bulunduğunu açıklayarak, Haşr Suresi’ni 6. ayetinden 10. ayetine kadar okumuştur. “Allah’ın bağışladığı mülkün, sadece içinde yaşadıkları dönemdeki kimselere değil, gelecek nesilleri de kapsadığından dolayı fethedilen ülkeleri fethedenlere dağıtıp, ondan sonra gelenlere birşey bırakılmamasının bu delile ters düşeceğini öne sürmüştür. Ayrıca Allah Teâlâ “Ta ki o mal sizden sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın” diye buyurmuştur. Fakat şimdi biz bu toprakları, fetheden askerlere dağıtırsak, mülk sadece zenginler arasında dolaşır ve diğerlerine birşey kalmaz” Bu delil herkesi ikna etmiş ve tüm fetholunan ülkelerin Müslüman ümmetinin Fey’i olduğu konusunda icma hasıl olmuştur. Toprağın, onu işletenlerin eline bırakılacağına ve kendilerinden haraç ve cizye alınacağına karar verilmiştir. (Kitabu’l Haraç, Ebu Yusuf sa: 23-27-35, Ahkamu’l Kur’an, el-Cassas)
Bu karara göre, fetholunan ülkelerin toprakları tüm ümmetin malı, araziyi işletenler ise ümmetin kiracıları gibi olmuştur. Onlar, İslâm Devleti’nin belirlediği bir miktarda vergi ödeyeceklerdir. Böylece bu toprakları işletenler, bunları miras olarak bırakma veya satma haklarına sahip olmuşlardır. Ancak arazinin asıl sahibi yine de ümmettir. İmam Ebu Ubeyd, Kitabu’l Emval adlı eserinde Hz. Ömer’in Irak topraklarını, işletenler üzerine bıraktığını, onlara cizye ve haraç koyduğunu söylemektedir. (Sayfa. 57). Yine sa: 84’de İmam’ın, (yani İslâm Devlet Başkanının) fetholunmuş ülkelerin topraklarını işleyenlerin eline bırakması halinde, onların bunu miras olarak bırakma veya satma hakkına sahip olduğunu söylemektedir.
Ömer bin Abdülaziz döneminde Şa’bi’ye, “Iraklılarla bir antlaşman var mı?” diye sorulduğunda, O, “Antlaşma yok ama onlar haraç vermeyi kabul ettikten sonra bu bir antlaşma sayılır” demiştir. (Ebu Ubeyd sa: 49, Ebu Yusuf sa: 28) Hz. Ömer döneminde Utbe bin Ferkad Fırat Nehri kenarında bir parça arazi satın aldığını söyleyince Hz. Ömer “Bu arazinin asıl sahibi bunlar (Muhacirler ve Ensar)’dır.” demiştir. Hz. Ömer’e göre arazinin gerçek sahibi Müslümanlardı. (Ebu Ubeyd sa: 74)
Bu karar gereğince, fetholunan ülkelerin toprakları tüm Müslümanlarındır.
a) İslâm Devleti’nin bir barış sonucunda eline geçen arazi ve topraklar;
b) Bir ülkeden savaşılmaksızın Eman karşılığında alınan fidye, haraç ve cizye;
c) Sahiblerinin bırakarak kaçtığı terk edilmiş mülk ve araziler;
d) Sahibinin vefat ettiği ve varisinin bulunmadığı mallar;
e) Daha önceden kimsenin sahib olmadığı topraklar;
f) Sahibinden cizye ve haraç alınan topraklar;
g) Önceki hükümdarların sarayları, malları ve mülkleri;
h) Önceki devletlerin malları ve mülkleri.
Ayrıntı için bkz. (Beda’iü’s-Senayi cild: 7 sa: 116-118, Kitab’ul-Haraç, Yahya bin Adem sa: 22-64, Mugni’ul-Muhtaç cild. 3, sa: 93, Haşiyet’ud Dusûkî cild. 2, sa: 190, Gayet’ul-Muhtehi cild. 1 sa: 467-471)
Sahabe bu malların Fey olduğuna ittifak ile karar vermiş olduğundan fakihler arasında bazı konularda görüş ayrılıkları varsa da prensip itibariyle bir ihtilaf bulunmamaktadır. Bu ihtilafları aşağıda kısaca arzettik.
Hanefilere göre, fetholunan ülkelerin toprakları hakkında İslâm Devleti (fıkhî literatürde İmam) yetki sahibidir. O, Beyt’ül-Mal için beşte bir alıp, gerisini askerler arasında paylaştırabilir veya isterse onları sahiblerinin eline bırakır ve kendilerinden cizye ile haraç alır. İmam’ın bu şekilde davranması halinde bu mülk, Müslümanların vakfı sayılır. (Beda’iü’s-Senayi, Ahkamu’l Kur’an, Cassas, Hidaye, Fethul Kadir) Aynı görüşü İbni Mübarek, Süfyan-ı Sevri’den nakleder. (Yahya b. Adem ve Ebu Ubeyd)
Malikilere göre, Müslümanların fethettikleri araziler kendiliğinden vakıf haline gelir. Bu toprakların vakıf olması için ne İmam’ın izni, ne de askerlerinin rızası gerekir. Malikiler, bunun yanısıra sadece arazilerin değil, binaların da Müslümanların vakfı olduğu görüşündedirler. Ancak İslâm Devleti binalardan kira almaz. (Haşiyet-ud-Dusukî)
Hanbeliler, savaşanlar arasında mülkü paylaştırmak veya Müslümanlara vakfetme İmam’ın yetki sahibi olduğunda Hanefiler ile ittifak halindedirler. Ele geçen ülkelerdeki binaların vakıf olduğu ve onlardan kira alınmayacağı konusunda da Malikilerle ittifak halindedirler. (Gayetul-Muntehi).
Şafiilere göre, fetholunan ülkelerin menkul olan bütün malları ganimet, gayri menkul mallarıysa Fey’dir.
Bazı fakihlere göre, İmam, fetholunan ülkelerin topraklarını vakfetmesi halinde askerlerden izin alması gerekmektedir. Bu görüş için Hz. Ömer’in Irak’ın fethinden önce Cerir b. Abdullah el-Bahli’ye -ki onun kabilesi Kadisiyye Savaşı’nda ordunun dörtte biriydi- fetihten sonra ele geçen toprakların dörtte birini kendilerine vereceğine söz vermesini delil olarak öne sürmektedirler. Gerçekten de toprakların bir bölümü iki sene onların elinde kalmıştır. Fakat Hz. Ömer, daha sonra onlara, “Başkalarından da sorumlu olmasa idim eğer, bu toprakları sizlere bırakırdım. Ancak başkalarının da hakkı olduğu için sizler bu toprakları iade edin.” demiştir. Hz. Cerir’in bu teklifi kabul etmesi üzerine de Hz. Ömer onu seksen dinarla taltif etmiştir. (Ebu Yusuf-Ebu Ubeyd) Hz. Ömer’in askerlerden rıza aldıktan sonra bu araziyi vakfetmiş olması ile istidlâl ediyorlar. Ancak fakihlerin çoğunluğu bu delili ikna edici bulmamıştır; zira fetholunan topraklarla ilgili olarak askerlerin tümünden rıza alınmamıştır. Hz. Ömer’in karar almadan önce kendisine söz verdiği Cerir b. Abdullah bu konuda istisna idi. Hz. Ömer, daha önce ona söz verdiği için kendisinden bu rızayı almıştır. Dolayısıyla bu bir kanun olarak vaz edilemez.
Bazı fakihlere göre vakıf kararı sonrasında bile İslâm Devleti dilerse bu toprakları orduya paylaştırabilir. Bu görüş sahipleri, Hz. Ali’nin şu görüşünü delil olarak öne sürüyorlar. Bir defasında Hz. Ali halka hitap ederken “Birbirinizle savaşmayacağınızdan emin olsaydım eğer, fetholunan bu toprakları aranızda paylaştırırdım demiştir” (Ebu Ubeyd, Ebu Yusuf) Ancak, cumhuru ulema bu görüşü de kabul etmemişlerdir. Onlara göre fetholunan bir ülkenin arazisinden bir kez cizye ve haraç alma kabul edilmişse, artık bu karar değiştirilemez.
Ayrıca, Hz. Ali’ye atfedilen bu sözü inceleyen İmam Cassas, Ahkam’ul-Kur’an adlı eserinde bu rivayeti ayrıntılarıyla ele alarak bu sözün Hz. Ali’ye ait olmadığını söyler.
21. Bu ayet ile asıl kastedilen, Fey’in sadece bugünkü nesilleri değil, gelecek nesilleri de kapsadığının beyan edilmesidir. Ayrıca bu ayette Müslümanlar için ahlâki bir ibret de vardır. Buna göre Müslümanların kalbinde diğer Müslümanlar için buğz olmamalı ve önceki Müslümanların mağfireti için dua etmelidirler. Onlara lanet ve teberra etmemelidirler. Müslümanları birbirine bağlayan şey imandır; kalbinde taşıdığı imanı herşeyden daha önemli olduğu bir kimse kuşkusuz diğer mü’minler için iyilik ister. Böyle bir kimsenin kalbinde, başka bir Müslüman için kin, nefret, buğz’a yer yoktur. Ancak, imanı zayıflayan ve onun yerine kalbini daha önemsiz şeylerin işgal ettiği kimse, artık başka bir mü’min kardeşi hakkında kin ve nefret besleyebilir. Bu konuda en iyi örnek Hz. Enes’ten rivayet edilen bir hadistir. Bir defasında Hz. Peygamber (s.a) ardı ardına üç gün “Şimdi buraya Cennet ehlinden biri gelecek” der ve her defasında da Ensardan bir şahıs gelir. Bunu gören Abdullah b. Amr, bu şahsın Hz. Peygamber’in (s.a.) sürekli kendisini müjdelemesine sebep olacak hangi amelleri işlediğini merak eder. Bu yüzden cennetle müjdelenmeyi gerektirecek ne yaptığını görebilmek için o kimse ile üç gece birlikte kalır. Ancak onun istisnai hiçbir hareketini göremez. Ve açıkça ona “Ey kardeşim, Hz. Peygamber’in (s.a.) seni devamlı cennet ile müjdelemesine sebep olan ne yapıyorsun” diye sorar. “Benim ne yaptığımı sende gördün, ancak bir şey var ki, belki de sebep odur. Ben hiçbir Müslümana kin beslemiyor ve Allah’ın nimet verdiği kimseye hased etmiyorum” der.
Bunun anlamı bir Müslümanın, diğer bir Müslümanın sözünde veya amelinde hata görmesi halinde onu ikaz etmeyeceği demek değildir. İman, kişiden, mü’min kardeşinin yanlışına doğru demesini, ya da yanlışına yanlış dememesini gerektirmez. Ancak bir şeye delille yanlış demek ve edeple onu açıklamak lazımdır. Ama buğz, nefret, kin, gıybet, sövgü ayrı şeylerdir. Bir mümine kendi çağdaşları hakkında bile böyle davranmak yakışmazken, vefat etmiş kimselerin ardından bunu yapmak çok daha çirkindir. Çünkü en kötü nefs, ölüleri dahi affetmeye hazır olmayandır. Üstelik hakkında laf söylenen kimseler, Hz. Peygamber’in (s.a.) ashabıysa bu çok daha kötüdür.
O insanlar Hz. Peygamber’in (s.a.) ve İslâm’ın en sıkıntılı dönemlerinde İslâm nurunu yaymak için fedakârlıklarda bulunmuşlar ve böylece İslâm nimeti bize kadar ulaşmıştır. Onların arasında ihtilafların olması ve bir kısmının haklı, diğer kısmının da hata etmiş olması doğaldır.
Bir Müslüman sınırı aşmadan ve makul ölçülerde onların ihtilaflarını tartışabilir. Ama bu ihtilafı büyüterek görüşüne katılmadığı gruba buğz ve nefret etmesi ve diliyle onlara sövmesi Allah’tan korkan bir kimsenin yapmayacağı derecede şeni bir harekettir. Bu şekilde davranan kimseler “Kötü sözün mü’minler hakkında söylenmesi yasaklanmıştır. Bizim buğz ettiğimiz kimselere gelince, onlar mümin değil münafıktır” şeklinde bir gerekçe öne sürerler. Fakat bu gerekçe sözkonusu günahtan daha da çirkindir. Başka bir deyişle özürleri kabahatlerini geçmiştir. Kur’an’ın, sonraki müminlerin, önceki müminlere buğz etmemeleri ve onlara mağfiret dilemelerini emreden ayeti, onların yukarıdaki gerekçelerini bertaraf etmek için yeterlidir. Bu ayetlerde arka arkaya üç grup Fey’de hak sahibi olarak bildirilmiştir. 1) Muhacirler, 2) Ensar, 3) Onlardan sonra gelen Müslümanlar. Onlardan sonra gelen Müslümanlara, önceki müminler hakkında mağfiret istemeleri emredilmiştir. Siyak ve sibaktan anlaşıldığına göre önceki müminler, Muhacirler ve Ensarın dışında kimse değildir. Yine bu surenin 11. ayetinden 17. ayetine kadar münafıkların kim oldukları da bildirilmiştir. Burada münafıkların Benu Nadir ile yapılan savaşta Yahudilere cesaret veren kimseler oldukları ortadadır. Tam aksine bu savaşta Hz. Peygamber’in (s.a.) yanında onlanlar ise müminlerdir. Buna rağmen kalbinde Allah korkusu taşımayan bir Müslümanın, onların mümin olmadığını söylemeye cesaret edebilmesi mümkün müdür? Mümkün değildir, zira bizzat Allah onların imanına şehadet etmiştir. İmam Malik ve İmam Ahmed bu ayeti delil alarak sahabeyi kötüleyenlerin Fey’de hakkı olmadığını beyan etmişlerdir. (Ahkamu’l Kur’an, İbn Arabi, Gayetul Muntahi). Hanefiler ve Şafiler bu görüşe katılmamaktadırlar. Çünkü Allah Fey’de hak sahibi üç grubun vasıflarını açıklamıştır. Ama bu vasıflar şart olarak beyan edilmemiştir. Yani bu şart olmadığı takdirde onlara Fey’den pay verilmeyeceği söylenemez. Muhacirler hakkında, “Allah’ın lütuf ve rızası ile Allah’a ve Rasulüne yardım için her zaman hazırdırlar.” denmesinin anlamı Muhacirlerden bu vasfa sahip olmayanların Fey’den mahrum olacakları demek değildir. Yine Ensar için Muhacirleri sevdikleri, sıkıntı içinde bile olsalar Muhacirlere verilenlerden ötürü hased etmedikleri bildirilmektedir. Bu Ensardan bir Müslümanın Muhacirlerden birine muhabbet beslememesi veya Muhacirlere verilenden talep etmesi, Fey’den mahrum kalacağı anlamına gelmez. Dolayısıyla 3. grubun vasıfları olarak da kendilerinden önce Müslümanların bağışlanmaları için dua ettikleri ve kalblerinde kin olmamasını diledikleri bildirilmiştir. Bu da Fey’den pay almanın şartı değildir, sadece bir sıfattır ve Müslümanlara önceki mü’minler için nasıl davranacakları telkin edilmiştir.
11 Münafıklık etmekte olanları görmüyor musun22 ki, onlar, Kitap Ehlinden küfre sapan kardeşlerine derler ki: “Andolsun, eğer siz (yurtlarınızdan) sürülüp-çıkarılacak olursanız, biz de sizlerle birlikte mutlaka çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiç bir zaman itaat etmeyiz.” Eğer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz.” Oysa Allah, şahidlik etmektedir ki onlar, gerçekten yalancıdırlar.
12 Andolsun, onlar sürülüp çıkarılacak olurlarsa, kendileri onlarla birlikte çıkmazlar. Onlara karşı savaşılırsa da kendilerine yardımda bulunmazlar; yardım etseler bile (arkalarına) dönüp-kaçarlar. Sonra kendilerine yardım edilmez.
13 Herhalde onların içlerinde ‘dehşet ve yılgınlık bakımından’ siz, Allah’tan (O’na karşı duydukları dehşetten) daha çetinsiniz.23 Bu, gerçekten onların ‘derin bir kavrayışa sahip olmamaları’24 dolayısıyla böyledir.
AÇIKLAMA
22. 11. ayetten 17. ayete kadar olan bu bölümde yapılan açıklamalardan, bu kısmın ne zaman nazil olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber, Benu Nadir’e yurtlarından çıkmaları için 10 günlük bir süre tanıdıktan sonra bu müddet içinde, hatta sürgünleri sırasında bu ayetler nazil olmuştur.
Hz. Peygamber’in (s.a.) Benu Nadir’e böylesine sert bir ültimatom göndermesi üzerine Abdullah İbni Ubey ve diğer ileri gelen münafıklar onlara şöyle bir mesaj göndermişlerdir: “Biz iki bin savaşçı ile sizlere yardım edeceğiz, ayrıca Benu Kurayza ve Benu Gatafan da sizlere yardım edeceklerinden, Müslümanlardan korkmanıza gerek yok. Kesinlikle onlara teslim olmayın. Şayet Müslümanlar sizinle savaşacak olursa, biz de sizinle beraber Müslümanlara karşı savaş açarız. Şayet bu yurdu terk etmek zorunda kalırsanız, biz de sizinle birlikte burayı terk edeceğiz.” Bunun üzerine bu ayetler nazil olmuştur. Ancak bu ayetler nüzul sırası itibariyle birden onuncu ayete kadar olan bölümden öncedir. Fakat önem itibariyle bu kısım Kur’an’da 11. sıraya yerleştirilmiştir.
23. Yani, onların Müslümanlara açıkça karşı gelmemelerinin nedeni Allah korkusu değildi. Ve onlar iman eddialarına rağmen müminlere karşı kafirlere yardım etmeleri sebebiyle Allah huzurunda sorguya çekilecekleri endişesi de taşımıyorlardı. Onların müminlere karşı gelmemelerindeki asıl neden, Hz. Peygamber’e (s.a.) sahabelerin ne kadar çok sevgi beslediklerini ve onu korumak için her türlü fedakarlığı yapmaya hazır olduklarını, küçük bir cemaat olmalarına rağmen saflarında muazzam itaat ve disiplinin hakim bulunduğunu ve toplumdaki her bireyin şehadet arzusu ile adeta çelikleştiğini görmüş olmalarıdır. Bu yüzden Yahudilerle birlikte olup açıkça müminlere karşı savaşırlarsa, ezileceklerinden korkuyorlardı. Burada kalbinde başka birşeyin Allah korkusundan daha fazla olması halinde o korkunun Allah korkusuna baskın çıktığı oldukça dikkate değerdir. İki tehlike ile karşı karşıya kalan bir kimse, büyük tehlikeye nispetle az olan tehlikeyi göze alacağından küçük tehlikeye aldırmayıp, sürekli büyük tehlikenin korkusu içinde yaşar.
24. Burada küçük bir cümle ile büyük bir hakikat beyan edilmiştir. Asıl güç ve kudretin Allah’ın elinde bulunduğunu ve sadece O’ndan korkulması gerektiğini idrak edecek kadar akıllı bir kimse, diğer insani kuvvetlerden korkmaz ve Allah’ın huzurunda hesaba çekilme tehlikesinin bulunduğu her işten sakınır. Bir başkasının onu görüp görmemesi onun umurunda bile değildir. Tüm dünyanın güçleri karşısında olsa dahi o, yine de Allah’ın emrettiğini yerine getirir. Fakat Allah’ın kudret ve kuvvetini idrak etmeyen ve diğer beşeri güçlerden daha fazla korkan ahmak bir kimse, tüm davranışlarını o korktuğu merkeze göre ayarlar. O, Allah men etti diye birşeyden sakınmaz. Ancak polis ve istihbarat haber alır diye korkar. Ve kötü duruma düşeceğini hesap ederek sakınır. O, Allah’ın emri olduğu veya O’ndan bir mükafaat alacağı için bir şey yapmaz. O, başkaları emrettiği için veya başkaları beğenecek diye, ya da ondan mükafaat umuyorsa bir iş yapar. Akıllı ile ahmak arasındaki fark budur. Aslında inanan ve inanmayan insanları da bu fark ayırır.
14 Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veya duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır.25 Bu, gerçekten onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir.
15 Kendilerinden önce yakın geçmişte olanların durumu gibi; onlar, yaptıklarının sonucunu tadmışlardır.26 Onlar için acı bir azab vardır.
16 Şeytanın da durumu gibi;27 çünkü insana “Küfret” dedi, o da küfre sapınca: “Gerçek şu ki, ben senden uzağım. Doğrusu ben, alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” dedi.
17 Sonunda onların akibetleri, şüphesiz ateşin içinde ikisinin de ebedi olarak kalıcı olmalarıdır. İşte zalim olanların cezası budur.28
AÇIKLAMA
25. Burada münafıkların ikinci zaafları beyan edilmiştir. Onların birinci zaafları, Allah yerine başkalarından korkmaları ve müminler gibi hakkında bir fedakarlık yapabilecekleri ulvi bir gayeye sahib olmayışlarıdır. İkinci zaafları, münafıkları bir araya getirecek ve onları disiplinli topluluk yapacak müsbet bir düşünceye sahib olmamalarıdır. Onları bir araya getiren, Hz. Muhammed’e (s.a) karşı besledikleri hasetten başka birşey değildir. Bu hased dolayısıyla Medine civarındaki İslâm düşmanları ile irtibat kurmuş ve tüm İslâm düşmanları bir araya gelerek Hz. Peygamber’in (s.a.) önderliğindeki Muhacirin ve Ensarın iktidarını yok etmek istemişlerdir. Onlar bu yüzden bir araya gelmişlerdir. Yoksa onları birleştirecek başka bir şey bulunmamaktadır. Her biri liderlik sevdasındadır ve birbirlerine karşı samimi değillerdir. Öyle ki içlerinde buğz ve haset ateşi yanmaktadır ve fırsatını bulsalar birbirlerinin kökünü kazırlar.
Böylece Allah Teâlâ, Benu Nadir ile yapılan savaş öncesinde Müslümanlara münafıkların durumunu açıklayarak, onların bir tehlike teşkil etmediğini bildirmiştir. “Bu bakımdan sizler Benu Nadir’i kuşattığınızda münafıkların ileri gelenlerinden iki bin askerin size arkadan saldıracağı ve Benu Kurayza ile Benu Gatafan’ın size karşı savaşacağı haberlerinin birer blöf olduğunu anlarsınız.”
26. Bu, küçük bir cemaat olan Müslümanlar karşısında zaafları dolayısıyla bozguna uğrayan Kureyş kafirleriyle, Benu Kaynuka Yahudilerine işaret etmektedir.
27. Yani, bu münafıklar, şeytanın insanlara yaptığını Yahudilere yapmaktadırlar. “Bugün siz Müslümanlara karşı savaşın, biz sizinleyiz” diyorlar ama vakit gelince onlara sırt çevirecek ve başlarına ne geldiğini sormayacaklardır. Şeytan da aynı şekilde kafirleri aldatır. Tıpkı Kureyş kafirlerine Bedir Savaşı’nda, “Bugün Müslümanlar size karşı koyamaz” diyerek onları şişirdiği gibi şeytan “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur, ben de sizin yanınızdayım” (Enfal: 48) demişti ama, iki ordu yüzyüze geldiğinde şeytan kaçarak, “Ben sizden uzağım. Ben sizin görmediğinizi görüyorum. Ben Allah’tan korkarım, zira Allah’ın cezası çetindir.” (Enfal: 48) demişti.
28. Münafıkları tenkit ederken aynı zamanda onların vicdanlarını uyandırmak için nasihatte bulunmak Kur’an’ın bir üslübudur. Böylelikle, kendilerinin, içinde bulunduğu durumdan utanmaları ve kendilerini nefislerine kölelik yapmaktan kurtarıp, Allah’a itaat etmeleri istenmiştir. Kur’an’ın bu bölümü, bu üslubun güzel bir örneğidir.
18 Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakının. Herkes yarın için neyi takdim edip-gönderdiğine baksın.29 Allah’tan korkup-sakının. Hiç şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdar olandır.
19 Ve kendileri Allah’ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar30 gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir.
20 Ateş halkı ile cennet halkı bir olmaz. Cennet halkı ‘umduklarına kavuşup mutluluk içinde olanlardır.’
21 Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, andolsun onu Allah korkusundan saygı ile baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün.31 İşte biz, belki düşünürler diye, insanlara örnekleri böyle vermekteyiz.
AÇIKLAMA
29. “Yarın” ile ahiret kastolunmaktadır. Yani dünya hayatı bugündür ve insanlar yarın hesaba çekilecektir. Böylesine bir üslup ile Allah Teâlâ insanoğluna bugün oyun, eğlence ile oyalanıp yarın ne yiyeceğini ne içeceğini, nerede barınacağını düşünmeyen kimsenin bir ahmak olduğunu hikmetle anlatmıştır.
Böyle bir kimse kendi sonunu kendi hazırlamaktadır. Bu tıpkı, ahiretten gafil kalacak derecede dünyaya meyleden bir adamın misaline benzer. Oysa nasıl bu günün bir yarını varsa, dünyadan sonra da ahiret vardır. Oraya ne gönderirsen, orada onu bulursun. Bu ayette diğer hikmetli bir nokta da, herkesin kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilmesi gerektiğidir. Çünkü kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt edemeyen bir kimse, ahiret hayatında kendisine neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu da idrak edemez. Kendi kendine bu hayattaki sermayesini, gayretlerini, yeteneklerini hangi yolda sarf ettiği takdirde onu Cennete veya Cehenneme götüreceğini düşünmeye başladığında insan bir karar vermek durumunda kalır. Doğru karar vermesi kendi yararınadır, yanlış karar verirse gelecek hayatı tamamen mahvolur.
30. Yani, Allah’ı unutmak, insanın kendisini unutması demektir. Çünkü O’nun kölesi olduğunu unutan kimse, bu dünyadaki konumunu yanlış değerlendiriyordur. Sırf bu temeldeki yanlışlık dolayısıyla onun tüm hayatı yanlış bir yolda harcanır gider. Allah’tan başka kimsenin kulu olmadığını unutan bir kimse, Allah’a itaat etmez ve hakikatte kulu olmadığı kimselere kulluk yaparsa, sırf bu hatası dolayısıyla tüm hayatı mahvolur. İnsanın bu dünyadaki asıl konumu kulluktur. Ve o mutlak anlamda özgür değildir. Fakat o sadece ve sadece bir tek Allah’ın kuludur ve başka hiç kimsenin kölesi değildir. Bunu idrak etmeyen bir kimse, gerçekte kendini unutmuştur. Fakat bildiği halde bu gerçeği unutan kimse, zaman zaman bir kafir ve müşriğin hareket ettiği gibi davranabilir. Kişinin devamlı sırat-ı mustakim üzerinde yürüyebilmesi için hiçbir zaman Allah’ı unutmaması gerekmektedir. Bundan gafil olduğunda kendini de unutacağından, gafleti fıskına sebep olur.
31. Bu benzetme ile Allah’ın yüceliği ve kulun sorumluluğu anlatılmak istenmiştir.Yani, dağ gibi büyük bir valık bu gerçeği idrak edebilseydi eğer, Kadir olan Rabbi’ne yaptıklarının hesabını verirken, korkudan titreyerek paramparça olurdu. Ama ne tuhafdır ki insanoğlu Kur’an’ı anladığı ve sorumluluğunu idrak ettiği halde pervasız ve gamsız davranmaktadır. Allah huzurunda bir gün hesaba çekilecek olduğu halde, böylesine büyük bir sorumluluk taşımaktan korkmamaktadır… İnsanoğlu Kur’an’ı duyduğu ve okuduğu halde, tıpkı cansız ve şuursuz bir taş gibi, duymamazlıktan, görmemezlikten gelmekte ve idrak etmemektedir. (İzah için bkz. Ahzab an: 120)
22 O Allah ki,32 O’ndan başka ilah yoktur.33 Gaybı da, müşahede edilebileni de bilendir.34 Rahman, Rahim olan O’dur.35
23 O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur. Melik’tir36 (bütün mülkün sahibidir). Kuddûs’tur;37 Selam’dır;38 Mü’min’dir;39 Müheymin’dir;40 Aziz’dir;41 Cebbar’dır;42 Mütekebbir’dir.43 Allah, (müşriklerin) şirk koşmakta olduklarından çok yücedir.44
24 O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 45’şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur.46 Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir.47 O, Aziz, Hakimdir.48
AÇIKLAMA
32. Bu ayetlerde Kur’an’ı gönderen, insanı sorumlu tutan ve sonunda insanın, huzurunda hesap vereceği Allah Teâlâ’nın sıfatlarının neler olduğu bildirilmiştir. Bir önceki konunun hemen sonrasında Allah’ın sıfatlarının beyan edilmesinin amacı, insanoğluna karşısındaki zatın, sıradan biri olmadığını hatırlatmaktır. O, Azim ve kudret sahibidir. O’nun tüm sıfatları böyledir. Kur’an’ın pek çok yerinde Allah’ın sıfatlarının beyan edilmesi ile insan zihninde çok geniş bir ilah tasavvuru yer alır. Kur’an’da biri Bakara Suresi’nde 255. ayet (Ayetel-Kürsi), diğeri Haşr Suresi’nin bu ayetleri olmak üzere iki yerde Allah’ın sıfatları geniş bir şekilde beyan edilmiştir.
33. Yani, Allah’ın dışında hiç kimsenin kendisine ibadet edilme özelliği olmadığı gibi hiç kimse mabud olmaya hak kazanacak sıfat ve yetkilere de sahip değildir.
34. Yani, Allah mahlukatın gizli, açık herşeyini bilir. Kainatın bilgisi O’ndadır. Geçmişte ne oldu, şimdi ne oluyor, gelecekte ne olacak, onu doğrudan bilir.
35. Yani, O’nun rahmeti sınırsızdır. Rahmeti, kainattaki her şeyin kendisinden istifade edebileceği derecede geniştir. O’nun kadar geniş rahmet sahibi kimse yoktur. Mahlukatta bulunan merhamet, Allah’ın rahmetinin cüz’i ve mahdut bir kısmıdır. Allah bunu, dünyanın maslahatı icabı, bir mahluk diğerine merhamet edebilsin diye vermiştir. Bu merhamet, Allah’ın geniş ve sınırsız merhamet sahibi olduğunun apaçık bir delilidir.
36. “El-Melik”, gerçek hükümdar demektir. Burada, Allah’ın nerenin meliki olduğu belirtilmediği için O’nun özel bir yerin değil, tüm kainatın meliki olduğu anlaşılır. Herşeyin sahibi O’dur ve tüm kainatı ihata etmektedir. Herşey O’nun tasarruf ve iktidarı altında O’na tabidir. Hakimiyetini sınırlayan hiç birşey yoktur. Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde Allah’ın hakimiyetinin muhtelif yönleri açıklanmıştır. Sözgelimi, Rum: 26, Secde: 5, Hadid: 5, Yasin: 83, Buruc: 16, Enbiya: 23, Ra’d: 41, Mü’minun: 88, Ali İmran: 26.
Bu ayetlerdeki açıklamalardan anlaşıldığına göre, Allah’ın sözkonusu hakimiyeti mecazi anlamda zikredilmiş olmayıp, sınırsız ve mükemmel bir hükümranlıktır. Gerçek hakimiyet de budur aslında. Allah, meliklerden bir melik değil, tek ve yegane meliktir. O’nun dışında hükümranlık iddia eden kimseler (diktatörler, sınıflar, sülale ve kavimler vs.) gerçek hakimiyet sahibi değillerdir; zira başka birinin bağışladığı hükümranlık gerçek bir hükümranlık sayılmaz. Sonuçta bu, başkasının bağışladığı bir iktidardır. Bir süre sürer sonra elden alınabilir. Böyle bir hükümdar, sürekli iktidarını kaybetme korkusu içinde yaşar. Ayrıca, bu iktidarın devam edebilmesi için bir çok gücün karşı karşıya gelmesi gerekeceğinden, bu tür iktidarlar tabiatı icabı sınırlıdırlar. Kur’an’da sadece Allah’ın melik olduğu zikredilmekle yetinilmeyip, diğer sıfatları da açıklanmıştır. Yani Allah, Kuddûs, Selâm, Mü’min, Müheymin, Aziz, Cebbar, Mütekebbir, Habir, Malik, Bari ve Musavvir bir meliktir.
37. “Kuddûs”: Mübalağa sigasıdır. Kuds’tan türemedir ve tüm kötü sıfatlardan münezzeh demektir. Yani O’nun zatında hiçbir eksiklik ve kötü sıfat bulunmaz. Herşeyden münezzehtir, O’nda hiçbir kötülük olduğu tasavvur edilemez. Burada Kuddusiyetin, gerçek hakimiyetin öncelikli şartlarından biri olduğu iyice anlaşılmalıdır. İnsanın aklı ve fıtratı, hakimiyet sahibi olan bir kimsenin kendisinde şer, kötü huy ve niyetler bulunduracağını ve kötü sıfatlar taşıyacağını, üstelik yetkisi altında bulunanlar hakkında iyilik yerine kötülük düşüneceğini kabul etmez.
Bu bakımdan, insanlar hükümranlık verdikleri kimselerde, kuddûsiyetin var olduğunu zannederler. Zira, kuddûsiyet olmaksızın mutlak bir iktidar tasavvur edilemez. Ancak, Allah’ın dışında, hiçbir iktidar sahibinin kuddûs olmadığı açık bir gerçektir. Padişahlık, cumhuriyet, kırallık veya herhangi bir beşeri sistemin hükümdarında söz konusu kuddûsiyeti tasavvur etmek mümkün bile değildir.
38. “Es-Selam”; emniyet, esenlik, selamet veren demektir. Sözgelimi bir kimseye çok güzel demekle, o kimsenin güzelliğin timsali olduğu vurgulanmış olmaktadır. Allah baştan başa selamet veren olduğundan dolayı Es-Selâm’dır.. O’ndan kötülük gelmesi veya kendisinde zaaf ve noksanlık olması, ya da kemalinin zeval bulması mümkün değildir. O tüm bunlardan münezzehtir.
39. “El-Mü’min”; emniyet, güvenlik demektir. Yani korkudan korunmuş, başkasına güvenlik veren mümindir. Allah, mahlukatına güvenlik verdiğinden dolayı mümin sıfatını beyan etmiştir. Allah’ın yarattığı mahlukat O’nun kendisine zulmetmeyeceğinden, hakkını gasp etmeyeceğinden, hakkını zayi etmeyeceğinden, vadini yerine getireceğinden emindir. Burada failin mefulü yani müminin kime emniyet vereceği açıklanmamış, sadece el-Mümin denilmiş olduğundan, O’nun tüm kainata ve herşeye emniyet verdiği açıklanmıştır.
40. “El-Müheymin”; koruyan, şahit olan, ihtiyaçları gideren şeklinde üç anlama birden gelir. Muheymin’in de mef’ulü belirtilmediğinden, tüm mahlukatın koruyucusu, yaptıklarını gözetleyen ve tüm kainatın ihtiyacını karşılayan şeklinde anlaşılır.
41 “El-Aziz”; kimsenin kendisine karşı çıkamadığı, emirlerine karşı gelemediği, herşeyin kendisine muhtaç olduğu güç sahibi demektir.
42. “El-Cebbar”; cebir sahibi demektir. Cebr, bir şeyi kuvvetle doğrultmak ve ıslah etmektir. Lugatta, cebr, bazen ıslah, bazen de zor anlamında kullanılır. Burada ıslah için kuvvet kullanmak kastedilmiş olduğundan dolayı, Allah’ın Cebbar olması, O’nun bu kainatın nizamını kendi kuvvet, irade ve hikmeti ile cebren idare ettiği anlamını tazammun eder. Ayrıca Cebbar, azamet anlamına da gelir. Lugatta, yüksek hurma ağaçlarının meyvesini almak zor olduğundan, bu tür ağaçlara Cebbar dendiği gibi, büyük bir iş içinde Cebbar kelimesi kullanılır.
43. “El-Mütekebbir”; iki anlama gelir a) Büyük olmadığı halde büyüklük taslayan, b) Gerçekten büyük olduğu gibi büyük olarak da yaşayan. İnsan, şeytan, ya da diğer bir mahluk gerçekte büyük olmadıklarından onların kendilerine büyüklük vehmetmeleri yalan ve çirkin bir iddiadır. Gerçekten büyük olan Allah’tır ve büyüklük ancak O’na mahsustur. Kainatta O’nun karşısında herşey hakîr ve zelildir. O’nun büyüklüğü ve büyüklük iddiası yalan değil, hakikatin ta kendisidir. Bu bir vakıa olduğundan dolayı kötü bir sıfat değildir. Bu, bir başkasında bulunmayan, bulunması mümkün olmayan Allah’ın sıfatıdır.
44. Yani, O’nun iktidarı, yetkileri sıfatı ve zatı hakkında O’nun ortağının olduğunun iddia edilmesi büyük bir iftiradır. Çünkü Allah, ortak edinmekten münezzehtir. Ve hiç kimse O’na ortak olamaz.
45. Yani, tüm kainat içindeki herşeyin yaratılışı, başlangıcından sonuna kadar Allah tarafındandır. Hiçbir şey kendiliğinden meydana gelmediği gibi, tesadüf eseri de oluşmamıştır. Kimsenin kainatın yaratılışında zerre kadar payı yoktur. Allah’ın yaratması burada üç safhada beyan edilmiştir. Birincisi “Halk”, yani planı çizmek, takdir etmek. Tıpkı bir mühendisin binayı yapmadan önce binanın maksada uygun kullanılacak şekil ve özelliklerde bir modelini çizmesi gibi. İkinci safha, “Ber” yani kısımlara ayırmak, parçalamak, yırtmak demektir. Hâlik olan Allah, hakkında çizdiği modeli bölüm bölüm meydana getirdiğinden dolayı, “Bari” sıfatı kullanılmıştır. Adeta bir mühendisin önce kendi zihninde bir model çizip, bu modele göre araziyi ölçmesi, üzerinde hesaplar yapması, temeller kazıp, duvarlar örmesi ve binanın inşaatını tedricen (kısım kısım) tamamlaması gibi. Üçüncü safha ise “Tasvir”, yani şekil vermektir. Burada, Allah’ın herşeye son şeklini vermesinden bahsediliyor. Bu üç sahfhayı gerçekleştiren Allah ile, insanların yaptıkları işler arasında hiçbir benzerlik yoktur. Çünkü insanın çizdiği önceki örneklerden alınmamış hiçbir plan yoktur. Fakat Allah’ın tasvir ve icad ettiği herşey kendisine mahsustur. İnsan ne yaparsa yapsın, kullandığı tüm malzemeyi Allah yaratmıştır. Zira insan yoktan var edemez. Ancak var olan maddelere, muhtelif şekiller verir, terkipler meydana getirir. Allah ise, yoktan var eder, maddeye O şekil verir. Dünyamız da O’nun yarattığı maddeden meydana gelmiştir. İnsan müsavvir olmadığından, yaptıkları şeyler Allah’ın yarattıklarının bir kopyasıdır ve tabiatı icabı mükemmel de değildir. Musavvir olan sadece Allah’tır. O her cinse, her cüz’e ve her ferde benzersiz şekil vermiş ve hiçbir modeli aynen tekrarlamamıştır.
46. “İsimler” ile kastolunan, sıfatlardır. İsimlerin en güzel olması ise Allah’ın kendisinde, noksanlık olan isimler bulunmadığındandır. O’nu kemal derecesindeki isim ve sıfatları ile anmak gerekir. Kur’an’da yer yer Allah’ın isimleri beyan edilmiş olup hadislerde de 99 isim sayılmıştır. Tirmizi ve İbni Mace bu hadisleri Ebu Hureyre’den ayrıntılı bir şekilde nakletmişlerdir. Bu isimleri, Kur’an ve hadislerde dikkatlice okuyup üzerinde düşünen bir kimse, dünyanın diğer lisanlarında Allah’ı zikretmenin hangi kelimelerle mümkün olabileceğini kolayca anlayabilir.
47. Yani, kainattaki herşey, kendisini yaratanın her türlü noksanlıktan, zaaftan, hatadan münezzeh olduğunu ortaya koymaktadır.
48. Açıklama için bkz. Hadid an: 2