Afrika yüzölçümü ve nüfus yoğunluğu açısından dünyanın ikinci büyük kıtasıdır. Yeryüzündeki karaların yaklaşık % 20’sini kaplayan Afrika, Avrupa ve Asya ile birlikte eski dünya kıtalarını oluşturur. Avrupa’nın üç katı büyüklükte olmasına karşın dünya ekonomisindeki % 3’lük payıyla anakaraların en yoksuludur. Üzerindeki hemen tüm ülkeler henüz gelişme aşamasındadır. Afrika yüzölçümü 30.370.000 km², nüfusu 2016 yılına göre 1,216 milyar’dır.
AFRİKA ÜLKELERİ
Angola Cumhuriyeti
Benin Cumhuriyeti
Botswana Cumhuriyeti
Burkina Faso
Burundi Cumhuriyeti
Cabo Verde Yeşil Burun Adaları
Cezayir
Cibuti
Çad Cumhuriyeti
Demokratik Kongo Cumhuriyeti
Eritre
Etiyopya Federal Demokratik Cumhuriyeti
Fas
Fildişi Sahili
Gabon
Gambiya
Gana
Gine
Gine – Bissau
Güney Afrika Cumhuriyeti
Güney Sudan
Kamerun
Kenya
Komorlar
Kongo Cumhuriyeti
Lesotho
Liberya
Libya
Madagaskar
Malavi Cumhuriyeti
Mali
Mısır
Moritanya
Mozambik Cumhuriyeti
Nijer Cumhuriyeti
Nijerya Federal Cumhuriyeti
Orta Afrika Cumhuriyeti
Sao Tome Prensip Cumhuriyeti
Ruanda Cumhuriyeti
Senegal Cumhuriyeti
Şeyseller Cumhuriyeti
Sierra Leone
Somali Cumhuriyeti
Sudan
Svaziland
Tanzanya
Togo
Tunus
Uganda
Zambiya
Zimbabve
AFRİKA COĞRAFYA KONUMU
Kıtanın en büyük özelliği, kıyılarının fazla girintili çıkıntılı olmamasıdır. Uzun kıyı şeritlerinde, körfezlere, yarımadalara ve takımadalara pek rastlanmaz. Toplam kıyı uzunluğu 30.500 km’dir. 37° 27° kuzey ve 34° 51° güney enlemleri arasında yer alan kıtayı ekvator, hemen hemen ortasından ikiye böler. Kuzeyden Tunus’ta Beyaz Burun’dan güneyde Agulhas Burnu’na kadar olan uzunluğu 8.045 km, en geniş yeri 7.400 km’dir. Sina Yarımadası ve Süveyş Kanalı ile Asya’ya bağlanır. Kuzeyde Akdeniz, doğu ve güneydoğuda Hint Okyanusu, batı ve güneybatıda Atlas Okyanusu, ile çevrilidir. Kıtanın büyük bir bölümü tropikal kuşak içindedir. Yüzey şekilleri Güney Amerika ve Avustralya gibi güney yarımküre kıtalarına benzer. Afrika’da büyük dağ sistemleri bulunmadığı için; uygarlıklar, hayvan ve bitki yaşamıyla iklim bakımından aşırı ayrılıklar doğmamıştır.
AFRİKA JEOLOJİ
Güney ve kuzeyde yer alan genç dağlar dışında, Afrika’nın büyük bölümünü tek bir jeolojik yapı, yaşlı Afrika Kalkanı oluşturur. Kıta, mezosoik zaman sonunda birbirlerinden ayrılmaya başlayan Güney Amerika, Hindistan, Avustralya, Antartika ve güneydeki büyük kara Gondvvana ile birlikte paleozoik dönemde oluştu. Jura döneminde başlayan kırılmalar, tortullaşmalar, aşınma ve sertleşmeler, 4 milyar yıllık bir zaman içerisinde Afrika’nın jeoloji yapısını belirledi. Jeologlar, Afrika’nın çok eski zamanlardaki Pangaea süper kıtasının merkezi olduğunu kabul ederler. Afrika’nın büyük bir bölümü kuzeyde ve batıda alçak, güneyde ve doğudaysa yüksek bir dizi havzanın yer aldığı prekambriyum döneminde başkalaşım kayaları ve tortul kayalardan oluşmuş bir yaylayla kaplıdır. Yaylanın dik yüzü kıyıya kapalıdır, böylece kıyı şeridi dar bir bölge biçiminde sürüp gider. Bu dik yüz, çeşitli çağlayanlar, alçak ırmak yataklarıyla kesilir ve kıtanın iç kesimlerine ulaşım ancak bu su yollarının kullanımıyla gerçekleşir. Güneydeki ovaların ortalama yüksekliği kuzeydekilerden fazla olduğundan. Sahra’daki gibi tabanları deniz düzeyinin altında kalan ova ve düzlükler göze çarpar. Bunların en önemlilerinden biri, Katar’daki deniz düzeyinden 155 m aşağıda olan Assai Gölü”dür. Kuramsal olarak Arap Yarımadası’nın da, Afrika Yaylası’ndan ayrılmış bir parçası olduğu kabul edilir. Bu yaylanın birçok yerinde bulunan tarih öncesi fosilleri, bilinen en eski yaşam biçimidir. Fosillerin bulunduğu dağlık bölgelerin jeolojik yaşalarının, 2.5-3.2 milyar yıl olduğu belirlenmiştir. Kuzeybatıdaki Atlas Dağları, Avrupa Alp Dağ Sistemi’nin bir uzantısıdır. Doğu Afrika’yı kıtanın öteki bölümünden Büyük Rift Vadisi (Kırığı) ayırır. Genelde Afrika kırık sistemi, üst tabakayla yerkabuğunun birlikte hareket ettiği, dünya fay sisteminin bir bölümüdür. Doğu Afrika Düzlüğü, kıtanın kalan bölümüne göre daha kuzeydoğuya doğru ilerlemektedir. Bu hareket, kıtaların yer değiştirme sürecine bağlıdır. Genelde Afrika, jeolojik açıdan, uzun süreli aşınmaların sonunda düzleşen ve yaşlı dağlardan oluşmuş bir yayladır.
AFRİKA YÜZEY ŞEKİLLERİ
Dağlar
Önemli dağlık bölgeler, Güney Afrika’da Draken Dağları, Doğu Afrika Yaylası, kuzeydoğuda Etiyopya Dağları, güneyde Kap Sıradağları ve kuzeybatıda Atlas Dağları’dır. Afrika’nın en yüksek noktası, kuzeydoğuda, Kilimancaro Dağında 5.898 m yüksekliğindek Kibo Tepesi’dir. Atlas Dağları (en yüksek noktası 4.300 m). Yüksek Atlaslar, Tel Atlasları ve Sahra Atlasları olmak üzere üçe ayrılır.
Çöller
Kuzeyde Büyük Sahra, güneyde Namibya ve Kalahari önemli çöllerdir; Afrika’nın yaklaşık % 40’ı çöllerle kaplıdır. Büyük Sahra 9.5 milyon km’lik yüzölçümüyle dünyanın en büyük çölüdür. Dünyanın en az yağış alan ve en sıcak bölgelirinden Batı Sahranın büyük bir bölümü, Moritanya, Cezayir, Nijer, Libya ve Mısır’ın birer bölümünü içine alır. Ortalama yüksekliği 200-350 m arasında, en yüksek noktası 3.350 m’dir. Güney Afrika’da, Namibya ve Botsvana’da 1.000 m yükseklikte Kalahari ve Namib çölleri yer alır. Güney kesimi dışında tam bir çöl olmayan Kalahari, kızıl topraklarla kaplıdır ve üzerinde kurumuş göl yatakları bulunur.
Yayla ve Havzalar
Kıtada yükseklik oluşumları bakımından birçok yerde benzerlik görülür. Doğuda, Doğu Afrika Yaylası; güneyde, Güney Ekvator Dağları ve Kalahari Havzası; kuzeyde Adava Dağları, yükseklikler 3.000 m’ye yaklaşan yaylalarla çevrilidir. Sahra’nın güneyinde Cuf Havzası ile volkanik kökenli Çad ve Sudan havzaları ise Zaire Havzası’nın kuzeyindedir. Sudan Havzası, batıda Ennedi ve Darfur
yaylalarıyla birleşir. Yüksek bir yayla olan Madagaskar Adası’nda kıtasal özellikler (bitki örtüsü, doğal hayvanlar, iklim vb.) görülür.
Irmaklar ve Göller
Afrika coğrafyasında ırmakların önemi büyüktür. Bunların bir bölümü, yüksek yerlerden kaynaklanan sular olup kıtanın yüksek iç kesimlerinden dik eğimli kıyı şeridine inerken çeşitli çağlayanlar oluşturur. İç kesimlerden topladıkları suları denize kadar getiren ırmaklar, çok uzun mesafeleri aşar. Doğu Afrika Yaylası’ndan doğan ve Akdeniz’e dökülen Nil, Atlas Okyanusu’na dökülen Kongo ve Nijer ırmakları, Hint Okyanusu’na dökülen Zambezi Irmağı gibi birçok ırmak, genellikle sık bir bitki örtüsü görülen iki kıyı arasında akarak dik çağlayanlar ve sert akıntılarla denize ulaşır. Bu nedenle de, karaiçi su yolu taşımacılığı oldukça sınırlıdır. Irmakların su yükseklikleri, iklim bölgelerindeki yağış oranlarının değişkenliğine göre farklılık gösterir. Ancak Nil gibi birkaç iklim kuşağından geçen ırmaklarda çok değişik yükseklikler görülür. Bu yükseklik farklılıkları, hidroelektrik enerji için en uygun ortamdır. Afrika’nın en uzun ırmağı. Nil’i (6.671 km) Kenya (4.371 km) ve Zambezi (2.735) km) ırmakları izler. Nil ve Kongo ırmakları tarım alanlarının sulanmasında Afrika’nın en önemli kaynaklarıdır. Kuzeydoğu ve tüm Orta Afrika’da bu iki ırmağın suladığı milyonlarca hektarlık tarım alanları vardır. Afrika’nın en büyük dünyanın dördüncü büyük gölü, Victoria Gölü’dür (68.000 km2). Öteki büyük ve önemli göller genelde Doğu Afrika Çukuru’nda toplanmıştır. Kuzeye doğru sırasıyla Malavi Tanganika, Mobutu, Edward, batıda Natron ve Eyasi gölleri yer alır. Tanganika Gölü’nün en derin noktası 1.437 m’dir (Bu, Baykal Gölünden sonra dünyanın ikinci büyük göl derinliğidir). Orta Afrika’da bulunan Çad Gölü, 1973-1974 arasında suyunu büyük oranda yitirmiş, hemen hemen kurumaya yüz tutmuştur. Öteki önemli göller Kalahari Bölgesindeki tuzlu Ngami ve Makarikari gölleri, Tunus’ta Şaddü’l-Cerit, Gana’da Volta Gölü, Etiyopya’da Tana Gölü, Zaire’de Maindombe Gölü ve Zimbabve-Zambiya sınırdaki Kariba Gölü’dür. Mısır’daki 500 km2 büyüklüğündeki Nasır Gölü ve Mozambik’teki C. Bassa Gölü, Kariba Gölü ile birlikte önemli yapay göllerdir. Bu göllerden sulama ve elektrik üretiminde yararlanılır.
AFRİKA İKLİMİ
Büyük bölümü tropikal kuşak içerisinde yer alan, dünyanın en sıcak kıtası Afrika’da, yalnız kuzey ve güney kıyılarında akdeniz iklimi görülür. Kıta, genelde altı iklim bölgesine ayrılır: Ekvator çevresinde ve Güneydoğu Madagaskar’ın rüzgâra açık yamaçlarında, sıcak ve bol yağışlı bir iklim görülür. Yağmur ormanları kuşağının kuzey ve güneyinde tropik savan iklimi egemendir. Buralarda sıcaklık yıl boyunca yüksektir. Kıyı kesimleri yüksek olduğundan, okyanus akıntıları, iklimi pek etkilemez. Doğu Afrika’nın dağlık kesimleri daha fazla yağış alır. Ekvatordaki yüksek basınç alanı nedeniyle, yoğun yağmurlar ekvator kuşağı çevresindedir (yılda ortalama 2.500 mm). Ekvator kuşağının hemen iki yanındaki tropik savan bölgelerinde yağışlar sıcak aylarda ve ekvatordan uzaklaştıkça azalmaya başlar. Önceleri 2.550-1.200 mm yağış alan bölgelerde, ekvatordan uzaklaşıldıkça, bu değer 600 mm’ye kadar düşer. Savan kuşağında yılda üç yağış görülür ve yağış tutarı 300 mm’ye kadar düşer Bunun altında yağış alan yöreler çölleri oluşturur. Afrika’da yağışlar düzenli değildir. Birden büyük kuraklıklar ortaya çıktığı gibi çok şiddetli ancak kısa süreli yağışlar da görülebilir. Bu tür değişkenlikler, özellikle tarım alanlarında büyük zarara yol açar. Yüksek ısı, toprağa düşen yağmuru hızla buhara çevirir. (Büyük Sahra’da 600 mm yağışa karşın 2.000 mm buharlaşma saptanmıştır). Tarım açısından bu buharlaşma dönemleri önemlidir. Son derece sıcak ortama karşın, yükseklik arttıkça ısı azalır. Örneğin, Kilimancaro’nun doruklarında ve Kenya Dağı’nda sürekli kar ve buz takkeleri vardır. Akdeniz kıyılarında ve Güney Kap Bölgesi’nde, kışları yağmurlu, yazları kurak ve sıcak geçen Akdeniz iklimi görülür. Genelde Afrika, dünyanın en sıcak ve değişken iklimli kıtası olduğundan ekonominin gelişmesi olumsuz yönde etkilenmiştir.
AFRİKA BİTKİ ÖRTÜSÜ VE HAYVANLAR
Tarih öncesinden bugüne kadar süren volkan etkinlikleri ve iklim değişiklikleri, Afrika’da bitki ve hayvan türlerinin çeşitliliğini artırmıştır. Kıtada değişik üç bitki kuşağı vardır: Büyük Sahranın kuzeyinde yer alan kesim, iç kesimlerdeki tropik bölgeler/kuzey ve güneydeki Akdeniz iklimi bölgeleri. En zengin bitki türleri bu uç bölgelerde görülür. Yaklaşık 6.000 çeşit bitkinin % 67’si bu kesimlerdedir. Sardunya ve nergis çiçeklerinin anayurdu. Güney Afrika’daki Agulhas Bunu’dur. Özellikle, Zaire ve Kongo’da tropikal yağmur ormanlarında yapraklarını dökmeyen ağaç türleri yer alır. Bunlar, 100 m’nin üzerinde yükseklikleri olan dev ağaçlar, 50 m’ye kadar yükselen orta ağaçlar ve ormanaltı bitki örtüsü olarak üç türe ayrılır. Tik, limba ve maun, kerestecilikte kullanılan önemli ağaç türleridir. Landolphia ağacından kauçuk, hurma ağacından hurma yağı elde edilir. Ormanaltı bitkileri genelde, eğreltiotları, orkide ve bazı sarmaşık türlerinden oluşur. Tropikal yağmur ormanlarının kuzeyinde kurak dönemlerde yaprakları döken muson ormanları vardır. Bu kesimlerde miyonbo adı verilen daha seyrek ormanlar ve funda tipi bitkilerden oluşan bir orman altı bitki örtüsü görülür. Yağmur ormanlarından daha da uzaklaşıldıkça sıcağa dayanıklı derin köklü akasya, hurma ve ekmek ağaçları ortaya çıkar. Ağaçların çoğu hayvanların yiyemeyeceği cinsten dikenli, alt bitki örtüsüyse çiçekli otlaklardır. Sık sık yanan bu savanlarda, otlaklar hızla yeniden büyüyerek hayvanların önemli besin kaynaklarını oluşturur.
Savanlardan sonra bozkırlar ortaya çıkmaya başlar. Buralarda ılgın ağacı v.b. ağaçlar seyrekleşerek yerlerini dikenli çalılıklara bırakır. Çöllerde bitki örtüsü çok yoksuldur. Kökleri, çok az yağan yağmuru toplayıp depolayabilecek biçimde geniş ve toprak yüzeyine yakın kaktüs türü bitkilere rastlanır. Bir başka ilginç tür de ödağacıdır. Bu bitkinin çok derinlere uzanan kökleri yeraltı sularına kadar ulaşabilir. Çeşitli sütleğengiller, etli yapraklı kaktüs türleri, zakkum ve hinthurması ağaçları görülebilir. Kuzeyde Akdeniz ve batıda Atlas Okyanusu kıyılarında buğday, arpa, mısır, pirinç, tütün, muz, üzüm, limon, zeytin, pamuk, sebze türleri gibi bitkilerle meşe ve çam ormanları, bitki örtüsünü oluşturur. Kahve ve kakao ağaçları buraların önemli özelliğidir.
Savan bölgelerinde görülen öteki ilginç ağaç türleri, dev baobaplar ve yalancı çınarlardır. Tropikal yağmur ormanlarının erişilemeyen ve çok zor yaşanabilecek iç kesimlerinde, zengin doğal kaynaklar vardır. Ancak, bugün için yalnız dış ormanlık bölgelerden değerli kereste türleri, şeker kamışı, kauçuk ve muz, kahve, kakao gibi sanayi bitkilerinden yararlanılabilmektedir. Bitki örtüsünde olduğu gibi çok çeşitli olan hayvan türleri de iklim kuşaklarına göre değişiklik gösterir. Tüm Afrika hayvanları, doğal bitki örtüsünün etkisindedir. Tropikal yağmur ormanlarında birkaç tür dışında, büyük memeli hayvanlar gerekli yaşam koşullarını bulamadıklarından barınamaz. Bu tür ormanlarda okapi, yaban domuzu, maymun türleri, porsuk, mamba gibi yılan türleri, ağaç kurbağaları, kuşlar ve zengin böcek türleri yaşar. Bu hayvanlar sık ormanlarda dolaşabilecek kadar ufak yapılı ve ağaç üzerinde yaşayabilen türlerdir. Savanlarda Afrika’ya özgü hayvanlar (zebra, manda, zü-rafa, Afrika antibolu, fil, gergedan, aslan, leopar, sırtlan, çakal, pars ve yabankedisi) görülür. Devekuşu, terziku-şu, akbaba ve çok çeşitli av kuşları savanların başlıca uçucularıdır. Bozkırlarda kemirgenler ve sürüngenler, beyaz karıncalar ve onlarla beslenen karıncayiyenler göze çarpar. Sulak bölgelerdeyse, timsah, su aygırı gibi memelilerin yanı sıra balıkçıllar ve turnalar bulunur.
Afrika, insanların doğal dengeyi olumsuz yönde etkilemesi açısından gösterilecek en önemli örnektir. Birçok canlı türü bilinçsizce avlanma sonucunda ortadan kalkmıştır.Beyaz sömürgeciler Afrika’ya gelinceye kadar, yerli halk gerektiği kadar avlanıyor; avlanmanın böylesi de doğal dengeyi etkilemiyordu. Ateşli silahların getirilmesi ve avm özellikle Avrupalılarca bir spor, eğlence olarak görülmesi, 19. yüzyıl sonlarından başlayarak birçok canlı türünün yok olmasına yol açtı. Kap zebrası ve aslanıyla burçhell zebrasının soyları 1910’larda tükendi. Gittikçe önem kazanan fildişi ticareti, yalnızca dişleri için, fillerin büyük sayıda öldürülmelerine yol açtı. Sığır vebası ve humma gibi bulaşıcı hayvan hastalıklarının buraya taşınması sonucunda da binlerce hayvan yok oldu. Nagana adı verilen ve sığırlardan bulaşan uyku hastalığının önlenmesi için insanlar, bu kez de sayısız etçil ve otçul hayvanı öldürdü. Çeşitli böcek öldürücüler, bilerek çıkarılan ya da dikkatsizlik sonucu çıkan dev savan yangınları bu olguyu hızlandırdı. Bütün bunların yanı sıra günümüzde hızla artan nüfus, toprağı aşırı zorlamakta; yeni bir bitki örtüsü oluşmadan aşırı otlatma ve tarım, geniş alanları çölleştirirken canlı yaşamını da tehlikeye düşürmektedir.
Kerestecilik, tarla açma, yeni yolların yapılması, her geçen gün orman alanlarının azaltmaktadır. Bunun en somut örneği Madagaskar’dır. Adada ormanların çok küçük bir bölümü kalmış ve başta tüylü lemur olmak üzere, birçok hayvan türü doğal yaşam ortamlarını yitirmiştir.
AFRİKA TOPLUM YAPISI
Afrika dil ve kültür açısından oldukça çeşitli ırkları barındırır. Büyük Sahra, kıtayı ikiye ayırır; Kuzey Afrika ile Sahra’nın güneyindeki Afrika. 20. yüzyıl başında 133 milyon olan nüfus, yüzyılın bitimine az bir zaman kala büyük bir hızla artarak 650 milyona ulaşmıştır. Batı Afrika, Doğu ve Orta Afrika’ya göre daha kalabalıktır. Günümüzde nüfusun % 95’i kırsal kesimde 30 bini aşmayan yerleşim merkezlerinde yaşar. Batı Sudan, Nijer Irmağı çevresi ve-Kuzey Nijerya Avrupalıların kurduğu kentlerin yoğun olduğu bölgelerdir. Afrika’nın yerli ırklarında geçmişte çok yüksek doğum ve ölüm oranları görülmekteydi; yeni doğan çocukların % 50’si ölürken ortalama yaşam süresi 30 yaştı. Bu değerlerin 20. yüzyılda büyük oranda değişmesi, nüfus artışında etkin bir rol oynadı. Son 30 yılda ortalama nüfus artış hızı % 2.7’dir. Bu oran, Avrupa ve Amerika’ya göre çok yüksektir. Sahra’ nın güneyinde Afrika nüfusunun 4/5′ ni oluşturan kara derili ırklar, kuzey deyse Avrupa kökenli Beyaz ırklar; Güney Afrika’da 4.5 milyon kadar, Avrupa kökenli Beyaz, Doğu ve Batı Afrika’da özellikle ticari bölgelerde Arap kökenli ırklar yaşar.
Doğu Afrika kıyılarındaysa, Asya’dan göç eden 2 milyona yakın göçmen yaşamaktadır. Sosyal yaşamda yaşlılar yönetici konumundadır. Bu kişiler arasında seçilen ihtiyarlar meclisinin kararları yasa niteliği taşır. Sömürge yönetimi dönemlerinde ve günümüzde devlet yönetiminde merkezi güce sürekli karşı çıkmışlardır. Yerli krallar ve daha küçük boy şefleri, kişiliklerinde hem politik hem de dinsel otoriteyi birleştirirler. Lider, halkına ilahların ve ataların sözlerini kehanetlerle birleştirerek iletir. Dinsel niteliği önemli olan büyücüler, toplum üzerindeki etkinliklerini günümüzde büyük ölçüde yitirmekle birlikte, ulaşımı zor olan bölgelerde inançlar ve gelenekler önemlerini ve etkinliklerini sürdürmektedir. Çağdaş yasalar, büyük yerleşim merkezlerinde ve çevrelerinde geçerliyse de birçok bölgede aile, iş ve toprak anlaşmazlıkları gelenekler çerçevesinde çözümlenir. Afrikalı için aile çok önemlidir; kişiler, ailenin büyüklüğü ve soyluluğuyla değer kazanır. Evlilik, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi hem geleneksel törelere, hem de yasal kurallara uygun olarak yapılır. Ancak, kıtanın büyük bir bölümünde yerli halk, birden fazla kadınla evlenme (poligami) ve başlık parası geleneğini sürdürmekte diretmektedir. Bağımsızlıklarını elde ederken bazı ülkelerde Batıdan alman yasalar ve kurallar yerel değerlerle birleşerek çağdaş Afrika düşünce yapısının oluşturulmasına çalışılmaktadır. Ancak, bu çabalar sonucunda, birçok Afrika ülkesi Batı’nın kaba maddeci ve bireyci düşünce yapısını benimsemiş ve öz yapılarından uzaklaşmıştır.
Afrika’da devletler, ırklara ya da etnik topluluklara göre kurulmamıştır. Sömürgeci Avrupalılar, ticaret çıkarları doğrultusunda, zengin doğal kaynaklara göre devletler kurmuşlar ve ırklara göre kurulu olan yerli Afrika devletlerini de ortadan kaldırmışlar ya da parçalamışlardır. Afrika’nın en kesin ırksal ayırımı, iklim ve jeoloji yapısına bağlı olarak ikiye ayrılır. Ormanlarda genel olarak boyları 1.5 metrenin üzerinde koyu derili Zenciler ve 1.5 metreden kısa boylu olan siyah Pigmeler yaşar. Güneybatı Afrika’da savan ve bozkırlarda yaşamlarını hayvancılıkla sürdüren göçebe Tuaregler ve Fulanilef yaşar.
Doğu Afrika’da Masailer, Tutsiler, Nuerler, Dinkalar ve Nyoralar çoğunluktadır. Bunlar, genellikle hayvancılıkla geçinen göçebe ırklardır; yağmurlu ve kurak mevsimlere göre yer değiştirirler. Her iki ortama uygun toplu yaşam merkezleri (köyler) kurmuşlardır. Oysa, örneğin Pigmeler çok küçük aile toplulukları biçiminde, bazen de bireysel olarak hiç durmadan yüzlerce kilometre av ve su peşinde dolaşır. Nijerya’da yaşayan Yorubalar ise çok daha büyük yerleşim merkezleri kurup toplu yaşamı yeğ tutarlar, ancak dışa kapalıdırlar. Hemen tüm Afrika ırkları, merkezi otoriteyi kolay kabullenmemişlerdir. Birbirlerine güven ve bağlılıkları yoktur; maddi gereksinmelerine göre yaşar ve toprak için sık sık birbirleriyle savaşırlar. Bu nedenle deneyim, cesaret ve yetenek önemli saygınlık kavramlarıdır. Savan halkları, genelde tarımla uğraşır; yerfıstığı, pamuk ve tahıl yetiştirir; yaşamlarını uzun sürebilecek kurak mevsimler boyunca tahıl depo ederek sürdürür. Çiftçilikle uğraşan öteki savan hakları, Güney Afrika’da Dogon ve Ovambalardır.
Orman yaşamı, daha çok muson ormanlarındadır. Boylar, derin ve sık ormanlarda, küçük bağımsız topluluklar biçiminde yaşar. Geçmişte avcılık ve toplayıcılık yapan bu insanlar, günümüzde kahve, kakao ve kauçuk yetiştiriciliği yapmaktadır. Bunların yanı sıra, patates, yer elması ve manyok gibi yumrulu bitkiler temel besin maddesi olarak yetiştirilir.
Sonuçta Afrika üç kültürel bölgeye ayrılabilir; Boşiman ve Hotanto gibi ırkların yaşadığı, avcılık ve toplayıcılıkla geçinilen Güneybatı Afrika; Victorya Gölü’nün güneyinden başlayıp, kuzeye ulaşan Batı Afrika hayvancılık bölgesi; Doğu Sudan’da Nil Irmağı ile Çad Gölü arasındaki kültürel bölge, yüzyıllardır ticaret merkezi olmuş ve bu bölgelerde güçlü devletler kurulmuştur.
Afrika’da konuşulan Diller
Afrika’da konuşulan dillerin çeşitliliği, ırkların dağılımlarına göre belirlenir. Kara ırka ait dillerden oluşan bu çeşitlilik, yaklaşık 1.000’i bulur. Geniş ölçüde konuşulan dillerin yanı sıra yalnızca birkaç yüz kişinin konuştuğu diller de görülür. ABD’li dilbilimci Joseph Greenberg, 1963’te yayımlanan Afrika Dilleri adlı eserinde, bu çeşitli dilleri dört ana grupta toplamıştı.
Bunlardan Kongo-Kordofan grubundaki diller, çoğunlukla Aşağı Sahra halkları tarafından konuşulur. Kongo-Kordofan grubu, farklı 11 alt aileye ayrılır. Her biri ötekine kapalı ve farklıdır. Bu ayrılık, Hint-Ari dil ailesinin içinde yer alan Germen ve Slav dilleri arasındaki farklılıklara benzetilebilir. Bu farklılık, doğal olarak aynı dil ailesinden olmalarına karşın, ayrı diller konuşan Afrikalılar arasındaki iletişimi zorlaştırır. Birçok Afrikalı birkaç km ötedeki bir grupla konuşabilmek için ikinci bir dili öğrenmek zorundadır. Kongo-Kordofan grubunun en çok bilinen dili, Bantu dilidir.
Öteki üç ana dil grubu, Nil-Sahra, Afroasiyatik grup içerisinde en çok konuşulan diller, Sami ve Kuşi dilleridir. Bu diller, Kuzeydoğu ve Doğu Afrika’da konuşulur. İngiliz ve Fransızların gelmesinden önce Portekizce, Afrika dillerinin dışında konuşulan tek Avrupa kökenli dildi. Portekizce, bazı Afrika dilleriyle birleşerek ticarette kullanılan, geniş bölgelerde etkin olan yeni diller oluşturdu. Bunlardan biri, Bantu dillerinden olan Swahili dilidir. Bu dil, Portekizcenin yanı sıra Arapça sözcüklerin katkısıyla oluşmuş ve ilk kez Arap tüccarlarca Zengibar’a ve kıyı kesimlerine getirilmiştir. Öteki önemli diller, Svahili dilinin lehçeleridir. Bunlar genellikle Avrupalı ve Amerikalıların yerleştiği bölgelerde, Uganda, Kenya, Tanzanya’ da konuşulur.Başlıcaları: Orta Afrika’ da konuşulan Bemba dili (Bantu dillerinden); Nijerya’da konuşulan Hausa dili (Afroasiyatik ailesinin Mande grubundan).
Çok eski tarihlerden bu yana, Kuzeydoğu Afrika’da görülen Arapça ve Avrupa kökenli yazı türlerinin dışında, Afrika’da yazı çok geridir. 19. yüzyılda ilk olarak Liberya’da Vailer ve Kamerun’da Bamumlar, Avrupalılardan esinlenerek bir alfabe oluşturdular ama bu gelişim öteki bölgelerde yaygınlaşamadı. Günümüzde bazı Afrika dilleri Latin ya da Arap alfabesiyle yazılmaktadır.
Afrika Edebiyatı
Dar bir görüş açısından bakıldığında en azından üç Afrika ve bu yüzden de üç Afrika Edebiyatı olduğu görülür: 1) Arap dünyasıyla olduğu kadar Avrupa ile de kültürel ve tarihsel bağları bulunan, genelde Müslüman Arap Edebiyatı çerçevesi içinde ele alındığı için bu yazınm konusu dışında kalan, Sudan ve Akdeniz kuşağının Kuzey Afrika Edebiyatı. 2) Kara derililerin çoğunlukta bulunduğu topraklarda filizlenen Zenci Afrika Edebiyatı. 3) Güney Afrika ve Rodezya gibi, Avrupalıların egemen olduğu bölgelerde gelişen Beyaz Afrika Edebiyatı.
Zenci Afrika Edebiyatı: Yazı dilinin olmayışı Zenci Afrika Edebiyatı’nın uzun süre bir sözlü edebiyat olarak kalma zorunluluğunda bıraktı. Sözlü olmasına karşın çok zengin olan edebiyatta 2.000’ini aşkın Afrika masalı vardır. Hayvan öykülerinin, kahramanlık destanlarının büyük yer tuttuğu bu masallar, köy ve kabile secerecileri tarafından alanlarda süslenip güçlendirilerek ve önemli olaylar kilometre taşları olmak üzere tarih düşürülerek anlatılırdı. Tıpkı krallık gibi, secerecilik de babadan oğula geçen bir meslekti. Dinsel söylenceler, genelde türkü olarak okunan şiirler, diyaloglarla şarkıların ve dansın içiçe örüldüğü göstermelik köy olunları öteki başlıca sözlü edebiyat türleriydi.
Çağdaş Afrika Edebiyatı ise çeşitli akımlardan etkilenmekle birlikte kendi yerel gelenekleriyle evrensel kültürün bir karması görünümündedir. Yeni kurulan devletler bir yandan sözlü edebiyat ürünlerini derletip yazıya geçirtirken yeni kuşak edebiyatçılar da yerel dillerini büyük kümelerin içinde (Haussa, Svahili, Yoruba) değerlendirme yollarını aramaktadırlar. Bu konuda ilk akla gelen kişi Thomas Mofolo’dur (1875-?). Güney Afrika’da yetişen bu Hıristiyan yazarın Soto diliyle yarattığı üç romanı vardır: Birçok Avrupa diline çevrilen ilk eseri Moetti oa bochabela (Doğu Gezgini), ikincisi etkili bir aşk öyküsü olan Pitseng asıl baş eseriyse eski bir Güney Afrika kahramanlık öyküsü olan Chakar’du. Kendi dillerini kullanan başka yazarlar arasında Merriman Labor,şair Jacob Stanley Davies (Sierra Leoni’liler), Adelaide Casley-Hayford, Gana’lı Mabe! Do-ve Danquah anılır. D. O. Fangunwa, Yoruba dilini kullanmıştır; aynı dilde yazan Duro Ladipo, Herber Ogunde, Kola Ogunmola, Obutunde İjimere, ulusal tiyatrolarına oyunlar hazırladılar. Güney Afrika’da ise (bazen İngilizceyle birlikte) Zulu dili de edebiyatta işlendi (H.İ.E. Dhlomo, B.W. Vila-kazi, Ezekiel Mphahlek); Shona, Bem-ba, Tswana, Pedi, Lhosa, doğallıkla Soto dilleriyle yazan edebiyatçılar görüldü. Svahili diliyle yazan Tanzanyalı Shabaan Robert’in ilginç eserleri vardır.
Öte yandan, genel olarak Avrupa dillerinden biriyle kaleme alınan yazılı edebiyatın ancak 50 yıllık bir geçmişi vardır. Zenci Afrika Edebiyatı bu açıdan da anayurtlarında bağımsızlıktan önce ve sonra Fransızca kullananlar ile İngilizce kullananlar olmak üzere genelde başlıca iki büyük edebiyat dilimine ayrılır.
Fransızca Yazan Zenci Yazarlar : Bu dilde eser veren Zenci yazarlar arasında en gözde edebiyat dalı şiir olmakla birlikte, zamanla roman ve denemeye de yer verildi. Senegalli Birago Diop (1906-1971) kısa öykülerinde eski Afrika uygarlıklarının kaynaklarını yeniden değerlendirerek ve denemeci Alioune Diop (1911) unutulmaya yüz tutmuş gelenekleri tüm saflığıyla ortaya çıkararak ünlenen kardeş iki yazardır. Senegal’in ünlü devlet adamlarından Chant d’ombre (Karanlığın Şarkısı) 1945, Hosties Noires (Kara Ayinler) 1948 gibi şiir kitaplarınızı, Anthologie de la nouvelle poesie noire et malgache de langue française (Yeni Zejıci Şiirinin Antolojisi ve Madagaskar’da konuşulan Malgaş Fransızcası) 1948 adlı eserin de yazarı olarak bilinen şair Leopold Sedar Senghor, 1960’ta Senegal Cumhurbaşkanı seçildi. Diop ailesinin en küçük üyesi olan Senegalli D. Diop, Malgaş Fransızcası ile yazan Madagaskarlı şairlerden Joseph Rabe-arivelo (1901-1937) ve Havana-Romnantoanina Madagaskarlı iki romancı Armand Rina ve B. Rodilsh Fransızca olarak yazan öbür önemli zenci yazarlardır.
Martinikli Aimé Cesaire ve Gineli Léon Damas gibi şairlerin öncülük ettiği negritude (zencilik) felsefesi Afrika’ nın varlığını ve sorunlarını dünyaya duyurmayı amaçladı. Bu konuda Cesaire’in Cahier d’un retour an pays nata, (Doğum Yerine Dönüşün Defteri) 1939 adlı kitabı yeterince yankı buldu. Bu kümeye eklenebilecek öteki Afrika şairleri (Moritanya’dan Edouard Maunick, Kamerunlu Eldlongue Epanya-Yondo, Kango’dan Tchicaya U’Tamsi, Senegalli Malick Fail) zenginliğin haklar sorununu dile getirdiler, sömürgeciliği yerdiler, Zenci kahramanları ön plana çıkararak yücelttiler. Kamerunlu Mongo Beti (1932) Afrika yaşamını çağdaş değerleriyle sundu; aynı ülkeden Ferdinand Oyono, Ganalı Camara Laye, Sembène Ousmane Fransızca yazan edebiyatçılar arasında en başta gelirler.
İngilizce Yazan Zenci Yazarlar : Onikiyi aşkın Afrika ülkesinde İngilizce üretilmeye başlanan, özellikle toplumsal ve ahlaki değerlerin tartışıldığı edebiyatta, çeşitlilik ve canlılık yönünden önceleri Nijerya rakipsizdi. Biafra Savaşı’nın deneyimi bu ülkede güçlü duyguların oluşması için bir odak noktası yaratırken, Nukrumah’ın dikta yönetimi de Gana’da benzeri ulusal bir tepki yarattı. The Palm-Wine Drunkard (Hurma Şarabı Sarhoşu) 1952, My Life in the Bush of Ghosts (Hayaletli Ormandaki Yaşamım) 1954, The Brave African Huntress (Aslan Yürekli Bayan Avcı) 1958, Feather Women of the Jungle (Ormanın Tüylü Kadını) 1962 gibi gülmece romanları ve kısa öyküleriyle Amos Tutuola (1920); Things Fell Apart (Birbirine Ayrı Düşen Şeyler) 1958, No Longer at Ease (Huzur Artık Haram) 1960, Arrow of God (Tanrı’nm Oku) 1964, A Man of the People (Bir Halk Adamı) 1966, romanlarıyla geçmiş günlerin özlemini alaycı, buruk bir dille yansıtan Chinua Achebe (1930); Afrika dışında da geniş bir okur kitlesi bulunan ilk yazarlardı. Jagua Nana (1961), Burning Grass (Yanan Otlar) 1962, Beautiful Feathers (Güzel Tüyler) 1963, People of the City (Büyük Kent İnsanları) 1963, İska (1966) gibi Afrika yaşamından değişik görünümler veren romanlarıyla Cyprian Ek-wensi (1921), A Dance of the Forests (Ormanlara Özgü Bir Dans) 1963, The Lion and the Jewel (Aslan ve Pırlanta) 1963, The Road (Yol) 1965 adlı oyunları ve Avrupalıları taklit etmeyi hüner sayan Zencileri taşlayan alaycı romanı The interpreters (Yorumcular) 1965 ile Wole Soyinka (1934) kısa sürede onlara katılmakta gecikmediler. Bu arada, Marksist görüşlerinden ötürü Jomo Kenyatta tarafından cezaevine konulan Kenyalı James Ngugi (1938), Weep Not, Child (Ağlama Yavrum) 1964. The River Between (Aradaki Irmak) 1965, A Grain of Wheat (Bir Buğday Tanesi) 1965 gibi romanları ve The Black Hermit (Kara Yalnızlık) 1968 adlı oyunuyla Doğu Afrika’nın en beğenilen yazarlarından biri olduğunu kanıtladı. Three Plays (Üç Oyun) 1966 adlı kitapta yer alan Song of the Goat (Keçinin Şarkısı), The Masquerade (Maskeli Balo), The Raft (Sal) gibi güldürülerini ve toplu şiirlerini içeren A Reed in the Tite (Gelgitlerin Ortasında Bir Kamış) 1965 yazarı John Pepper Clark (1935); Dear Parent and Ogre (Sevgili Koruyucu ve İnsan Yiyen Dev) 1964, The New Patriots (Yeni Yurtseverler) 1965, gibi taşlama oyunları ve töreleri alaya alan cüretli romanı The Burntout Marriage (Yanıp Kül Olan Evlilik) 1967 ile belirli bir çizgiye ulaşan S arif Easmon; The African Child (Afrikalı Çocuk) 1959, The Radiance of the King (Kralın Parlaklığı) 1965 gibi destansı romanlarında Afrika gelenek ve göreneklerini özlemle dillendiren Camara Laye (1928); Wand of the Noble Wood (Soylu Tahtadan Yapılma Asa) 1961, Blade Among the Boys (Çocuklar Arasındaki Hırgür) 1962 adlı toplumsal eleştiri romanlarıyla Onuora Nzekwu (1928); The Second Round (İkinci Raunt) 1966 romanında siyasal taşlamayı ön planda tutan Lenrie Peters öteki önemli yazarlardır.
Öte yanan, Güney Afrikalı ve Rodezyalı bazı Zenci yazarlar ülkelerinde izlenen katı ırk ayrımı uygulamasına karşın sivrilmesini bildiler: Dark Testament (Kara Vasiyetname) 1942 adı altında yayımlanan öykü kitabı ve Song of the City (Büyük Kent Şarkısı) 1944, Mine Boy (Maden Çocuğu) 1946, Awreath for Udomo (Udomo İçin Bir Çelenk) 1956 gibi oldukça duygusal ama çarpıcı romanlarıyla Johannesburglu Peter Abrahams; kara derili Afrikalının kendi öz topraklarındaki köle yaşamını korkusuz bir anlatımla dillendiren Down Second Avenue (İkinci Caddeden Aşağısı) 1959 adlı kusursuz çalışması ile Pretoryalı Ezekeel Mphalele ilk olarak; 1974’te 3 Port Elizabeth Plays (Üç Port Eliza-bet Oyunu) adı altında yayımlanan kitapta yeralan iki oyunu Boesman and Lena (Boesman ve Lena) ile Statements (Deyişler) Afrika ve İngiliz tiyatrolarında gösteriye sunulan Athol Fugard ise daha sonra, dikkati çeken yazarlar oldular. Lewis Nkosi ve Alex La Guma aynı toprakların yetiştirdiği önemli Zenci yazarlardır. Bu arada, Neville Denny’nin yayımladığı Pan-African Short Stories (Afrika’ya İlişkin Kısa Öyküler) 1965, Paul Edwards’in yayımladığı Modern African Narrative (Modern Afrika Hikâyeleri) 1966, John Reed ve Clive Wake’in A Book of African Verse (Afrika Şiirinin Bir Kitabı) 1964, Richard Rive’in Modern African Prose (Çağdaş Afrika Düzyazısından Örnekler) 1964 Zenci yazarların eserleriyle ilgili başlıca antolojilerdir. Oladele Taiwo’nun An introduction to West African Literatür (Batı Afrika Edebiyatına Bir Giriş) 1967 ile “Black Orpheus” dergisinde çıkmış eleştiri yazılarını derleyip kitap halinde yayımlayan Ulli Bier’ in introduction to Afric an Literature (Afrika Edebiyatına Giriş) 1967 eleştiri dalında iki önemli eserdir. Ayrıca Angola’da av hayvanları ve avlanma yöntemleriyle ilgili olarak Portekizce yazılan bazı kitaplar, Etiyopyalı papazların kendi uydurdukları bir alfabe bu dille yaptıkları birkaç İncil çevirisi geriye kalan Zenci Afrika Edebi-yatı’nı oluşturur.
Beyaz Afrika Edebiyatı : Afrika’ya yerleşmiş Avrupalıların oluşturduğu bu edebiyatın yazarları eserlerini Afri-kaanca ve daha çok İngilizce olarak yazarlar. Putataparlığa övgü içerikli büyük eseri Story o an African Farm (bir Afrika Çiftliğinin Öyküsü)’nü 1883 “Ralph iron” takma adıyla Yazan Alman kökenli kadın romancı Olive Schreiner (1855-1920) bu edebiyatı başlatan kişi olarak anılır. Yaklaşık yarım yüzyıl sonra onu izleyen William Plomer (1903-1973), tıpkı Schreiner gibi renk ayrımı göstermeksizin, hatta kara derili insanı sevecen bir yaklaşımla ele alan Turnboltt Wolfe (1926), Sado (1931), The Case is Altered (Durum Değişti) 1932, Ali the Lion (Aslan Ali) 1936, A Shot in the Park (Parkta Bir Silah Sesi) 1955 romanlarının ve I Speak of Africa (Ben Afrika’dan Konuşuyorum) 1927, Paper Houses (Kâğıttan Evler) 1927 adı altında yayımlanan kısa öykü kitaplarının yazarı olarak gösterilen tepki karşısında Güney Afrika’yı terk etmek zorunda kaldı. The W ayıgoose (İnatçı Kaz) 1928, Adamiastorn (1935), The Flowering Rifles (Çiçek Açan Tüfekler) 1939 gibi çağdaş uygarlığa başkal-dıran şiir kitapları ve Broken Record (Kırık Plak) 1934, Light on a Dark Horse (Bir Kara Atı Aydınlatmak) 1951 adı altında yayımlanan kendi öz-yaşam öyküleriyle şair Roy Campbell (1901-1957); içinde yaşadığı toplumu acı bir dille kınayan romanları God’s Stepchildren (Tanrı’nın Üvey Çocukları) 1924, The Burning Man (Yanan Adam) 1952, The Wizard Bird (Sihirbaz Kuşu) 1962 ile Sarah Getrude Millin (1889-1968), The Lost World oj Kalahari (Kalahari’nin Yitik Dünyası) 1959, The Heart of the Hunter (Avcının Yüreği) 1961 gibi gezi kitaplarıyla Laurens Van der Post (1906) ve Pauline Smith bu dönemde eser veren öteki yazarlardı. Irk aynmı (aparheid) politikasının hükümetler tarafından ülkele-rinni resmi uygulaması olarak benimsenmesinden soma, buna karşı büyük bir tepki edebiyatı gelişti: Alan Paton Güney Afrika’nın kara derili insanına duyduğu sempatiyi dile getiren romanı Cry the Belowed Country (Ağla, Sevgili Yurdum) 1948 ile başlattığı bu akımı Too Late the Phalarope (Artık Çok Geç Deniz Çulluğu) 1953, Debbie Go Home (Debbie Evine Git) 1961, Apartheid and the Archbishop (Irk Ayrımı ve Başpiskopos) 1973, Knocking on the Door (Kapı Vuruluyor) 1975, Ah But Your Land is Beautiful (Ama Senin Toprakların Çok Güzel) 1981 gibi öteki eserleriyle sürdürdü. The Grass is Singing (Otların Şarkısı) 1950, The Golden Notebook (Altın Defter) 1962, Briefing for a Descent into Hell (Cehenneme İniş Brifingi) 1971, The Summey Before the Dark (Karanlıktan Önceki Yaz) 1973 gibi romanlarında Marksizmi benimsemiş kişilerle bu öğretiden kopmuş kişileri yüzleştirip durmaksızın tartıştıran Rodezyalı kadın yazar Doris Lessing (1919), Francis Carey Slater, Dan Ja-cobson ve Nadine Gordimer beyaz Afrika edebiyatının öteki temsilcileridir. SANAT. Afrika’da geleneksel Sahraal-tı sanatı yalnız kendi kültür bağlamı içinde anlaşılabilir. Bu bağlam, hem sanat dallarının ortaya çıktığı etnogra-fik çevirisini!, hem tarihsel çerçeveyi içerir. Afrikafnın gpleneksel sanatı insanın ruh durumu ijizerinde iyi bir etki yapma amacını güder. Eserler birer güvenlik simgesidir. Belirli bir nesne; kabile önderliği, ruhsal ve bedensel sağlık, barışın korunması ya da saygınlıkla özdeşleştirilir, topluluk tarafından kabullenilen! olumlu değerleri yansıtır ve güçlendirir. Simgelerin ve biçimlerin anlamı topluluğun tüm üyelerince hemen kavranır. Sanat dallarına ilişkin tarihsel kaynaklar sayılıdır. Müslüman ve Avrupalı gezginlerin sanatlardan söz etmeleri, tarihçiler için pek önemli veriler sayılmaz. Örneğin, 1352’de Mali sarayının avlusundaki bir mask, 17. yüzyılın yarısında Benin tunç plaketleri tanımlanmışsa da bu tanımlamalar nesnelerin biçimleri konusunda tam Diir fikir vermez. İlk gezginler yurtlarına sanat dallarından örneklerle döndüler. Bu durum, Avrupa’daki soyluları koleksiyonculuğa yönlendirdi, bazı eserler de müzelerde sergilendi. Gepe de birçok geleneğin canlandı-rılmsı, yalnız verıeksikliğinden değil, Afrikalı sanatçılar ye zanaatçılarla iletişim yokluğu nedeniyle olanaksızdır. Üstelik sanatsal biçimlerin ortaya çıkışını ya da bulunuşunu bildiren sözel anlatımlar genellikle belgesel kanıt oluşturacak kadar yeterli değildir. Nok ve Ife’deki gibi arkeolojik kazılar figüratif sanat geleneğini gün ışığına çıkarmıştır. Gerçekte, pişmiş topraktan ya da madenden yapılmış, göreceli olarak, bozulmadan günümüze gelen sanatsal biçimler vardır, ancak araştırmalara daha yeni başlanmıştır. Birçok nokta arkeolojik kazıların yanı sıra daha yeni biçimlerin ve geleneklerin araştırılmasına bağlıdır. Antropolojiye ilişkin kanıtlar daha çoksa da, yetersidir. Sanat; toprağm, hayvamn ve insanın verimliliği; zenginlik, güç ve bireysel zenginlik gibi toplumda olumlu kabul edilen değerlerle ilgiliydi. Üstelik, toplumsal denetimi etkileyecek işlevleri de vardı; yamyamlık, büyücülük, adam öldürme, zina gibi topluma ters düşen davranışları bulup çıkartır ve yasaklardı. Afrika sanatının araştırılması, genelde biçemler, tipler ve üretim yöntemleriyle kendiliğinden sınırlandırılmıştır. Sanatın hareketli yönü pek açıklığa kavuşmamıştır; bu nedenle estetik sorunlar, sanatçının rolü ve durumu, sanatçıların ve sanatın gerek toplumsal, gerekse ruhsal yönleri konusunda pek az bilgi vardır. Güzel sanatlarla uygulamalı sanatlar ve sanatçı ile zanaatçı arasında tam bir ayrım yoktur; sanat dalları arasında bir sıradüzenin olup olmadığı, Batı dünyasındaki gibi resimle heykelin seramikten ve dokumacılıktan daha üstün görülüp görülmediği bilinmemektedir. Sanatçı zanaatçı bir uzmandı; genellikle belirli bir beceri elde edinceye kadar bir ustanın yanında çalışırdı. Aynı zamanda, ustalığını yarım gün çalışarak kazanırdı. Kültürünün öteki üyeleri gibi, geçimini sağlamak için tarımla ve başka işlerle uğraşırdı. Becerilerde ve zanaatlarda uzmanlaşma genellikle cinsiyete göreydi; genelde kadınlar çanak çömlek, erkekler tahta oymacılığı ve maden işleyiciliği yaparlardı. Batı Afrika’da halı, hem kadınlar hem de erkekler tarafından dokunurdu ama tezgâhlar farklıydı. Var olan kanıtlar sanatçıların toplumda belirli bir düzeyleri bulunduğunu, genellikle alt sınıfı oluşturdukları belirtir. Aynı zamanda, eserlerinin toplumca kabul edilen asal değerlere güç kattığı ya da toplumun temel gereksinmelerini yanıtladığı düşünülürdü.
Afrika Dinleri
Afrikalının yaşamından din, toplumun her yönünü ilgilendiren çok önemli bir kavramdır. Halkın büyük bir bölümü doğal Afrika dinlerine bağlıdır. Doğal dinlerde toplum, dinsel inançlarla yönetilir. Her Afrikalı kendi kültürel grubuna ait inanç sisteminin bir parçasıdır. Ayinlerle ve efsanelerle pekiştirilen inancını içtenlikle benimser. Ataların hiçbir zaman ölmediklerine inanılır, toplumu ve toprağı atalar korur. Büyücülerle desteklenen şef, boyu simgesel kehanetlere dayanarak yönetir. İnanca göre, maddi ve manevi değerler içiçedir. Bu yaklaşım Batı anlayışından çok uzaktır. Hastalık, ölüm ve güç kaynakları, maddede değildir. Bunlar, görünmez güçlerin dışa vuran belirtileridir.Görünmez güçlerle olumlu ilişkiler kurulabilirse sorunların çözümü bulunabilir ve sağduyulu olmak koşuluyla karışıklığın içinde bir kurtuluş yolu bulunabilir. Afrikalı da Batılı gibi her şeyi büyük ve tek gücün yarattığına inanır. Ayinler, dualar ve kehanetler, görünmez dünyayla olan iletişim sistemleridir. Doğal dinlerde, her dinde olduğu gibi bir sıralanma, düzene dayalı sistemler ve özel kişiler vardır. Rahipler, geleceği bilenler, yağmur yağdırıcılar, şifa dağıtanlar ve mucize yaratanlar çok rastlanan kişilerdir. Bazı yerlerde kral ya da şef bu özelliklerin birini ya da birkaçını kişiliğinde toplamıştır.
İslamlık ve Hıristiyanlığın Afrika’ya gelmesi ve yayılması çok uzun bir süre içinde gerçekleşti. 4. yüzyılda Hıristiyanlık Kuzey Afrika’da Kartaca ve Aşağı Nil Deltası’nda ortaya çıktı. 7. yüzyılda İslamlık ilk kez Etiyopya’da (Habeşistan) görüldü. Kuruluş döneminde Mekkelilerin baskısından kurtulmak için Hz. Muhammet bazı Müslümanları Etiyopya’ya göndermişti. Hıristiyanlık, Batı Afrika’da ve Sahra’ da yayılamadı. islamlık Kuzey Afrika’ da, Batı Afrika’da Gine’de, Aşağı Sah-ra’da, Kuzey Kenya kıyılarında ve Güney Mozambik’te etkili oldu. Batı Afrika’da kurulmuş önemli Afrika İslam devletlerinden biri, 1235’te gelişmeye başlayan Mali İmparatorluğu idi. Ticaret, İslamlığın yayılmasında büyük rol oynadı. Batı Sudan’dan başlayıp, Atlas Okyanusu’na ve Nijerya’ya kadar ulaşan kervanlar, İslam dinini tanıtıp yaydılar. Malililer Timbuktu’yu İslamlığın merkezi durumuna getirdiler. Müslümanlık, 14. yüzyılda Hausa kent devletleri arasında hızla yayıldı. 750’den başlayarak Malindi, Mombasa ve Kil-va gibi Doğu Afrika kıyı kentleri, önemli İslam ticaret limanları oldu. 16. yüzyıldan sonra Doğu ve Orta Afrika’ da, Portekiz etkisi görülmeye başladı. Hıristiyanlık, Güney Afrika’da gelişme ve yayılma çabası içindeydi. Batı Afrika kıyılarında, Kongo ve Angola bölgelerinde 16. ve 19. yüzyıllar arasında Hıristiyanlığın geliştiği görülür. 17. yüzyılda Hollandalılar, Güney Afrika’ya, Kalvinizmi, 19. yüzyıl ortla-rında Avrupalı ve Amerikalı misyonerler, Doğu ve Orta Afrika’ya Katoliklik ve Protestanlığı getirdiler. Günümüzde İslamlık, Hıristiyanlığa oranla daha hızlı yayılmaktadır. Örneğin, Gine’de halkın % 70’i, Somali’de % 100’ü Müslüman; Kongo, Zambiya, Tanzanya ve Kenya da büyük bölümü Hıristi-yandır. Afrikalı önderler, çoğunlukla Batı’da eğitim gördükleri için Hıristiyan olmalarına karşın, geniş halk yığınlarının inançları üzerinde etkili olamamaktadır. Doğal dinlerin mistisizm yönünden İslamlığa daha yakın olması, unutulamayan sömürgecilik, terörün Hıristiyanlıkla eşdeğerli görülmesi gibi etkin öğeler, günümüzdeki dinsel dağılımı ortaya çıkarmıştır.
Afrika Tarihi
Afrika’da yaklaşık 1.75 milyon yıl önce başlayan taş çağı, kıtanın bazı bölümlerinde oldukça yakın bir zamana kadar sürdü. Dünyada en eski uygarlık belirtilerinin görüldüğü kıtalardan biri olan Afrika, bu özelliğini (merkez yaylasında) çok eski zamanlardan beri buzul olaylarından etkilenmeyen bir kara parçası olmasına borçludur. Kıtadaki eski kara yüzeylerinin ve tortul kütlelerin öteki kıtalara oranla daha iyi korunmuş olması da bu özellikten kaynaklanır. Akdeniz Havzası’nda M.Ö. 2000 yıl öncesinde başlayan ve taş çağının sonunu belirleyen metal kullanımının Afrika’yı etkilemesi, İ.S. ilk yıllara rastladı. Afrika’nın güneybatısında yaşayan Boşimanlar ve Hotantolar taş kullanımını günümüzde 200 yıl öncesine kadar sürdürdü.
Cezayir, Büyük Sahra, Kenya, Kuzey Tanganika, Zimbabve ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nde bulunan tarih sırasına göre tabakalanmış yerleşim bölgeleri, kıtadaki en eski uygarlık belirtilerini oluşturur. Bu uygarlıklarla ilgili australopithecines dönemi insan kalıntıları, Transval, Kuzey Kap Eyaleti, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Tanga-nika’da bulundu. Kuzey Tanganika’da daha karmaşık, ancak ezilmiş geniş çeneli kafatası kalıntıları (Zinjantropus boisei) ve daha gelişmiş, ince homo habilis türüne özgü kalıntılar bulundu. Pliosen dönemindeki kuraklığın birçok bitkinin yok olmasına neden olduğu, australopithecines dönemi insanlarının savanlarda yaşayan atalarını et yemeye ve ilk ilkel gereçleri yapmaya zorladığı sanılmaktadır.
Yaklaşık 500 bin yıl önce australopithecines döneminin taş kültürü, Acheul uygarlığına ulaştı. Kıtada ateşin kullanıldığını belirten ilk izlerse 100 bin yıllık bir geçmişe dayanır. Bu dönemde insan, düşmanlarına karşı korunmak amacıyla mağara ve kaya sığınaklarını kullanmaya başladı. Orta pleistosen döneminin sonlarında Büyük Sahra’nın güneyinde kaba balta yapımı, yerini yavaş yavaş daha karmaşık gereçlere bıraktı. Bu gereçlerin yapımı için gerekli maddelerin bulunduğu batıdaki dağlık bölgeler yerleşim bölgeleri olarak kullanılmaya başlandı. Çölün kuzeyindeki geç pleistosen kültürleri temelde Afrika kökenli olmakla birlikte, daha çok Avrupa etkisi altında kaldılar. Büyük Sahra Afrikası’nın orta taş çağında bundan yaklaşık 25 bin yıl önce daha etkili gereç ve silahlar geliştirilmeye başlandı. Çeşitli kültür değişimlerinin görüldüğü bu dönemle ilgili iki ya da daha çok yüzlü mızraklar, avcılığa verilen önemi vurgulamaktadır. Batı Afrika ve Kongo’ daki ormanlarda paleolitik çağda yapılmış taş araçların en gelişmiş örnekleri bulundu.
M.Ö. yaklaşık 35 binde, Sirenaik kıyı şeridinde, uzun çelik kılıçların kullanıldığı değişik bir işleyiş tekniği ortaya çıktı. Büyük olasılıkla homo sapiens türünden olan bu dönem insanları ceylan, zebra, antilop gibi hayvanları avlayarak yaşadılar ve kültürlerini yaklaşık 22 bin yıl boyunca sürdüler. Geç pleistosen dönemde, üst paleolitik tipte kılıç işleyimleri Mısır’da da görüldü. Bu kılıç kültürlerinin etkileri, pleistosen çağının sonlarına kadar Güney Afrika’ya yansımadı. Kılıç, bıçak, mızrak ve ok, pleistosen sonrası dönemde Afrika’nın çeşitli bölgelerindeki geç taş çağı avcılarının kullandığı özgün gereçlerdi. Deniz kıyılarında ya da Orta Afrika gölleri çevresinde yaşayanlarsa, kemikten yapılmış zıpkın ve mızraklarından da anlaşıldığı gibi, balık avlayarak ve kabuklu deniz hayvanlarını toplayarak yaşadılar. Tüm bu gereçlerin yanı sıra mağara duvarlarına yapılan resimler ve oymalar, bu insanların günlük yaşamlarına ilişkin çok değerli bilgilerin günümüze ulaşmasını sağlamıştır.
Bu insanların büyük bir bölümü, henüz yiyecek üretimi, yerleşik yaşam, köy toplulukları, daha koruyucu yapıda evler ve çanak çömlek yapımı gibi özelliklerle belirlenen neolitik çağ kültür evresinde değildi. Gerçek türde neolitik bir yaşam biçimi M.Ö. 5000 yıllarında Fayyum’da ve I. Mısır Hanedanlığından yaklaşık 1000 yıl önce Nil Vadisi’nde görüldü. Bu yaşam biçimi batıya, daha sonra Büyük Sahra ikliminin kuraklaşması nedeniyle (M.Ö. 2500’den sonra) güneye doğru Batı Afrika’ya ve Doğu Afrika ile Etiyopya’daki dağlık bölgelere yayıldı. Ancak, gerçek ikinci taş çağı (neolitik) kültürü Büyük Sahra Afrika-sı’nın büyük bir bölümünde görülmedi. Günümüzde, Büyük Sahra Afrikası’nda, 18. yüzyıldan önce gelişen olayların tüm ayrıntılarıyla ortaya konması olanaksızdır. Güney Sahra’daki sınır bölgesinde bulunan yazılı belgelerin dışmda hiçbir yazılı belge elde edilememesine karşın, gittikçe artan bir oranda toplanan bilgiler, sonuçta Afrika tarihini geniş bir biçimde ortaya çıkaracak nitelikte gözükmektedir. Taş Çağı’na ilişkin kültürler, teknoloji aşamaları, yeni düşünceler ve toplumsal güçlerle biçim değiştirdi. Bu değişikliğin en önemli yönlerini metal gereç ve silahların kullanımı, bitki ve hayvan yetiştiriciliği, ticaret ve toplum düzeninin geliştirilmesi, yaşa bağlı sıradüzen ve boy başkanlığının benimsenmesi gibi öğeler oluşturmaktadır. 11. yüzyıldan sonra girişilen ve Mali ile Songhai’nin zaferiyle biten egemenlik çekişmesi sonunda, Gana eski konumunu yitirdi. Ormanlık bölgelere yerleşmek zorunda kalan halklar arasında Yorubalar, ortama ilk ayak uyduran topluluk oldu. Bantu dili konuşan insanlar Benin ve Yoruba’ya pek uzak olmayan Kamerun ve Nijerya’nın doğu bölgelerinden yayıldı. Bantular, bölünerek iki ayrı yol izlediler. Biri Atlas Okyanusu kıyısı boyunca Kongo Irmağı ağzına ve buradan Kongo Havzasındaki bataklık bölgelerin güneyine, ötekisi ise Kongo bataklıklarının kuzeyinden Doğu Afrika’daki büyük göller bölgesine ulaşıyordu. Fenikelilerin, Kuzey Afrika kıyısına yerleşmeleri M.Ö. 1000 yılından önce gerçekleşti. Günümüzde Libya’nın bulunduğu bu kıyılardaki yerleşim, iç bölgeleri kullanmak, bir başka deyişle Büyük Sahra ticaretinden yararlanmak amacını gütmekteydi. Romalılar bu konuda çok az girişimde bulundu. Fizan’ı kuşatmaları ve güneye yaptıkları birkaç araştırma seferi dışında Romalılar, Kartacalıların ticaret anlayışını hiçbir zaman örnek almadılar. Roma döneminde yaygın bir biçimde kullanılmaya başlanan develerle Berberilerin çöle girerek yerli Zenci çiftçileri egemenlikleri altına almalarını sağladı. Develerden önceki ticaret ilişkilerinde yük hayvanı olarak eşek ya da öküzler kullanılmaktaydı. Devenin yük taşımadaki verimliliği ticaret potansiyelinin artmasına neden oldu. Ancak, bu değişim kervan yollarını tutan savaşçı boyların türemesine de yolaçtı.
Hint Okyanusu kıyısında yaşayan toplumlar çok uzun bir süre ve sürekli olarak yabancılarla ilişkiye girdiklerinden bunların kimlerle karşılaştıklarnı ve bu ilişkilerin ne zaman başladıını söylemek oldukça güçtür. Mısırlıların Punt’a düzenli olarak geldikleri bilinmekle birlikte, bunun hangi tarihleri arasında gerçekleştiği aydınlatılamadı. Bazı Alman bilim adamlarına göre, bu kıyılara Mısırlılardan önce Sümer ve Babilli tüccarlar gelmişlerdi. Güney Arabistan’dan Minaelar ve Sabiiler ticareti tümüyle ellerine geçirdiler. Kıyılara gelenler arasında Fenikeliler de vardı. Doğu Hintliler de kıyılarda ticaret yaptılar, ancak son zamanlarda bunlar daha çok Arap tüccarların para işlerini yürüttüler. Bütün kıyıya yayılan Müslümanlar bölgedeki politik güç dengesini değiştirdiler. Müslüman işgalinden önce bölgeye Perslerin egemen olduğu sanılmaktadır. Marco Polo “dan kısa bir zaman sonra (1254-1324) Çin gemileri Doğu Afrika kıyılarına geldi. Doğulu insanlar arasında en az bilinen, buna karşılık kültürel gelişme açısından belki de en önemli yeri tutanlar, Malaya-Polinezya dilini konuşanlardı. Madagaskar dilini Madagaskar’a tanıtan bu insanlar, muz, hint yerelması, kulkas üretimi ve demir eşya yapımı gibi, Arika kültürlerinde biçimlenen birçok yeniliği de tanıttlar.
1497’de Portekizlilerin Hint Okyanusu’na gelmeleri kıyıları olumsuz yönde etkiledi. Avrupalılar 20 yıl içinde Arap egemenliğine son verdiler, üstlerine gönderilen bir Osmanlı Donanması’nı da yenilgiye uğrattılar. Bundan sonra Hint Okyanusu’nun çeşitli kıyıları arasında işlerlik kazanan ticaret Avrupa’ ya yöneldi. Hindistan’a oranla daha yoksul olan Doğu Afrika’ya pek önem verilmedi ve Ummanlı Araplar Zengi-bar kıyılarının bir bölümünü yeniden ele geçirene kadar iç bölgelere yapılan ticarette gerileme görüldü.
İslamiyetin yayılması : Afrika’da İslamlığın yayılması 644’te ölen ikinci Halife Ömer döneminde, Amr îbnül As komutasındaki İslam Orduları’nın Mısır ve Sirenaik’i ele geçirmesiyle başladı. Müslümanların daha soma Mağrib’e yönelişleri güçlü bir direnişle karşılaştı. Ancak 8. yüzyılın hemen başında, Musa bin Nusayr yönetimi sırasında, Atlas Okyanusu kıyısı ve Mağrib’in İslam dünyasma katılması gerçekleştirildi. Bu yüzyılda, Arap yönetimine karşı halkın gösterdiği direniş ve Kharijite hareketi sonucunda Cezayir ve Fas’ın güneyinde Kharijite krallıkları kuruldu. İslâmlık Mağrip’ten Büyük Sahra boyunca güneye doğru yayıldı. Bunda, kervan yollarını kullanan Kuzey Afrikalı tüccar ve bilim adamlarının büyük rolü oldu. 11. yüzyıl tarihte önemli yer tutan devletlerin İslâm dinini benimsedikleri bir geçiş dönemi olarak kabul edilebilir.Bu devletler Songhai (1010), Tekrur (1040), Mali (1050), Gana (1076) ve Kanem (1090)’dir.Bölgedeki önemli Müslüman devletler, gerek yönetimleri altındaki insanların çokluğu gerekse kapsadıkları toprakların genişliği açısından güçlü birer imparatorluğu andırıyordu. Konum olarak her biri, üzerinde kuruldukları savaşlarda ayrı bölgeleri denetim altında tutsalar da atlı askerleriyle bu imparatorlukların ortak bazı özellikleri vardı. Ekonomileri Büyük Sahra’daki ticaretten elde edilen kazançlara bağlı olan bu imparatorlukla, dışarıdan tuz, kumaş, metal eşya ve at alıyorlardı. Bu ticaret bölgesi çevresinde Ualata, Djenne, Timbuk-tu, Gao, Kano ve Katsina gibi kentler kuruldu. Daha soma, özellikle Djenne ve Timbuktu, bölgenin önemli eğitim ve kültür merkezleri durumuna geldiler.
Sudan imparatorluklarının politik yapıları, İslâmlık dönemi ve öncesi Afrika ilkelerinin karışımından oluşmaktaydı. Yönetimi kraliyet ailesi üyelerinden ve il yöneticilerinden, oluşan bir meclisle birlikte elinde bulunduran kralın yetkisi sınırlıydı. İslâmlık Doğu Afrika’da daha yavaş bir yayılma gösterdi. Batı ve Orta Sudan’da en etkili bölge olan Mağrip’in konumunda, doğuda Mısır vardı. İslâmlığın, Doğu Afrika’daki ilerlemesi Nübye, Makura ve Alva’daki Hıristiyan krallıklarınca tam altı yüzyıl boyunca engellendi. İS 651-652’de Mısır’ dan Dongola’nın güneyine doğru ilerleyen Müslüman orduları, büyük bir direnişle karşılaşınca Nübye’ye geniş bağımsızlık tanıyan bir antlaşma yaptılar. Müslüman ve Hıristiyan devletler arasındaki bu denge, 13. yüzyıl ortalarında Mısır’da kurulan ve güneyli komşularına oranla daha saldırgan bir politika güden Memlûk Devleti ile bozuldu. 14. yüzyılda Hıristiyan imparatorluklarının parçalanması ve büyük oranda İslâm dünyasına katılmasıyla özellik kazanan önemli bir dönem yaşandı. Daha önce 10-12. yüzyıllar arasında İslâmlık, Doğu Afrika kıyıları boyunca Zaila’dan Kilwa’ya kadar ticaret yollarını izleyen bir yayılma göstermişti. Doğu Afrika’daki bu kent devletleri fildişi, demir, köle, gergedan boynuzu ve leopar derisi dışsatımıyla giderek geliştiler. Ortaçağda gerek Doğu Afrika kıyıları gerekse Batı Sudan’ daki İslâm politikası dış baskılar sonucu (15. yüzyıl sonlarında Portekiz, 16. yüzyıl sonlarında Fas) etkinliğini yitirdi. Ancak, yine de bu politikanın birtakım etkilerin İslâm dünyasının önemli merkezleriyle bağlantının sürdürülmesi, Arap alfabesinin ve edebiyat dili olarak Arapçanın kullanımı, Kuran eğitimi ve bilimsel alanda İslâm geleneklerine bağlılık biçiminde varlığını sürdürdü. İslâm politikasının geride bıraktığı bu miras, 19. yüzyıl başlarında Afrika’da İslâm dininin yeniden canlanmasına temel oluşturdu.
Avrupa ile İlişkiler : Çin’deki Moğol İmparatorluğu’nun 14. yüzyıl sonlarında Ming Hanedanı tarafından yıkılması ve Orta Asya’da baş gösteren karışıklık, Avrupa ile Çin arasındaki karayolu bağlantısının kesilmesine neden olunca, Avrupalılar doğuya ulaşacak yeni yollar bulmak zorunda kaldılar. Portekiz Prensi Henriquel (Gemici Henrique, 1394-1460), bilim adamlarından, haritalardan, kitaplardan ve coğrafya ile gemiciliği ilgilendiren başka kaynaklardan yararlanarak, Uzakdoğu’ya ulaşacak yeni bir denizyolu ve altın bulma umuduyla araştırmaların başlatılmasına öncülük etti. 1482-1484 arasındaki araştırma gezilerinde, Diogo Cam, Kongo Irmağı’nın halicine ulaştı. Portekiz, Kongo Krallığı ile politik ilişki kurdu. 1487’de, Bar-tolomeo Dias’ın bulunduğu Ümit Bur-nu’nu, 1497’de Vasco de Gama ikinci kez dolaştı. Portekizliler bu araştırmalar sonunda, Uzakdoğu’da güçlü bir ticareti imparatorluğu kurmayı başardılar. 16-17. yüzyıllarda Afrika ile ilgilenen Avrupalıların büyük bölümü Batı Afrika’daki ticaret bölgelerine yerleşti. Kıta içindeki araştırmalar konusunda atılan ilk önemli adım, 1788’de İngiliz bilim adamlarınca Afrika Birliği’nin kurulması oldu. Bu birlikçe Batı Afrika’ya gönderilen araştırmacılar arasında en başarılısı, 1796’da, Nijer Irmağı’ nın doğuya aktığını belirleyen Mungo Park’tır. 1822’de, Trablus’tan yola çıkan bir İngiliz araştırma topluluğu da Büykü Sahra’yı geçerek Çad Gölü’nü buldu. İlk başkanın ölümüyle topluluğun başkanlığını üstlenen Hugh Clap-perton (1788-1827), Kuzey Nijerya’da-ki incelemeleri sonucunda Kano’ya ulaştı. Clapperton’un ölümünden sonra araştırmaları sürdüren Richard L. Lander (1804-1834), Nijer Irmağı’nın gizini çözen ilk Avrupalı oldu. 1820’de, Alexander Gordon Laing (1793-1826), Batı Afrika’ya yönelik araştırmalarını Sierra Leone’den başlattı. Saldırgan yerliler nedeniyle bu araştırmasını yarıda bırakan Laing, 1823’te, Trablus’tan başlattığı gezisini Timbuktu’da noktaladı. Ancak, izlenimlerini Avrupa’ya ulaştıramadan öldürüldü. Afrika’nın bu bölgesindeki en önemli araştırmalar Alman coğrafyacı Heinrich Barth’ın (1821-1865) yaptıklarıydı. Dört yıl boyunca Nijer Irmağı ve Çad Gölü çevresindeki topraklarda araştırma yapan Barth, bu konudaki en doğru ve en değerli bilgileri toplamayı başardı. Bir başka önemli çalışma da, 1865-1866’da Trablus’tan çıkarak Lagos’a ulaşan ve kıtanın bu bölümünü geçen ilk Avrupalı olan Alman Friedrich Gerhard Rohfs’un araştırma gezisiydi.
1737-1740 arasında, İngiliz Richard Pococke, Nil Irmağı’na yaptığı gezide ilk çağlayana ulaştı. Yine bu yüzyılın sonlarında ilk çağlayana ulaşan James Bruce, Etiyopya’da araştırmalar yaptı ve Mavi Nil’in kaynağının, 150 yıl önce Portekizlilerin de bulunduğu gibi, Tana Gölü olduğunu doğruladı. 1827’de İngiliz Avrupa Birliği adına çalışan Belçikalı araştırmacı M. Adolphe Linan ve Bellefonds, Nil Ir-mağı’n-da, Hartum’un 390 km güneyindeki bir noktaya kadar çıkmayı başardı. Yukarı Nil’e doğu kıyısından ulaşan araştırmacılar daha başarılı oldular. Avrupalılar iç bölgelerdeki büyük göllere ilişkin bilgileri Arap tüccarlardan edindiler. 1854’te Somali’de araştırmalar yapan Richard Francis Burton ve John Hanning Speke, daha sonra İngiliz Afrika Birliği’nin yerini alan Kraliyet Coğrafya Topluluğu adına çalışırken 1858’de Tanganika Gölü’nü buldular. Speke, ayrıca Nil’in kaynağı olduğuna inandığı Victoria Gölü’nü de buldu. Başarıları en çok ilgi uyandıran araştırmacı, 1841’de Londra Misyonerler Topluluğu adına Güney Afrika’ya gelen İskoçyalı misyoner David Livingstone (1813-1873) oldu. Livingstone, 1849’da Kalahari Çölü’nü geçerek Nigami Gölü’nü buldu. 1853’te başlattığı gezisinde, Zambezi Irmağı’ndan Portekiz Angolası ve Luanda’ya ulaştı. Daha sonra doğuya yönelip Zambezi Irmağı’nı izleyerek 1855’te Victoria çağlayanlarını buldu. Aynı yılın mayıs ayındaysa Quelima-ne’de Hint Okyanusu’na ulaşarak, en geniş yerinden olmamakla birlikte, Afrika Kıtası’nı geçen ilk beyaz oldu. Daha sonra İngiltere’ye dönünce Londra Misyonerler Topluluğu’ndan ayrılan Livingstone, İngiliz Hükümeti tarafından Doğu ve Orta Afrikayı araştırmakla görevlendirildi. Bu gezisinde John Kirk’le birlikte Shire Irmağı’nda araştırmalar yaptı ve Eylül 1859’da Nyassa Gölü (Malawi Gölü)’nü buldu. Nyassa Gölü ile ilgili araştırmalar, Tanganika Gölü’nden hiçbir ırmağın bu göle akmadığını gösterdi. Daha sonra İngiltere’ye dönen Livingstone, 1866’da kıtanın merkezine düzenlediği üçüncü ve son gezisine çıktı. Doğu kıyısındaki Zengibar’dan kıta içine yönelerek Mweru ve Bangweulu göllerini buldu. Daha sonra New York Herald Gazetesi tarafından kendisini aramaya gönderilen gazeteci ve gezgin Hejıry Mortan Stanley ile 1871′ de Ucici’de buluştu. İki araştırmacı birlikte Tanganika Gö-lü’nü yukarı bölümünü buldular. Li-vingstone’un 1873′ te ölümünden sonra, Stanley, Orta Afrika’ya düzenlediği geniş araştırma gezisinde (1874-1877) kıtayı Kongo Irmağı boyunca doğu-batı doğrultusunda aştı. Afrika’nın güney ucu, 17. yüzyıl sonlarında Kap’taki yerlerinden doğuya ve kuzeye doğru hareket eden Boerler tarafından bulundu. Afrika, 1870’lerde bölüşülmeye başlanmadan çok önce, bazı Avrupa ülkeleri toprakları elinde bulunduruyordu.Portekiz, Portekiz Gi-nesi, Angola, Mozambik ve bazı adalar üstünde (Azor, Madeira, Yeşilbu-run, Sao Tome ve Principe) uzun yıllar boyunca hak öne sürdü. İspanyol Gi-nesi, îfni, İspanyol Sahrası, Kanarya Adaları ve Akdeniz’de Fas açıklarındaki küçük adalarsa İspanya yönetimine girmişti.
Afrika’daki topraklarını Büyük Britanya ile yaptığı savaşlarda yitiren Fransa, 1817’de Senegal’i alarak kıtayla yeniden ilgilenmeye başladı. Daha sonra, 1830-1847 arasında Cezayir’i topraklarına katan Fransa, 1849’da özgürlük tanınan kölelere Libreville’i (Gabon) verdi.
Avrupalıların elindeki toprakların büyük bir bölümü Büyük Britanya’nın denetimi altındaydı. İngilizler, Lagos (Nijerya’da), Sierra Leone, Gambiya Irmağı ve Altın Kıyısı (günümüzde Gana) bölgelerine yerleşti. Kap Kolonisi 1814’te İngiliz topraklarına katıldı. 1850’lerde yapılan iki antlaşmayla Büyük Britanya, Transvaal ve Özgür Oranje Devleti’ne karışmaktan vazgeçince bu iki Boer eyaleti bağımsızlıklarını elde etti. Büyük Britanya daha sonra, Fransızlar tarafından yapılan Süveyş Kanalı ve 1875’te kanal hisse senetlerinin % 44’ünü Büyük Britanya’ ya satmak zorunda kalan Mısır’a yöneldi. 19. yüzyılın ortalarında, Tunus da Fransa, İtalya ve Büyük Britanya ilgi alanına girdi. Avrupalılar Batı ve Doğu Afrika’da birçok ticaret merkezleri kurdular. Avrupalı ülkeler endüst-rileştikçe Afrika kıyılarındaki ticaret çekişmesi arttı. Bu olgu, 1870’lerde ülkelerin artan üretimlerine pazar bulma sorunuyla birlikte, somut bir görünüm kazandı.
Ülkesine sömürge kazandırmak amacında olan Belçika Kralı II. Leopold (1835-1909), Eylül 1876’da Brüksel’de bir kongre düzenledi. Kongreye katılan ülkeler, Uluslararası Afrika Derne-ği’ni kurdular. 1878’de, Yukarı Kongo için bir çalışma komitesi oluşturan Leopold, gazeteci ve gezgin Stanley ile kendi adına çalışma konusunda anlaştı. Fransızlar da buna karşılık, Savorgnan ve Brazza’yı Gabon bölgesine gönderdi. Böylece anakaranın bölüşülmesine yönelik ilk adımlar atılmış oldu. Bu arada Avrupa’daki endüstrileşmiş ülkelerin artan üretim potansiyellerine bağlı olarak ortaya çıkan dış pazarlara açılma zorunluluğu, Avrupalı güçlerin Asya ve Afrika’da ilerlemelerine neden oldu. Fildişi Kıyısı, Gine, Dahomey ve Nijer boyunca Senegal’den Çad Gölü’ne kadar olan topraklara el koyan Fransızlar 1881’de de Tunus’u yönetimlerine kattıklarını açıkladılar. Gambiya Irmağı, Sierra Leone, Altın Kıyısı ve Nijerya’dan sonra, 1894’te Uganda, 1895’te ise Kenya, İngiliz yönetimine girdi.
Uzun süre Almanya’nın sömürge edinmesine karşı çıkan Alman Başbakanı Prens Otto von Bismarck’ın (1815-1898), 1884’te hiç beklenmedik bir kararla Afrika’da toprak edinme girişimi, Avrupa’da büyük bir şaşkınlık yarattı. Ekonomi bunalımı nedeniyle, Bismarck, Togo, Kamerun ve Güneybatı Afrika’nın işgaliyle yetinmek zorunda kaldı.
Bu sömürge çekişmeleri sürerken, aralarında Amerika’nın da bulunduğu 14 ülke Anglo-Portekiz Antlaşmasından kaynaklanan sorunları görüşmek üzere 15 Kasım 1884’te Berlin’de toplandı. Yine bu sıralarda Belçika Kralı II. Leopold, bağımsız Kongo Devleti’ni kurarak, kendi ülkesini, bu devletin Avrupa’daki temsilcisi olarak tanıttı. Büyük Britanya’nın Batı Afrika dışındaki başlıca amaçlarından biri, Cecil Rhodes’un (1853-1902) tasarladığı Kap-Kahire bağlantısının gerçekleştirilmesi düşüncesiydi. 1855’te Bechuanaland (günümüzde Malavi) İngiliz korumasına girdi. Ancak, Almanya’nın Tanganika’yı işgali, kuzeyle sürekli bir karayolu bağlantısı kurulmasını engelledi.Bu durum, Almanya, Birinci Dünya Savaşı’nda Afrika’daki topraklarını yitirene ve Tanganika İngiliz mandası olana kadar sürdü.
İtalya’nın Etiyopya politikasını, Sudan ve Etiyopya topraklarının bölüşüldüğü 1891 ve 1894 antlaşmalarıyla destekleyen Büyük Britanya, böylece Doğu Sudan topraklarını güvence altına almış oluyordu. Bunun yanı sıra Etiyopya’nın işgali, İtalya’ya, Eritre ve Somali’yi de koruma altına alma olanağı veriyordu. Ancak, Etiyopyalıların 1 Mart 1896’da Adua’da İtalyalara karşı kazandığı zafer, İngilizleri, Fransızların Sudan’daki ilerleyişine karşı koymak zorunda bıraktı. Sonuçta 21 Mart 1899 “da yapılan antlaşmayla sınırlar belirlenmiş oldu.
Sudan sorunu İngilizleri, bir yıl sonra bu kez Transvaal ve Özgür Oranje Devleti’ndeki Boerler ile savaşa soktu. 1899’da Sudan üzerindeki gergin havanın yumuşaması, Nisan 1904’te Fransa’ nın, Büyük Britanya’da Mısır’da serbestlik tanıdığı antlaşmayla sonuçlandı. Büyük Britanya, Mısır’ı 1914’te korumasına aldı.
1914-1939 arasında Afrika’da sömürgeciliğin gerilediği bir dönem yaşandı. İngilizler, bir yandan yerel boy şeflerinin güç ve etkilerine dokunmamaya özen gösterip onları yönetime ortak eden bir siyaset güderken, bir yandan da geleneksel yönetim yapısına, çağdaş toplumun gereksinimlerine uygun bir yapı kazandırmayı amaçladılar. Ancak, 1939’da bu yönetim biçiminin yetersiz olduğu anlaşıldı; 1945 donlarında yerli yönetimlerin yerini seçimle işbaşına gelen yerel meclisler aldı. Fransızlar ise, özümseme siyasetini seçtiler. Yerel şeflerin tümüyle ikinci planda kaldığı bu yönetim biçimi Fransız dil ve kültürünü Afrika’ya yerleştirmek amacını güdüyordu. Ancak, bu politika özellikle Müslüman bölgelerde olmak üzere büyük ölçüde başarısızlığa uğradı.
Sömürgelerini denizaşırı birer eyalet olarak kabul eden Portekiz de Fransa’ ya benzer bir politika izledi. Portekiz’ in bağımsızlığa yönelik eğilimlere karşı gösterdiği direnç 1960’ların başında gerçekleştirilen bir devrimle sonuçlandı. Belçikalılar, Kongo’da güçlü bir babacılık (paternalizm) politikası güttü. İtalya ve Almanya, 1918-1945 arasında Afrika’daki topraklarını olduğu gibi, yitirdi. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Almanya’nın elindeki topraklar, önce Milletler Cemiyeti’ne bağlı Manda Komisyonu’nun, 1945’ten soma ise BM Güvenlik Konseyi’nin denetiminde Belçika, Büyük Britanya, Fransa ve Güney Afrika Cumhuriyeti yönetimlerine katıldı.
1950 ve 1960’iı yıllarda Güney Afrika Cumhuriyeti yönetiminde kalan Güneybatı Afrika dışındaki tüm eski Alman sömürgeleri bağımsızlık elde etti. İtalya’nın eski sömürgelerinden Libya 1951’de, Somali ise 1960’ta bağımsızlık kazandı.
Savaşlar arasındaki dönemde iki Afrika ülkesi Liberya ve Etiyopya, uzun bir geçmişe dayanan bağımsızlıklarını korumayı başardılar. 1847’den beri bağımsız olan Liberya, ABD’nin yönetim biçimini benimsedi. Etiyopya ise, İtalya işgali altında geçen kısa bir dönem (1936-1941) dışında 1974’e kadar mutlak monarşiyle yönetilen bir krallık olarak kaldı.
Günümüzde, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin güdümünde kurulan sözde bağımsız birkaç ülke dışında, Afrika’da sömürge konumunda hiçbir devlet kalmadı.