ÂL-İ İMRAN SÛRESİ; Medinede indirilmiş olup 200 ayettir. 33. ayetinde geçen Âl-i İmran, sûreye adını vermiştir. İmrân, Hz. Meryem (a.s) ın babasının adı olup peygamberlik ve hikmet ocaklarından olan bir âilenin esasıdır. Bu sûrenin hakim konusu bu ailenin temsil ettiği nübüvvet, Hz. İsa (a.s) ve Hıristiyanlıktır. Tevrat, İncil ve Kur’anın aynı ilahi kaynaktan geldiği, bu kitapların müteşabih ayetler de ihtiva ettiği, fakat bunların din esaslarına zarar vermeyecek tarzda tefsir edilmesi gerektiği vurgulanır. Özellikle Hıristiyanlığın, bazı müteşabih, mecazi, kelimelerin yanlış tefsirine dayandığına ima edilir. Nübüvvetin esasının tevhid olduğu, bu esas üzere dinlerin şirk unsurlarından temizlenmesi gerektiği bildirilir. Ehl-i kitap diyaloğa ve hakka davet edilir. Daha sonra cihaddan ve Uhud gazvesinden bahsedilerek bu vesile ile müminlere ebedî prensipler gösterilir. Hakkı tebliğin, muvaffak ve muzaffer olmasının vesileleri hatırlatılarak sûre sona erer.
Bismillahirrahmanirrahim.
1 – Elif, Lam, Mim.
2 – Allah o İlahtır ki kendinden başka tanrı yoktur. Hayy O’dur, Kayyum O’dur. el-Hayy: “Her zaman var olan, diri olan ezeli ve ebedî hayat sahibi” el-Kayyûm: “Kendi zâtı ile var olup, zevali olmaksızın kaim olan ve bütün varlıkları varlıkta tutup yöneten”
3 – Sana Kitabı, gerçeğin ta kendisi ve daha önce indirilen Kitapları tasdik edici olarak indiren O’dur. Bundan önce de, insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncil’i indirmişti. Ayetteki bilhakk: Gerçeğin ta kendisi: gerçek ile, yani akıl, adalet, doğruluk gereklerine uygun, gerçeğe mutabık olarak, gerçek bir gaye ile gönderdi demektir. Maksad şunu belirtmektir. Kur’an, hakikatin, aklın ve adaletin icaplarını, insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak üzere gönderilmiştir.
4 – Eğriyi doğrudan, hakkı batıldan ayırd eden Furkanı da indirdi. Allahın ayetlerini inkâr edenlere pek çetin bir azap vardır. Öyle ya, Allah daima mutlak Galibdir, (mazlumların) intikamını alır. Furkan: Hakkı batıldan, hayrı şerden, doğruyu eğriden ayıran anlamında olarak Kur’an-ı Kerimin isimlerinden biridir.
5 – Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allaha gizli kalmaz.
6 – O’dur ki analarınızın rahimlerinde size dilediği şekli verir. Ondan başka tanrı yoktur. Azîzdir, Hakimdir: Mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
7 – Bu muazzam kitabı sana indiren Odur. Onun ayetlerinin bir kısmı muhkem olup bunlar Kitabın esasıdır. Ayetlerin bir kısmı ise müteşabihtir. Kalblerinde eğrilik olanlar sırf fitne çıkarmak, insanları saptırmak ve kendi arzularına göre yorumlamak için müteşabih kıs- mına tutunup onlarla uğraşır dururlar. Halbuki onların hakikatini, gerçek yorumunu Allahtan başkası bilemez. İlimde ileri gidenler: “Biz ona olduğu gibi inandık. Hepsi de Rabbimizin katından gelmiştir” derler. Bunları ancak tam akıl sahipleri düşünüp anlar ve şöyle yalvarırlar:
8 – “Ey bizim Kerim Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan Vehhab sensin Sen!”
9 – “Sen, geleceğinde hiç şüphe olmayan bir günde bütün insanları bir araya toplayacaksın. Allah sözünden asla dönmez.” Muhkem: Anlamı açık, ifade ettiği mâna tek olup, açıklanması için başka delile ihtiyaç olmayan demektir. Meteşabih: Birden fazla mâna ihtimali olduğundan, anlaşılması için başka delile ihtiyaç hissettiren, manası hakkında kesin bir hüküm verilemeyen ayettir. Müteşabih, şibh (benzerlik) kökünden gelip mana-lar birbirine benzeyip içiçe girdiğinden şüpheye yani değişik ihtimallere yol açmayı ifade eder. İnsanın aklının, duyularının sınırlı olduğunu düşünürsek, bu ko-numda olan insana hitap eden ilahi kelamın müteşa-bihler ihtiva etmesinin kaçınılmaz olduğu açıkça ortaya çıkar. Müteşabih lafızlarla Yüce Allah, insanlara tamamını kavrayamayacakları meseleleri, teşbihlerle, muayyen bir nisbette, farklı seviyelere göre daha farklı şekilde anlaşılacak tarzda bildirir. Müteşabihlerdeki bu izafi durum, dinin değişmez gerçeklerine zarar vermez. Zira Allah sabit gerçekler olarak, biz yükümlü insanlardan istediği akaid, ibadet, ahlâk ve ahkâma dair esasları muhkem ayetlerde bildirmiştir. Müteşabihlerle ise bazı “nisbi hakîkatleri” bildirmek istemiştir. Beşeriyetin konumu icabı, dünyada insan hayatında mutlak hakikatlerden çok nisbî hakikatler daha fazladır. Bir kristal âvizeyi gözönüne alalım. Onun elektrik voltajı, ampullerinin gücü değişmediği halde, etrafında oturanlar, yerlerini hafifçe değiştirince, farklı renkler ve ışınlar alırlar. Bu, âvizenin taşlarının farklı açılar verecek şekilde tıraşlanmasından ileri gelir. İşte Allah Teala, mahdut lafızlarla, tükenmek bilmeyen mânaları, farklı seviyelerde, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa anlatmak, onları kitabı üzerinde düşündürmek için birçok müteşabih ayet göndermiştir. Bu kaçınılmaz durum bir zaruretten ileri gelmiştir. Fakat unutmamak gerekir ki teşabüh, teşbih ile olan benzetmelerde benzetilen ile kendisine benzetilen arasında bütün yönlerden bir benzerlik aranmaz. Çeşitli yönlerden bir cihet ile olan bir benzerlik dahi, benzetmenin geçerli sayılması için yeterli sayılır. Demek ki müteşabihler hakiki müteşabih ve izâfi müteşabih kısımlarına ayrılır. Bütün çeşitlerinde, müteşabihler bir mana ifade eder, Onun içindir ki tefsirlerde çok manalar verilmiştir. Fakat kesin mânası, Allahın ilmine havale edilir.
10 – Dini inkâr edenlerin ne malları ne de evlatları, müstahak olmaları sebebiyle Allahın vereceği cezayı önlemede, kendilerine asla fayda veremezler. İşte onlar cehennemin yakıtıdırlar.
11 – Tıpkı Firavun’un ve onlardan daha öncekilerin gidişi gibi. Onlar, ayetlerimizi yalanladılar, Allah da kendilerini cürümleri sebebiyle kıskıvrak yakaladı. Allahın cezası pek şiddetlidir.
12 – İnkâr edenlere de ki: “Siz mağlub olacak, haşredilip toplanacak ve cehenneme sürüleceksiniz.” Orası ne fena bir yataktır!
13 – Birbiriyle karşılaşan iki toplulukta size büyük bir ibret vardı: Bunlardan biri Allah yolunda vuruşuyordu. Diğeri ise kâfir idi. O kâfirler müslümanları, bizzat gözleriyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah, dilediği kimseleri nusratıyla destekler. Elbette bunda görecek gözleri olanlar için alınacak ibret vardır. Burada iki ihtimal vardır: 1-Mü’minler kâfirleri, kendilerinin iki misli görüyorlardı. 2-Kâfirler, müminleri kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah böyle yapmakla kafirlerin müminlerle savaşmalarını önlemek istiyordu. Birinci ihtimal daha kuvvetlidir.
14 – Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar, ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allahın katındadır. Bu ayette zikredilen sınıflar meşrû nimetlerdir. Fakat gayr-i meşrû tarafa da sebep olma ihtimali vardır. Meşrû durumda bunları süsleyip cazip gösteren Allah Tealadır. Gayri meşrû olarak süsleyen ise şeytan ve beşerin cehaletidir. Fena sayıp kınama bu itibarladır. Bu iştah çekici şeyler, dünya hayatını devam ettirmek ve geçip Allaha gitmek için birer araç olarak verilmişken bunları amaç haline getirmek, Allah katındaki güzel mevkii kaybetmek büyük ahmaklıktır. Zira hayatlarının önemli bir kısmı o zevkleri elde etme hırsı ile yanıp tutuşarak geçer. Sonra da onlardan ayrılıp mahrum kalmanın acısını çekerler.
15 – De ki: “Size, ihtirasla istediğiniz o şeylerden çok daha iyisini bildireyim mi? İşte Allaha karşı gelmekten sakınan müttakiler için Rableri nezdinde içinden ırmaklar akan cennetler olup, kendileri orada ebedi kalacaklardır. Hem orada onlara tertemiz eşler ve hepsinin de üstünde Allahın rızası vardır. Allah bütün kullarını hakkiyle görmektedir.
16 – O müttakiler: “Ey bizim Ulu Rabbimiz, biz iman ettik, günahlarımızı bağışla ve bizi cehennem azabından koru!” diye yalvarırlar.
17 – Onlar sabırlı, imanlarında sadık ve samimi, Allahın huzurunda itaatla divan duran, mallarını hayırda harcayan, seher vakitlerinde Allahtan af dileyen müminlerdir. Bu din ve bu dindarlık, bu niyazlar, bu sığınmalar, boş bir iddia, şunun bunun karşı çıkmasıyla zayıf düşecek bir özellik değil, şahitli, belgelidir. İşte en başta dayanağı, şahidi ve belgesi: Allahdır.
18 – Allahdan başka tanrı bulunmadığına şahid bizzat Allahtır. Bütün melekler, hak ve adaletten ayrılmayan ilim adamları da bu gerçeğe, Aziz ve hâkîm Allahdan başka tanrı olmadığına şahittirler. Gerçek şahid, Allah’dır. Ondan başka hiçbir âlim, ne kendisine ne de başka varlıklara tamamen şahit değildir. İnsan bilgisinde varlıkların kendilerine uygunlukları izafi, eksik ve sadece muayyen bir yöndendir. İnsanın gerek kendisinde, gerek diğer varlıklarda gerçekten bilebildiği şeyler, Hakk’ın şahitliğini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak sezebildiği yönlerdir. Mesela: “Güneş vardır” diyen bir şahit bile, aslında, kendisi ile şahitlik ettiği Güneş arasında Hak Tealanın koyduğu ölçüye uymaktan başka bir şey yapmış değildir.
19 – Allah katında hak din, İslamdır. O Ehl-i Kitabın ihtilafları, kendilerine gerçeği bildiren ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki haset ve ihtiras yüzünden olmuştur. Allahın ayetlerini inkâr edenler bilsinler ki, Allah çabuk görür onların hesabını. İslam üç anlama gelir: 1-İtaat edip boyun eğmek. 2-Silme, barışa girmek, selâmete kavuşmak. 3-İbadette tam samimi olmak, ihlas ile hareket etmek.
20 – Buna karşı seninle münakaşaya kalkışanlara de ki: “Ben yüzümü, özümü Allaha teslim ettim. Bana bağlı olanlar da O’na teslim oldular.” O Ehl-i Kitapla, Kitap ehli olmayan ümmilere (müşriklere) de ki: “Siz de teslim olup müslüman olmaya var mısınız?” Eğer Hakka teslim olup İslama girerlerse doğru yolu bulmuş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse, Sana düşen görev, sadece hakkı tebliğdir. Allah kullarını hakkiyle görür. Bu ayet, Kur’anın bütün insanlığa hitap eden evrensel bir tebliğ olduğunu gösterir. Zira tasnifin dışında insan topluluğu yoktur. Ehl-i Kitap: Hıristiyanlar, Yahudiler gibi kutsal semâvi kitapları olanlar; ümmiler ise: genel olarak müşrikler ve arap müşrikleri gibi kitapsız dinlere mensup olanlardır. Ayırım Arap – Arap olmayan tarzında değil, böyle pek kapsamlı bir tasnif ile yapılmıştır.
21 – Allahın ayetlerini inkâr edenleri, nâhak yere peygamberleri öldürenleri, adaleti isteyip yaymak isteyenlerin canlarına kıyanları, can yakıcı bir ceza ile müjdele!
22 – İşte onların bütün yaptıkları, dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Kendilerini bu halden kurtaracak hiç bir yardımcıları da yoktur onların.
23 – Baksana o kendilerine Kitaptan bir pay veri-lenlere! Aralarında hakem olması için Allahın kitabına davet ediliyorlar da, sonra onlardan bir grup yüzçevi-rerek dönüp gidiyorlar. Burada şu hadiseye işaret edilmektedir: Yahudiler-den, soylu aileye mensup bir erkekle bir kadın zina etmişlerdi. Kendi şeriatlarına göre recmetmeleri gere-kiyordu. Onları kurtarma ümidiyle, daha hafif bir ceza verir düşüncesiyle dâvayı Hz. Peygamber (a.s) a geti-rince o da recm hükmünü verdi. Kabul etmeyip “bize göre cezaları yüzlerine kara çalıp dolaştırmaktır” dedi-ler. Hz. Peygamber Tevrat’ı getirip okumalarını istedi. Gerçek ortaya çıkınca Tevrat’a göre recmedildiler.
24 – Bunun sebebi onların: “Cehennem ateşi bize sayılı günler dışında asla dokunmayacaktır” iddialarıdır. Uydurdukları bu gibi şeyler, dinleri hakkında kendilerini aldatmıştır.
25 – Gerçekleşeceğinden hiçbir şüphe bulunmayan o kıyamet gününde, kendilerini bir araya topladığımız ve her şahsa, yaptığının karşılığının tam verilip, asla haksızlığa uğratılmadığı o gün gelince halleri ne olacak?
26 – De ki: “Ey mülk ve hakimiyet sahibi Allahım!” Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın. Dilediğini aziz dilediğini zelil kılarsın. Her türlü hayır yalnız Senin elindedir. Sen elbette her şeye kadirsin.
27 – Geceyi gündüze katarsın, gündüzü geceye katarsın. Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın. Sen dilediğin kimseye sayısız rızıklar verirsin.”
28 – Müminler, müminleri bırakıp, kâfirleri velî edinmesin. “Kim böyle yaparsa, Allah ile ilişiğini kesmiş olur. Ancak onlar tarafından gelebilecek bir tehlike olursa başka! Allah sizi, kendisine isyan etmekten sakındırır. Dönüş yalnız Allahadır.” Velî: Hâmi, koruyucu, dost, yönetici, bir kimsenin işlerini deruhde eden, destekleyip yardım eden anlamlarına gelir. Yasaklanan dostluk, kâfirlere gönülden bağlanmak, müminleri bırakıp onlara sevgi beslemektir. Bu, müslüman yöneticilerin, diğer müslümanların aleyhine olmamak şartıyla, kâfirlerle antlaş-ma imzalamalarına ve meşrû maksadlarda işbirliği yapmalarına mani değildir.
29 – De ki: İçinizdekini gizleseniz de, açıklasanız da mutlaka Allah onu bilir. Bütün göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah, her şeye kâdirdir. Allahı sevmek, insanın yaratılışının en yüce hedefidir. Dolayısıyla İslamın insanları kendisine doğru sevkettiği en yüksek gayedir. Bu ayet şu kesin kıyası içeriyor: “Eğer Allahı seviyorsanız, Habibullaha uyacaksınız. O’na uyulmazsa demek ki Allahı sevmiyorsunuz” Bunun zıddı şudur: “Ben Allahı severim, ama emrini dinlemem, O’nun sevdiğini sevmem. O’nu se-venleri, O’nun yolunu gösterenleri, O’nun seçip gönderdiklerini sevmem” demektir ki, bu da: “Ben, kendimden başka hiçbir şey sevmem; tevhid yolunda yürümek istemem” demektir. Bu kâinatı kudret, kemal ve cemalinin tecellileriyle böylesine güzel yaratan, bunca nimetleriyle kullarına lütufta bulunan Allah, elbette onlardan bir teşekkür bekler. Elbette, insanlar içinde en seçkin birini onlara rehber ve mükemmel bir örnek yapar. Böylece ondaki güzelliklerin, öbür insanlara da yansımasını ister.
30 – Gün gelecek, her kişi gerek hayır olarak, gerek kötülük olarak ne işlemişse, hepsini önünde bulacak. Yaptığı kötülükten bucak bucak kaçmak isteyecek. Allah sizi, zatına karşı gelmekten sakındırır. Doğrusu Allah kullarına karşı pek şefkatlidir.
31 – Ey Resûlüm, de ki: “Ey insanlar, eğer Allahı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafurdur, Rahimdir.
32 – De ki: Allaha ve Resûlullaha itaat ediniz. Şayet yüzçevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.
33-34 – Gerçek şu ki Allah Âdemi, Nûhu, İbrahim ailesi ile İmran ailesini, birbirinden gelen tek zürriyet halinde bütün insanlardan süzüp onlara üstün kılmıştır. Allah herşeyi hakkiyle işitir, mükemmel tarzda bilir. Bu ailelerden maksad, onların neslinden gelen peygamberlerdir. Âl: yakınlıkta ve tutulan yolda herhangi bir insana raci olan kimseler, “âile, hanedan” demektir. Âl-i İbrahim, 2,124 gereğince ilahi ahdin içinde olanlar, onun zalim olmayan nesli ve özellikle Hz. Muhammed Mustafa (a.s.m) dır. İmran ise: Hz. İsa’nın anne tarafın-dan dedesi, yani Hz. Meryem’in babasıdır.
35 – Hani bir vakit İmran’ın hanımı şöyle demişti: “Ya Rabbî, karnımda taşıdığım çocuğumu sana adadım, her türlü bağdan âzade olarak senin yoluna hizmet edecektir. Adağımı lütfen kabul buyur. Şüphesiz duaları işiten, niyetleri bilen yalnız Sensin!”
36 – Derken onu doğurunca da: “Ya Rabbi, dedi, ben bir kız doğurdum. -Zaten Allah ne doğurduğunu pek iyi biliyordu-, erkek evlat, elbette kız gibi değildir. Ben onun adını Meryem koydum. Onu da, onun neslinden gelecekleri de o mel’un şeytanın şerrinden korumanı niyaz ediyorum.”
37 – Rabbi onu güzellikle kabul buyurdu ve pek güzel bir tarzda yetiştirdi. Onu Zekeriyya’nın eğitim ve himayesine verdi. Zekeriyya onun yanına Mabede ne zaman girse beraberinde yiyecekler bulurdu. “Meryem! Bu yiyecekleri nereden buluyorsun!” deyince de O: “Bunlar Allah tarafından” gönderiliyor. Muhakkak ki Allah dilediğine sayısız rızıklar verir.” derdi. Mabed: Ayette mihrab diye geçer. Cami’nin ön tarafında ibadet esnasında imamın durduğu yere denir. Zikr-i cüz irade-i kül (bir bütünün, parçasını söyleyerek tamamını kasdetme) kabilinden mescid ve mabed hakkında da kullanılabilir. Burada maksad, camide merdivenle çıkılan bir mahfel olmalıdır. Hz. Meryem’e rızık geldiğini bildiren bu ayet, kerâmetin hak olduğuna delil teşkil etmektedir.
38 – İşte o sırada Zekeriyya Rabbine niyaz edip “Ya Rabbi, dedi, bana senin tarafından tertemiz, hayırlı zürriyet ihsan eyle. Şüphesiz ki sen duaları işitip icabet edersin.” Bu Zekeriyya (a.s) ile, Tevrat ekinde kendisine bu isimde Zekârya kitabı atfedilen zat arasında hiçbir ilişki yoktur.
39 – Zekeriyya mihrabda namaz kılmakta iken melekler kendisine seslenip: “Allah sana, Allahdan bir kelimeyi tasdik edecek, hem efendi, hem gayet zahid, hem peygamber olacak olan Yahya’yı müjdeler” dediler. Müfessirlerin ekseriyetine göre kelimeden maksad, Hz. İsa (a.s) dır. Kün (ol) emri ve kelimesiyle babasız olarak yaratıldığı için böyle denilmiştir. Bununla beraber başka tevcihler de vardır.
40 – O: “Ya Rabbi, dedi. Nasıl benim çocuğum olabilir ki ihtiyarlık başıma çökmüş, hanımım ise kısır hale gelmiştir?” Allah: “Böyle de olsa, Allah dilediğini yapar” buyurdu.
41 – O: “Ya Rabbi, bana oğlum olacağına dair bir alamet bildirir misin?” deyince, Allah: “Senin alametin şudur: “Üç gün müddetle halkla işaretleşme dışında konuşmayacaksın. Rabbini çok çok zikret, sabah akşam onu tesbih ve tenzih et!” buyurdu.
42 – Hani Melekler dediler ki: “Meryem! Muhakkak ki Allah seni seçti. Seni tertemiz kıldı hatta Seni dünyadaki bütün kadınlara üstün kıldı. Onun devrindeki kadınlardan üstün olduğunu gösterir.
43 – “Meryem! Saygı dolu bir gönülle huzurunda durup Rabbine ibadet et, secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber rükû et.”
44 – İşte bunlar gayb kabilinden haberler olup onları Biz sana vahyediyoruz. Yoksa onlar Meryemi kimin himaye edeceğine dair kur’a çekerlerken ve birbirleriyle tartışırlarken sen yanlarında bulunmuyordun. Bu ayet, Kur’anın vahyedilmesinden önce, bu hadiselerin Hz. Peygamber (a.s) ve kavmi tarafından bilinmediğini açıkça göstermektedir.
45 – Gün geldi, melekler ona: “Meryem! Allah Ken-disi tarafından bir kelime vereceğini sana müjdeliyor. Adı İsa, lakabı Mesih, sıfatı Meryem oğludur. Dünyada da ahirette de itibarlı, Allaha en yakın kullardan olacaktır. Ağızdan çıkan mânalı bir ses veya kitaptan yazılı manalı yazı kelime olduğu gibi, âleme bakıldığı zaman, bakışta seçkinleşen ve gözden gönüle geçip duygu tesiri altında az çok bir mâna telkin eden varlıklar ve görünen yaratıklar da birer kelimedirler ki Hz. İsa (a.s) bunlardan biri idi ve Meryem’e böyle bir te’sir ile gelmişti. İsa, Allahdan bir kelimedir, fakat kelimelerin tümü değildir. Allahdan bir kelimeye, “Allahın bir kelimesi” denebilirse de “Allah” denemez.
46 – Beşiğinde de, yetişkinliğinde de insanlara hitap edip onlarla konuşacak, salih insanlardan olacaktır.
47 – Meryem: “Ya Rabbi, bana hiçbir erkek eli değmediği halde nasıl olur da çocuğum olabilir?” deyince, Allah şöyle buyurdu: “Öyle de olsa, Allah dilediğini yaratır; Zira O bir şeyin var olmasına hüküm verince sadece ol der, o da derhal oluverir.”
48-49 – (Melekler Hz. İsa hakkında Meryem ile konuşurken onun şu sıfatlarını da ilave ettiler:) “Allah ona kitabı (yazmayı), hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecektir. Onu İsrailoğullarına Resûl olarak gönderecek, o da onlara şöyle diyecektir: “Size Rabbiniz tarafından bir mûcizeyle gönderildim: Ben size çamurdan kuş şekline benzer bir şey yapar içine üflerim, o da Allahın izniyle hemen kuş oluverir. Keza ben anadan doğma körü ve abraşı iyileştirir, hatta Allahın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yediğinizi ve biriktirip sakladıklarınızı da bilirim. Eğer inanmaya niyetiniz varsa, elbette bunlarda sizin için alacak dersler vardır. Burada kitab, “kitabet, yazı yazmak” anlamında masdardır. Demek ki Hz. İsa yazı yazmasını bilir bir bilgin idi.
50 – Keza ben, benden önceki Tevratı tasdik etmek ve size Musa Şerîatinde haram kılınan bazı şeyleri mübah kılmak için geldim. Doğrusu ben size Rabbiniz tarafından bir mûcize getirdim. Öyleyse Allaha karşı gelmekten sakının da bana itaat edin.” Hz. Musa (a.s) dan sonra gelen Beni İsrail peygamberleri, esas itibariyle onun şeriatını uygularlar, ancak tali meselelerde zamanın ihtiyaçlarını gözönünde bulundururlardı. Hz. İsa da böyle yapmıştı.
51 – Şüphe yok ki Allah hem sizin, hem de benim Rabbimdir, öyleyse, yalnız Ona ibadet edin. İşte doğru yol budur.
52 – Ne zaman ki İsa onların inkârlarında ısrar ettiklerini hissetti, “Allaha giden yolda bana yardım edecek kim var?” dedi. Havariler: “Allah yolunda yardımcılar biziz. Biz Allaha iman ettik. Ey İsa, bizim müslüman olup Allaha itaat ettiğimize sen de şahid ol!” Havarî: İnsanın en seçkin, en has dostu, yardımcısı manasına gelir.
53 – “Ya Rabbena! İndirdiğin kitaba iman edip Elçinin yolunu tuttuk. “Sen de bizi, birliğini ve nebilerini tanıyan şahidlerle birlikte yaz” dediler.
54 – Öbürleri ise hileler yaptılar, komplolar hazırladılar. Allah da onların hilelerini, komplolarını boşa çıkardı. Allah, hileleri boşa çıkarmakta pek güçlüdür.
55 – O zaman Allah şöyle buyurmuştu: “İsa! seni öldürecek olan, onlar değil Benim. Seni kendi nezdime yükseltecek, seni inkârcıların içinden kurtarıp temize çıkaracak ve Sana tâbi olanları ta kıyamete kadar kâfirlere üstün kılacak olan da Benim. Sonra hepinizin dönüşü Bana olacak. Ben de aranızda ihtilaf ettiğiniz konularda hükmümü vereceğim.
56 – Hasılı, inkâr edenleri hem dünyada, hem ahirette şiddetli bir azab ile cezalandıracağım. Onları bu azaptan kurtarabilecek yardımcılar da bulunmayacaktır.
57 – İman edip makbul ve güzel işler yapanların ise mükâfatlarını tam tamına ödeyecektir. Allah zalimleri sevmez.
58 – Ey Resûlüm, işte bunlar, bu vak’alar, sana bildirdiğimiz ayetlerden ve hikmet dolu Kur’andandır.
59 – Allah yanında İsa’nın durumu, aynen Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yaratıp “ol” dedi, o da derhal oluverdi.
60 – Hakikat, Rabbinin tarafından gelir. Bunda hiçbir tereddüdün olmasın.
61 – Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim Seninle İsa hakkında tartışmaya girerse de ki: “Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allaha yalva-ralım da bu konuda kim yalancı ise Allahın lanetinin onların üzerine inmesini dileyelim.” Bu ayete “mübahele” ayeti denir. Mübahele: “Hangi taraf yalancı ise Allahın ona lânet etmesini bütün kalbiyle istemek” demektir. Hicri 9. yılda Necran Hıristiyanlarını temsil eden 70 kişilik heyet, başlarında dinî ve dünyevî liderleri olarak Medineye gelip tartışmıştı. Delilden anlamamaları karşısında Hz. Peygamber (a.s) mübaheleyi teklif edince, düşünmek için mühlet istediler. Bunu kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Hz. Peygamberin yanına geldiklerinde baktılar ki O Hüseyin’i kucağına almış, Hasan’ın elinden tutmuş, Hz. Fatıma ile Hz. Ali’yi arkasına almış “Ben dua edince siz de “âmin” dersiniz diyor. Hey’et başkanı mübaheleyi kabul etmeyip cizye vererek İslam hâkimiyeti altında yaşamayı be-nimsediklerini bildirdi. Hz. Peygamber de onlara bir emanname yazdı.
62 – İşte sözün doğrusu budur. Yoksa Allahdan başka hiçbir ilah yoktur. Allah hiç şüphesiz Azîzdir, Hakîmdir: mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
63 – Eğer yüz çevirirlerse, muhakkak ki Allah o fesadçıları hakkıyle bilir.
64 – De ki: “Ey Ehl-i Kitap, bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım: “Allahdan başkasına ibadet etmeyelim. Ona hiçbir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allahın yanında rab edinmesin.” Eğer bu daveti reddederlerse: “Bizim, Allahın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahid olun” deyin. Bu davet, Kur’anın, hıristiyanlar başta olarak bütün dinlere yönelttiği evrensel bir çağrıdır. Bunda muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli vicdanların temelli bir vicdanda, hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri ve İslamın insanlık âlemine ne kadar geniş, ne kadar açık bir hidayet yolu, bir hürriyet kanunu öğrettiği görülmektedir.
65 – Ey Ehl-i Kitap! Tevrat da, İncil de kendisinden çok sonra gönderildikleri halde, ne diye İbrahim hakkında iddialaşıyorsunuz? Buna da mı akıl erdiremiyorsunuz?
66 – Haydi diyelim ki az çok bildiğiniz konularda tartışıyorsunuz. Peki ne diye hakkında bilginiz olmayan hususlarda tartışıyorsunuz? Halbuki işin doğrusunu Allah bilir, siz bilemezsiniz.
67 – İşte bu konudaki gerçek şudur: İbrahim ne yahudi, ne hıristiyan değildi, lakin o Hakka yönelmiş tertemiz halis bir müslüman idi, ve asla müşriklerden olmamıştı.
68 – İnsanlar içinde İbrahim’e en yakın olanlar, ona tabi olanlar, bu Peygamber ve o Peygambere iman edenlerdir. Allah da müminlerin velisidir.
69 – Ehl-i Kitaptan bir kısmı, sizi inancınızdan saptırmak istedi. Halbuki onlar sadece kendilerini saptırırlar da bunun farkına bile varmazlar.
70 – Ey Ehl-i Kitap! Siz de yanınızdaki kitaplarda doğruluğuna tanık olup dururken, Allahın ayetlerini ne diye inkâr ediyorsunuz?
71 – Ey Ehl-i kitap! Niçin bile bile hakkı batıl ile karıştırıyor, niçin bile bile hakikati gizliyorsunuz?
72-73 – Ehl-i kitaptan bir gûruh birbirlerine, şöyle dediler: “Şu müslümanlara indirilen Kitaba günün başlangıcında (zahiren) iman edin, sonunda da inkâr edin, olur ki onlar da şüpheye düşüp dinlerinden dönerler. Ve bir de kendi dininize tabi olandan başkasına sakın ha güvenmeyin!” Ey Resûlüm, De ki: Doğru yol, Allahın yoludur” Yine onlar kendi aralarında: “Size verilen vahyin, başkalarına da verildiğine veya Rabbinizin huzurunda müslümanların karşı delil getirip sizi mağlup edeceklerine inanmayın” derler. De ki: “lütuf Allahın elindedir, dilediğine ihsan eder. Allahın lütfu boldur, her şeyi hakkiyle bilir.
74 – Rahmetini, nübüvvetini dilediği kuluna has kılar… Allah büyük lütuf ve inayet sahibidir.”
75 – Ehl-i Kitaptan öylesi vardır ki kendisine yüklerle altın emanet bıraksan onları sana öder. Ama öylesi de vardır ki, bir altın bile versen başında dikilip durmadıkça onu sana geri vermez. Bunun sebebi, onların: “Ümmiler hakkında ne yaparsak mübahtır, ondan dolayı sorumlu olmayız.” demeleri ve o düşünceye sahip olmalarıdır. Onlar bile bile, Allah hakkında yalan uydururlar. Ümmîlerden burada, yahudi olmayan ve kendi çevrelerinde bulunan “Araplar”ı kasdediyorlardı.
76 – Hakikat öyle değil, kim ahdini yerine getirir ve haramlardan sakınırsa, bilsin ki Allah da o sakınanları sever.
77 – Önemsiz bir menfaat karşılığında, Allaha verdikleri ahdi ve yeminlerini bozanların ahirette hiçbir nasipleri yoktur. Kıyamet günü Allah onlara hitab etmeyecek. Onlara rahmet nazarıyle bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onların hakkı çok acı bir azaptır.
78 – Ehl-i Kitaptan bir kısmı da, aslında kitaptan olmadığı halde, sizin kitaptan zannetmeniz için, okurken ağızlarını dillerini eğip bükerler (bazı kelimele-rin telaffuzunu değiştirirler). Bir şeyler söyleyip “Bu Allah tarafındandır” derler. Halbuki o Allah tarafından değildir. Bile bile Allah adına yalan uydururlar.
79 – Allahın kendisine Kitap, hüküm, nübüvvet verdiği hiçbir insanın kalkıp da halka: “Allahın yanısıra bana da kul olun” deme yetkisi yoktur. Lakin o insanlara: “Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz Kitap sayesinde rabbanî olun” der. hüküm: İlim, anlayış gücü, Allahın hükmünü infaz etme yetkisi; rabbânî: Fakih, âlim, muallim, eğitimci, ilmi ile âmil olan kimse demektir.
80 – Ve o Size: “Melekleri ve Peygamberleri Rab edinin” diye bir emir de vermez. Siz Allaha boyun eğen müslüman olduktan sonra, hiç kalkıp sizin küfre sapmanızı emreder mi?
81 – Hem Allah, vaktiyle peygamberlerden “size Kitap ve hikmet vermemden sonra, sizin yanınızda bulunan kitabı tasdik edici bir peygamber geldiğinde, mutlaka ona inanıp yardımcı olacaksınız” diye söz almıştır. Allah: “Bunu kabul ettiniz, bu ağır yükümü sırtınıza aldınız mı? dediğinde onlar: “kabul ettik” diye kesin söz verince, Allah Teala: “Siz de şahit olun, zaten Ben de sizinle beraber şahitlik edeceğim” buyurdu. Yüce Allah bu misakı vahy ile almıştır. O, gönderdiği her peygambere, Hz. Muhammed (a.s) ın vasıflarını bildirmiş ve ona ulaştığı takdirde destek verme sözü almıştır. Ayrıca onların da kendi ümmetle-rine bu gerçeği bildirmelerini istemiştir. “Sonra size (…) peygamber geldiğinde” hitabının asıl muhatapları Hz. Peygamberin çağdaşı olan Ehl-i Kitaptır.
82 – Artık kim bundan sonra haktan yüz çevirirse, işte onlar dinden çıkmış fasıklardır.
83 – Göklerde ve yerde bulunan kim varsa, gerek isteyerek, gerek istemeyerek Allaha itaat ederken, hepsi döndürülüp Ona götürülürken, onlar kalkıp Allahın dininden başka bir din mi arıyorlar?
84 – De ki: Biz Allaha iman ettik. Bize indirilen vahye, İbrahim’e, İsmail’e İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilen keza Musa’ya, İsa’ya, hasılı bütün peygamberlere Rableri tarafından verilen vahiylere de iman ettik. (Peygamberlikleri noktasında) Onlar arasında hiçbir ayrım yapmayız ve biz yalnız Allaha teslim oluruz.
85 – Kim İslamdan başka bir din ararsa, bilsin ki bu din asla ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edenlerden olacaktır.
86 – Kendilerine kesin ve açık deliller gelmiş ve Resûlün hak peygamber olduğuna şehadet etmiş iken imanlarından sonra küfre sapan bir topluluğu hiç Allah hidayete erdirir mi? Yok, yok Allah, zalimler güruhunu cennete giden yola koymaz. Zalimler, iradeleriyle küfrü tercih ettikleri müddet-çe, Allah onlara hidayet vermez. Yahut “Onlar kâfir olarak ölürlerse Allah onları, Cennete giden yola koymaz” demektir (Nesefi)
87 – Böylelerinin cezası, Allahın, meleklerinin ve bütün insanların lânetine uğramaktır.
88 – Onlar bu lânetin içinde ebedi kalacaklardır. Ne cezaları hafifletilecek, ne de yüzlerine bakılacaktır.
89 – Ancak daha sonra tevbe edip nefislerini ıslah edenler, bu hükmün dışındadır. Çünkü Allah Gafurdur, Rahimdir.
90 – İmanlarından sonra küfre sapanlar, sonra inkârda daha da ileri gidenlerin tövbeleri asla kabul edilmez. İşte asıl sapıklar bunlardır. [4,18]
91 – İnkâr yoluna sapan ve kâfir olarak can veren kimseler, kurtuluş fidyesi olarak dünya dolusunca altın verseler de, mümkün değil, hiçbirinden kabul edilmeyecektir. Bunların hakkı çok acı bir azaptır ve kendilerini bundan kurtaracak olan da yoktur. [2,123; 14,31; 5,36]
92 – Sevdiğiniz mallarınızdan Allah yolunda harcamadıkça birr mertebesine ulaşamazsınız. Bununla beraber her ne infak ederseniz, Allah mutlaka onu bilir. Birr: “fazilet, iyilik, hayır” demektir. Bu vasfı haiz olan kimseye berr (çoğulu: ebrar) denir. Müminin ibadetinin özünde Allah sevgisi olup Onun rızasını her şeyden üstün tutmalıdır. Ebrar defterine kaydedilmek için, kişinin sevdiği şeyleri Allah yolunda harcaması gerekir. Yoksa takva, bazı şeklî tarafları tamamlamakla elde edilmez.
93 – Tevrat indirilmeden önce, İsrail’in (yani Yakubun) kendi nefsine haram kıldığı hariç, diğer bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi. De ki: İşte meydan! İddianızda samimi iseniz Tevratı getirip okuyun!
94 – Artık kim bundan sonra Allah adına yalan söylerse, işte onlar zalimlerin tâ kendileridir.
95 – Sen: “Sadakallah: Allah sözün doğrusunu söyledi.” de. Haydi bakalım Allahı bir tanıyarak İbrahimin dinine uyun. Pek iyi bilirsiniz ki o, asla müşriklerden olmamıştı.
96 – İbadet yeri olarak yeryüzünde yapılan ilk bina Mekkedeki Kâbe olup, pek feyizlidir, insanlar için hidayet rehberidir. Kıble ilkin Mescid-i Aksa iken, hicretten bir buçuk yıl sonra Kâbe olarak değiştirilmişti. Yahudiler “peygamberlerin kıblesi değiştirildi” diye itiraz ettiler. Bu ayet Hz. İbrahim tarafından Mekkede bina edilen Kâbenin daha kıdemli bir kıble olduğunu hatırlatarak itirazlarını cevaplandırmaktadır. Hz. Süleyman tarafından, M.Ö. bin yıllarında yaptırılan Mescid-i Aksa ile Kâbe arasında yaklaşık bin yıl kadar bir zaman vardır.
97 – Orada apaçık alametler ve deliller, İbrahimin makamı vardır. Kim Beytullaha girerse korkudan emin olur. Ziyarete gücü yeten herkese Beytullahı ziyaret etmek, Allahın onun üzerindeki hakkıdır. Nankörlük edip bu hakkı tanımayana Allahın hiçbir ihtiyacı yoktur, o bütün âlemlerden müstağnidir. [29,67; 106,3-4] Kâbede karşılaşılan birçok işaret ve makbuliyet delili vardır. Verimsiz bir yerde olmasına rağmen, orada rızık sıkıntısı çekilmemesi, her taraftan ziyaretçi gelmesi, bütün Arap yarımadasında 2500 yıl kadar öncesinden beri etrafta anarşi sürerken yılda dört ay Kâbe ve çevresinde tam güvenliğin hakim olması, M.S. 571 yılında Kâbeyi yıkmaya gelen Ebrehe ordusunun perişan olması gibi mûcizevi durumlar hatırlatılıyor.
98 – De ki: Ey Ehl-i Kitap, niçin Allahın ayetlerini inkâr ediyorsunuz? Halbuki Allah yaptığınız her şeyi görmektedir.
99 – De ki: Ey Ehl-i Kitap! Siz gerçeği görüp bildiğiniz halde, niçin Allahın yolunu eğri göstermeye yeltenerek iman edenleri Allah yolundan menediyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
100 – Ey iman edenler! Eğer Ehl-i Kitaptan bir kısmına uyacak olursanız, iyi bilin ki onlar sizi ima-nınızdan sonra küfre çevirmek isterler. [2,109; 4,89; 3,72]
101 – Sizler nasıl küfre dönebilirsiniz ki önünüzde Allahın ayetleri okunuyor, aranızda Allahın Resûlü bulunuyor? Kim Allaha gönülden sımsıkı bağlanırsa muhakkak ki o doğru yola konulmuştur. [57,8-9]
102 – Ey iman edenler! Allaha karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekirse öylece sakının. Ona layık olduğu tazimi gösterin ve ancak Ona teslim olan müslüman olarak can verin.
103 – Hepiniz toptan, Allahın ipine (dinine) sımsıkı sarılın bölünüp ayrılmayın. Allahın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalblerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size ayetlerini böylece açıklıyor, ta ki doğru yola eresiniz. [8,63] İslamdan önce Arabistanda insan hayatının hiç değeri kalmamıştı. En ufak sebeple insanlar vicdan-sızca öldürülüyordu. Kabile savaşlarının, kan dâva-larının sonu gelmiyordu. Mesela Medinedeki Evs ve Hazrec kabileleri 120 yıldan beri sürekli savaş halinde idiler. İslam sayesinde birbirlerinin kardeşi oldular.
104 – Ey müminler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önlemeye çalışan bir topluluk bulunsun. İşte selâmet ve felahı bulanlar bunlar olacaktır.
105 – Kendilerine kesin delillerin gelmesinden sonra bölünüp ihtilafa düşenler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır.
106 – Gün gelecek, birtakım yüzler ağaracak, bir takım yüzler ise kararacak. Yüzleri kararanlara: “Siz misiniz denecek, imanınız-dan sonra inkâra sapanlar? Tadın bakalım inkârınız sebebiyle bu acı azabı!”
107 – Yüzü ak olanlar ise Allahın rahmetindedirler. Hem de orada ebedi kalacaklardır.
108 – İşte bunlar Allahın ayetleridir ki onları sana hakkı ikame için gerçekten Biz okuyoruz. Çünkü şu kesindir ki Allah insanlara zulmetmek istemez.
109 – Göklerde ve yerde olan her şey Allahındır, ve bütün işler sonunda Ona raci olur, bütün işleri O hükme bağlar.
110 – Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar, kötülüğü önlemeye çalışırsınız, çünkü Allaha inanırsınız. Ehl-i Kitap da bu imana gelseydi, elbette kendileri için iyi olurdu. İçlerinden iman edenler varsa da ekserisi dinden çıkmış fasıklardır. [2,143] Hz. Muhammed ümmetinin ayrıca özelliği: Tevhid, iyiliği yayma ve kötülüğü önleme olarak bildirilip bu itibarla en hayırlı ümmet vasfını kazandığı vurgulanıyor. İyilik diye çevirdiğimiz ma’ruf: İslamın ve aklın meşrû ve makbul saydığı şeydir. Kötülük, yani münker ise: İslamın ve aklın gayri meşrû, kötü saydığı şeydir. Bu görev, yalnız yöneticilerin değil, imkânlarına göre bütün müminlerindir. Hayırlı ümmet olmak için, çoğunluğun bu vasfı taşıması gerekir. Ehl-i Kitabın kınanmasının sebebi, çoğunluğun kötü tarafta yer alıp, az olan iyilerin de bu görevi terketmeleri idi.
111 – Onlar size hiçbir zarar veremezler, olsa olsa incitirler. Sizinle savaşacak olurlarsa, arkalarını dönüp kaçarlar. Kendilerine yardım eden de bulunmaz.
112 – Allahtan gelmiş olan bir ipe ve insanlar tarafından uzatılan bir ipe (sisteme) tutunmaları müstesna, onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Allahın gazabına uğramış, meskenete mahkûm edilmişlerdir. Bu, onların Allahın ayetlerini inkâr etmeleri ve nahak yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyle olmuştur. Çünkü âsi olmuşlar ve haddi aşmışlardır. Yani: Onların dünyada elde ettikleri güvenlik, kendileri tarafından kazanılmış değil, başkalarının yardımı sayesinde olmuştur. Onlar bu güvenliği ya Allahın hükmüne göre müslümanlardan veya başka sebeplerle gayri müslim devletlerden almaktadırlar.
113 – Ehl-i Kitabın hepsi bir değildir. Onların içinde öyle dosdoğru bir cemaat vardır ki, gece saatlerinde Allahın ayetlerini okuyarak secdelere kapanırlar.
114 – Bunlar Allahı ve ahireti tasdik eder, iyiliği yayar, kötülükleri önler ve hayırlı işlere yarışırcasına koşarlar. İşte onlar salihlerdendirler. [3,110]
115 – Yaptıkları hayır ve iyiliklerden, mükâfatsız kalan bir tek iyilik bile bulunmayacaktır. Allah günahlarından korunan takva ehlini pek iyi bilir.
116 – Kâfir olanların ne malları ne de evlatları, kendilerini Allahın cezasından asla kurtaramaz. Onlar cehennemlik olup orada ebediyyen kalacaklardır.
117 – O batıl yollarda olanların bu dünya hayatında harcadıkları malların durumu, kendi öz canlarına yazık eden kimselerin ekinine isabet edip, o mahsûlü mahveden dondurucu bir rüzgarın durumuna benzer. Doğrusu Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendi kendilerine zulmettiler. Hak dini inkâr eden akımlar değişik de olsalar, batıl olmakta müşterektirler. Bunlar servetlerini sırf dünya için değerlendirirler. Fakat sırf dünyaya yöneldikleri halde dünyayı da doğru dürüst yönetemezler. Zira dünya ahiret dengesi üzerinde duran fıtrata karşı çıkarlar. Bu sebeple harcamalar dengesiz olur. Tahrib edici silahlanma uğruna milyarlar seferber olur. Yüz milyonlar aç iken böylesi harcamalar yapılır. Fakat sonunda, dünya hayatı bile perişan olur.
118 – Ey iman edenler, siz müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin. ÇÜnkü onlar size şer ve fesat çıkarmada ellerinden geleni bırakmazlar. Daima sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Size olan düşmanlıkları, zaten ağızlarından taşıp meydana çıkmıştır. Kalblerinin gizlediği düşmanlık ise daha fazladır. Eğer aklınızı kullanırsanız, ayetlerimizi size iyice açıkladık.
119 – İşte siz o kimselersiniz ki o düşmanlarınızı se-versiniz, halbuki siz bütün Kitaplara iman ettiğiniz halde, onlar sizi sevmezler. Hem huzurunuza geldiler mi “âmenna!” biz de “inandık!” derler. Aralarında başbaşa kaldıkları vakit de, size duydukları kin ve düşmanlık sebebiyle, parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: “Geberin kininizle!” Allah bütün kalblerin künhünü bilir.
120 – Size bir ferahlığın, bir nimetin ulaşması onları tasalandırır. Bir fenalığın gelmesine ise, âdeta bayılırlar. Şayet siz sabreder ve Allaha karşı gelmekten sakınırsanız, onların tuzakları size hiçbir zarar veremez. Çünkü Allah, elbette onların yaptıklarını ilmiyle, kudretiyle kuşatmıştır, tamamen Onun kontrolü altındadırlar.
121 – Hani bir vakit, ey Resûlüm, sen ailenden sabah erken ayrılmış, müminlere savaş mevzileri hazırlamak için yola çıkmıştın. Allah, hakkiyle işiten ve bilendir. Buradan itibaren Uhud savaşı vesilesi ile birtakım ilahi buyruklar, müminlere ebediyyen ders vermek üzere tescil ediliyor. Hicretin 3. yılında Kureyş, müslümanlara göre çok daha üstün bir kuvvetle Medineye saldırdı. Savaş pek zorlu geçti. Müslümanlar galip gelmişlerdi ki Hz. Peygamber (a.s) ın talimatını unutma ve ganimet peşine düşme sonucu, durum değişti. Müslümanlar yetmiş kadar şehid verdiler. Galibiyet ortada kaldı. Allahın hikmeti, müminlere çeşitli dersler vermek istedi.
122 – Ve hani sizden iki fırka, Allah da kendilerinin yardımcıları olduğu halde korkarak geri çekilmeye yeltenmişlerdi. Halbuki müminlere düşen, yalnız Allaha dayanıp güvenmeleridir. Bunlar Beni Seleme ile Beni Harise olup münafıkların başkanı İbn Übeyy 300 adamı ile ayrıldığında onlar da tereddüde düşmüşlerdi. İbn Ubeyy, istişare sırasında Medine dışına çıkmamayı önermişti. Hz. Peygamberin de şahsî görüşü bu şekilde idi. Onun için, gönülsüz olarak Uhuda çıkmıştı.
123 – Gerçekten, sizler birkaç biçare iken, Bedirde Allah sizi nusratına mazhar eylemişti. O halde Allaha karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız. Bedir, Medinenin 80 mil Güneybatısında Mekke-Suriye yolu üzerinde bir köydür. Hicrî 2. yıl Ramazan ayında vukubulan savaş müslümanların kesin zaferleriyle sonuçlanmıştı.
124 – O vakit sen müminlere: “Rabbinizin, indirdiği üç bin melek ile size imdad göndermesi yetmez mi?” diyordun.
125 – Evet, eğer sabreder ve itaatsizlikten sakınırsanız, -düşmanlarınız da hemen üzerinize gelive-rirlerse- Rabbiniz, formalı formalı tam beş bin melek göndererek size yardım edecektir.
126 – Allah bu imdadı sırf size müjde olsun ve kalbleriniz bununla müsterih olsun diye yaptı. Nusret ve zafer, ancak mutlak galib, tam hüküm ve hikmet sahibi, Azîz ve Hakîm olan Allah tarafından gelir. [9,25-27; 47,4; 3,160]
127 – Evet, Allah Teala kâfirlerden ileri gelenleri imha etmek veya onları başaşağı ederek ümitsiz bir hale düşürmek için size bu imdadı gönderdi.
128 – Bu hususta sana ait bir iş yoktur: Allah ister onlara tövbe nasib edip bağışlar, ister nefislerine zulmettikleri için onları cezalandırır. Senin görevin sadece uyarıp irşad etmektir. [13,40; 28,56]
129 – Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allahındır. O dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır. Allah Gafurdur, Rahimdir.
130 – Ey iman edenler! Öyle kat kat artırarak faiz yemeyin. Allaha karşı gelmekten sakının ki felah bulasınız. Cahiliye döneminde faizli borçlar vâdesinde ödenmez ve borçlu sürenin uzatılmasını isterse, tefeci borcun miktarını artırır, böylece faiz anaparayı geçerdi. Ayet faizi mutlak olarak yasaklamakta olup, kat kat olma şartı o zaman carî olan durumu bildirmektedir. (Bkz. 2,275-276, 278)
131 – Hem kâfirler için hazırlanmış bulunan o ateşten korunun!
132 – Allaha ve Resûlüne itaat edin ki merhamete nail olasınız.
133 – Rabbiniz tarafından bir mağfirete, genişliği göklerle yer kadar olan ve müttakiler için hazırlanmış olan bir cennete doğru yarışırcasına koşuşun!
134 – O muttakîler ki bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davrananları sever.
135 – O muttakiler ki çirkin bir iş yaptıklarında veya kendi nefislerine zulmettiklerinde, peşinden hemen Allahı anar, günahlarının affedilmesini dilerler. Zaten günahları Allahtan başka kim affeder ki? Bir de onlar bile bile işledikleri günahlarda ısrar etmez, o günahları sürdürmezler. [9,104; 4,110]
136 – İşte onların mükâfatları, Rableri tarafından büyük bir af ile, kendilerinin ebedî olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler olacaktır. Güzel iş yapanların mükâfatı ne de güzel!
137 – Sizden önce, Allahın koymuş olduğu hayat kanunlarına uygun olarak, nice olaylar, ümmetler geçti… İsterseniz dünyayı gezip dolaşın da dini yalan sayanların akıbetlerini görün!
138 – İşte bu, bütün insanlara yöneltilen bir açıklamadır, haramlardan korunacak müttakiler için bir hidayet ve bir öğüttür.
139 – Sakın yılmayın, üzüntüye kapılmayın, eğer iman ediyorsanız mutlaka üstün gelirsiniz.
140-141 – Şayet siz yara aldı iseniz, karşınızdaki düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı. İşte biz, Allahın gerçek müminleri meydana çıkarması, sizden şehidler edinmesi, müminleri tertemiz yapıp kâfirleri imhâ etmesi için zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zalimleri sevmez.
142 – Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ayırd edip meydana çıkarmadan, kolayca cennete girivereceğinizi mi zannettiniz? [2,214; 29,2]
143 – Siz ölümle yüzyüze gelmeden önce, şehid olmayı temenni etmiştiniz. İşte şimdi onu âyan beyan gördünüz.
144 – Muhammed, sadece Resûldür, elçidir. Nitekim Ondan önce de nice resûller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allaha asla zarar veremez. Ama Allah hidayetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır. Bu ayet Uhud savaşında münâfıkların yıkıcı dedikodularına cevap mahiyetindedir. Savaşta Hz. Peygamber (a.s) ın öldürüldüğü haberi yayılınca müminler üzüldü, münâfıklar ise çeşitli planlar, dinden dönme vs. düşüncelerine girdiler. Cenab-ı Allah ebedi dâvanın fanî şahıslar üzerine bina edilmediğini hatırlatmak üzere böyle buyurmuştur. Hz. Peygamber (a.s) ın vefat ettiği gün, o müthiş üzüntü sırasında Hz. Ebû Bekir (r.a) Mescide gelerek ashaba şöyle hitap etti: “Bakın! Kim Muhammede tapıyor idiyse, bilsin ki Muhammed öldü. Kim Allaha tapıyorsa, Allah diridir, asla ölmez” deyip peşinden bu ayeti okuyunca, ashab bu ayeti âdeta tamamen unutmuş olduklarını hayretle görmüşlerdi.
145 – Allah izin vermedikçe hiç bir kişi ölemez. Bu belli bir vakte bağlanmış, takdir edilmiştir. Her kim dünya mükâfatını isterse, kendisine dünyalık birşeyler veririz. Kim ahiret mükâfatı isterse ona da bundan veririz. Biz, şükredenleri elbette ödüllendireceğiz. [35,11; 6,2; 42,20; 17,18-19]
146 – Nice peygamberler gelip geçti ki onlarla beraber kendisini Allaha adamış birçok rabbaniler savaştı. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen zorluklar sebebiyle asla yılmadılar, zayıflık da göstermediler, düşmanlarına boyun da eğmediler. Allah da böyle sabırlı insanları sever.
147 – Evet onların bu durumda dedikleri sadece şu oldu: “Ey bizim Kerim Rabbimiz, günahlarımızı affet, işleri-mizdeki aşırılıklarımızı affet, ayaklarımızı hak yolda sabit kıl ve kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle.”
148 – Allah da onlara hem dünya mükâfatını, hem de o güzelim ahiret mükâfatını verdi. Allah elbette muhsinleri, hep iyi davrananları sever.
149 – Ey iman edenler! Şayet siz kâfirlere itaat ederseniz, onlar sizi, dininizden gerisin geri döndürürler. Siz de ziyana uğrayanlardan olursunuz.
150 – Bilakis sizin Mevlanız Allahtır, ve o yardım edenlerin en hayırlısıdır.
151 – O kâfirler, Allahın, tanrılıklarını kabul ettiğine dair hiç bir delil indirmediği bir takım nesneleri Allaha şerik saydıkları için, onların kalblerine korku salacağız. Onların barınacağı cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür!
152 – Allah size yaptığı yardım vâdini gerçekleştirdi: Onun izni ile o düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Allahın, size arzuladığınız galibiyeti göstermesine kadar, böylece bu vaad yerine geldi Ama sonra siz isyan ettiniz, verilen emir hakkında çekiştiniz, yılgınlık gösterdiniz. O esnada kiminiz dünya menfaatini istiyordu, kiminiz ahiret mükâfatını istiyordu. Sonra Allah sizi denemek için, onlara karşı size verdiği desteği geri çekti, bozguna uğradınız. Bununla beraber sizin kusurlarınızı bağışladı da! Zaten Allah müminlere bol lütuf ve inayet sahibidir. Okçuların Hz. Peygamberin talimatını unutarak yerlerinden ayrılmalarındaki hataya işaret edilmektedir.
153 – O vakit siz savaş meydanından boyuna uzak-laşıyor, kaçarken ardınıza dönüp fazla önem verdiğiniz kimseye bile bakmıyordunuz. Peygamber ise peşinizden sizi çağırıp duruyordu. Bunun üzerine Allah keder üzerine keder vererek sizi cezalandırdı. Allahın sizi affetmesi, ne elinizden gidene, ne de başınıza gelen felakete esef etmemeniz içindir. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
154 – Sonra o kederin peşinden üzerinize bir güven duygusu indirdi. Sizden bir kısmını bürüyen tatlı bir uyku hali verdi. Bir kısmınız ise can derdine düşmüş, Allah hakkında Cahiliye devrindekine benzer gerçek dışı şeyler düşünüyorlar: Bu işin kararlaştırılmasında bizim yetkimiz mi var? Ne gezer! diye söyleniyorlardı. De ki: Bütün yetki ve karar Allahındır” Onlar aslında içlerinde, sana karşı açığa vuramadıkları birşeyler saklıyor ve kendi aralarında: “Bu emir ve komuta işinde bir payımız olsaydı, şimdi burada olmaz, öldürül-mezdik” diyorlardı. De ki: Siz evlerinizde dahi olsaydınız haklarında ölüm takdir edilenler, mutlaka düşüp ölecekleri yerlere doğru çıkacaklardı. Allah, sizin içinizde olanı sınamak ve kalblerinizi her türlü vesveseden ve kirden arındırıp pırıl pırıl yapmak içindir ki bunu başınıza getirdi. Allah sinelerin özünü dahi bilir. [48,12] Bazı münâfıklar, müslümanlarla birlikte savaşa katıldıklarına pişman olmuşlardı. Aralarında konuşur-ken: “Yönetimde hissemiz olsaydı, fikrimizle hareket edilseydi, böyle perişan olmaz, bu kadar ölü vermezdik” diyorlardı. Böylece Peygamberimizi itham ediyor, müminlerin de maneviyatlarını bozuyorlardı.
155 – İki ordunun karşılaştığı gün içinizden arkasına dönüp kaçanlar var ya, işte onları işlemiş oldukları birtakım hataları sebebiyle Şeytan kaydırmak istemişti. Allah yine de onları affetti. Çünkü Allah Gafurdur, Halimdir.
156 – Ey iman edenler! dini inkâr edip de Allah için seferde ölen veya gazalarda öldürülen arkadaşları hakkında: “Bizim yanımızda olsalardı ne ölürler, ne de öldürülürlerdi” diyenler gibi olmayın. Allah bunu, onların gönüllerinde bir hasret, bir yürek yarası olarak bıraksın diye yaptı. Hayatı veren de, alan da Allahtır. Allah bütün yaptıklarınızı görür.
157 – Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, bilin ki Allah tarafından bir mağfiret ve rahmet, bütün insanların topladıkları mallardan daha hayırlıdır.
158 – Sizler ölseniz de, öldürülseniz de, sonunda Allahın huzurunda toplanacaksınız.
159 – İnsanlara yumuşak davranman da Allahın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli kaba biri olsaydın insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile, ve işleri onlarla müşavere et, bir kere de azmettin mi, yalnız Allaha tevekkül et. Allah muhakkak ki mütevekkilleri sever. [9,128] Bu ayet istişarenin ne derece önemli olduğunu gösterir. Şöyle ki: Düşman saldırısı karşısında Hz. Peygamber (a.s) savaş stratejisi konusunda ashabını toplayıp danıştı. Şahsî fikrine göre şehir dışına çıkmak yerine Medinede kalarak savunma savaşı yapılmalıydı. Karşı görüş taraftarları fazla olunca onların fikrine uyup Uhuda çıktı. Savaş neticesinde bunun iyi sonuç vermediği anlaşıldı. Buna rağmen hemen bu savaş akabinde gelen bu ayet istişareyi emrediyor. Demek ki danışmada büyük bir hayır ve bereket vardır.
160 – Eğer Allah size yardım ederse, size üstün gelecek hiç kimse olamaz. Şayet o sizi yardımsız bırakırsa, artık Ondan sonra kim size yardım edebilir ki? Öyleyse müminler yalnız Allaha güvenmelidirler.
161 – Emanete hıyanet etmek, bir peygamberin yapacağı bir iş değildir. Her kim hıyanet edip de ganimetten veya kamuya ait hasılattan bir şey aşırır, bunu da gizlerse, kıyamet gününe o vebâlini aldığı şeyler, boynuna asılı olarak gelir. Sonra her kişiye kazandığı şeylerin mükâfat veya cezası eksiksiz ödenir ve onlar asla haksızlığa uğratıl-mazlar.
162 – Allahın rıza yolunu tutmuş, o yolda koşan kimse, hiç Allahın hışmına uğrayan ve son durağı cehennem olan kimse gibi olur mu? Ne kötü bir yerdir o cehennem! [13,19; 28,61]
163 – Rıza yolunu tutanlar Allahın huzurunda derece derecedirler. Allah insanların yaptığı herşeyi görür.
164 – Gerçekten Allah, kendi içlerinden birini, onlara ayetlerini okuması, onları her türlü kötülüklerden arındırması, kendilerine kitap ve hikmeti öğretmesi için Resûl yapmakla, müminlere büyük bir lütuf ve inayette bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar besbelli bir sapıklık içinde idiler. [16,72; 41,6; 25,20; 12,109]
165 – Hal böyle iken, düşmanlarınızın başına iki mislini getirdiğiniz bir bela sizin başınıza gelince: “bu nereden geldi?” mi diyorsunuz? De ki: “Bu felaket sizin yüzünüzdendir” Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir. Uhudda müslümanlar yetmiş şehid verdiler. Oysa Bedirde müşrikler 70 ölü, 70 de esir vermişlerdi. Böylece onların kaybı, müslümanlarınkinin iki misli olmuştu.
166-167 – İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet Allahın izniyle olmuştu. Bu da müminleri ayırd etmesi, münafıklık yapanlar, meydana çıkması için idi. O münafıklara: “Gelin, Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa düşmanınızın size ve ailelerinize saldırmasını önleyin” denildiğinde: “Biz savaş olacağını bilseydik size katılırdık” dediler. Doğrusu o gün onlar imandan ziyade küfre yakın idiler. Onlar, ağızlarıyla, kalblerinde olmayan şeyleri söylüyorlardı. Ama Allah onların gizlediklerini pek iyi bilir. Kureyş ordusunun saldırısı sebebiyle Uhud savaşı öncesinde Hz. Peygamber, ashabı ile istişare etti. Şahsî görüşü, şehir dışına çıkmaksızın savunma yapmaktı. İbn Übeyy de bu görüşte idi. Gençler meydan savaşı isteyip ağır basınca, Hz. Peygamber de ordusunu gönülsüz olarak çıkardı. Onun bu halini ve şahsî fikrini bahane ederek, İbn Übey üç yüz kadar adamı ile ayrılıp Medineye döndüler. Müslümanlar yediyüz kişi olarak Medineyi savunmada yalnız kaldılar. Antlaşma gereği savaşa katılması gereken Yahudiler de, Cumartesine rastlamasını bahane ederek katılmadılar. İbn Übeyy grubuna: “Ahdiniz gereği, gelin Medineyi beraberce savunalım” denilince onlar: “Savaş olacağını sanmıyoruz. Bugün savaşacağınızı bilseydik biz de sizinle savaşırdık!” diyerek çekip gittiler.
168 – Onlar o münafıklardır ki kendileri savaşa çıkmayıp evde oturmaları yetmiyor gibi, bir de kalkıp bilgiçlik taslayarak savaşta şehid olan arkadaşları hakkında: “Sözümüze kulak verselerdi böyle öldürül-mezlerdi” derler. De ki: “Eğer, iddianızda tutarlı iseniz haydin elinizden geliyorsa kendinizi ölümün elinden kurtarın bakalım.”
169 – Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rablerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar.
170 – Allahın lutf u kereminden ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayan müstakbel şehid dindaşlarına da “kendilerine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hissetmeyeceklerine” dair de müjde vermek isterler. Hz. Peygamber (a.s), Uhud şehitlerinin ruhlarının yeşil kuşların içinde cennette aldıkları zevkleri ve sonunda: “Keşke Allahın bize neler verdiğini kardeşle-rimiz bilse de cihaddan çekinmeselerdi” demelerine karşılık, Cenabı Allahın “Tarafınızdan ben onlara bunu tebliğ ederim” buyurup bu ayeti gönderdiğini bildirir.
171 – Onlar Allahın nimeti ve lutfu ile ve Allahın müminlere olan mükâfatını zayi etmeyeceği müjdesiyle de sevinirler.
172 – Hele o yara aldıktan sonra Allahın ve Resûlünün çağrısına uyup gönül verenlere, hele onlar gibi ihsan ve takva sahiplerine pek büyük mükâfatlar vardır. Uhud savaşından sonra Kureyş ordusu Mekkeye doğru bir mikdar yol aldıktan sonra, müslümanları yerle bir etme fırsatı ellerine geçmişken neden yapma-dıklarına esef edip harp konseyi topladılar. Fakat sonuçta Medineye hücum kuvvetini kendilerinde bulamayıp Mekkeye doğru devam ettiler. O sırada Hz. Peygamber de bir saldırı ihtimalini düşünerek Uhudun ertesi günü “Kureyşi kovalayalım!” emrini verdi. Müminler bitkin, durum kritik olmasına rağmen müminler çağrıya uydular ve Medineden 15 km. kadar uzakta olan Hamra’ul-esed’e kadar gidip düşmana göründüler. Üç gün orada kaldılar. Kureyş hücuma cesaret edemedi. Müslümanlar da bir nevi rövanş alarak maneviyatlarını kazandılar. Ayrılırken Ebu Süfyan, ertesi sene Küçük Bedir pazarında karşılaşalım diye söz verdi.
173 – Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine: “Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan kendinizi koruyun” dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını artırmış ve “hasbunallah ve ni’me’l-vekil” “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!” demişlerdir.
174 – Sonra da kendilerine hiç bir fenalık dokunmadan, Allahdan bir âfiyet, selamet ve lütuf ile geri döndüler ve Allahın rızasına uydular. Allah çok büyük lütuf ve inayet sahibidir.
175 – Size o haberi getiren adam Şeytanın tekidir. O sizi kendi dostları ile korkutmak ister. Fakat siz mümin iseniz onlardan korkmayın, benden korkun. [39,36-38; 58,21; 22,40; 47-7; 40,51-52; 4,76; 58,19] Raziye ve birçok müfessire göre bu şeytandan maksad, Mekkeli müşriklerin Medinedeki müslümanlar arasında aleyhte propaganda yapmak üzere gönderdikleri Nuaym b. Mes’ud Eşceîdir. Demek burada cin şeytanının insan kılığına girmiş şekli olan bir insî şeytan söz konusudur. Uhud savaşı sonunda galip mağlup belli olmadı. Mekkelilerin komutanı Ebû Süfyan ayrılırken: “Rövan-şımız gelecek sene Bedir panayırında olsun!” diye bağırınca Peygamberimiz: “Öyle olsun!” dedi. Vakit gelince Mekkeliler korktular. Durumu kurtarmak için Nuaym’ı propaganda için gönderdiler. Fakat Hz. Peygamber yılmayıp oraya gitti. Mekkeliler gelmediler. Sekiz gün kalıp galibiyetini tescil etti. İkinci tefsire göre: Cinnî Şeytan, vesvesesi ile ancak dostları olan kâfir ve münâfıkları etkiler, yoksa Allahın dostları olan müminleri korkutamaz.
176 – İnkâra koşuşanlar sana kaygı vermesin, Onlar Allahın dinine asla zarar veremezler. Allah onlara ahirette nasip vermemek istiyor. Onlara büyük bir azap vardır.
177 – İmana bedel inkârı tercih edenler Allahın dinine hiç bir zarar veremezler ve onlar için gayet acı bir azap vardır.
178 – O kâfirler kendilerine mühlet vermemizin kendileri hakkında hayır olduğunu sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz, günahlarının artması içindir. Onlara zelil ve perişan eden bir azap vardır. [23,55-56; 68,44; 9,55]
179 – Allah müminleri içinde bulunduğunuz şu halde bırakacak değildir. Sonunda temiz ile murdarı ayıracaktır. Allah sizin hepinizi gaybe vakıf kılacak da değildir. Fakat Allah, resûllerinden dilediğini seçer (onu gaybe vakıf kılar). O halde Allaha ve resûllerine iman edin. Eğer iman eder ve Allaha karşı gelmekten sakınırsanız size büyük mükâfat vardır. [72,26-27]
180 – Allahın kendilerine lütfu ile bol bol verdiği nimetlerde cimrilik edip harcamayanlar, sakın bu hâli kendileri için hayırlı sanmasınlar. Hayır, bu onların hakkında şerdir. Cimrilik edip vermedikleri malları kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Kaldı ki göklerin ve yerin mirası Allahındır. Allah ne yaparsanız hepsinden ha-berdardır.
181 – “Allah fakirdir biz ise zenginiz” diyenlerin sözlerini Allah elbette işitmiştir. Ama Biz onların dedikleri bu sözü ve peygamberleri nâhak yere öldürmelerini yazacağız ve “Tadın bakalım o yakıcı cezayı!” diyeceğiz. [2,245]
182 – İşte bu sizin ellerinizle işlediğiniz günahların karşılığıdır. Çünkü Allah kullarına haksızlık edecek değildir.
183 – Onlar dediler ki: “Allah, ateşin yakıp kor haline getireceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamızı emretti.” Onlara cevaben de ki: “Benden önce birçok peygamber açık delillerin (mûcizelerin) yanında, sizin öne sürdüğünüz kurbanı da getirdiler. Peki sözünüzde samimî iseniz, onları niçin öldürdünüz.” Bu, o yahudiler tarafından Allaha iftiradır Tevrat’da yakılmış kurbanlardan bahsedilmekle beraber (Hakimler, 6,20-21; Levililer 9,24; II Tarihler 7,1-2) bunlar peygamberliğin asıl işaretlerinden sayılmazlar. Bunlar sadece Allahın yapılan takdimeyi kabul ettiğini gösteren alametlerdir. Onlar güya Hz. Muhammed’in nübüvvetini reddetmek için bu bahaneyi ileri sürdüler. Kur’an itirazlarını ağızlarına tıkadı, dürüst olmadıklarını şöyle ispatladı: Söyleyin bakalım: Bu şartınıza uyan Peygamberlerinizi neden öldürdünüz? (Mesela İlyas (a.s) a yaptıkları: I Krallar, 18 ve 19)
184 – Eğer onlar senin nübüvvetini yalan saydılarsa, üzülme, zaten senden önce açık deliller, mûcizeler, sahîfeler ve nurlu kitaplar getiren nice resûllere de yalancı denilmişti.
185 – Her canlı ölümü tadacaktır. Siz ey insanlar, çalışmalarınızın ücretini ancak kıyamet günü tam bir şekilde alacaksınız. O vakit, kim ateşten uzaklaştırılıp Cennete yerleşti-rilirse, işte o muradına ermiştir. Yoksa bu dünya hayatı, aldatıcı ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir. [87,16-17; 28,60; 55,26-27]
186 – Şu muhakkak ki gerek mallarınızda, gerek canlarınızda imtihana tabi tutulacaksınız, sizden önce kendilerine Kitap verilen Yahudi ve Hıristiyanlardan ve bir de müşriklerden inciten bir çok söz ve davranışlar işiteceksiniz. Ama siz sabreder ve takva ölçüleri içinde korunursanız, muhakkak ki bu davranış, yapılacak işlerin en değerlisidir. [2,155-156; 2,109]
187 – Vaktiyle Allah Ehl-i Kitaptan “Kitabı mutlaka insanlara açıklayıp anlatacaksınız onu asla gizlemeyeceksiniz” diye teminat almıştı. Fakat onlar bu ahdi önemsemeyerek kulak ardı ettiler, onu az bir bahaya sattılar. Bakın ne kötü bir alışveriş!
188 – Yaptıklarından ötürü sevinen, öbür taraftan yapmadıkları işlerden dolayı övülmek isteyen kimselerin sakın azaptan yakayı kurtaracaklarını sanma! Çünkü onlara o can yakıcı azap vardır. Siyak itibariyle bu vasıflar, bir önceki ayette bildirildiği üzere, o zamanki Ehl-i Kitap bilginlerinin vasıflarıdır. Zira İbn Abbas (r.a) ın dediği gibi “Hz. Peygamber bir seferinde onlara bir şey sordu, onlar da gerçeği gizleyip, ona başka bir şey söylediler. Yaptıkları bu iş hoşlarına gitti, üstelik bu söylemelerinden ötürü bir de teşekkür beklediler.” Ayet onların içyüzlerini ortaya koydu. Demek ki bu ayet 1. derecede: Yahudi bilginleri, 2. derecede münafıklar, 3. derecede müminler hakkında indirilmiş sayılır. Zira müminler, nefis ve Şeytanın tesiriyle bu zaafa düşmesinler diye, onların durumlarından ders almalıdırlar.
189 – Göklerin ve yerin hakimiyeti Allahındır ve Allah herşeye kadirdir. Allah Teala kullarını, gökleri ve yeri, zaman ve mekânı dolduran kudret, san’at, hikmet harikası sayısız eserlerini tefekküre ve bu şuurla olan ibadete yönelti-yor. Hz. Peygamber bu ayet hakkında şöyle buyur-muştur: “Yazıklar olsun bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere!”
190 – Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip-gidişinde düşünen insanlar için elbette ayetler vardır. [12,105-106]
191 – Onlar ki Allahı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: “Ey büyük Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!
192 – Ey Ulu Rabbimiz! Sen kimi ateşe koyarsan, muhakkak onu rüsvay edersin. Zalimlerin hiç bir yardımcısı yoktur.
193 – Ya Rabbena! Biz, imana çağıran ve “Rabbinize inanın” diye tevhide davet eden bir zatı duyduk ve icabet ettik. Artık Sen bizi affet, kusurlarımızı bağışla ve iyilerle birlikte bizim canımızı al.
194 – Ya Rabbena! Bize vâdettiğin mükâfatları bize lutfet, bizi kıyamet günü rüsvay ve perişan eyleme. Sen asla sözünden dönmezsin”
195 – Onların Rabbi de dualarına şöyle icabet buyurdu: “Sizden gerek erkek, gerek kadın hayır işleyen hiçbir kimsenin çalışmasını zayi etmem. Çünkü siz birbirinizdensiniz, birbirinizden farkınız yoktur. Benim rızam için hicret edenlerin, vatanlarından sürülenlerin, Benim yolumda işkenceye, ziyana uğrayanların, Benim yolumda savaşanların ve öldürülenlerin elbette kusurlarını örtecek ve elbette onları Allah tarafından mükâfat olarak içinden ırmaklar akan cenetlere yerleştireceğim. En güzel mükâfatlar Allahın yanındadır. [2,186; 60,1; 85,8]
196 – Hakkı inkâr edenlerin diyar diyar, refah içinde gezip durmaları sakın seni aldatmasın.
197 – Pek kısa bir zevk ve eğlenme! Sonra varacakları yer ise cehennem! Orası ne fena bir yatak! [40,4; 10,69-70; 31,24; 86,17; 28,61]
198 – Lakin Rabbine karşı gelmekten sakınanlara Allah tarafından bir ikram olarak içinden ırmaklar akan cennetler var. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Allahın yanında olan mükâfatlar, elbette o hayırlı ve iyi insanlar için daha hayırlıdır.
199 – Ehl-i Kitab içinde, Allaha iman ettikleri gibi, Hakkı tazim ederek hem size hem de kendilerine indirilen Kitaba inananlar da vardır elbet. Onlar Allahın ayetlerini, değersiz bir menfaat karşılığında satmazlar. İşte Rabbi nezdinde mükâfatları alanlar onlardır. Muhakkak ki Allah hesabı pek çabuk görür. [28,52-54; 2,121; 7,159; 3,113]
200 – Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin, cihad için daima hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allaha karşı gelmekten sakının ki felah bulup başarıya eresiniz. Allah Teala bu ayette felah (başarı) sırrını özetlemiştir. 1-Sabır (musibete karşı sabır, taate devamda sabır ve günahlardan uzak durmada sabır). 2-Sabır yarışında düşmanları geçmek. 3-Cihad için devamlı uyanıklık (cemaatle namaz vesilesiyle birbirine bağlanma, Allahın dinini koruma ve yayma konusunda daimi gayret, uyanıklık ve İslam hudutlarını korumada nöbet tutma.) 4-Allahın emirlerine karşı gelmekten sakınmak.