İrşad; Hak yolu, doğru yolu gösterme, uyarma gibi anlamlara gelir. İrşad tasavvufta, mürşidin Allah yolunu göstermesi yani irfan sahibi birinin bir kimseye tarikatı ve Allah yolunu göstermesi gibi anlamlara gelir. İrşâdı yapan kimseye mürşid denir. Mürşit, doğru ve hak yolu gösteren demektir.
Terim olarak irşad, ehil kimseler tarafından insanları, dünya ve ahiret saadetine ermeleri için hak ve hakikate, doğru yola, salih amele ve her çeşit iyiliklere çağırarak, her türlü kötülükten kaçınmalarını telkin etmek demektir.
İrşâdda muhatab olan, yani irşâd edilecek kimseler hem gayrimüslimler ve hem de müslümanlardır. Müslüman olmayanları irşâd; onları iman ve İslâm’a davet etmek demektir. Müslümanları irşâd ise; onlara imanın gereği olan salih amel ve güzel ahlâkı telkin etmektir. İrşâdı yapacak kimseler ise Peygamberlerden sonra, salih müminler ve din bilginleridir. İrşâd, dini bir emir olup müslümanlar üzerine farz-ı kifayedir. Müslümanların içlerinden bir grup bu görevi yapınca diğerlerinin üzerinden düşer. İnsanları irşâd edecek mürşidleri, din bilginlerini yetiştirmek müslümanlar üzerine farzdır. Kur’an-ı Kerîm’de: “Sizden, insanları hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk olsun” (Âli İmrân, 3/104) buyurulur. Ümmet; grup, sınıf anlamınadır. İçinizden irşâd görevini yapacak bir grup bulunsun” veya “sizden, emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker yapacak bir topluluk oluşsun” demektir.
İrşad İle İlgili ayetler
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)
Firavun’a ve onun önde gelen çevresine. Onlar Firavun’un emrine uymuşlardı. Oysa Firavun’un emri doğruya-götürücü (irşad edici) değildi. (Hud Suresi, 97)
Ve bilin ki Allah’ın Resûlü içinizdedir. Eğer o, size birçok işlerde uysaydı, elbette sıkıntıya düşerdiniz. Ancak Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır. (Hucurat Suresi, 7)
De ki: “Doğrusu ben, sizin için ne bir zarar, ne de bir yarar (irşad) sağlayabilirim.” (Cin Suresi, 21)
İRŞAD KELİMESİNE ÖRNEK CÜMLELER
– Yûnus Emre’nin, Moğol istîlâları hengâmesinden başlayıp zamânımıza kadar yedi asırdır devâm edegelen şiirleri, halkın irşad ve tesellî kaynaklarından biri olmuştur. Yâni bu tür edebî mahsûller veren mutasavvıflar, dînî heyecânın geniş halk kitlelerine taşınmasında, mânevî değerlerin zinde tutulmasında mühim hizmetler
vermişlerdir. Hoca Ahmed-i Yesevî, Hacı Bayram-ı Velî, Eşrefoğlu Rûmî ve Aziz Mahmûd Hüdâyî addesallâhu esrârahum- Hazarâtı bunların başlıcalarıdır.
– Felsefe erbâbı, her şeyi akılla izâha kalkıştığı için, ne kendilerini ve ne de toplumları irşad edebilmişlerdir. Zâten akıl bütün işi görebilecek kudrette olsaydı; hidâyet rehberi Peygamberlere ihtiyaç olmazdı. Bu bakımdan, akıl vahyin kılavuzluğuna muhtaçtır.
– Mâhir İz Hocaefendi de kalbî derinlikten mahrûm bir ilmin noksan olduğunu ve bu noksanlığı bertaraf etmenin yegâne çâresinin de mânevî irşad görmek olduğunu ifâdeyle şöyle der:
“İlmin kîl ü kâlini dâimâ bir noktada toplamak mümkün olmadığından, hiçbir zaman ilmî tedkîkten geri kalmamakla berâber; asıl hakîkate vâkıf olmanın, ancak ehlinin irşâdı sâyesinde mümkün olabileceğine inanırım. İşte bu sebeptendir ki, yakaza dışı bir işâretle, irâde merdivenimi, mârifet semâsına mîrâc için feyz-i Sâmî’ye rabteyledim.” (Yılların İzi, s. 396)
– Mânevî irşad ve kontrolden mahrûm her nefs, hakîkatleri gafletle örten acı bir mahrûmiyet sebebidir. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi insan, nefs engeline rağmen mezmûm ahlâktan kurtulup tezkiye edildiği takdîrde, melekleri bile geçebilir. Zîrâ her netîcenin şerefi, ona ulaşmak için bertaraf edilen güçlükler nispetindedir.
– Âyet-i kerîmede tezkiyenin Allâh’a âit olduğu ifâde ediliyor. Zîrâ Allâh Teâlâ, fazlı ve rahmetiyle kulu taatlere ve diğer tezkiye vâsıtalarını kullanmaya muvaffak kılar. Bu itibarla kul, benlik iddiâsından sakınarak, ilâhî tezkiye sâyesinde ulaştığı kemâli, kendi dirâyet, liyâkat ve gayretine hamletmemelidir. Cenâb-ı Hakk’ın tezkiye etmesi dışında kulun, âhirette kendini temize çıkaramayacağının idrâki içinde bulunması gerekir. Bu anlayış, ebedî kurtuluşa kavuşmanın en mühim vesîlelerinden biridir. Zîrâ tezkiye, her ne kadar azim ve gayret bakımından insana; irşad ve tâlim yönüyle peygamberlere ve onun vârisi durumundaki mürşidlere nisbet edilirse de, ilâhî merhametiyle kullarını tezkiyeye muvaffak kılması ve bunu yaratması açısından Cenâb-ı Hakk’a nisbet edilmeli.
– Yûsuf -aleyhisselâm-, güzelliği dillere destân olacak kadar alâka çekici, melek gibi bir genç idi. Güzelliği karşısında kadınlar parmaklarını doğradıkları hâlde, hayranlıklarından bunu hissetmemişlerdi. Şâyet Yusuf – aleyhisselâm-, çirkin ve şehevî duyguları körelmiş bir ihtiyar olsaydı, ne bu imtihan bu kadar zor, ne de bu hâdise bu kadar irşad edici olabilirdi.