Peygamber Efendimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur;
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden evvel o kimseyle helalleşsin!” (Buhârî, Mezâlim, 10; Rikâk, 48)
♦ ♦ ♦
Peygamber Efendimiz, Ümmetini, kul hakkıyla ölmekten kurtarmak için, çok ciddî tedbirler alırdı. Bunlardan birini Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır:
“Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e, üzerinde borç bulunan bir cenâze getirildiği zaman:
«–Borcunu ödeyecek bir mal bıraktı mı?» diye sorardı. Eğer borcunu ödemek için yeterli mal bıraktığı söylenir (veya müslümanlardan biri borcu tamamen ödeyeceğine dâir kuvvetlice söz verirse(Tirmizî, Cenâiz, 69/1069; Nesâi, Cenâiz, 67.)) namazını kılardı. Aksi takdirde müslümanlara:
«–Arkadaşınızın namazını siz kılın!” buyururdu.
Ancak zamanla Allah Teâlâ, maddî imkânlarını genişletince, borcunu ödeyecek malı olmayan mü’minlerin namazını da kıldı ( Buhârî, Nefekât, 15; Müslim, Ferâiz, 14.) Bundan sonra artık şöyle buyuruyordu:
“Ben her mü’mine, mutlaka, dünya ve âhirette insanların en yakınıyımdır. Dilerseniz şu âyeti okuyun: «O Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha evlâdır/yakındır…» (Ahzâb, 6.) Hangi mü’min vefat eder de geride bir mal bırakırsa vârisleri onu alsınlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa o da bana gelsin, ben onun mevlâsıyım (himâye ve yardım edicisiyim).” (Buhârî, Tefsir, 33/1, Kefâlet 5, Ferâiz 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz, 14)
♦ ♦ ♦
Allah Rasûlü (s.a.v) birgün ashâbına:
“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Onlar:
“–Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir” şeklinde cevap verdiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zina isnâd ve iftirasında bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevabı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve netîcede cehenneme atılır.” (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyâmet 2; Ahmed, II, 303, 324, 372)
♦ ♦ ♦
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur:
“Ben sadece bir beşerim. Sizler bana muhâkeme olmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve merâmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediğime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kardeşinin hakkını alıp da birinin lehine hüküm verirsem, ona cehennemden bir pay ayırmış olurum.” (Buhârî, Şehâdât, 27; Müslim, Akdiye, 4)
♦ ♦ ♦
Sa‘d bin Atval (r.a) anlatıyor:
“Kardeşim vefat etmiş ve üç yüz dirhem mal ile bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakmıştı. Bıraktığı parayı âilesine harcamak istiyordum. Rasûlullah (s.a.v):
“–Kardeşin borcu sebebiyle hapsedilmiş durumda, borcunu ödeyiver!” buyurdu. Ben:
“–Yâ Rasûlullah! Ben onun borçlarını ödedim. Sadece bir kadının iddia edip delil getiremediği iki dinâr kaldı” dedim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–O kadına iddia ettiği iki dinarı ver. Çünkü kadın hakîkati söylemektedir” buyurdu.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 20)
♦ ♦ ♦
Muhammed bin Cahş (r.a) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanında oturuyorduk. Başını semâya kaldırdı, sonra elini alnına koyup:
“–Sübhânallah! Ne kadar ağır bir hüküm indirildi!” buyurdu. Biz çok korktuk ve sükût ettik. Ertesi gün:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! O indirilen ağır hüküm ne idi?” diye sordum. Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdu:
“–Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bir kişi Allah yolunda öldürülse, sonra diriltilip tekrar öldürülse, sonra diriltilip tekrar öldürülse, üzerinde bir borç varsa, borcu ödeninceye kadar cennete giremez.” (Nesâî, Büyû, 98/4681)
♦ ♦ ♦
Üseyd bin Hudayr (r.a) çok şakacı bir zât idi. Bir topluluk içinde konuşuyor ve onları güldürüyordu. Şakanın dozu kaçıp biraz aşırıya gidince, Rasûlullah (s.a.v) bir çubukla sadrına hafifçe dokunarak onu îkâz etti. Bunun üzerine Üseyd (r.a):
“–Ey Allah’ın Rasulü, kısas istiyorum!” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v) de:
“–Haydi, öyleyse kısas yap!” buyurdu. Bu sefer Hz. Üseyd:
“–Fakat senin üzerinde gömlek var, benim üzerimde gömlek yoktu” dedi. Rasûlullah (s.a.v) gömleğini kaldırdı. Bunun üzerine Üseyd (r.a) hemen Allah Rasûlü’ne sarılıp sadrından öpmeye başladı ve:
“–Yâ Rasûlallah, ben bunu istemiştim!” dedi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 148-149/5224)
♦ ♦ ♦
Fahr-i Kâinât (s.a.v) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48)
♦ ♦ ♦
Bedir’de çarpışma başlamadan evvel Rasûlullah (s.a.v), elindeki ok ile mücahidleri; “Beri gel, geri git!” gibi tâlimatlarla hizâya getirdi ve saydırdı. Bu esnâda saftan ileri çıkmış bulunan Sevâd bin Gaziyye’nin karnına dokunup:
“–Ey Sevâd! Hizâya gel!” buyurdu. Sevâd (r.a):
“–Yâ Rasûlallah, canımı acıttın! Allah seni hak ile gönderdi. Kısas isterim!” dedi. Peygamber Efendimiz gömleğini açtı ve:
“–Haydi, kısas yap” buyurdu. Ensâr, endişelenerek:
“–Ey Sevâd! O Allah’ın Rasûlü’dür!” diye onu kendine getirmeye çalıştılar. Sevâd (r.a):
“–Adâlette hiçbir beşerin diğerine karşı üstünlüğü yoktur!” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v) tekrar:
“–Haydi, kısas yap!” buyurdu. Sevâd, Peygamber Efendimiz’in mübarek bedenini öptü. Rasûlullah (s.a.v):
“–Ey Sevâd! Niçin böyle yaptın?” diye sordu. Sevâd (r.a):
“–Görüyorsunuz ki savaşa hazırlanmış bulunuyoruz. İstedim ki, benim en son ânım, sana dokunduğum ân olsun!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) ona hayır duada bulundu. (İbn-i Hişâm, II, 266-267; Vâkıdî, I, 57; İbn-i Sa‘d, III, 516)
♦ ♦ ♦
Enes (r.a) da şöyle anlatır:
“Vefâtı esnâsında Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanındaydık. Bize üç defâ:
«–Namaz husûsunda Allah’tan korkun!» dedi. Sonra da şöyle buyurdu:
«–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk. Namaz husûsunda Allah’tan korkun!»
Sonra; «Namaz, namaz.» diye tekrar etmeye başladı. (Mübârek lisanları söylemez olunca bile) rûh-i mübârekleri çıkıncaya kadar, bunu içten içe tekrar edip durdular.” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)
♦ ♦ ♦
Rasûlullah (s.a.v), vefâtlarından önce mü’minlere son defa hitâb ederek:
“Nihayet ben de bir insanım! Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Kimin malından bilmeyerek bir şey almışsam, işte malım gelsin alsın! İyi biliniz ki, benim katımda en sevimli olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir. Zira Rabbime, helâlleşmiş olarak ve gönül rahatlığıyla kavuşmam ancak bu sâyede mümkün olacaktır. Hiç kimse «Rasûlullah’ın kin ve düşmanlık beslemesinden korkarım!» diyemez. İyi biliniz ki, kin ve düşmanlık beslemek asla benim ahlâkım değildir. Ben aranızda durup bu sözümü tekrarlamaktan kendimi müstağni görmüyorum” buyurdu. Öğle namazını kıldıktan sonra dönüp minbere oturdu ve bu sözlerini tekrar etti. (İbn-i Sa‘d, II, 255; Taberi, Tarih, III, 190)
Sonra şöyle buyurdu:
“Allah’ım! Ben hangi mü’mine ağır bir söz söylemişsem, o sözümü kıyâmet gününde kendisi için, sana yakınlık vesilesi kıl!” (Buhârî, Deavât, 34)
♦ ♦ ♦
İslâm, müslümanlara hesap gününü düşünerek yaşamayı ve kimsenin hakkına tecâvüz etmemeyi öğretir. Rasûlullah (s.a.v) bunu gâyet vecîz bir şekilde şöyle ifade buyurmuştur:
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir…” (Buhârî, Îmân, 4-5)
♦ ♦ ♦
Hz. Ömer (r.a) şöyle anlatır:
Hayber Gazvesi günü idi. O sırada Allah Rasûlü’nün ashâbından bir grup geldi ve:
“–Falanca şehit, falanca da şehit” dediler. Sonra bir adamın yanından geçerken:
“–Falanca kimse de şehit olmuş” dediler. Bu sefer Rasûlullah (s.a.v):
“–Hayır, ben onu, ganîmet mallarından haksız yere aldığı bir hırka içinde cehennemde gördüm” buyurdu. Sonra da:
“–Ey İbn-i Hattâb, git ve insanlara «Cennete ancak mü’minler girebilecektir» diye nidâ et!” buyurdu.
Ben de çıktım ve: “Cennete ancak mü’minler girebilecektir” diye nidâ ettim. (Müslim, Îmân, 182)
♦ ♦ ♦
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) vefatlarından önce mü’minlere son defa hitâb ediyor ve onlara son hatırlatmalarda bulunuyordu. Bir ara sözü kul hakkına getirerek:
“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki; dünya rüsvâlığı âhirettekinin yanında pek hafiftir.” buyurdu. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319; İbn-i Sa’d, II, 255)
Bunun üzerine, bir adam ayağa kalktı ve:
“–Yâ Rasûlâllah! Ben Allah yolunda savaş ganimetine hıyânet etmiş, üzerime üç dirhem geçirmiştim!” dedi. Efendimiz ona:
“–Sen bu hıyâneti ne için yaptın?” diye sordu. Adam:
“–Ona ihtiyacım vardı.” dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“–Ey Fadl bin Abbas! Bu kişiden Beytülmâl (hazine) hesabına üç dirhem al!” buyurdu. (Taberî, Târih, III, 190)
Yine Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz vefâtından önce ashabına yaptığı son nasihatlerinin bir yerinde şöyle demiştir:
“Nihâyet ben de bir insanım! Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir! Kimin malından sehven (bilmeyerek) bir şey almışsam, işte malım gelsin alsın!
İyi biliniz ki; benim katımda sizin en önde geleniniz, en sevgili olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir ki, Rabb’ime onun sayesinde helâlleşmiş olarak, gönül hoşluğu ve rahatlığı ile kavuşacağım!
Hiç kimse; «Rasûlullâh’ın kin ve düşmanlık beslemesinden korkarım!» diyemez! İyi biliniz ki; kin ve düşmanlık beslemek, asla benim huyum ve hâlim değildir! Ben aranızda durup bu sözümü tekrarlamaktan kendimi müstağni görmüyorum!” buyurdu.
Öğle namazını kıldıktan sonra dönüp minbere oturdu ve bu sözlerini tekrar etti. Bunun üzerine, bir adam ayağa kalktı:
“–Sizden biri istekte bulununca ona üç dirhem vermemi emretmiştiniz, ben de vermiştim.” dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“–Doğru söylüyorsundur! Ey Fadl bin Abbas! Buna üç dirhem ver!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 255; Taberi, Tarih, III, 190)
Daha sonra şu niyazda bulundu:
“Ey Allâh’ım! Ben ancak bir insanım! Müslümanlardan hangi kişiye ağır bir söz söylemiş veya bir kamçı vurmuş veya lânet etmişsem, Sen bunu onun hakkında temizliğe, ecre ve rahmete vesîle kıl!” (Ahmed, III, 400)
“Allâh’ım! Ben hangi mü’mine ağır bir söz söylemişsem, o sözümü kıyâmet gününde kendisi için, Sana yakınlık vesîlesi kıl!” (Buhârî, Deavât, 34)