Mevlana’nın son derece sade bir üslupla yazılmış kıymetli hikayeleri vardır. Bunlar her zaman olduğu gibi bugün de üzerinde düşünülmesi gereken, ibret alacağımız, hisse çıkartacağımız özel hikayelerdir. işte Mevlana’nın hikayelerinden bir kaçı.
ÇUKUR
Bir öküzün bastığı yerde, küçücük bir çukur açılmış, sonra içine su dolmuştu. Bir saman çöpü de bu suda yüzüyordu. Oradan geçen bir sinek saman çöpü üzerine kondu. Etrafına bakıyor hayret ve heyecanla mırıldanıyordu:
— Anlatmışlardı… Uçsuz bucaksız okyanuslar varmış. Üzerinde dağlar gibi gemiler yüzermiş. Bu gemileri idare eden kaptanlar bulunurmuş. Herhalde şu anda o denizlerden birinde bulunuyorum. Üzerine bindiğim bu şahane gemi de o gemilerden birisidir. Tabii ben de geminin kaptanı durumundayım!..
Sinek gerçekleri bilseydi kimbilir ne kadar şaşıracaktı değil mi çocuklar?
ABDEST
“Rivayet etmişlerdir ki Hz Hasan ve Hz Hüseyin çocukken, bir adamın yanlış ve şeriata uymayan bir tarzda abdest aldığını gördüler.
Ona en doğru şekilde abdest almayı nezaketle öğretmek istediler. Adamın yanına gidip:
— Bu bana, yanlış abdest alıyorsun! diyor. Her ikimizde senin önünde abdest alalım. Lütfen bak, ikimizden hangimizin abdesti daha doğrudur, dediler.
Her ikisi adamın önünde abdest aldılar. Adam:
— Ey yavrularım! dedi. Sizin abdestiniz çok doğru, şeriata uygun ve güzel. Asıl ben zavallının abdest alışım yanlış, dedi.”
FİLİ GÖRMEYEN HALK
Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek istediler.
Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir hayli adam toplandı.
Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkanı yoktu. O, göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye başladılar.
Birisi eline hortumu geçirdi; “Fil bir oluğa benzer” dedi.
Başka birinin eline kulağı geçti; “Fil bir yelpazeye benziyor” dedi.
Bir başkasının eline ayağı geçmişti, dedi ki; “Fil bir direğe benzer.”
Bir başkası da sırtını ellemişti; “Fil bir taht gibidir. ” dedi.
Herkes neresini elledi, nasıl sandıysa, fili ona göre anlatmaya koyuldu.
Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi dal dedi, öbürü elif.
Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık kalmazdı.
BİLMENİN BÖYLESİ
Padişah oğlunu kayıptan haber verme hususunda iyice yetiştirmişti. Çocuk ne kadar aptal bile olsa bu ilmi iyi kazanmış gözüküyordu. Bir gün padişah onu imtihan etmek için çağırıp, avucuna bir yüzük sakladıktan sonra:
— Söyle bakalım, dedi. Avucumda tuttuğum şey nedir?
Çocuk bir takım hesaplar yaptıktan sonra:
— Avucunuzdaki yuvarlak, ortası delik sarıdır dedi.
Padişah,
— Aferin dedi. Söylediğin doğru. Peki söyle bakalım nedir?
Çocuk hemen cevap verir.
— Kalburdur efendim!..
Padişah aptal oğluna şaşkınlıkla bakıp kaldı. Deneyebilmek yeterli değil bilgiyi anlamak önemliydi.
AĞLAYAN GÜVERCİN
Bir gün uyuyordum. Hava çok güzeldi ve serin bir rüzgar esiyordu, ben de o serinlikte dalmış uyukluyordum. Bu sırada meşe ağacına boz renkli bir güvercin konmuştu. O güzel güvercin beni çağırıncaya kadar öylece kalmışım.
Uyandığımda güvercin güzel güzel ötüyor, bu ötüşlerle ağlayıp duruyordu. Eğer o ağlamaya başlamadan ben ağlamaya başlasaydım, sevgimden feryat edip dursaydım, pişman olmaz, teselli bulurdum. Fakat ne fayda ki o benden önce ağlamaya başladı, beni de ağlattı.
Düşündüm ki fazilet bu işe ön ayak olandadır.
ATEŞE ATILAN ÇOCUK
Yahudiler için de – daha önce hikayesi geçen padişahın soyundan – zalim bir padişah çıktı İsa dininde olanlara zulme başladı. Büyük bir ateş yaktırarak yanına bir put dikti ve puta secde etmeyeni ateşe atmaya başladı.
Kucağında çocuğuyla bir kadını getirdiler. Çocuğu kucağından alıp ateşe attılar , kadına :
– “Eğer puta secde etmezsen seni de atarız.” dediler. Kadın puta yaklaştı secde etmek üzereyken ateşe atılan çocuk ateşin içinden seslendi :
– “Anne sakın bunu yapma, puta secde etme ben burada çok rahatım, Allah’ın nimetlerine nail oldum. Her ne kadar görünüşte bu bir ateşse de bir gül bahçesi… Yüce Allah’ın cenneti..” dedi.
Bunun üzerine başta çocuğun annesi olmak üzere halk kendiliğinden ateşe atlamaya başladı, gelen atladı, gelen atladı. bunu gören padişah utandı yaptığı işten dolayı mahçup oldu, gönlü sıkıldı çünkü halk böylece imanına daha sıkı sıkıya bağlanmıştı.
DERVİŞİN RÜYASI
Dervişin biri çiledeyken rüyasında gebe bir köpek gördü ve aniden köpeğin karnındaki yavruların havladıklarını gördü. Uyanıp kendine gelince şaşkınlığı daha da arttı. Danışıp konuşacağı, rüyasını tabir ettireceği kimse de yoktu, çiledeydi çünkü…
El açıp Allah’a (c.c) yalvardı.
– “Ya Rabbi bu ne iştir başıma geldi, bu ne haldir. Seni zikirde kusur mu ettim yoksa.” dedi.
Bunun üzerine hafif bir ses duydu. Bu ses şöyle diyordu :
– “Şunu bil ki bu söz bilgisizlerin lafına benziyor. Ana karnında yavrunun havlaması beyhudedir, ne ava yarar ne bekçiliğe, kurt dalmamış ki onu kovsun, hırsız gelmemiş ki ona mani olsun.”
GÜL KOKUSUNDAN BAYILAN ADAM
İri yarı adam bir gün güzel koku satanların pazarına gelince aklı başından gitti yere yıkılıp bayıldı, yol ortasına bir ölü gibi yığıldı kaldı…
Bunu gören halk başına üşüştü.
Başına toplananlardan kimi kalbini yokluyor, kimi yüzüne gül suyu döküp duruyordu.
Bilmiyorlardı ki adamcağız gül kokusundan bayılmış…
Kimi bileklerini, başını ovuyor kimi öd ağacına şeker karıştırarak tütsü yapıyor, bir başkası elbiselerini çıkarıp üstünü hafifletiyordu.
Birisi nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyor – şarap mı içti, esrar mı çekti, afyon mu yuttu -, anlamaya çalışıyordu.
Bir türlü adamın neden bayıldığını anlayamıyan halk şaşıp kaldı.
Son çare olarak akrabalarına haber vermeye karar verdiler. O bayılan kişinin akıllı ve anlayışlı bir kardeşi vardı. Bu haberi alır almaz yanına biraz köpek pisliği alarak koşup geldi. Çünkü kardeşi köpek bakıcısıydı köpek pisliği kokusuna alışmıştı. Gül kokusu duyunca bu yüzden bayılmıştı. Kardeşinin yanına varınca, o akıllı kişi, kimse anlamasın diye önce halkı dağıttı, sonra ağzını kulağına götürerek okuyormuş gibi yaptı, bu arada gizlice köpek pisliğini burnuna götürerek koklattı, koklatır koklatmaz adam ayılarak kendine gelmeye başladı.
Halk şaşırdı :
– “Bu ne büyük bir efsun bir sihir..” dediler.
KÖTÜLERE DUA EDEN VAİZ
Memleketin birinde bir vaiz vardı. Minbere çıkar çıkmaz kötülere duaya başlar :
– “Ya Rabbi kötülere, fesatçılara, isyancılara, yol kesenlere merhamet et, hayır sahipleriyle alay edenlerin hepsine, bütün kafir gönüllülere, kiliselerde bulunanlara merhamet et.” derdi.
Temiz kişilere hiç dua etmez, kötülerden başkasına duada bulunmazdı.
Halk bir gün başına toplandı :
– “Biz böyle şey de görmedik neden kötülere dua edip duruyorsun?.” dediler.
Vaiz dedi ki:
– “Ben onlardan iyilikler gördüm, bu yüzden onlara dua etmeyi adet edindim. Onlar bana o kadar kötülüklerde bulundular, o derece zulmettiler ki nihayet beni şerden kurtardılar, hayırlara ulaştırdılar. Ne zaman dünyaya yönelsem onlardan eziyetler gördüm, meşakkatler çektim, dayaklar yedim ; bu yüzden de iyiliklere taraf kaçtım, iyiliklere yöneldim, kısaca beni o kurtlar yola getirdi. Benim iyiliğime sebep onlardır. Onlara dua etmeyeyim de kimlere edeyim…”
LEYLA’NIN CEVABI
Padişahın biri, Mecnun’un aşkından deli divane olup çöllere düştüğü Leyla’yı çok merak eder. Leyla’nın bulunup huzuruna getirilmesini emreder. Leyla’yı bulup getirirler. Padişah Leyla’yı görünce hayretler içinde kalıp sorar :
– “Mecnun’un aşkından deli divane olup dağlara çöllere düştüğü Leyla sen misin? Senin öyle fevkalade bir güzelliğin olmadığı gibi, sıradan bir kadından hiçbir farkın yok. Hal böyle iken nasıl olur da Mecnun senin için deli divane olur.”
Leyla hiç tereddüt etmeden cevap verir :
– “Padişahım sus!… Çünkü sen Mecnun değilsin. Bendeki güzelliği görebilmen için sende Mecnun’un gözlerinin olması ve bana Mecnun’un gözleriyle bakman gerekir.” der.
Padişah bu haklı sözler karşısında söyleyecek bir şey bulamaz, susup kalır.
İKİ KÖLE
Bir gün padişah iki tane köle satın aldı. Kölelerden biri çok temiz yüzlü inci dişli biriydi, nefesi gül gibi kokuyordu. Diğeri oldukça çirkindi, dişleri çürümüş ağzı kokuyordu.
Padişah o güzel yüzlü köleye ihsanlarda bulunarak onu hamama gönderdi. Dişleri çürümüş ağzı kokan köleyi yanına çağırdı. Kendini çok beğendiğini fakat arkadaşının kendisi hakkında çok kötü şeyler söylediğini belirterek, onun da arkadaşının kötü huylarını söylemesini istedi. Fakat köle arkadaşına toz kondurmadı hep onu övücü sözler söyledi. Padişah ne yaptıysa bir türlü o köleye arkadaşı hakkında kötü bir söz söyletemedi.
Nihayet ikinci köle hamamdan geldi. Padişah onu da sınamak için huzuruna çağırdı. Onu övücü sözler söyledi.
“Sıhhatler olsun ne kadar zarif ve latif olmuşsun. Keşke öbür kölenin sayıp döktüğü kötü huyların da olmasa ne olurdu.” dedi ve onu da diğer köle gibi denemek istedi.
Bunun üzerine köle kızdı, köpürdü ve arkadaşı hakkında kötü şeyler sayıp dökmeye başladı.
Biraz konuştuktan, arkadaşının kötülüklerinden bahsettikten sonra padişah onu susturdu:
– “Yeter artık ikinizin de özünü, aslını anladım, onun ağzı kokuyor, senin ise için kokmuş, bundan sonra sen o doğru sözlü ve güzel huylu kölenin emrindesin haydi git.” dedi.
– Güzel ve iyi yüz, kötü huyla birlikte olursa bir kalp akça bile etmez.