HADİD SURESİ
Adı: Sure adını 25. ayetinden almıştır.
Nüzul Zamanı: Bu surenin “Medeni” olduğuna dair görüş birliği vardır. Nitekim muhtevasından, surenin Uhud Savaşı ile Hudeybiye Antlaşması arasında bir dönemde nazil olduğu anlaşılmaktadır. Civardaki tüm kafirlerin tehdidi altında bulunan Medine’deki küçük İslâm toplumu, zayıf olmasına rağmen çevresindeki müşrik Arap güçlerine karşı sürekli teyakkuz halindeydi. İşte böyle bir ortamda İslâm, kendi davetine icabet edenlerden canları ve malları konusunda fedakarlıklar istemektedir. Bu yüzdendir ki, surede müminlerden canları ve malları konusunda yapacakları fedakarlıklar teşvik ve talep edilmektedir. Nitekim 10. ayette de teyid edildiği gibi Allah müminlere seslenerek “Zaferden sonra İslâm’ı yayma yolunda mallarını sarfedip, canlarıyla savaşanlar elbette zaferden önce mal ve canlarıyla savaşanlarla bir değildir.” buyurulmaktadır. Hz. Enes 6. ayetin açıklamasını yaparken “Kur’an’ın nazil oluşundan itibaren geçen 17 sene içerisinde ilk kez müminlere böylesine şiddetli bir ikazda bulunulmuştur” demektedir. (İbn Merduye). Bu rivayete dayanarak Hadid Suresi’nin hicretin 4. ve 5. yıllarında nazil olduğu söylenebilir.
Konu: Bu sure, Allah yolunda infak (sarfetmek-harcamak) konusunda yapılan telkin ve teşvikleri ihtiva eder. İslâm tarihinin, İslâm ile cahiliyenin kıyasıya birbirleriyle ölüm kalım savaşı yaptığı o nazik dönemde, bu sure müminleri mâlî fedakarlıklar yapmaları hususunda teşvik etmiştir.
Ayrıca İslâm’ın, sadece bir şahsın Müslüman olduğunu iddia etmesi, bir takım sathî ve zahirî ibadetlerde bulunması olmadığı belirtilerek Allah’a iman etmede ihlasın önemi vurgulanmıştır. Ki zaten bu da İslâm’ın gerçek ruhudur. Şayet bir kimse imanında ihlas sahibi değilse, can, mal ve çıkarlarına Allah’ın dininden daha çok önem veriyorsa bu kimsenin müminlik iddiası yalandır ve Allah indinde hiç bir değeri yoktur.
Bu sebepten ötürü öncelikle, muhatapların kendilerine seslenen yaratıcı beyan edilmiş ve daha sonra aşağıda zikredilen konular işlenmiştir.
Allah yolunda infak etmekten kaçınmamak İslâm davasının ve imanın gereğidir. Aksine davranmak sadece iman olgusuna değil, gerçeğe de ters düşer. Çünkü mal, insana Allah tarafından geçici olarak verilmiş bir nimettir. “Sizlerin bu gün sahip olduğunuz mal ve mülk yarın elinizden alınıp bir başkasına verilebilir; zira onun asıl sahibi Allah’tır. O Allah ki, kainattaki her şey O’nun emri altındadır. Allah’ın, tasarrufunuz altına vermiş olduğu mal ve mülkü kendi isteğiniz ile Allah rızası için kullandığınızda ancak bir yarar sağlamış olursunuz.”
Allah yolunda bir kimsenin canını ve malını ortaya koyması her ne kadar hüsn-ü kabul görürse de, bu davranışın kıymeti, can ve maldan geçildiği şartlar nazarı dikkate alınarak değerlendirilecektir. Sözgelimi İslâm’ın tehlikede olduğu ve her an kafirlerin gücü karşısında yenilme ihtimalinin bulunduğu bir zamanda, canlarını ve mallarını verenler ile; İslâm’ın muzaffer, Müslümanların güçlü olduğu bir zamanda canlarını ve mallarını verenler arasında, elbette derece itibariyle bir farklılık olacaktır. Hak yolunda infak edilen bir mal Allah’a “Karzı-Hasen” (güzel bir borç) vermek gibidir, Allah bu karz-ı hasenin karşılığını kat kat verecektir.
Ahirette Allah’ın nuru ancak Allah yolunda mallarını ve canlarını sarfedenlere nasip olacaktır. Dünyada hakkın veya batılın hüküm süreceğine aldırış bile etmeyen münafıklar, burada her ne kadar Müslümanların saflarında gözüküyorlarsa da, ahirette Müslümanlardan ayrılarak Allah’ın nurundan mahrum kalacak ve mahşer meydanında kafirlerle birlikte olacaklardır.
Müslümanlar, hayatlarını dünyanın peşinden koşarak tüketmiş ve gaflet dolayısıyla kalpleri katılaşmış Ehli Kitap gibi olmamalıdırlar. Onlar (Ehli Kitap) nasıl mümin olabilirler ki, Allah’ın zikrini işittiklerinde kalpleri yumuşamaz ve Allah’ın indirdiği hakka boyun eğmezler?
Allah indindeki şehid ve sıddıklar, ancak Allah yolunda mallarını ve canlarını hiç gösteriş yapmadan feda eden müminlerdir.
Dünya hayatı, geçici ve aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir. Elinizdeki zinetler, aranızdaki övünme, mal ve evlat yarışı hepsi de geçicidir. Bu, tıpkı yemyeşil bir tarlanın misaline benzer: Önce sararır, sonra kurur ve çürür, sonunda da yok olup gider. Asıl kalıcı olan Cennet hayatıdır. O halde ne yapacaksanız, Cennet hayatı için yapın. Dünyada sıkıntı veya ferahlık, Allah’ın takdirine bağlıdır. Müminler, bir musibetle karşılaştıklarında meyus olmayan, zenginlik ve refah elde ettiğinde kibirlenmeyen bir karaktere sahip olmalıdırlar. Çünkü kafir ve münafıklar, Allah kendilerine nimet verdikçe kibirlenip şımaran, Allah’ın bağışladığı nimeti O’nun rızası için sarfetmeyen ve hatta başkalarını da sarfetmekten alıkoyan bir özelliğe sahiptirler.
Allah, peygamberlerini apaçık işaretlerle göndererek, adaleti tesis etmeleri için beraberlerinde Kitap ve Mizan’ı indirmiş ve hakkı ikame edip batıl güçleri ezmeleri için de, bunlarla birlikte Demir’i yaratmıştır. Böylece Allah, kimlerin dinini ikâme edeceğini ve kendine yardımda bulunacağını görecektir. “Bu imtihan ilerlemeniz ve bir üst makama yükselmeniz içindir. Yoksa Allah kendi dinini ikâme etmek için sizlere muhtaç değildir.”
Daha önce de Allah tarafından peygamberler gönderilmiştir. Onların davetine icabet edenler olduğu gibi, tekrar fıska dalanlar da oldu. Hz. İsa peygamber olarak gönderildiğinde, bir çoğu iyiliğin yoluna girmişlerdi ama, ondan sonra ümmeti, ruhbanlık bid’atine saplanıverdi. Şimdi ise Hz. Muhammed (s.a), Allah tarafından peygamber olarak gönderilmiştir. O’nun peygamberliğine iman edip Allah’tan korkarak hayatlarını sürdürenler, Allah’ın rahmetinden iki kat hak alırlar ve bu dünyada hak ve batılı açıkça görebilmeleri için kendilerine basiret bahşedilir. Ehl-i Kitap, Allah’ın lütfunu kendi tekellerinde sanmaktadırlar, sanmaya da devam etsinler. Allah’ın fazl ve rahmeti kendi elindedir ve bunu dilediğine verir.
Burada özetlediğimiz konular, sure içinde peşpeşe beyan edilmiştir.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih etmiştir.1 O, üstün ve güçlü (aziz) olandır,2 hüküm ve hikmet sahibidir.
2 Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye güç yetirendir.
AÇIKLAMA
1. Yani, kâinat nizamı içerisinde bulunan her şey, kendisini yaratan Zat’ın her türlü kusur, zaaf ve noksanlıktan münezzeh olduğunu açıkça ispatlamaktadır. Çünkü o Zat’ın sıfat ve fiilleri mükemmeldir. Yaratılış ve yarattıklarının idaresi ile ilgili emirlerinin tümü, her türlü kusur, zaaf ve noksandan berîdir.
“Sebbeha” fiili burada mazi sîgasıyla (geçmiş zaman kipiyle) kullanılmıştır. Fakat bazen muzari sîgasıyla (geniş zaman kipiyle) kullanıldığı yerler de vardır. Bu farklılık, kâinattaki her zerrenin Allah’a hamd etmiş olduğuna, hâlâ etmekte ve gelecekte de edeceğine delalet eder.
2. “Huve’l-Aziz’ûl-Hakim” (O azizdir, hakimdir) ifadesinde geçen “huve” zamiri, tekid için başa getirilmiştir. Yani aziz ve hakim ancak O’dur. Aziz; kuvvet sahibi, kâdir ve kâhir anlamına gelir. Hiç kimse O’nun emirlerine karşı koyamaz ve herkes O’nun emirlerini yerine getirmek zorundadır. O’na karşı çıkan, O’ndan kaçıp kurtulamaz. Hakim ise hikmet sahibi demektir. Yani O’nun yaptığı her şeyde bir hikmet vardır. O’nun yaratışı, idaresi, emirleri ve yol göstermesi yine bir hikmete dayanmaktadır. Yaptıkları akla ve mantığa ters değildir, hiçbirinde bir bilgisizlik yoktur.
Burada ince bir nokta dikkate değer. Kur’an’da Allah’ın “aziz” sıfatı ile birlikte Kuvvetli, Cebbar, Muntakim, Kahhar gibi sıfatları pek nadir olarak ve zalimlerin, asilerin azabla korkutulduğu yerlerde kullanılmıştır. Dolayısıyla bu kullanımlardan, Allah’ın mutlak iktidar sahibi olduğu anlamı çıkar. Ancak bu gibi yerlerin dışında Aziz sıfatı yanında, Hakîm, Alîm, Rahîm, Gafûr, Vehhâb, Hamîd gibi başka sıfatlar da kullanılmıştır.
Böylece, bu kadar güçlü ve kuvvet sahibi olan Zat nasıl akılsız, merhametsiz, affetmeyen, kötü vasıfları bulunan biri olabilir? Zulüm ve insafsızlık varsa şayet, bunun temelinde yatan neden, başkaları üzerinde iktidar sahibi olan insanların, Allah’ın yukarıda zikredilen güzel sıfatlarına haiz olmayışlarıdır. Kuvvet ve iktidar sahibi olan bir kimsede, bu güzel sıfatlar ne kadar az bulunuyorsa, bu kimsenin idaresinde zulüm ve fesadın derecesi de o kadar yüksek olur. Dolayısıyla Kur’an’da nerede Allah’ın “Azîz” sıfatı zikredilmişse hemen onun yanında Hakîm, Alîm, Rahîm, Gafûr, Hamîd, Vehhâb sıfatları eklenmiştir. Böylece insanlar, kendilerini yaratan Allah’ın mutlak iktidar sahibi olduğunu, yeryüzünden gökyüzüne kadar tüm kâinatta O’nun emirlerinin geçerli olduğunu ve O’na karşı koymaya kimsenin gücünün yetemeyeceğini anlasınlar. O hakîmdir; her emri bir hikmete dayalıdır, Alîmdir; her şeyi bilir, dolayısıyla emirlerinde yanılma ihtimali yoktur. Rahîmdir; kuvvetini merhametsizce kullanmaz. Gafûrdur; yarattıklarına hoş görülü davranır ve affedicidir. Vehhâbtır; emri altındakilere cimri değil, cömert davranır. Hamîddir; tüm mükemmel sıfatlara haizdir ve hem de bunlara lâyık olan da sadece O’dur.
Kur’an’ın bu açıklamaları siyaset ve hukuk bilimcileri tarafından daha iyi anlaşılır; zira “Hakimiyet”, hakimiyet sahibinin, sınırsız yetki ve gücü elinde bulundurmasını gerektirir. Dahili veya harici hiç bir güç, hakimiyet sahibinin kararlarına karşı çıkmadığı gibi, onları değiştirmeye çalışmamalı, uygulamalarına mani olmamalı ve sonuçta O’nun kararlarına uymaktan başka bir çare aramamalıdır. Ayrıca böylesine sınırsız bir iktidar sahibi, kusur ve noksandan beri, ilim ve hikmette mükemmel olmalıdır. Aksi taktirde bu sınırsız iktidar, ahmak, cahil, merhametsiz ve kötü vasıflara sahip bir kimsenin elinde bulunursa, ortada zulüm ve fesaddan başka bir şey olmaz. Bu yüzden, düşünürler siyasal sistemlerle ilgili teorilerini öne sürerlerken, idarecileri kesin iktidar sahibi farzederek, onları her türlü noksandan münezzeh kabul etmek zorunda kalmışlardır. Ancak hiç bir kulun hatasız ve sınırsız, mutlak bir yetki sahibi olamayacağı apaçık ortadadır. Ayrıca bir önderin, bir meclisin, bir milletin, bir partinin sınırlı iktidarının hatadan beri olması mümkün değildir. Dolayısıyla yanılgıya düşmeyen bir hikmete, ihata etmediği hiç bir şey olmayan bir ilme, tüm insanlık bir araya gelse sahip olamaz. Bu yüzden bir parlemento iktidarının böylesine bir bilgi ile mücehhez olması tasavvur dahi edilmez. Çünkü insan, insan kaldığı müddetçe bencillik, heva, heves, korku, taassub, muhabbet, nefret vb. zaaflardan tamamen arınamaz. İşte bu gerçeği dikkate alırsak Kur’an’da öne sürülen yönetim felsefesinin en doğru ve en mantıklı olduğunu hemen kavrarız. Kur’an, aziz olan Allah’tan başkasının, mutlak iktidar sahibi olamayacağını, Allah’ın ise Hakîm, Alîm, Rahîm, Gafûr, Hamîd, Vehhâb ve her türlü kusur ve noksandan münezzeh olduğunu söyler.
3 O, Evveldir Ahirdir, Zahirdir, Bâtındır.3 O, her şeyi bilendir.
4 Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da arşa istiva eden4 O’dur. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir.5 Siz, her nerede iseniz, O sizinle beraberdir.6 Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.
5 Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. (Sonunda bütün) işler Allah’a döndürülür.
6 Geceyi gündüze bağlayıp-katar, gündüzü de geceye bağlayıp-katar. O, göğüslerin özünde (saklı) olanı bilendir.
AÇIKLAMA
3. Yani, hiçbir şey yok iken Allah vardı ve herşey yok olduktan sonra Allah yine varolacaktır. O Evveldir, Ahirdir ve aynı zamanda Zahirdir. Çünkü herşey O’ndan zuhur eder. O’nun sıfatlarından, fiillerinden ve nurundan meydana gelir. O Bâtındır, yani her şeyden gizli ve saklıdır, duyular ile kavranılması mümkün değildir. Akıl ile hayal gücüyle, Zatını tasavvur etmek imkan haricidir. Nitekim bu ayetlerin en güzel yorumu Hz. Peygamber’in (s.a.) şu duasındaki ifadelerdir:
“Ente el-Evvel fe leyse kableke şey’en ve ente el-Ahir fe leyse ba’deke şey’en ve ente el-Zahir fe leyse fevkake şey’en ve ente el-Bâtin fe leyse dûneke şey’en” (İmam Ahmed, Müslim, Tirmizi ve Beyhâki, Ebu Hureyre’den; Ebu Yâlâ ise, Müsnedi’nde Hz. Aişe’den nakletmişlerdir.)
Bu bağlamda, Cennet ve Cehennem ehline ebedî hayat verileceğine göre, Allah’ın Ahir olması (yani her şey yok olduğunda sadece Allah’ın kalacağı) nasıl izah edilebilir?” şeklinde akla bir soru gelebilir. Bu sorunun cevabını Kur’an’ın kendisi vermiştir. “Allah’tan başka her şey yok olacaktır.” (Kasas: 88) Diğer bir ifadeyle hiç bir mahluk kendiliğinden bir ebediliğe sahip değildir. Şayet herhangi bir varlık, hayatına devam ederse, bu Allah’ın emriyle olur. Çünkü her mahluk fanidir. Cennet ve Cehennemde ebedî kalmalarına gelince, onlar bizzat zâtî sıfatları nedeniyle değil, Allah’ın emriyle orada hayatlarını sürdüreceklerdir. Tıpkı meleklerin zâtî sıfatları dolayısıyla ebedî olmayıp, Allah’ın emriyle hayat bulabilmeleri ve verilen süre kadar hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri gibi. Yani kâinatı yaratan ve idare eden Allah’tır.
4. Bkz. A’raf an: 41, 42, Yunus an: 4, R’ad an: 2-5, Fussilet an: 11-15
5. Diğer bir ifadeyle Allah, herşeyi en ince ayrıntısına kadar bilmektedir. Öyle ki, toprak altındaki her tane, her yaprak, her fidan, yeryüzüne düşen yağmurun her damlası, göğe yükselen buharlar vs. hepsi de Allah’ın bilgisi dahilindedir. Eğer böyle olmasaydı, toprak altındaki taneyi nasıl bir fidan olarak çıkarabilir, yetiştirebilirdi? Yine şayet ilim sahibi olmasaydı nereye, ne kadar yağmur yağması gerektiğini nasıl bilebilir ve onu düzenli bir şekilde yeryüzüne indirebilirdi? Tüm bunları diğer olaylarla mukayese edersek, arzın altında ne olduğunu, ordan neler çıktığını, gökyüzüne buharın nasıl yükseldiğini ve yağmurun nasıl yağdığını vs. hepsinin de Allah’ın ilmi dahilinde olduğunu anlarız. Şayet Allah Teâlâ’nın ilmi olmasa, böylesine muazzam bir nizam nasıl kurulur ve her şey ayrı ayrı nasıl takdir edilirdi?
6. Yani, sizler hiç bir surette O’nun hükümranlığının ve bilgisinin dışında kalamazsınız. Yeryüzünde, gökyüzünde, uzayda veya her nerede olursanız olunuz, Allah’ın bilgisi dışında olmanız mümkün değildir. Yeryüzünde hayatınızı idame ettiriyor olmanız bile, Allah’ın her yerde mevcud olduğunu bizzat ispatlamaktadır. Kalbinizin çarpıntısı, nefes almanız, görme ve işitme yetileriniz… ciğerlerinizin işleyişine kendiniz de şahitsiniz. İşte Allah size hikmet ile bu imkanları verdiği içindir ki yaşamaktasınız. Nitekim eceliniz geldiğinde Allah bu imkanları ortadan kaldırır ve sizler hayata veda edersiniz.
7 Allah’a ve Rasulü’ne iman edin.7 Size harcama yetkisi verdiği şeylerden infak edin8 ki sizi onların üzerinde halifeler kıldı.9 Artık sizden kim iman edip infak ederse,10 onlar için büyük bir ecir vardır.
AÇIKLAMA
7. Burada kafirlere seslenilmemektedir. Çünkü daha sonra yapılan hitaptan, burada, şehadet kelimesini söyleyerek Müslüman olan, fakat İslâm’ın öngördüğü mükellefiyetlerden kaçınan kimselerin muhatap alındığı anlaşılmaktadır. Nitekim İslâm’ı kabul etmeleri için kendilerine çağrı yapılan kafirlerden, İslâm’ı kabul eder etmez Allah yolunda cihad için mallarını cömertçe sarfetmelerini istemek mantıksız olurdu. Ayrıca onlara, “Sizlerden zafer öncesi cihad için mallarını sarfedenlerle zaferden sonra sarfedenler bir değildir. Zaferden önce Allah yolunda cihad için mallarını infak edenler, zaferden sonra infak edenlerden derece itibariyle üstündürler” demek de anlamsızdır. Henüz Müslüman olmamış kimselerden Allah yolunda canlarını ve mallarını vermelerini talep etmek ise daha sonraki bir iştir. Dolayısıyla “Allah’a ve Rasulü’ne iman edin” şeklindeki seslenişin anlamı “Ey kelime-i şehadet getirerek İslâm’ı kabul edenler! Allah’a ve Rasulü’ne gerçekten (ihlasla) iman edin ve imanınızda sebatlı olun” demektir.
8. Burada anlaşılan odur ki, maksat; iyilik amacıyla infak etmeye çağrı değil, 10. ayetten de anlaşıldığı gibi Rasulullah’ın önderliğinde kafirlere karşı yapılan cihadda İslâm’ın zaferi için infak etmeye çağrıdır. İslâmî yönetimin bu fedakarlığa özellikle iki hususta ihtiyacı vardır.
Birincisi savaş nedeniyle, ikincisi İslâm’ı kabul ettikten sonra kafirlerin zulmüne maruz kalıp imanlarını kurtarmak için zorluklara katlanarak Medine’ye hicret eden ve Hz. Peygamber’in (s.a.) yanında kalan yardıma muhtaç mazlum Müslümanlar nedeniyle. İhlaslı Müslümanlar, bu mazlum kardeşlerine yardım edebilmek için, güçlerinin üstünde çaba sarfediyorlardı. Nitekim ileride gelecek olan ayetlerde (10-12, 18-19) onların bu fedakarlıkları takdirle zikredilmiştir. Fakat buna rağmen Müslümanlar arasında bir çok kimse, kendileri refah içinde yaşarken ölüm kalım mücadelesi veren bu insanlara sadece seyirci kalıyorlardı. Üstelik iman ettikleri İslâm dininin, kendi can ve malları üzerinde tasarruf hakkı olduğunu hiç düşünmüyorlardı. İşte bu ayet, bütün Müslümanlara seslenmekte ve “Gerçek müminler olun ve Allah yolunda mallarınızı infak edin” demektedir.
9. Bu cümle iki anlama da gelir ve her ikisi de geçerlidir. Birincisi, “tasarrufunuz altında bulunan mal, sizin kendi mülkünüz değil, Allah’ın sadece size bir emanetidir. Yani, mülkün asıl sahibi Allah’tır ve sizler bu malı O’nun yolunda sarfetmekten kaçınıyorsunuz. Oysa bir vekil, malın gerçek sahibinin isteği doğrultusunda sarfetmekten kaçınamaz. Çünkü onun görevi, sahibinin emrini yerine getirmektir.” İkincisi, “Bu mal daha önce sizin elinizde değildi ve sürekli elinizde de kalmayacaktır. Dolayısıyla bu mal nasıl sizden önce başkalarının elinde bulunduysa, gelecekte de başkalarının elinde olacaktır. O halde bu geçici vekaletiniz esnasında size tevdi edilen malı sarfedin ki, ahirette ebedi mükafatı almaya hak kazanabilesiniz.” Bu konuda Hz. peygamber’den (s.a) bir hadis rivayet edilmiştir.” Rasulullah bir defasında bir keçi kesti ve onun etini dağıttıktan sonra Hz. Aişe’ye (r.a) geriye ne kadar et kaldığını sordu. Hz. Aişe “Sadece bir kol kaldı” diye cevap verince Rasulullah “Hayır bir koldan başka tüm keçi kaldı; Zira Allah yolunda ne sarfetmişsen o bakidir” dedi.” (Buhari, Müslim). Başka bir hadisde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “İnsanoğlu “malım, malım” der, oysa senin malın,ancak yediğin, giyerek eskittiğin ve sadaka vererek ahirete gönderdiğindir. Bunun dışında elinde ne varsa, elinden çıkacak ve başkalarının eline geçecektir.” (Müslim).
10. Burada cihad için kişinin malını sarfetmesi, imanın gereği, ihlasının göstergesi olarak nitelenmiştir. Diğer bir ifadeyle gerçek ve ihlaslı bir mümin, bu tür nazik durumlarda, malını infak etmekten kaçınmamalıdır.
8 Size ne oluyor ki, Rasul sizi Rabbinize iman etmeye çağırıp-dururken11 Allah’a iman etmiyorsunuz? Oysa O, sizden kesin bir söz almıştı.12 Eğer mü’min iseniz (inanıp sözünüzü gerçekleştirin).
9 Sizi karanlıklardan nura çıkarması için kuluna apaçık ayetler indiren O’dur. Şüphesiz Allah, size karşı elbette şefkatli olandır, esirgeyendir.
10 Size ne oluyor ki, Allah yolunda infak etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mirası Allah’ındır.13 İçinizden, fetihten önce infak eden ve savaşanlar (başkasıyla) bir olmaz. İşte onlar, derece olarak sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Allah, her birine en güzel olanı va’detmiştir.14 Allah, yapmakta olduklarınızı haber alandır.15
AÇIKLAMA
11. Yani, Müslüman olduğunuzu söylemenize rağmen, kafirler gibi davranıyorsunuz. Oysa Allah’ın Rasulü aranızda bulunmakta ve sizlere doğrudan doğruya Allah’ın vahyini aktarmaktadır.
12. Bazı müfessirler bu ifadeden, Allah’ın, yaratılıştan sonra Adem’in zürriyetinden aldığı “misakın” kastolunduğu anlamını çıkarmışlardır. Bazıları da, “Bu ifade de her insanın fıtratında ve vicdanında Allah’a itaat duygusunun mevcut olduğuna işaret ediliyor” demişlerdir. Doğrusu ise, bu misak ile Allah’a ve Rasülü’ne itaat ve tabi olmanın bilinciyle, her Müslümanın İslâm’ı kabul ettiğinde Rabbiyle yaptığı anlaşmanın kastolunuyor olmasıdır. Kur’an’ın başka bir yerinde bu anlaşmaya şöyle değinilmiştir:
“Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani “işittik ve itaat ettik” demiştiniz. Allah’tan korkun; çünkü Allah göğüslerin özünü bilir.” (Maide: 7)
Bir hadiste Hz. Peygamber’in (s.a) bu olayı nasıl anlattığını Ubade bin Samit şöyle rivayet ediyor: “Rasulullahsa bizden şu esaslar üzerine biat aldı. İyi veya kötü herhalükarda beni dinleyecek, bana itaat edeceksiniz. Yoksulluğunuzda veya zenginliğinizde Allah yolunda infak edeceksiniz. Marufu emr, münkeri nehyederek, Allah için doğru söz söyleyecek ve bu konuda hiç kimseden çekinmeyeceksiniz.” (Müsned-i Ahmed)
13. Bu ifade iki anlama da gelebilir. Birincisi, bu mal sizlerin elinde ebedi kalacak değildir. Muhakkak bir gün bu maldan ayrılacaksınız ve bu mal Allah’a kalacaktır. Oysa şimdiden, yani hayatta iken bu malı Allah yolunda sarfetmelisiniz ki öbür dünyada bu davranışınız dolayısıyla, Allah sizi mükafatlandırsın. Bu malı Allah yolunda sarfetmeyecek olsanız bile, yine de o Allah’a kalacaktır. Fakat aradaki fark, infak etmediğiniz takdirde sizlerin hiç bir mükafata hak kazanamayacak olmanızdır. İkincisi, “mali sıkıntıya ve yoksulluğa düşme korkusuyla Allah yolunda sarfetmekten kaçınmayın, kâinatın tüm hazinelerinin sahibinin Allah olduğunu bilmelisiniz. Dolayısıyla O, size elinizde bulunandan daha fazlasını bağışlamaya kadirdir.” Bu hususa Kur’an’ın diğer bir ayetinde şöyle değinilmiştir.
“De ki: Rabbim, kullarından dilediğine rızkı yayar ve ona tekrar rızkı kısar. Siz Allah için ne infak ederseniz, Allah onun yerine başkasını verir. O rızk verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe: 39)
14. Yani, her iki grup da mükafatı haketmiştir fakat birinin mertebesi diğerinden üstündür. Çünkü onlar en nazik ve en zor durumlarda Allah yolunda canlarını tehlikeye attılar ve zafer ümidi olmadığı zamanlarda bile Allah rızası için mallarını çekinmeden sarfettiler.
İşte böylesine bir dönemde İslâm’ın küfür karşısında mücadeleyi kaybetme tehlikesi söz konusuydu, ama buna rağmen o kimseler, dünyada yaptıklarının karşılığını alma şansları olmadığı halde, mallarını harcadılar. Müfessirlerden Mücahid, Katade ve Zeyd bin Eslem, bu ayette geçen “Fetih” kelimesi ile Mekke’nin fethinin kastolunduğu görüşündedirler. Şa’bi ise, “Bu kelime ile Hudeybiye antlaşması kastedilmektedir” diyor. Ancak çoğu müfessirler birinci görüşü tercih etmişlerdir. İkinci görüşe gelince, Ebu Said el-Hudri’den rivayet olunan bir hadis onu teyid etmektedir. “Rasulullah Hudeybiye Antlaşması’nda şöyle buyurdu. Çok yakında öyle bir grup gelecektir ki, sizler kendi amellerinizi, onların amelleri yanında küçük göreceksiniz. Ama onların dağ kadar altınları olsa ve Allah yolunda sarfetseler dahi, yine de sizlerin bir veya iki rıtlınıza (rıtl, çok küçük bir ölçü birimi muhtemelen 8 kg. çev.) eşit olmaz. (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, İbn Merduye, Ebu Naim el-İsfehânî) Yine İmam Ahmed’in Hz. Enes’ten rivayet ettiği bir başka hadis bu görüşü desteklemektedir: “Bir defasında Abdurrahman bin Avf ile Halid bin Velid arasında bir münakaşa vuku bulur.Halid bin Velid, Abdurrahman bin Avf’a “Eski hizmetlerinizden ötürü, her zaman üstünlük taslıyorsunuz” der ve Rasulullah’a bu söz iletilince, O “Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki Uhud Dağı kadar altınınız olsa ve sarfetseniz, yine de onların amelleriyle eşit olamazsınız” buyurdu. Bu hadisten anlaşılıyor ki fetih kelimesi ile Hudeybiye Antlaşması kastolunmuştur. Çünkü Halid bin Velid, Mekke’nin fethinden önce Müslüman olmuştur ve Mekke’yi fetheden ordu içindedir. Gerçi sözkonusu “fetih”, ister Mekke’nin fethi ister Hudeybiye Antlaşması ile ilgili de olsa, verilmek istenen mesaj sadece o döneme mahsus değildir. Bu İslâm’ın temel ilkelerinden biridir. Yani, küfre karşı İslâm’ın içinde bulunduğu zor ve nazik dönemlerde ve İslâm’ın zafer kazanma ümidinin olmadığı zamanlarda Allah rızası için mallarıyla ve canlarıyla savaşanların mertebesi, İslâm’ın kafirleri yenmesinden sonra, canlarını ve mallarını feda edecek olanlardan elbette üstündür.
15. Yani, Allah bir kimsenin mertebesini tayin etmeden önce o kimsenin niyet ve amellerine bakacak ve fedakarlığın hangi şartlarda yapılmış olduğunu dikkate alacaktır. Çünkü O’nun mükafatı gelişigüzel dağıtılmayacaktır. Allah herkesin yaptığı fedakarlıklardan haberdardır.
11 Allah’a güzel bir borç verecek olan kimdir? Artık Allah, bunu kendisi için kat kat arttırır. Onun için ‘oldukça üstün ve onurlu (kerim)’ bir ecir vardır.16
12 O gün, mü’min erkekler ile mü’min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşar iken görürsünüz.17 “Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar olarak altından ırmaklar akan Cennetlerdir.” İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur.
13 O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman etmekte olanlara derler ki: “(Ne olur) Bize bir göz atın, sizin nurunuzdan birazcık alıp-yararlanalım.”18 Onlara: “Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp-bulmağa çalışın” denilir. Derken aralarında kapısı olan bir sur çekilmiştir; onun iç yanında rahmet, dış yanında da o yönden azab vardır.19
14 (Münafıklar) Onlara seslenirler: “Biz sizlerle birlikte değil miydik?”20 Derler ki: “Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz,21 (Müslümanları acıların ve yıkımların sarmasını) gözetip-beklediniz;22 (Allah’a ve İslâm’a karşı) kuşkulara kapıldınız.23 Sizleri kuruntular yanıltıp-aldattı. Sonunda Allah’ın emri (olan ölüm) geliverdi;24 ve o aldatıcı da sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak, hatta masumca bizden görünerek) aldatmış oldu.”25
AÇIKLAMA
16. Allah’ın kendisine verdiği malın, kişinin O’nun yolunda sarfetmesini, Allah’ın Karz-ı Hasen (güzel bir borç) olarak nitelemesi, O’nun insanoğluna bir lütfudur. Ancak, halis niyetle ve bu dünyada şahsi hiçbir çıkar beklemeden, gösteriş ve şöhret niyeti olmaksızın verilmesi şartıyla. Üstelik verildikten sonra teşekkür beklenilmemeli ve sadece Allah rızası için sarfedilmelidir. Bu şekilde verilen “karz” (borç) için Allah’ın, birincisi kat kat karşılığını vermek, ikincisi kendi lütfuyla ayrıca mükafatlandırmak şeklinde iki va’di vardır.
“İbn Mesud’un rivayet ettiğine göre Ebu Dehda El-Ensari “Bu ayet nazil olduğunda Rasulullah’a, “Ya Rasulallah! Allah bizden borç mu istiyor?” diye sordu Rasulullah “Evet, ya Ebu Dehda Allah borç istiyor” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Dehda Rasulullah’tan elini uzatmasını istedi ve O’nun elini alarak, “Ben bağımı Allah’a borç (Karz-ı Hasen) olarak veriyorum” dedi. İbn Mesud, Ebu Dehda’nın bağında 600 hurma ağacı olduğunu ve O’nun bağı içindeki evinde, ailesiyle birlikte oturduğunu söyler. Bu hadiseden sonra Ebu Dehda evine gelir ve hanımına “Ey Dehda’nın annesi! Bu bağı ve evi boşaltacağız. Çünkü ben bu bağı Allah’a borç verdim” der. Hanımı ise ona, “Ya Ebu Dehda, çok kârlı bir alış veriş yaptın” diye cevap verir. Daha sonra da eşyalarını ve çocuklarını alarak bağdaki evi boşaltırlar. (İbn Ebî Hatim). Bu rivayetten o dönem Müslümanlarının nasıl bir karakterde oldukları, ayrıca Allah’ın, karşılığında kat kat ve fazladan mükafat vereceği Karz-ı Hasen’in ne olduğu çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
17. Bu ayet ile bir sonraki ayetten anlaşıldığına göre mahşer meydanında Allah’ın nuru, sadece salih müminlere mahsus olacak, kafir, münafık, facir ve fasıklar ise dünyada nasıl karanlık içinde yaşamışlarsa orada da karanlıklar içinde kalacaklardır. Çünkü aydınlık, orada salih akide ve amellerin sonucunda vukubulur. İmandaki ihlas, hayat tarzındaki pâklık, orada “nur” olarak aydınlık verecek ve bununla müminlerin yüzleri ışıldayacaktır. Öyle ki, salih amelleri çok olan kimseler, etraflarına o nisbette ışık saçacaklar ve mahşer meydanından Cennet’e doğru giderlerken bu kimselerin önünde “nur” bulunacaktır.
Bu hususun en güzel izahı Katade’den mervî mürsel bir rivayette yapılmıştır: “Bazılarının nuru o kadar kuvvetli olacaktır ki Medine’den Aden’e, bazılarının Medine’den Sana’ya kadar gözükecektir. Bazılarının ise daha az olacaktır. Hatta bazı müminlerin nuru ayaklarının dibini aydınlatacaktır.” (İbn Cerir) Başka bir ifadeyle dünyada kişi ne kadar iyilik yaparsa, onun nuru o derece parlak olacaktır.
18. Yani, müminler önlerinde nurla Cennete giderlerken, arkalarından karanlıklar içinde münafıklar yürüyecekler ve müminlere, “Dünyada İslâm cemaati içinde biz de sizinle beraberdik. Bize doğru dönün ki bize de aydınlık gelsin” diyeceklerdir.
19. Yani, müminler Cennete girdikten sonra, arkalarından kapılar kapanacaktır. Kapının bir tarafında refah ve nimet içinde Cennet ehli dururken, diğer tarafında münafıklar Cehennemin azabı içinde olacaklardır. Öyle ki onlar kapının öbür tarafına geçemeyeceklerdir.
20. Yani, “Biz aynı İslâm cemiyetinde birlikte yaşamamış mıydık? Biz de kelime-i şehadet getirmemiş miydik? Sizinle birlikte namaz kılıyor, oruç tutuyor hacca gidiyor ve zekat vermiyor muyduk? Toplantılarınızda bulunmuyor muyduk? Sizinle aramızda akrabalık, sosyal ilişkiler yok muydu? O halde aramızdaki bu fark niye?” diyeceklerdir.
21. Yani, “Müslüman olduğunuzu söylemenize rağmen ihlaslı değildiniz. İslâm ile küfr arasında duruyordunuz ve küfrden kendinizi tamamen koparmamıştınız. İslâm’a da hiç bir zaman sıkı sıkıya bağlı olmadınız.
22. “” gözetiyordunuz, bekliyordunuz anlamındadır. Tıpkı iki yoldan birini seçme durumunda olup hangi tercihi daha kârlı olacağını kestiremeyen kimseler gibi. İslâm’ın en nazik dönemlerinde münafıklar da aynı tavır içindeydiler. Açıkça kafirlerin saflarında değillerdi ama İslâm’a da yararlı olmuyorlardı. Hangi taraf kazanırsa, ona katılmayı bekliyorlardı. Sözgelimi, İslâm kazandığında, kelime-i şehadet getirmiş olmanın avantajından istifade edip Müslümanların arasına girerler; küfür kazanırsa, kafirlerin saflarına katılırlar ve Müslümanların saflarında gözükmenin zararlı olacağını düşünürler. İşte bunlar ihlastan yoksun kimselerdir.
23. Bu ifade ile münafıkların içine düştükleri şüpheler kastedilmiştir. İşte münafıklığın gerçek nedeni de bu şüphelerdir. Onlar Allah’ın varlığı, Hz. Muhammed’in (s.a) peygamberliği, ahiretteki ceza ve mükafatın gerçekliği hakkında şüphe içindedirler. Yine hak ve batılın mücadelesi konusunda kuşku duymaktadırlar. Bu şüpheler olmaksızın bir kimse münafık olamaz.
24. Bu, iki anlama gelir. Birincisi; “Siz hayatınız boyunca bu şüphe içinde kaldınız.” İkincisi; “İslâm muzaffer oldu ama sizler sadece seyirci olarak kaldınız.”
25. Yani, şeytan.
15 Artık bugün sizden herhangi bir fidye alınmaz ve küfretmekte olanlardan da.26 Barınma yeriniz ateştir, sizin veliniz (size yaraşan dost) odur;27 o ne kötü bir gidiş yeridir.
16 İman etmekte olanların, Allah’ın ve haktan inmiş olanın zikri için kalplerinin ‘saygı dolu bir korku ile yumuşaması28 zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu da fasık olanlardı.29
17 Bilin ki gerçekten Allah, ölümünden sonra yeryüzüne hayat vermektedir. Şüphesiz biz, umulur ki aklınızı kullanırsınız diye30 size ayetleri açıkladık.
AÇIKLAMA
26. Burada, münafıkların sonlarının da kafirlerin sonları gibi olacağı açıklanıyor.
27. “Hiye mevlâkum”; iki şekilde de anlaşılabilir. Birincisi; “İşte siz ona layıksınız”, ikincisi; “Siz dünyada iken Allah’ı mevla edinmediniz. Şimdi artık mevlanız Cehennemdir.”
28. “İman edenler” ifadesi, “Müslüman olduklarını söyleyerek Rasulullah ve arkadaşlarının saflarına katılan ama İslâm’ın sorunlarına kalplerinde yer vermeyen kimseler” için kullanılmıştır.
O dönemde, tüm küfür güçleri İslâm’ı yok etmek için hazırlanmış ve daha yeni oluşan İslâm toplumunu her yanından kuşatmışlardı. Müslümanlar Arabistan’ın her yerinde zulüm altında inliyorlardı. Bu zulüm dolayısıyla yoksul vaziyette Medine’ye hicret etmişlerdi ve Medine’deki müminler bir yandan muhacir kardeşlerine güçlerinin fazlasını kullanarak yardım ederlerken, diğer yandan kafirlerle yapılan savaşta onca fedakarlıklarda bulunuyorlardı. İşte bu kimseler ortamı bildikleri ve bizzat olanları gördükleri halde Müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen, hiç aldırış bile etmiyorlardı. Bu bölümde sözkonusu kimseler “Sizler nasıl Müslümansınız” denilerek utandırılmaktadırlar. Öyle ki: İslâm’ın en nazik döneminde bile kalpleri Allah’ın zikri ile yumuşamamaktadır. “İslâm için sizlerin kalbinde hiç fedakarlık hissi yok mudur? Müslüman olmak bu mudur ki sizler İslâm tehdit altındayken ve sizlere Allah adına çağrı yapıldığı halde hiç hareket etmiyorsunuz? Allah Teâlâ, sizden yardımda bulunmanızı istemekte ve verdiklerinizi “Karz-ı Hasen” olarak adlandırmaktadır. Üstelik bu nazik ortamda malını, dininden üstün tutan kimselerin münafık olduklarını bildirmektedir.” Ancak bu kimseler her şeye rağmen Allah’tan korkmaz ve O’nun emirlerine boyun eğmezler.
29. Yani, Yahudi ve Hıristiyanlar, kendilerine gönderilen peygamberlerden asırlarca sonra dalalet çukuruna düşüp ahlaken çöktüler. Sizler ise şimdiden ahlâkî zaaflar göstermeye başladınız! Oysa Allah’ın Rasulu aranızda bulunmakta, Kur’an hâlâ nazil olmaya devam etmektedir. Üstelik iman etmenizin üstünden pek zaman geçmiş değil. Fakat sizlerin durumu daha şimdiden, asırlardır Allah’ın kitabını tahrif eden Yahudi ve Hıristiyanların durumuna benzemektedir.
30. Bu ifadenin hangi nedenden ötürü kullanıldığını iyice anlamak gerekir. Nitekim Kur’an’ın çeşitli yerlerinde risalet ve vahyin nüzulu, yağmurun bereketine benzetilmiştir. Vahyin insan üzerindeki etkisi, tıpkı yağmurun toprak üzerindeki etkisi gibidir. Öyle ki toprak, üzerine yağmur yağdığında, canlanıp, yemyeşil olur. Aynı bu şekilde bir toplum ve beldeye peygamber gönderilir ve kitap nazil olursa, o toplum ve belde vahyin bereketi ile canlanır, cahiliye döneminde kaybolan yetenekler yeniden gelişir, iyilik ve güzellik yönünden faaliyet gösterirler. Burada, imanı zayıf Müslümanların, risalet ve vahyin bereketiyle nasıl yükseldiğini pâk ve asude bir toplum haline geldiklerini kendi gözleriyle görmektedirler. Bir yanda şerefli, pâk ve yüce ahlâklı İslâm toplumu onların gözleri önünde iken, diğer yanda tüm çirkinlikleriyle cahiliye toplumu duruyordu. Dolayısıyla burada ayrıntılara girme gereği duyulmadan, Allah’ın rahmeti ile ölü toprağın nasıl canlandığına dikkat çekilmiş, akılları varsa bu gerçekten ders alıp, Hz. Peygamber’in (s.a.) ve Kur’an’ın bereketinden faydalanmaları öğütlenmiştir.
18 Gerçek şu ki, sadaka31 veren erkekleri ile sadaka veren kadınlar ve Allah’a güzel bir borç verenler; onlar için kat kat arttırılır ve ‘üstün ve onurlu (kerim)’ olan ecir de onlarındır.
19 Allah’a ve O’nun Resulüne iman edenler; 32İşte onlar Rableri katında sıddîklar 33ve şehidler (veya şahid)lerdir.34 Onların ecirleri ve nurları vardır.35 Küfredip de ayetlerimizi yalanlayanlar ise; işte onlar da Cehennem halkıdır.
AÇIKLAMA
31. “Sadaka” kelimesi umumiyetle kötü bir anlam çerçevesi içinde kullanılır. Oysa bu kelime, İslâmî bir kavramdır ve gösteriş olsun diye başkalarına yardım ediyor görünmek için değil de, Allah rızası için halisane verildiği takdirde, Allah’a ibadet ve O’nun lütfuna karşı bir hediye mesabesindedir. Sadaka kelimesi Sıdk’tan türemedir. Dolayısıyla temelde Allah yolunda infak ve ihlasa dayanmayan hiç bir sadaka, makbul değildir.
32. Burada “iman edenler” ifadesi ile, imanı zayıf olanların ve münafıkların aksine, amellerinde ihlaslı olan müminler kastolunmaktadır. Onların, “Birbirleriyle fedakarlıkta yarış ettikleri, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaştıkları” belirtilmiştir.
33. “Sıddîk” mübalağa sigasıdır. Yani, onlar beyan ettikleri hakikate kendileri de iman etmişlerdir. Ayrıca sıddîk; vefakâr, muhlis ve salih kimseler için kullanılır. Sözgelimi, kendi sözünün aksine davranan kimselere “sıddîk” denilemez. Ancak bu noktada “Sıddîkler zaten övüldüğüne göre mübalağa sigası niçin kullanılmıştır” şeklinde bir soru yöneltilebilir.
Burada mübalağa sigasının kullanılma amacı, dürüst, ihlaslı, doğruluktan ayrılmamış ve vicdanının aksine davranması kendisinden beklenmeyen kimselerin kastedilmiş olmasındandır. Yani öyle bir şahsiyettir ki, kabul ettiği bir düşünceyi, ihlasla kabul eder ve gerçekten ona inandığını davranışlarıyla ispatlar. (Bkz. Nisa an: 99)
34. Bu ayetin yorumunda büyük müfessirler arasında ihtilaf vuku bulmuştur. İbn Abbas, Mesruk, Dahhak ve Mukatil bin Hayyan, “Ulaike humus-Sıddîkûn” ifadesinin müstakil bir cümle, “veş-Şuhedau inde rabbihim, lehum ecruhum ve nuruhum” ifadesinin ayrı bir cümle olduğu görüşündedirler. Bu görüşe göre ayetin anlamı şu şekilde verilebilir: “Allah’a ve Rasulü’ne iman edenler) İşte onlar sıddîklardır. Ve şehidler için Rableri katında mükafatları ve nurları vardır.” Ancak bu görüşün aksine Mücahid ve daha bir çok müfessir, bu iki ifadeyi bir cümle olarak kabul etmişlerdir. Bu görüşe göre ayetin anlamı şöyle olur: “Allah’a ve Rasulü’ne iman edenler, Rableri katında ancak sıddîklar ve şehidlerdir. Onların mükafatları ve nurları vardır.” İki görüş arasındaki fark, birincisinin, şehidleri sadece Allah yolunda can verenler olarak kabul etmeleridir. Her mümin bu şekilde şehid sayılamayacağı için, bu cümleyi ayrı olarak müteala etmişlerdir. İkinci görüş ise, şehid olmanın anlamının Allah yolunda can vermekle sınırlanmaması ve şehidliği aynı zamanda Hakka şahitlik yapmak olarak tanımlamışlardır. Dolayısıyla bu görüşe göre her mümin şehiddir. Bana göre ise, ikinci görüş tercih edilmeye daha layıktır. Çünkü Kur’an ve Sünnet, bu anlayışı teyid etmektedir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmuştur:
“Böylece sizi vasat bir ümmet yaptık ki, insanlara şahid olasınız. Peygamber de size şahid olsun (…)” (Bakara: 143)
“Allah uğrunda, O’na yaraşır şekilde cihad edin. O sizi seçti ve babanız İbrahim’in yolu olan dinde size bir güçlük yüklemedi. Daha önce ve Kur’an’da Peygamber’in size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için size Müslüman adını veren O’dur. (…) (Hac: 78)
Hadislerde ise mesele şöyledir:
Bera İbn Azib’in rivayet ettiğine göre, “O, Rasulüllah’ın “Ümmetimin şehidleri müminlerdir” dediğini ve sonra Hadid Suresi’nin 19. ayetini okuduğunu işitmiştir.” (İbn Cerir)
İbn Merduye, aynı anlamda Ebu Derda’dan Rasulüllah’ın şöyle bir hadisini nakletmiştir.
“Canını ve dinini kurtarmak için ülkesinden hicret eden kimse Allah indinde sıddıktır. Öldüğü zaman ona şehidlere muamele edildiği gibi muamele edilir. Daha sonra Rasulullah (s.a) Hadid suresi’nin 19. ayetini okumuştur.”
Şehadet ile ilgili izah için Bkz. Bakara an: 144, Nisa an: 99, Ahzab an: 82
35. Yani onlara dereceleri ve hak ettikleri kadar nur verilecektir. Onların payı bu günden takdir edilmiştir.
20 Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnudluk (rıza) da vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir.36
21 Rabbinizden olan bir mağfirete (erişmek) ve Cennete (kavuşmak için) ‘çaba gösterip-yarışın,’37 ki (o Cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi 38olup Allah’a ve O’nun Resulüne iman etmekte olanlar için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sahibidir.
AÇIKLAMA
36. Bu konuyu yeterince kavramak için Kur’an’ın aşağıdaki ayetlerini gözden geçirmek gerekir. Bkz. Ali İmran: 14-15, Yunus: 24-25, İbrahim: 18, Kehf: 45-46, Nur: 39. Tüm bu ayetlerde, insanoğluna içinde yaşadığı hayatın geçici olduğu hatırlatılmaktadır. “Bu dünyadaki hayat ve bu hayat içindeki iniş ve çıkışlar geçicidir. Her ne kadar dünyada hoşunuza giden şeyler çok görünüyorsa da, aslında onlar hakirdir, asılsızdır ve aldatıcıdır. İnsanoğlu akılsızlığı yüzünden aldanmaktadır; zira onları elde etmeyi nihaî saadet zannetmektedir. Oysa bu dünyada ne kadar büyük fayda ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçici bir hayat ile çevrelenmiştir. Ayrıca bu dünyada insanoğlunun hayat akışı, aniden tersine dönebilir. Ancak bu dünyanın aksine, ahiret hayatı ebedidir. Oradaki faydalar da, zararlar da çok kapsamlı ve süresizdir. Şayet Allah’ın mağfireti sizlere nasip olursa, Allah’ın rızası mukabilinde size verilen nimetler de, o derece büyük ve sonsuz olacaktır. Öyle ki onların yanında bu dünyanın zenginlik ve ihtişamı bir hiçtir. Allah’ın azabına müstehak olanlar ise, zararlarının ne derece büyük olduğunu göreceklerdir. Çünkü bu dünyadaki hiç bir fayda, kazanç ve lezzet, ahirette sahip olunanların yanında bir değer taşımaz.
37. “Sabikuu” ifadesinin “koşuşun” şeklinde anlaşılması doğru değildir. Çünkü bu ifade burada, “dünyanın zenginlik ve lezzetlerini bırakarak asıl hedef ve genişliği yer ve gök kadar olan Cennetler için yarışınız” anlamındadır.
38.”Arduha ke ardi’s-Sema” ifadesini bazı müfessirler “Arzın ve Semanın genişliği (eni) gibi” şeklinde anlamışlardır. Oysa bu kelime Arapça’da hem boy hem de en anlamında mecazen genişlik ifade eder. Örneğin, Kur’an’ın başka bir ayetinde “İnsanlar o gün uzun uzun (aridun) dualar eder” (Fussilet: 11) buyurulmuştur. Dolayısıyla bu ayet ile Cennetin boy ve eni anlatılmak istenmemiştir. Nitekim burada, “Cennetin, arz ve sema gibi geniş olduğu ifade edilirken, Ali İmran: 133’te “Genişliği göklerle yer arası kadar olan Cennet” şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Bu iki ayet birleştirilerek okunduğunda, insanın zihninde, Cennette bahçelerin ve bir çok mahallin olacağı ve insanoğlunun istediği yere gidebileceği şeklinde tasavvurlar oluşur. Öyle ki tüm kainat bir gezi yeridir adeta ve orada dünyadaki gibi engeller olmayacaktır. Yine dünyada insanların aya gitmek için yıllarca uğraşmaları gibi uğraşmaya gerek kalmayacaktır. Orada kainat insanoğlunun dilediği yere ve zahmetsiz gidebileceği bir gezi yeridir.
22 Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce,39 bir kitapta (yazılmış) olmasın.40 Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır.41
23 Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah’ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız.42 Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.
24 Ki onlar, cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emreder (önerir)ler.43 Her kim yüz çevirirse, artık şüphesiz Allah, ganiy (hiç bir şeye muhtaç olmayan), Hamîd (övülmeye layık olan) O’dur.44
25 Andolsun, biz peygamberlerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye,45 onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar46 bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve peygamberlerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sahibidir, üstün olandır.47
AÇIKLAMA
39. Burada, insanın kendisinden ya da diğer mahlukattan veya yeryüzünden gelen musibetlere işaret edilmiştir.
40. “Kitap” ile alınyazısı kastolunmaktadır.
41. Yani yarattığı mahlukatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek Allah için güç değildir.
42. Bu noktada, ayetin nazil olduğu şartların gözönüne alınması gerekmektedir. O dönemde Müslümanlar kafirlerin tehdidi altında ve her yandan kuşatılmış olmanın meydana getirdiği bir halet-i ruhiye içindeydiler. Kafirlerin ekonomik boykotu sonucu perişandılar ve tüm Arabistan’da Müslümanlar zulüm altında inliyorlardı. Kafirler, Müslümanların bu halini, onların yanlış yolda olmalarının delili olarak kullanırlarken, münafıklar bu durumu istismar ederek, Müslümanların kalbine şüphe sokuyor ve böylece kendi şüphelerinin doğruluğunu ispatlamaya çalışıyorlardı. Öte yandan, ihlaslı müminler, bu musibetlere her ne kadar tahammül ediyorlarsa da, zaman zaman bu musibetlere dayanmak kendilerine zor geliyordu. İşte bu şartlar içerisinde bulunurlarken Allah Teâlâ, bu musibetlerin kendi bilgisi dışında olmadığını bildirerek onlara teselli vermiştir. Yani, tüm bunlar Allah’ın hikmeti ve herşeyi bilenin planı dahilindedir ve önceden yazılı Kitap’ta mevcuttur: “Sizleri bu safhalardan geçirmenin amacı, büyük bir görevi yüklenecek olmanızdandır. Dolayısıyla hazırlanmanız ve eğitilmeniz gerekmektedir. Çünkü bu eğitim olmaksızın, sizler o görevi yerine getiremez, kafirlere ve batıla karşı koyamazsınız.”
43. Bu, münafıkların herkes tarafından bilinen karekterlerine işarettir. Görünüşte onların diğer Müslümanlardan pek farkı yoktur; zira onlar da kelime-i şehadet getirmişler ve Müslüman olarak kabul edilmişlerdi. Ancak bu kimseler ihlastan yoksun bulunduklarından dolayı, ihlaslı müminlerin tabi tutuldukları eğitim dışında kaldılar. Çünkü onlar biraz refaha kavuştuklarında ve çevrelerinden biraz itibar gördüklerinde, hemen kibirleniyorlardı. Ayrıca Allah’a ve Rasulü’ne iman ettiklerini söylemelerine ve o Rasul’ün tebliğ ettiği dini kabul etmelerine rağmen, mallarını sarfetmemeleri konusunda telkinde bulunuyorlardı.
Onlar başkalarına “malınızı niçin boş yere harcıyorsunuz?” diyorlardı. Şayet Müslümanlar böyle bir imtihandan geçmemiş olsalardı, altın ile curuf birbirinden ayrılmayacaktı. İlhaslı müminler ile münafıkların bir arada karışık olduğu bir toplumun, insanlığın önderi olacak bir makama gelmesi mümkün değildi. Nitekim bu mükemmel önderliğin bereketlerini, dünya, Dört Halife döneminde açıkça görmüştür.
44. Yani, tüm nasihatlara rağmen Allah’ın dininde ihlaslı olmayan, Allah’a itaat etmeyen ve fedakarlıkta bulunmayarak, sapık yolda yürümeye devam eden kimselerden Allah müstağnidir, onlara ihtiyacı yoktur. O hamde layık olandır, iyi sıfatlarla muttasıf olanlardan razı olur, kötü sıfatlı kimseler ise O’nun iltifatına mazhar olamaz.
45. Burada kısa bir cümleyle özetlenen peygamberlerin misyonunu iyice kavramak gerekir. Peygamberlerin tümüne şu üç şeyin verildiği görülmektedir:
1) Beyyinat: Yani onların, Allah’ın gerçek peygamberleri olduğuna dair açık işaretler. Hakk’ın ve bâtılın ne olduğu ayet ve delillerle ispat edilmiş, ayrıca akide, ahlâk ve beşerî münasebetler konusunda doğru ve yanlış yolun özellikleri, açıkça ve hiç şüpheye mahal bırakmadan izah edilmiştir.
2)Kitap: İnsanoğluna, muhtaç olduğu hidayetin yolunu bulabilmesi için verilmiştir.
3) Mizan: Tartı yapıldığında hak ve bâtılın arasındaki farkı gösteren, düşünce, ahlâk ve muamelat konusunda ifrat, tefrit ve itidal noktalarını ortaya koyan ölçü.
Bu üç şeyin peygamberler ile birlikte dünyaya gönderilmesinin nedeni, onların bireysel ve toplumsal hayata adalet ve itidali hakim kılmaları içindir. Böylelikle onlar bir yanda, Allah’ın kulları üzerindeki haklarını, nefsinin insan üzerindeki haklarını ve muamelatta insanların birbirleri üzerindeki haklarını ortaya koyup, bunları hakkıyla uygularlar; diğer yanda bu ilkelere dayanarak, toplumda zulmü kökten kaldıracak şekilde sosyal hayatı düzenlerler. Toplumun her üyesinin kendi hakkını elde edebilmesi ve başkalarının hakkını verebilmesi için, kültürel, ahlâkî, ekonomik vs. her sahada ifrat ve tefritten uzak olarak dengeyi kurarlar. Başka bir ifadeyle peygamberlerin hedefi, dünyada kişisel ve sosyal anlamda adaleti tesis etmektir. Kişisel anlamda, herkesin hayatının adalet üzere inşa edilip, her ferdin düşünce, ahlâk ve münasebetlerinde mükemmel bir olgunluğa ulaşılmasıdır hedeflenen.
Sosyal anlamda ise, toplum hayatının adalet ilkeleri üzerinde tesis edilerek, fert ve toplum arasında, ruhsal, ahlâkî ve maddî refah bakımından çelişkilerin değil, uyumun sağlanmasıdır.
46. “Demir’in indirilmesi” demirin yaratılması anlamında kullanılmıştır. Sözgelimi Zümer Suresi’nin 6. ayetinde “Allah, hayvanları sekiz erkek, sekiz dişi indirdi (kıldı)” buyurulmuştur. Çünkü kâinattaki her zerreyi Allah yaratmıştır. Kur’an, bu yaratma işlemini zaman zaman “nâzil etti” şeklinde ifade eder.
Peygamberlerin misyonlarının açıklanmasından hemen sonra demirin indirilmesi zikredilmiş ve “onda kuvvet ve insanlar için faydalar vardır” denilmiştir. Bu ifade ile siyasi ve askeri kuvvete işaret edilerek, peygamberlerin sadece, “adaleti tebliğ” ile görevlendirilmedikleri ve bunun yanısıra adaleti fiilen uygulamaya geçirmekle de sorumlu oldukları kastedilmektedir. Böylece kuvveti elde ederek, adalet üzere kurdukları nizamı yıkmak isteyenleri ezebilmelidir.
47. Yani, Allah’ın, dinini galip kılabilmesi için yardıma ihtiyacı yoktur. O, bu düzenlemeyi insanoğlu için bir imtihan sebebi kılmış ki böylece insanlar bu imtihanı vererek ilerleyip yükselebilsinler. Aksi takdirde Allah için, Rasullerini kafirler üzerine galip kılmak çok kolaydı. Fakat böyle olsaydı, insanların peygamberlere iman etmeleri ne anlama gelecek ve Allah onları niçin mükafatlandıracaktı? Bu nedenlerden ötürü, Allah, dinini kudretiyle galip kılmak yerine, peygamberlerine, beyyinat, kitap ve mizan vererek, onları insanlara göndermiş, bunun yanısıra peygamberleri insanlara hak ve adaleti tebliğ etmeleri, zulüm v adaletsizlikten men etmeleri konusunda görevlendirmiştir. İnsanlar da dileyenin peygamberleri kabul etmesi, dileyenin de reddetmesi hususunda serbest bırakılmışlardır. Kabul edenlere, adalet nizamını tesis etmeleri, Rasul’e yardımcı olup, zulüm ve haksızlık düzeninin koruyucularına ve yöneticilerine karşı savaşmaları için çağrıda bulunulmuştur. Böylece Allah; insanlardan kimin hakkı kabul ettiğini, kimin zulüm ve adaletsizliğin devamı için çırpındığını, kimin hakkı kabul etmesine rağmen, hakk uğruna fedakarlıktan kaçındığını ve kimin Allah’ı görmediği halde, O’nun rızasını kazanmak, hakkı galip getirmek için canıyla, malıyla savaştığını, sonuçta bu imtihanı vererek istikbali için nasıl mücadele ettiğini görmek ister.
26 Andolsun, biz48 Nuh’u ve İbrahim’i (elçi olarak) gönderdik, peygamberliği ve kitabı onların soylarında kıldık.49 Öyle iken, içlerinde hidayeti kabul edenler vardır, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.50
27 Sonra onların izleri üzerinde peygamberlerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık.51 (Bir bid’at olarak) Türettikleri ruhbanlığı52 ise, biz onlara (uyulması gerekli bir yaşama biçimi) yazmadık. Ancak Allah’ın rızasını aramak için (türettiler)53 ama buna da gerektiği gibi uymadılar.54 Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.
AÇIKLAMA
48. Burada, daha önce kendilerine beyyinat, kitap ve mizan verilen peygamberlerin gönderildikleri toplumlarda yayılmış bulunan kötülükler açıklanmaktadır.
49. Yani, kendilerine kitap verilen peygamberlerin tümü Hz. Nuh’un ve Hz. İbrahim’in zürriyetindendir.
50. Yani, isyan ederek, Allah’a itaat edenlerden ayrıldılar.
51. “” kelimelerinin her ikisi de hemen hemen aynı anlamlara gelmektedir. Ancak bu iki kelime birlikte kullanıldığında, “rafeten”; insanı, sıkıntı içinde olana yardım etmeye zorlayan şefkat ve merhamet hissidir. Nitekim Hz. İsa (a.s) çok yumuşak kalpli ve merhametli olduğu ve mahlukata karşı çok şefkatli davrandığı için, onun takipçileri de aynı şekilde Allah’ın yarattıklarına karşı yumuşak ve merhametli davranıyorlardı.
52. “Ruhbaniyet” korku anlamındadır ve R-H-B’den türemedir. Ayrıca “Rahbaniyet” de deriz. Rahip ise, “korkan kimse” demektir. Dolayısıyla “Ruhbaniyet”, “korkan kimselerin yolu” anlamında kullanılır. Istılahî anlamıyla; korku dolayısıyla dünyaya sırt çevirmek, nefsin zaaflarından dolayı ormanlara, dağlara çekilebilme vs. olabilir.
53. ” “, iki anlama da gelebilir. Birincisi, “Biz onlara ruhbanlığı farz kılmamıştık. Fakat Allah’ın rızasını aramak onlara farzdı.” İkincisi, “Biz onlara ruhbanlığı farz kılmamıştık Fakat onlar Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla, bunu kendilerine farz kıldılar” Açıkça görülmektedir ki, her iki anlam da, ruhbanlığın gayri İslâmî bir davranış olduğuna ve hak dinlere nisbet edilemeyeceğine delalet etmektedir. Nitekim Rasulüllah (s.a) “İslâm’da ruhbanlık yoktur” (Müsned-i Ahmed), “Bu ümmetin ruhbanlığı Allah yolunda cihad etmektir” diye buyurmuştur. (Müsned-i Ahmed, Müsned-i Ebu Yâlâ). Yani bu ümmetin ruhani gelişimi dünyayı terketmekle değil, Allah yolunda cihad etmekle mümkündür. Dolayısıyla İslam ümmetinin fertleri fitnelerden korkmak orman ve dağlara çekilmek yerine fitne ve fesada karşı Allah yolunda mücahede ederek, fitne ve fesadı ortadan kaldırmak durumundadır. Nitekim bir sahabi “Ben tüm gece boyunca namaz kılacağım” derken, başka bir sahabi “Ben hergün oruç tutacağım”, başka biri, “Ben hiç evlenmeyeceğim ve kadınlara yaklaşmayacağım” dediğinde, bu sözleri duyan Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin ederim ki, ben içinizde Allah’tan en çok sakınanızım. Ancak ben oruç tutar, yemek de yerim, geceleri namaz kılar, uyurum da. Ben kadınlarla da evlerinim. Bu benim yolumdur ve benim yoluma uymayanlar bizden değildir.” (Buhari, Müslim). Ayrıca Hz. Enes’in rivayet ettiğine göre Rasulüllah şöyle buyurmuştur: “Nefislerinize zulmetmeyin. Öyle ki bir grup nefislerini zorlamış ve Allah da bunu onlara zorlaştırmıştır. Onların kalıntılarını kilise ve manastırlarda görürsünüz” (Ebu Davud)
54. Yani, iki kez yanlışlık yapmışlardır. Birincisi; Allah’ın emretmediği bir şeyi nefislerine vacip kılmışlar, ikincisi; Allah’ın rızasını kazanmak uğruna nefislerine vacip kıldıkları şeyin hakkını da verememişlerdir.
Böylece öyle bir dalâlete düşmüşlerdir ki, Allah’ın azabını hak etmişlerdir. Bu noktada, izah ettiğimiz hususun iyice kavranması bakımından, Hıristiyanların ruhbanlık ile ilgili tarihsel gelişimlerine değinmek yararlı olacaktır.
Hz. İsa’dan (a.s) 200 yıl sonrasına kadar Hıristiyanlarda ruhbanlık yoktur. Ancak başlangıcından beri Hıristiyanlık, bünyesinde ruhbanlık gibi bir sapmanın doğmasına müsait bir takım özellikler taşıyordu. İnzivaya çekilmek, dünyaya sırtını çevirerek dervişler gibi yaşamak, hiç evlenmemek, aile hayatı kurmamak, ahlâken mükemmel olmak için çalışmak şeklindeki ruhbanlığın temel özellikleri ve bu tür eğilimleri, daha Hıristiyanlığın başlangıcında mevcuttu. Bilhassa, bekâr kalmak, Hıristiyanlıkta bir kutsallık kazanmıştı. Evlenmek ve çoluk çocuk sahibi olmak her ne kadar kiliseye hizmet edenler için uygun görülmüşse de, üçüncü asra girerken, bu tür eğilimler bir fitne şeklinde gelişmiş ve ruhbanlık adeta salgın bir hastalık gibi, yayılmaya başlamıştır. Bunun üç tarihsel nedeni bulunmaktadır.
a) Kadim müşrik toplumlarda, şehvet, çirkin ahlâk ve dünyaya aşırı derecede meyletmek o derece yayılmış bulunuyordu ki, Hıristiyan alimler bu zaaflara itidal ile karşı koyacaklarına, aynı şekilde aşırı bir tepki göstermişlerdir. Sözgelimi bu aşırılık kadının iffeti konusunda, kadın-erkek arasındaki münasebeti nikah olsa dahi kötü (necis) telakki edecek kadar ilerdeydi. Yine dünyaperestliğe o kadar şiddetle karşılık vermişlerdir ki, dünyada bir şeye sahip olmak, ah-lâktan yoksun olmak gibi günah kabul edildi. Yoksulluk ve dünyayı terketmeye eğilim göstermek, onlar nezdinde yegâne ölçü addedildi. Ayrıca, müşrik toplumlardaki şehvet ve lezzet düşkünlüğüne karşı çıkmak, dünya nimetlerinden nefsini faydalandırmamak, nefsi öldürmek ahlâken üstün bulunurken, kişinin kendi nefsine her türlü eziyeti yapması, ruhsal yücelişin ispatı sayıldı.
b) Hıristiyanlar güçlü oldukları düzenlerde, dinlerini yaymak hevesiyle, bu dini kabul eden toplumların revaç bulmuş inançlarını Hıristiyanlığa sokmaktan çekinmemişlerdir. Evliya olarak kabul edilen kimselere tapmak, eski tanrılara tapınmanın yerini alırken, Horus ve İsis putlarının yerine, İsa ve Meryem Ana putları, Romalıların ekin tanrısının (Saturnaia) yerine “Noel Baba” konulmuştur. Ayrıca önceki putperest dinlerde ilgi bulan üfürükçülük, muskacılık vs. gibi hurafeler, Hıristiyan din adamları tarafından deruhte edilmeye başlanmıştır. Böylece dünyadan elini eteğini çekip sefil, çıplak bir şekilde kuyu içlerinde yaşayan, dağlar arasında dolaşan derviş kimseler, halk nezdinde kutsal, ermiş, evliya imajı alırken, Hıristiyanlıkta ideal prototip olmuşlardır.
Bu kimselerin hikaye ve menkıbeleri, olağanüstü marifet ve kerametleri Hıristiyanlar arasında, bizdeki “Tezkiretul-Evliya” türü kitapları meydana getirmiştir.
c) Hıristiyanlıkta şeriatın belirli sınırları olmadığı gibi, tutarlı bir yolu da yoktur. Musevî şeriat terkedildiğinden ve Kitab-ı Mukaddes kamil bir yol göstericilik yapamadığından, Hıristiyan alimler, filozoflardan ve diğer milletlerin inançlarından etkilenerek dinlerine her türlü bid’atı sokmuşlardır. İşte ruhbanlık da bu bid’atlerden birisidir. Hıristiyan alim ve din adamları, bu düşünceyi kendi dinlerinin rahiplerinden, Hint Yogi ve dervişlerinden, kadim Mısır fakihlerinden, İran’daki Maniheistlerden ve Yunan filozoflarından etkilenerek ortaya koymuşlardır. Böylece nefsi tezkiye etmeyi ve ruhsal ilerlemeyi, Allah’a yakınlaşmaya vesile olarak kabul etmişlerdir. Bu dalalete düşen kimseler sıradan kimseler olmayıp, üçüncü asırdan, yedinci asra kadar (ki Kur’an bu asırda nazil olmuştur) batı ve doğuda önde gelen Hıristiyan din adamları, önder kabul edilmiş kimselerdi. (Saint Atanasius, Saint Bastil, Saint Gragory, Saint Nazianazin, Saint Craysistum, Saint Embroz, Saint Jerom, Saint Agustain, Saint Benedik, Büyük Gregory). Bu kimselerin tümü rahiptir ve Hıristiyanlığa ruhbanlığı sokup onu yayanlar da bunlardır.
Tarihi bilgiler, Hıristiyanlıkta ruhbanlığın öncülüğünü yapanın Sn. Antony (MS. 250-350) olduğunu bildirmektedir. Kendisi ilk Hıristiyan rahiptir ve Kayyum bölgesinde, bugün Darul-Meymun olarak bilinen Pespir’de ilk manastırı kurmuştur. İkinci manastır ise Kızıldeniz sahilinde Mar Antonius’ta kurulmuştur. Hıristiyan ruhbanlığının ilke ve esasları, Sn. Antony’nin ortaya koyduğu öğretiye dayanır. Onun öncülük etmesiyle Mısır’da ruhbanlık adeta bir çığ gibi büyüyüp, yayılmaya başlamış ve peşisıra rahip ve rahibelere her yerde manastır kurulmuştur. Bu manastırlar yaklaşık 3000 rahibi barındırabilecek kapasitededir. M.S. 325’te Mısır’da başka bir Aziz “Pahumius”, rahib ve rahibelere 10 adet manastır yaptırmıştı. Daha sonra Şam, Filistin, Afrika, Avrupa ve diğer bölgelere kadar yayılmışlardır. Kilise, bu olayı önce şaşkınlık içinde izlemişti. Çünkü Kilise’ye göre, dünyaya sırt çevirmek, evlenmemek, mal sahibi olmamak ruhani ideal olarak tasvip görüyor ise de, rahiplerin düşündüğü gibi tüm bunlar günah sayılmıyordu. Ancak sonuçta, Sn. Atanasius (öl. 373), Sn. Bastil (öl. 379), Sn. Agustain (öl. 430) ve Büyük Gregory (öl. 609) gibi kimselerin gayretleriyle bu düşünceler meşruiyet ve resmilik kazanmıştır.
Ruhbanlık bid’ati ile ilgili bir takım hususlara değinmek istiyorum.
a) Kişinin bedenine eziyet etmesi, takva ölçüsü olarak kabul edildiğinden, rahipler kendilerine eziyet etmede adeta yarışıyorlardı. Hıristiyanların, azizlerin hayatını konu alan menakıb kitaplarında bu olaylar şöyle nakledilmiştir: İskenderiyeli Sn. Makarios, sürekli üzerinde 20 kiloluk yük taşırdı. 6 ay bataklıkta yaşadı, öyle ki zehirli sinekler, onun çıplak vücudunda ısırmadık yer bırakmamışlardı. Halefi (takipçisi) Sn. Yusavius şeyhinden de ileri giderek üzerinde devamlı 75 kiloluk yük taşımış ve 3 yıl kurumuş bir kuyu içinde yaşamıştır. Bu süre içinde ise, sadece kokmuş mısır yemişti. Sn. Besarius 40 gün dikenler üzerinde yatmış ve 40 sene sırtını yere koymazken, Sn. Pahamius ise, 15 sene (başka bir kaynağa göre 50 sene) sırtını yere koymamıştır. Sn. John 3 sene ayakta durmak suretiyle ibadet etmiş ve bu 3 sene içinde hiç oturmamıştır. Yalnız bazı zaman dinlenmek için duvara dayandığı olurdu. Ayrıca sadece pazar günleri kendisine sadaka verilen yiyeceği yerdi. Sn. Samius Astalit (390-449) Hıristiyanların büyük azizlerinden kabul edilirdi. O her paskalyanın 40 gün öncesinden başlayarak ağzına hiç bir şey koymazdı. Bir defasında tam bir sene tek ayağı üzerinde dikildi. Zaman zaman manastırından ayrılarak kuyu içinde yaşardı. En sonunda Şam’da Siman kalesinin yanında 60 fitlik bir sütun yaptırmış ve onun üstündeki sadece 3 fit’lik açık bir alan üzerinde yağmur, güneş, soğuk, sıcak altında 30 sene hiç aşağıya inmeden yaşamıştır. Yemeğini, müridleri sütunun tepesine merdiven ile çıkarak ona verirler pisliklerini temizlerlermiş. Daha sonra kendisini bir iple bu sütuna bağlamış ve kurtçuklar etini yemeye başlamış. Şayet bir kurtçuk onun yarasının üstünden düşerse, onu yerden alır ve yeniden yarasının üstüne koyarak, “Allah’ın verdiği rızkı yiyin” dermiş. Oldukça uzak bölgelerden gelerek bu şahsı ziyaret eden Hıristiyanlar, ölümünden sonra onu, Hıristiyanlığın en büyük ve kutsal azizi olarak kabul etmişler ve diğer aziz adaylarına bir örnek olarak göstermişlerdir.
O dönemde yaşayan azizler hakkında bu türden birçok menkıbeler anlatılmıştır. Bazılarının 30 sene hiç konuşmadıkları, ormanlarda ot, yaprak vs. yiyerek yaşadıkları, üzerinde sürekli yük taşıdıkları, hatta kendi bedenlerine uzuvlarını bağlıyarak işkence ettikleri, bazılarının hayvanların barındığı yerlerde, kurumuş kuyularda, eski mezarlarda yaşadıkları, yine bazılarının sürekli çıplak dolaşıp, vücutlarını saçlarıyla örttükleri, yürüyeceklerine, yerde yuvarlandıkları vs. nakledilmiştir. Ben şahsen, Sn. Katrin manastırında kemiklerle dolu bir kütüphane gördüm. Orada azizlerin kafatasları, el, ayak kemikleri ve hatta cam muhafazalar içinde iskeletleri teşhir ediliyordu.
b) Bu kimselerin bir diğer özelliği, sürekli pislik içinde yaşamak ve temizlenmekten şiddetle kaçınmaktır. Çünkü yıkanmayı ve suyun bedene dokunmasını takva ile bağdaştıramıyorlar, bedenin temizlenmesinin, ruhun pislenmesi demek olduğuna inanıyorlardı. Sn. Atannasius, Sn. Atony’nin ömrü boyunca ayaklarını yıkamadığını öğünerek yazar. Sn. Abraham Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, 50 sene ayaklarını ve yüzünü yıkamamıştır. Yine meşhur rahibe Bakire Silviya, tüm hayatı boyunca parmakları dışında hiç bir yerine su dokundurmamıştır. Bir manastırdaki 130 rahibenin, hiç bir zaman ayaklarını yıkamadıkları ve banyo adını duysalar ürperdikleri övünçle kaydedilmiştir.
c) Hıristiyan ruhbanlığı, evliliği ve aile hayatını fiilen haram kılarak, acımasızca nikah bağlarını koparmıştır. Öyle ki 4. ve 5. asırlarda “bekâr kalmak” en yüce ahlâkî erdemlerden biri olarak kabul ediliyordu. Onlara göre iffetli olmanın anlamı, cinsel ilişkiden kaçınmak ve evlenmemekti. Hatta nikahlı olsalar bile kadın-erkek ilişkisi onların iffet telakkilerine tersti. Çünkü pâk ve temiz bir ruhsal terakki, nefsi öldürmeyi gerekli kıldığından, lezzet ve zevklerden uzak kalınmalıydı. onlara göre, maddi istekleri yok etmek, insanın hayvanî arzularını öldürmek demekti. Dolayısıyla lezzet ve günah aynı şeylerdi. Öyle ki, bir şeyden memnuniyet duymak, hoşlanmak, Allah’ı unutmak anlamına geliyordu. Bu yüzden Sn. Bastil, gülmeyi ve tebessüm etmeyi daha yasaklamıştır. Yine aynı nedenler dolayısıyla bir erkek ile kadının evlenmesi kötü bir fiil olarak kabul görüyordu. Rahipler için değil evlenmek, bir kadının yüzüne bakmak bile günahtı. Nitekim bir kimse evliya veya rahip olmak istiyorsa hanımını terketmek zorundaydı. Aynı husus erkekler gibi kadınların zihinlerine de yerleştirildi. Yani, şayet onlar da semavi saltanatın içine girmek istiyorlarsa, hiç evlenmemelidirler veya evli iseler kocalarından ayrılmalıdırlar. Sn. Jerom gibi ünlü Hıristiyan bir alim şöyle diyor: “Şayet bir kadın İsa uğruna bakire kalır ve ömrü boyunca evlenmezse, o artık İsa’nın gelini olur. O kadının annesi de Tanrı’nın yani İsa’nın kayınvalidesi olma şerefine erer.” Yine Sn. Jerom bir başka yerde, “İffetin kılıcıyla evliliğin ipini kesmek, bu yolun yolcusu için ilk şarttır” demektedir. Böyle bir talimatın evli bir kadın ile erkek üzerindeki ilk etkisi, onların mutlu evliliklerinin son bulması şeklinde tezahür etmekteydi. Çünkü Hıristiyanlıkta boşanmak sözkonusu olmadığından, kadın ve erkek ayrı kalmak zorundalardı. Örneğin iki çocuk babası olan Sn. Nilus, ruhbanlığın etkisi altına girdiğinde, karısını ağlar bir halde bırakarak ondan ayrılmıştır. Sn. Amman zifaf gecesinde, karısına iffet üzerine va’zetmiş ve sonunda her ikisi de hayatları boyunca ayrı yaşamak konusunda anlaşmışlardı. Sn. Abraham ise, daha ilk gece karısını bırakarak kaçmıştır. Aynı davranışı Sn. Alex’de yapmıştır. Öyle ki Hıristiyanların Aziz menkıbelerini anlatan kitapları, bu tür örneklerle doludur.
Kilise, ilk üç asır süresince bu şiddetli ve aşırı tutumun karşısında olmuştur. Nitekim bu zaman boyunca bir kimsenin papaz olabilmesi için, bekarlık şartı aranmıyordu. Yahut papaz olmadan önce evli olan bir kimsenin, hanımı ile birlikte hayatını sürdürmesinde bir mahzur görülmemişti. Ancak papaz olduktan sonra evlenmeye izin yoktu. Ayrıca dul bir kadınla evlenen, iki karısı veya cariyesi olan bir kimse de papaz olamazdı. Bu düşünceler 4. asra kadar yavaş yavaş o derece kök salmıştır ki, kiliseye hizmet edenlerin evlenmeleri çok kötü bir davranış olarak görülmeye başlanmıştır. M.S. 362’de, Gingira konsülünün son meclisinde bu tür düşünceler (ruhbanlık) dine aykırı kabul edilirken, çok kısa bir zaman sonra, M.S. 386’da Roma konsülünde tüm papazlara evlilik hayatından uzak kalmaları tavsiye edilmiştir. Bir sene sonra Papa Serikius, papazların evlendikleri ya da evli olup hanımlarıyla ilişkilerini sürdürdükleri takdirde azledilmelerini bildiren bir emirname çıkarmıştır. Sn. Jerom, Sn. Embruz, Sn. Ağustiun gibi ileri gelen Hıristiyan alimler de bu emirnameyi kesinlikle onaylamışlardır. Az çok muhalefetin sonunda ise, Batı kiliselerinde titizlikle uygulanmaya geçilmiştir. Bu dönemde, papazların eşleriyle ilişkilerini sürdürmeleri ile ilgili şikayetlerin dinlenmesi için meclisler tertiplenmiştir. Zira yeni çıkan kanuna göre, papazların bu davranışı artık gayrimeşru idi. Bu tür yeni çıkan problemleri çözüme kavuşturmak ve ıslah etmek amacıyla, evli olan papazların açık yerlerde yatmalarını öngören ve karılarıyla yalnız kalmalarını engelleyen yasalar çıkarmıştır. Hatta bir papazın hanımıyla görüşebilmesi için, onlarla beraber en az iki kişinin daha bulunması şart koşulmuştur. Sn. Gregory, bir papazın hanımından 40 yıl ayrı yaşadığını ve öyle ki hanımı, ölümü anında yanına geldiğinde, ona “benden uzak dur” dediğini övünçle nakleder.
d) Ruhbanlığın en korkunç yönü sıla-i rahmin kökünü kazımak istemiş olmasıdır, onlar insanlardaki, anne, baba, kardeş ve evlat sevgisini yok etmeye çalışmışlardır. Bu Hıristiyan azizler, çocukların anne, baba ve kardeşlerine, anne ve babasının çocuklarına sevgi duymasını günah saymışlardır. Onlara göre, ruhsal yüceliş için bu duygu ve ilişkilerin ortadan kaldırılması gerekir. Nitekim Hıristiyanların kendi azizleriyle ilgili menkıbelerinde, bu mukaddes ilişkilerin nasıl parçalandığına, insanlara din adına nasıl zulmedildiğine dair korkunç hadiseler anlatılır. Örneğin rahip Evagirius, anne ve babasını terkedip, yıllarca çöllerde dolaşmış ve anne babası onun hasreti içinde çırpınıp durmuştur. Yıllar sonra anne ve babasından gelen mektuplar kendisine ulaştığında, “onları okuduktan sonra insanî duyguları uyanır korkusuyla” daha mektupları açmadan ateşe atmıştır. Sn. Thedoros’un annesi ile kızkardeşi, pekçok papazdan aldıkları referans mektuplarıyla, Sn. Thedoros’un kaldığı manastıra gitmiş, oğul ve kardeşlerini bir kez olsun görmek üzere müracaatta bulunmuşlardır. fakat Sn. Thedoros onlarla görüşmeyi reddetmiştir.
Sn. Markus’un annesi ise, oğlunun kıldığı manastıra giderek, oradaki piskopostan binbir rica ile oğlunu görmek için izin almış, ayrıca piskoposa, kendisiyle görüşmesi için, onu ikna etmesini istemiştir. Sn. Markus ise annesi ile görüşmeyi reddetmiş, ama piskoposun emrini yerine getirmek amacıyla, kıyafetini değiştirip, gözlerini kapatarak annesinin karşısına çıkmıştır. Böylece annesi oğlunu tanımadığı gibi oğlu da annesini görmemiştir. Bir başka aziz Sn. Poemin ve altı kardeşi, Mısır’da bir manastırda kalırlarken, yıllar sonra anneleri oğullarının adresini bulur ve onları görmek için manastıra gelir. Çocuklar ise annelerini uzaktan görünce kaçarlar ve hücrelerine girerler. Kadıncağız ise yere oturarak ağlar ve şöyle der: “Ben sadece sizlerin yüzünü bir kez olsun görmekten başka bir şey istemiyorum. Bu isteğimin size ne zararı var? Ben sizlerin annesi değil miyim?” Ancak bu saygıdeğer azizler (!) yine de kapıyı açmayıp, kapıların ardından şöyle bağırırlar: “Biz seni Allah huzurunda göreceğiz.” Bundan daha korkunç bir olay da şudur. Sn. Simeon Stylites, anne ve babasını terkederek, 27 yıl ortadan kaybolur. Babası üzüntüsünden vefat eder, ama annesi hayattadır. Bu azizin şöhreti dolayısıyla, annesi onun nerede olduğunu duyar. Oğlunu görmek için ta uzaklardan kalkarak manastıra gelen bu zavallı kadıncağız, orada manastıra kadın ayağının basamayacağını öğrenir. Piskoposa, içeri girmese bile, hiç olmazsa oğlunu dışarı çıkarması ve bir kez olsun yüzünü görmesine izin vermesi için yalvarır. Ancak Allah’ın o aziz kulu (!) annesini görmeyi kesinlikle reddeder. 3 gün 3 gece kapının önünde bekleyen zavallı kadıncağız ise, orada vefat eder. Daha sonra Aziz hazretleri (!) manastırdan dışarı çıkarak, annesi için ağlar ve onun affedilmesi için dua eder.
Hıristiyan azizleri (rahipleri), kızkardeşlerine ve hatta çocuklarına da aynı şekilde davranmışlardır. Nitekim zengin bir kimse olan Mathius, Hıristiyan ruhbanlığının etkisi altına girdikten sonra, 8 yaşındaki biricik oğlunu da alarak, manastırda inzivaya çekilir. Manastırda, onun ruhsal bakımdan terakki edebilmesi için evlat sevgisini kalbinden atması gerekli görüldüğünden dolayı, ilk olarak onu oğlundan ayırırlar. Daha sonra o masum çocuğa türlü türlü eziyetler ederek, babasına çocuğunun çektiği eziyetleri seyrettirirler. En sonunda manastırın piskoposu ona oğlunu götürüp nehre atması için emir verir ve o da bu emri kabul edip, oğlunu nehre atacak iken, rahipler çocuğu elinden alırlar. Böylece onun artık Allah’ın dostu (velisi) olduğu anlaşılmıştır.
Hıristiyan ruhbanlığına göre şayet bir kimse, gerçekten Allah’ın sevgisine mazhar olmak istiyorsa, o dünya ile ilgili tüm bağlarını (anne, baba, çocuk, kardeş, vs.) koparmak zorundadır. Nitekim Sn. Jerom, “yeğenin boynuna sarılsa, annen “sütümü helal etmem” dese, baban sana mani olmak için kendini yolun üstüne atsa, onu ezmek pahasına Haç sancağına doğru yürümekte tereddüt etme” demektedir.
Yani ona göre merhametsizlik takva demektir. Yine Sn. Gregory şöyle yazar: “Bir genç rahip kalbindeki, anne-baba sevgisini yok edemediği için, bir gece manastırdan ayrılıp anne ve babası ile görüşmüştür. Bunun üzerine Allah, kendisini öyle bir cezalandırmıştır ki, o, manastıra döner dönmez vefat etmiştir. Hatta gömmek istediklerinde toprak onu kabul etmemiştir. Ne zaman kabre koysalar, kabri onu dışarı fırlatmıştır. Sonunda ise, Sn. Benedit onun göğsüne bir şey yerleştirdikten sonradır ki, kabri onu kabul etmiştir.” Yine aynı kimse, annesine olan sevgisini kalbinden atamadığı için, bir rahibenin ölümünden sonra üç gün azap çektiğini ve bir azizin akrabaları dışında hiç kimseye acımasız davranmadığını yazmaktadır.
e) Hıristiyan ruhbanlığı, kişinin en yakın akrabalarına acımasızca davranmayı, merhametsiz ve katı kalpli olmayı bir ibadet haline getirmiştir. Bu tür davranışları ibadet olarak kabul etmelerinden ötürü, insani duyguları, merhamet hisleri körelmiştir adeta. Öyle ki, aralarındaki mezhep ihtilafları dolayısıyla, birbirlerine işkence etmişler ve muhaliflerine acımasızca davranmışlardır. 4. asra gelene kadar Hıristiyanlar o kadar çok parçaya ayrılmışlardır ki, Sn. Agustos, kendi döneminde 88 fırka olduğunu ve bunların birbirlerinden şiddetle nefret ettiklerini kaydetmiştir. Bu şiddetli nefreti rahipler yaymaktaydı ve birbirlerine karşı nefret ateşini körükleyen bu kimseler Hıristiyanlığı mahvedenlerin öncüsüydüler. İskenderiye, bu Hıristiyan fırkaların, çeşitli grupların merkeziydi ve çok şiddetli mezhep çatışmalarına sahne olmuştu. Örneğin Arian fırkası, papaz Atanasius’un fırkası üzerine saldırmış ve onların manastırındaki rahibeleri dışarı çıkararak, çırılçıplak soymuşlar, dikenli çalılarla onları dövmüşlerdir. Daha sonra da bedenlerini ateşle közleyerek onları inançlarından vazgeçirmeye zorlamışlardır. Katolikler Mısır’a hakim olduklarında ise, aynı muameleyi onlar da Arian fırkası mensuplarına yapmışlardır. Hatta kuvvetli bir ihtimale göre Arian fırkası lideri Arius’u da onlar zehirlemişlerdir. Ayrıca İskenderiyye’de bir defasında Sn. Ciyrl’in müridleri ayaklanarak, muhalif fırkaya mensup bir rahibeyi yakalamışlar, kendi manastırlarına götürüp, onu katlettikten sonra vücudunu parçalamışlar, ve parçalarını da ateşe atmışlardır. Roma’daki durum da, bundan farklı değildi. M.S. 366’da papaz Liberius’un vefatı üzerine, iki ayrı grup, onun yerine kendi aralarında aday göstermişler ve bu yüzden ki grup arasında çok şiddetli çatışmalar meydana gelmiştir. Öyle ki sadece bir kiliseden bir günde 137 cesed taşınmıştır.
f) Dünyaya sırt çevirmek, derviş olmak vs. gibi iddialarına rağmen kilise, servet, mal ve mülk elde etmeden de geri kalmamıştır. 5. asrın başında bile, Roma’da, Papa, krallar gibi sarayda oturuyordu. Şehirde dolaşmaya çıktığı zamanlar, bir kraldan daha az debdebe ve şatafatlı değildi. Sn. Jerom kendi döneminde (4. asrın son zamanlarında) papa ve papazların verdikleri davetlerin valilerin verdiği davetlerin yanında bir hiç mesabesinde olduğundan şikayet eder.
Nitekim 7. asra gelindiğinde (Kur’an’ın nazil olduğu asır) manastır ve kiliselerde servet bir sel gibi akıtılmaktaydı. Halkın zihnine, bir kimse en büyük günahı işlemiş olsa bile, azizlerin kabirlerinde, manastırlarda veya kiliselerde bir kurban adarsa günahının affedileceği düşüncesi yerleştirilmiştir. Tabii ki böylece ruhbanların kendisinden kaçtıkları dünya, onların ayağına gelmiş oldu. Ancak meselenin en kötü yanı, ruhbanlığın halk nezdindeki kutsallığını bilen birçok kurnaz kişinin derviş kılığına girerek, rahipler sınıfına dahil olmasıdır. Bu kurnaz kişiler, dünyayı terketmek bahanesiyle öyle bir servet elde etmişlerdir ki, dünyaperestleri dahi geride bırakmışlardır.
g) İffet hususunda ruhbanlık, fıtrata karşı savaş açtığından ötürü çok büyük bir hezimete uğramıştır. Nefislerini öldürmek adına, bazı riyazet ve çileler için rahip ve rahibeler manastırlarda bir yerde kalırlar ve bazen -riyazet heyecanından (!) olsa gerek- kendilerini ispat için birlikte aynı yatağa girerlerdi. Meşhur rahip Sn. Evagrius, Filistin rahipleri hakkında övünçle şunları yazmaktadır: “Onlar nefisleri üzerinde öyle bir kontrol sahibidirler ki, rahip ve rahibeler birlikte yıkanırlar. Rahipler, rahibeleri çıplak olarak görmekten, onlara dokunmak hatta onları kucaklamaktan bile etkilenmezler. Çünkü fıtratları onların iradelerini yenemez. Gerçi yıkanmak onlara göre kötü bir şeydi ama onlar nefislerini öldürmek ve ibadet kastıyla yıkanıyorlardı.” Filistin manastırlarının sonu hakkında ise, Nyssa’lı Sn. Gregory (öl. M.S. 326) manastırların genelevi haline geldiğini yazmaktadır. Görüldüğü gibi, fıtrata karşı savaş açanlardan, fıtrat muhakkak intikamını almaktadır. Ruhbanlar da fıtrata karşı savaş açtılar ve 8. asırdan 11. asra kadar Hıristiyanlık Tarihi, kendilerinin kara bir lekesi olacak ölçüde ahlâkî bataklığa düştüler. 10. asırda İtalyan bir papaz, şöyle yazmaktadır: “Şayet kilise ve manastırlardaki din adamlarını kötü ahlâktan yargılayacak olsak, gençlerin dışında hiç bir din adamı ceza almaktan kurtulamaz. Yine gayri meşru çocukları kilise hizmetinden men etsek, kilisede hizmet edecek genç kalmaz.” Ortaçağ yazarlarının eserleri, rahibe manastırlarının genelev haline gelmesiyle ilgili şikayetlerle doludur. Öyle ki, gayri meşru doğmuş çocuklar yüzünden cinayetler işleniyor, kilisenin din adamları ve papazlar kendilerine haram olan kimselerle bile cinsel ilişkilerde bulunuyorlardı. Fıtrata aykırı suçlar oldukça yaygınlaşmış, kilisede günah çıkarmak adeti ahlâksızlığa yol açmıştı.
Ancak tüm bu bilgiler gözönüne alındığında, Kur’an’ın, “Ruhbanlığı kendileri uydurdular ama ona gereği gibi de uymadılar” şeklindeki ayetinin doğru anlamı kavranabilir.
28 Ey iman edenler, Allah’tan sakınıp-korkun ve O’nun Resulüne iman edin,55 size kendi rahmetinden iki kat (güzel karşılık) versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılsın56 ve size mağfiret etsin.57 Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.
29 Öyle ki, Kitab Ehli (Yahudi ve Hıristiyanlar) Allah’ın fazlından hiç bir şeye ‘güç yetirip-sahip olmadıklarını’ ve fazlın muhakkak Allah’ın elinde olduğunu, onu dilediğine verdiğini bilip-öğrensin. Allah, büyük fazl (üstün lütuf ve ihsan) sahibidir.
AÇIKLAMA
55. Bu ayetin yorumunda müfessirler arasında görüş ayrılığı vardır. Bir kısım müfessire göre, ayetin başındaki, “Ey iman edenler!” ifadesi Hz. İsa’nın (a.s) takipçileri olup ona iman eden kimselere hitap etmektedir. Böylelikle onlara, “Şimdi de Muhammed’e iman edin ki, Allah size, hem İsa’ya hem de O’na inandığınızdan ötürü rahmetinden iki pay versin” denilmiş olmaktadır. Bir kısım müfessir ise bu hitabın Hz. Muhammed’e (s.a) inananlara yapıldığı görüşündedirler. Yani, “sizler İslâm’a girdiğinizi sadece sözle ikrar etmekle kalmayın, bunu amellerinizle de ispat edin. Hem küfrü terk edip, İslâm’a girdiğiniz, hem de İslâm’ı ihlasla kabul edip, onda sebat gösterdiğiniz için, Allah rahmetinden sizlere iki pay verecektir.” Birinci yorumu, Kasas Suresi’nin 52-54. ayetleri ile Ebu Musa el-Eşari’nin Rasulullah’tan (s.a) rivayet ettiği bir hadis desteklemektedir, “Üç grup insan için iki kat ecir vardır.
Birincisi, önce kendi peygamberlerine, daha sonra da Muhammed’e iman eden Ehl-i Kitap’tan kimseler (….) (Buhari, Müslim). İkinci yorumu ise, Sebe Suresi’nin 37. ayeti teyid etmektedir. Delilleri itibariyle her iki görüş de eşit seviyelerdedirler. Ancak surenin muhtevasının tümü üzerinde düşünülecek olursa, ikinci yorumun daha münasip olduğu görülür.
Çünkü surenin başında, Rasulullah’a (s.a) iman ettiklerini söyleyerek, İslâm’a girenlere seslenilmektedir. Sure boyunca bu kimselere, “sadece iman ettiğinizi söylemekle kalmayın, imanınızı, amellerinizle de ispat edin,” denilmiştir.
56. Yani, sizlere attığınız her adımda hak ile bâtılı ayırdedebilmeniz için dünyada ilim ve basiret verilecektir. Ahiretteki nur ise, 12. ayette ifade edilen “nur” dur.
57. Yani, imanın gereklerini yerine getirirken, ihlaslı tüm gayretlerinize rağmen, beşerî zaaflarınız dolayısıyla hatalar yapmış olsanız bile, bunlar affedilecektir. Bunun yanısıra İslâm’a girmeden önce işlediğiniz tüm günahlar da affedilecektir.