İnayet sözlükte; ‘isteme, gayret, amaçlama, ilgilenme, ihsan, önem verme, özenme’ gibi anlamlara gelmektedir. İnayet, Allah’ın kâinat hakkındaki kültî bilgisi ve takdiri anlamında felsefe terimidir. İslâmî kaynaklarda inayetin genellikle Allah’a izafe edilerek inâyetullah şeklinde yaygın bir kullanımı bulunmakta olup bununla Allah’ın yardımı, lutfu, koruyup gözetmesi kastedilir; bu manasıyla inayet esasen müheymin, rezzâk, hafız ve mukit gibi ilâhî isimlerde mündemiçtir.
İNAYET KELİMESİNE ÖRNEK CÜMLELER
– “(Ey Rasûlüm!) O’nun Sana karşı kerem ve inayeti büyüktür.” (el-İsrâ, 87)
– Bu iş o dereceye vardı ki, müşrikler, artık vahyin menbâını kurutmak gibi alçakça bir düşünceyi bile hatırlarına getirir oldular. Fahr-i Kâinât Efendimiz ise sabrın zirvelerinde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ediyor, O’nun inayet ve muhâfazasına sığınıyordu. Fakat ilâhî vaat henüz gerçekleşmiyordu.
– Varlık Nûru ve O’nun Yâr-ı Gâr’ı mağarada bir müddet kalacaklardı. Böylece, kendilerini Medîne yollarında arayacak olan müşriklerden daha rahat korunabileceklerdi. Zâten Allâh’ın lutf u inayeti onların üzerindeydi ve kul tedbîrinin tükendiği yerde ilâhî nusret devreye giriyordu.
– Tasavvufun gâyesi de, nazargâh-ı ilâhî olan gönülde, Cenâb-ı Hakkʼın râzı olacağı, rahmet ve inayetiyle nazar kılacağı bir kıvâmı sâbitleyebilmektir. Bunun için de evvelâ nefsâniyeti bertarâf etmek, gönlü zararlı şeylerden, hattâ lüzumsuz ve mâlâyânî düşüncelerden bile temizlemek gerekir.
Allah’ın İnsana İnayeti
İnsanın, diğer yaratıklarda bulunmayan bir özelliği vardır. Allah insanlığın babasını eliyle yaratmış, ona ruhundan üflemiş, melekleri ona secde ettirmiş ve herşeyin isimlerini ona öğretmiştir. Onun üstünlüğü meleklere ve ondan aşağı varlıklara açıklanmıştır. İblis›i yanından kovmuş, kapısından uzaklaştırmıştır. Çünkü İblis secde edenlerle birlikte onun için secde etmemiş ve ona düşman kesilmiştir.
İnsanlar arasında mü›min kişi, genel manada insanların en hayırlısıdır ve alemler arasında seçkin bir hüvviyete sahiptir. Allah bu kişiyi, üzerindeki nimetini tamamlamak,ardarda ihsanını yağdırmak, aklına hayaline gelmeyecek nimetleri lütfetmek için yaratmış, kulunun da ondan batini, zahiri, dünyevi ve uhrevi bütün bağış ve hediyelerini dilemesini istemiştir.
Kişi bütün bunlara ancak O’nu sevmekle ulaşabilir. Bu sevgiye de ancak O’na itaatle, O’nu diğer şeylere tercih etmekle ulaşılabilir. Allah insanı kendine dost edinmiş ve sevdiği biri kendine geldiğinde onu seven zengin cömert birinin o kişiye sunmayı tasarladığından çok daha fazla nimet hazırlamıştır. İnsana emir ve nehiyleriyle vaatte bulunmuştur. Bu ahdinde kendisine yaklaştırıcı, sevgisini ve ikramını artırıcı, onu kendisinden uzaklaştırıcı ve öfkelendirici ve nezdindeki değerini düşürücü hususları belirtmiştir.
Allah tarafından sevilen insanın bir düşmanı vardır ki, bu düşman, mahlukatı arasında O’nun en fazla kin duyduğu bir varlıktır. İnsana olan düşmanlığını açıkça ortaya koymuş, kullarından, gerçek dost ve Tapınılacak Zat’a değil de, dinlerinin, itaatlerinin ve ibadetlerinin kendi adına yapılmasını istemiş ve hep kulları ile O’nun arasının açılmasını arzulamıştır. Bu düşman, insanlardan bir kısmını kendine çekmiş ve bu insanlar Rablerine karşı bu düşmana yardım etmişler, onunla dost olmuşlardır. Bu insanlar, bu düşman ile beraber olup Allah’a düşman kesilmişler, O’nun gazabını çeken çirkinliklere çağırmışlar, O’nun rablığına, ilahlığına ve birliğine itiraz etmişler, O’nu, tekzib etmişlerdir. O’nun dostlarını fitneye düşürüp türlü türlü metodlarla onlara eziyet etmişlerdir. Bunlar Allah’ın dostlarını yeryüzünden kaldırmaya çalışırlar, üzerlerinde hakimiyet kurmaya gayret ederler, Allah’ın hoşnut olup sevdiği herşeyi yok etmeye ve O’nun sevip hoşnut olduğu hususları kaldırıp kızdığı tiksindiği işleri bunların yerine koymaya canla başla çalışırlar. Allah Teala bu düşmanı, onun yollarını, işlerini ve nelere güçlerinin yetebileceğini insanoğluna tanıtmış, onunla dost olmaktan, grubuna girmekten ve onunla birlikte olmakdan insanları sakındırmıştır.
Cenab-ı Hak ahdinde şunları haber vermiştir:
O, cömertlerin en cömerti, ikram edenlerin en çok ikram edeni ve merhamet sahiplerinin en merhametlisidir. Rahmeti gazabından, sabrı cezasından, affı yargılamasından daha fazladır. Mahlukatına nimetini bol bol vermiş, rahmet duygusunu kendine vacib kılmıştır. O, ihsanı,cömertliği, bağışı ve iyilik yapmayı sever. Bütün lütuf O’nun elindedir; bütün hayır O’ndadır; bütün cömertlik O’na aittir. O’na en sevimli gelen şey şudur:
Kullarına cömert davranmak; bol lütuf vermek; ihsan ve cömertlik ile onları abad etmek; nimetini tastamam vermek ve bu nimetini de kat be kat artırmak; sıfat ve isimlerini onlara tanıtmak ve nimet ve bağışlarıyla kullarını sevdiğin onlara göstermektir.
Allah’ı zatından dolayı cömerttir ve her cömert kişinin cömertliğini O yaratmıştır. O kişinin cömertliği, O’nun cömertliğe nisbetle zerreden daha küçük olduğu halde devamlı O yaratır. Kayıtsız şartsız tek cömert O’dur ve bütün cömertlerin cömertliği O’ndan kaynaklanır. O’nun cömertliğe, vermeye, ihsana, iyiliğe, nimet ve lütuf vermeye karşı olan sevgisi insanların düşünebildiği yahut tahayyül edebildiğinin çok üstündedir. Kulların vermesine, cömertlikte ve lütufta bulunmasına dair sevinci, yani onu alana nisbetle kendisinin vermesinden duyduğu sevinç, o kişinin sevincinden çok daha fazladır. O’na en çok ihtiyaç hisseden kimse, şerefi en yüce olandır.
Kulun ihtiyacı arttıkça gelen bağışın değeri ve kulun mertebesi artıyorsa, bunu verenin değeri ve bu bağışı yapanın ne kadar sevindiği tasavvur edilebilirmi? Bağışta bulunan Allah Teala’nın; bu kula vermesinden dolayı duyduğu sevinç, bunu elde eden kişiden çok çok fazladır. En yüce sıfat ve değer Allah’a mahsustur.
İşte cömert olan Allah›ın insanlar karşısındaki durumu budur. Allah›ın ihsan ve lütfuyla duyduğu sevinç, sürür ve ferahlık, ihsanı alandan daha fazladır. Fakat bu bağıştan duyduğu hazla, alan kimse bu bağışı veren kimsenin haz sevincini hissetmez. Bu durum ise, veren kimseye bütünüyle muhtaç olduğu, bunun arkasından böyle bir yardımın garantisini hissedememesi, yeniden ihtiyacı olacağından endişe etmesi ve bu veren kimsenin dengi ve ondan daha düşük seviyede birinden yardım isteme zilletine duçar olma korkusundan kaynaklanır.
Fakat bütün bunlardan yüce ve münezzeh olan Allah hakkında böyle düşünülebilir mi? Bütün semavat ve yeryüzü halkı, onların ilk ve son nesilleri, insan ve cinler, kuru ve yaş olanlar topluca bir yerde buluşup O’ndan isteseler, her isteyene her istediğini verir ve bu da O’nun sahip olduğu şeylerden zerre ölçüsünde bir şey eksiltmez.
O, zatından dolayı cömert, yine zatından dolayı hayat sahibi, zatından dolayı alim (hakkıyla bilen), zatından dolayı semi (hakkıyla işitici) ve basir (hakkıyla gören) dir. O’nun yüce cömertliği, zatının gereklerindendir. Affetmek, O’na intikam almaktan, lütufla muamele, adaletten, vermek vermemezlikten daha sevimli gelir.
Kendisi için yarattığı, her türlü ikramı ona hazırladığı, onu başkasına üstün kıldığı, bilgisinin mahalli kıldığı, kitap indirdiği, peygamberlerini gönderdiği, işine itina gösterip ihmal etmediği ve başıboş bırakmadığı kulu ve sevgilisi insan, O’nun çizdiği yoldan saparsa O’nun gazabına hedef olur. Yine bu insan, O’nu kızdıran ve tiksindiren işleri yapar, O’ndan kaçar, düşmanı ile dostluk kurar, O’na yardım eder, O’nun düşüncesine katılır, O’nun en çok hoşuna giden nimet ve ihsanda bulunma yolunu tıkar ve böylece O’na cezalandırma, öfkelenme ve intikam alma yolunu açarsa, cömert ve ikram sahibi, cömertlik, ihsan ve iyilikde bulunma sıfatlarıyla vasıflanmış olan Allah Teala’dan bu sıfatların zıdlarıyla kendisine muamelede bulunması için O’nu davet etmiş olur.
Böylece o kişi, O’nu gazablandırmayı, öfkelendirmeyi, O’nun intikam almasını; hoşnud olması yerine gazablanması, öfkelenmesi; keremi, iyiliği ve bağışı yerine intikam ve cezalandırmasını tercih etmiş olur. İsyan etmekle, O’nun daha çok sevdiği fiillerde bulunmak yerine sevmediği fiillerle ona mukabelede bulunmasını, cömertlik ve ihsan gibi zatının gereklerinden olan sıfatların zıddıyle karşılık vermesini istemiş olur.
Allah’ın kendisine yakın kıldığı ve ikramını tahsis ettiği bu insan, O’ndan firar etmiş, isyan etmiş, ikramını reddetmiş ve düşmanına meyletmiştir. Halbuki O’na şiddetle muhtaçtır ve bir an bile O’ndan müstağni kalamaz.
Bazen Allah’ın sevdiği insan, düşmanla birlikte olup onun taatinde ve hizmetinde bulunduğu bir halde efendisini unutmuş ve düşmanına adım uydurmakta aşırı bir gayret göstermiştir. Bu haliyle o kişi, efendisinin sevdiği fiillerinin zıddiyle kendisine mukabelede bulmasına davette bulunmuştur. Fakat sonra kendisine bir fikir doğmuş, efendisinin iyiliğini, merhametini, cömertliğini ve ikramını hatırlamış, O’ndan kaçışın olmadığını ve dönüp varacağı yerin O olduğunu, şerefinin O’na bağlı olduğunu kavramıştır. Eğer kendi arzusuyla O’na yönelmezse, çok daha kötü bir halde O’na götürüleceğini idrak eder. Ve böylece düşmanının yurdundan, Efendi’sine koşar.
Bu konuda büyük gayret sarfederek sonunda O’nun kapısına ulaşır, yüzünü eşiğine koyar ve zavallı, yalvaran,korkak, ağlar ve üzgün bir şekilde o eşiğin toprağını yastık yapar. Rabbine yalvarır, merhametini, acımasını ister ve O’ndan özür diler. Eliyle kendini O’nun huzuruna atar, O’na boyun eğer ve boynunun ipini ona verir. Yularını O’na teslim eder. Efendisi, kalbinde olanı bilmektedir; o kişiye olan gazabı ondan hoşnut olmaya, ona karşı duyduğu sert his merhamete dönüşür. O kişiye vereceği cezayı affa, vermemezliği vermeye, onu yargılamayı sabra tebdil eder.
Kul efendisine dönüp O’na gereği gibi tevbe etmiş, güzel isimleri ve yüce sıfatları ile O’na yönelmiştir. Bu duruma Efendisi nasıl sevinmesin? Sevdiği insan kendi istek ve arzusuyla O’na dönmüş, Efendisinin rızası ile yine O’na müracaat etmiştir. Kul, gazab, intikam ve cezalandırma yollarına nispetle O’na daha sevimli gelen O’nun iyilik, ihsan ve cömertlik yolunu açmıştır.
Bu konuda ariflerden birinden nakledilen meşhur bir hikaye vardır:
Bu arif zat, bir gün efendisine isyan eder ve kaçar, sokakların birinde açık bir kapı gözüne takılır, kapıdan yardım isteyerek ağlayan bir çocuk çıktığını görür. Arkasında annesi onu kovalamaktadır, çocuk evden dışarı kendini atar. Annesi kapıyı yüzüne kapatır ve içeri girer. Çocuk çok uzağa gitmez, düşünceli bir şekilde durur. Çıkarıldığı evden başka kendine sığınacak ne bir yer, ne de annesinden başka kendini koruyacak birisi yoktur. Kalbi kırık, üzüntülü bir vaziyette geri döner. Kapıyı açmaktan korkar ve kapı eşiğine yükünü koyup orayı yastık edinir ve uyur. Sonra annesi dışarı çıkar. Oğlunu bu vaziyette görünce onun haline dayanamaz üstüne kapanmaktan kendini alıkoyamaz. Boynuna sarılır, onu öper, ağlar ve şöyle der: Çocuğum! Beni bırakıp nereye gidiyorsun, seni benden başka kim koruyacak? “Bana karşı gelme! Sana karşı merhamet, şefkat ve iyiliğini istemek üzere yaratılmış olan tabiatımın zıttıyla -bana isyanından dolayı- sana mukabelede bulunmaya beni zorlama!” diye sana söylemedim mi? Sonra onu alır ve içeri götürür.
Şimdi bu annenin şu sözünü düşün:
“Bana isyan etmenden dolayı, merhamet ve şefkat göstermek üzere yaratılmış olan tabiatımın zıttıyla sana davranmak zorunda bırakma beni.”
Yine Rasulullah (sav)’in şu hadisini hatırla:
“Allah’ın kuluna olan merhameti, annenin çocuğuna duyduğu merhametten daha fazladır”. (Buhari, Edeb,18; Müslim, Tevbe,22)
Allah’ın herşeyi kuşatan rahmeti yanında, annenin merhameti nerede kalır?
Kul yaptığı isyanla O’nu öfkelendirdiğinde, bu rahmetin kendine değil de başka tarafa yönelmesini istemiş olur, fakat tevbe ederse Allah’ın rahmetini, O’nun sevdiği ve kul için de daha uygun olan tarafa çekmiş olur.
Bu küçük misal bile seni, Allah’ın kulun tevbesine karşı duyduğu sevincin sırrına vakıf kılmaya yeter. Bu sevinç, bulmaktan ümidini kestikden sonra çölde devesini bulan kişinin sevincinden daha fazladır.
Bu noktadan ilerisini kelimeler ifade edemez ve zihinler inceliğini anlayamaz
Allah’ın sıfatlarının fonksiyonsuz olduğunu kabul etmekten (ta’til) ve teşbihden kaçın!
Çünkü bu ikisi de çirkin görülmüş ve ruhen hasta insanların gezindiği bir sahadır. Bu iki alanda O›nun emrinin güzel kokusu ve nefesi hissedilmez. Bu iki durumun meydana getirdiği nezle, tat alma duyusunu bozduğu gibi koku alma duyusunu da tahrip eder. İmanın tadını alamaz ve güzel kokusunu duyamaz. Büsbütün mahrum kimse, kendisine zenginlik ve hayır sunulduğu halde onu kabul etmiyen kimsedir.
Allah’ın verdiği nimeti engelliyecek bir mani veya vermediğine verecek bir kimse yoktur. Lütuf Allah’ın elindedir ve dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir. (Huzur Sayfası – inzardergisi)