VERGİ
Verilen şey, verilmek zorunda olunan değer; toplum menfaat ve işlerinin düzenlenmesi için fertlere yüklenilen malî mükellefiyet.
Tarihî bir vakıa olan vergi, Türkçe’deki “vermek” kelimesinden türetilmiştir. Bu kelime, kendileri ile birlikte kullanıldığı terkiplere göre farklı manalar alır. Bununla beraber hemen hepsinde “başkasına bir şey vermek” gibi ortak bir özellik taşır (Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Şemseddin Sâmi, Kamus-i Türkî, İstanbul 1317-1318, II, 1500).
Farklı dillerde değişik kelimelerle ifade edilen “vergi”nin deyim ve ıstılah olarak tarifi ise hemen hemen bütün toplumlarda aynıdır denebilir. Buna göre “vergi, amme menfaat ve işlerinin tanzimi mevzu bahs olduğu hususlarda, fertlere yüklenen bir mükellefiyettir” (Salih Tuğ, “İslâmda Vergi Hukukunun Tekevvünü”, İslâm Medeniyeti Mecmuası,1967, I, 1/25) Veya “umumi masrafların yükünü fertler arasında dağıtmak için başvurulan bir usuldür” diye tarif edilebilir (Cezmi Erçin, Muhtasar Maliye İlmi ve Maliye Mevzuatı, İstanbul, 1935, 105).
Tarihin uzak dönemlerinden beri bilinen vergiye, insan toplumlarının ortaya çıkışı ile rastlandığını söylemek mümkündür. Bu bakımdan, toplumun en basit sosyal çekirdeği olan aileden devlete kadar her kademesinde vergi bulunmaktadır. Toplumlarda devlet siyasî bir fonksiyon olarak ortaya çıkınca bu siyasî teşkilâtın karakterine göre zaman ve mekanlara göre farklı olmakla birlikte vergi de çok açık ve bariz bir şekilde ortaya çıkmış ve günümüze kadar devam edegelmiştir.
Toplum menfaatinin söz konusu olduğu konularda fertlerin her ne suretle olursa olsun “emek”, “ayn” ve “nakit” şeklinde iştirakleri tarzında anlayan müelliflere göre, insanlar dışında sosyal yaşama belirtisi gösteren hayvan topluluklarında dahi vergiye rastlandığı belirtilmektedir. Fertleri birbirleriyle daimî bir yardımlaşma halinde olan insan cemiyetlerinde ise benzer iştiraklere daha çok tesadüf edilmektedir. Bu bakımdan vergi, sun’î bir müesese değil, tabiî ve ictimaî bir müesesedir. Toplum halinde yaşamanın vazgeçilmez bir sonucudur.
Bugünkü modern cemiyetlerde görülen vergi, binlerce yıllık insanlık tarihinde, gitgide gelişen ekonomik ve sosyal şartlara bağlı olarak günümüze kadar gelmiştir. Bu gelişme üç ana safha halinde gösterilebilir. Bunlar:
a- Ekonomik değişim vâsıtalarının henüz ortaya çıkmadığı ve henüz ferdî mülkiyet mefhumunun tam belirmediği safhadır ki bu, ibtidaî cemiyet şartlarında nakdî ve aynî şekilde vergilere rastlanamayacağı açıkça bilinmektedir. İnsanlık tarihinde rastlanan ilk vergi ödemeleri, fertlerin “emeği ile iştirak” şeklinde sosyal yaşamadan doğan genel ihtiyaçların giderilmesi tarzında kendini gösterir. Bu safhada fert, henüz mal mülk sahibi olmamıştır, yeğane serveti emeğidir. Öyle anlaşılıyor ki bu durum asırlarca devam edip gitmiştir.
b- Toplumda, mülkiyetin genel esaslarının ortaya çıkmaya başladığı bu ikinci safhada fert, mülkiyet mefhumunu tanımaya başlamıştır. Buna bağlı olarak iktisadî mübadele (değişim) vasıtası bizzat eşya olmuştur. Bu devir, takas suretiyle alış-verişlerin yapıldığı devirdir. Bu safhada fertler, amme işlerinin görülmesine aynî ödemeler şeklinde iştirak etmeye başladılar.
c- İktisadî mübadele vasıtası olarak naktin (para) ortaya çıktığı bu safhada fert, vergi şeklindeki ödemelerini para ile yapmaktadır.
Burada şunu da hemen belirtelim ki, bu tarzda üçlü bir tasnif, tarihî yönden birbirinden kat’i ve kesin çizgilerle ayrılmaz. Yani biri ortaya çıkmakla diğeri tarihe karışıp yok olmaz. Toplumların ekonomik ve sosyal tekâmül (gelişmişlik) seviyeleri yek diğerine göre azalan ve çoğalan nisbetlerde bu üç şekilde ödenen verginin her devirde hayatiyet kazanmasını sağlayabilmiştir (Bu safhalar hakkında daha geniş bilgi için bk. Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, İstanbul 1984, 1-3).
Tarihî bir realite olan vergi, toplumdan topluma değişiklikler göstermektedir. Binaenaleyh, toplumun başında bulunan ferdin (reis, hükümdar, kral, kraliçe vs) mutlak kuvvete dayanan şahsî arzusundan doğan vergiler olduğu gibi, dinî toplumlarda ruhanî icablardan doğan vergiler de olabilir. Ayrıca savaş sonucu bir tarafın galip gelmesi sonucu olarak da ortaya çıkabilir. Tarihte geçerli olan bu âmiller yüzünden hemen hemen her toplulukta vergiye rastlamak mümkündür. Babil, Mısır, İran, Roma, Bizans, Arap, Çin gibi toplumlarda uygulanan vergiye Tevrat’ta da rastlanmaktadır.
Siyasî bir çevre içinde ortaya çıkan İslâm, kendisinden önceki din ve cemiyetlerde mevcud bulunup tatbik edilen bir takım vergilerle karşılaşmıştı. İslâm amme menfaatlerinin gözetilmesi hususunda fertlerin, toplumun yükünü hafifletmesine yardımcı olma bakımından devlet faaliyetine çeşitli imkânlarla iştiraki demek olan vergiden müstağni kalamazdı. Bununla beraber İslâm vergi sistemi, birden bire ve topyekün vaz’ edilip tatbikat sahasına konmamıştır. O, İslâm’ın yayılıp gelişmesine paralel olarak yirmi senelik teşriî ve uygulamalı bir tekâmül sonunda müesseseleşmiştir (Ziya Kazıcı, Osmanlılarda Vergi Sistemi, İstanbul, 1977, 27). Nitekim zekât, öşür, cizye, ganimet, sadaka vs. gibi bazı vergilerden Kitâb ve Sünnet’te söz etmektedir. İslâm, bir yandan bunları ana kaynakları vasıtasıyla vaz’ edip hayata uygularken, diğer taraftan da ve devletlere göre değişebilen, toplumun özel bazı ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve “Nevâib” diye adlandırılan bir vergi sistemini’ni geliştirmiştir (Geniş bilgi için bk. Kazıcı, a.g.e., 28). Hatta, savaş, kıtlık ve deprem gibi olağan üstü durumlarda devletin değişik vergileri tarh (koyma) selâhiyeti vardır. Böyle durumlarda devlet, zenginlerden daha fazla vergi alma yetkisine sahiptir (İbrahim, Fuod Ahmed Ali, el-Mevâridu’l-Maliye fi’l İslâm, Kahire 1970, 163).
İslâm vergi sisteminde vergilerin isim ve nisbetleri, vergi mükellefinin durumuna göre değişir. Bu da büyük ölçüde Müslüman devletin tebeası olan kişinin müslim veya gayr-i müslim olmasına bağlıdır. Bu bakımdan, İslâm dünyasında vergiler genel olarak;
a- Müslümanlarla ilgili vergiler.
b- Gayr-i müslimlerle ilgili olan vergiler olmak üzere iki kategoride mütalaa edilirler. Zekât, Öşür, Sadaka gibi ibâdet mânasını da taşıyan vergiler Müslümanların vermek zorunda oldukları dinî mükellefiyetlerdir. Buna karşılık Cizye ve Harac da Müslüman olmayanların ödemeleri gereken malî vergilerdir. Bu vergileri ödeyen gayr-i müslimler, buna karşılık mal ve can güvenliği elde ederler. Binaenaleyh bu vergileri veren kimse ile savaşılmayacağı gibi onlara gelecek olan her türlü tehlike de bertaraf edilir (Geniş bilgi için bk. Kazıcı, a.g.e. 28-37; Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib el-Basrî el-Mâverdî, el-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Mısır 1909, 127-128).
Bilindiği gibi İslâm’dan önce çeşitli din ve toplumlarda vergiye mevzu teşkil eden pek çok mal bulunmakta idi. Bunların miktarı ve tahsil şekilleri de biliniyordu.
Siyasî bir camia içinde vaz’edilmeye başlanan İslâm’ın vahye müstenid ilahî kitabında ve onun tamamlayıcısı olan hadislerde çeşitli mevzularda malî mükellefiyetler belirtilip ortaya konmuştur. Bundan başka, Medine islâm devletinin başkanı sıfatı ile Hz. Peygamber, Arap Yarımadasının birçok yerine gönderdiği resmî yazılarla ora halkına, Müslümanların tabi olduğu vergileri göstermiş ve kendilerini bunlarla mükellef tutmuştur. Bu yeni devleti temsilen çeşitli yetkilerle gönderilen memurlar, farklı tali isimler altında ve fakat zekât ile sadaka mefhumu içinde kalan vergileri toplayıp merkeze gönderiyorlardı.
Tarihî bilgilere dayanarak İslâm’da vergiye mevzu teşkil eden emtiayı şöyle bir tasnife tabi tutabiliriz:
1- Ziraî mahsul,
2-Hayvanlar,
3- Madenler,
4- Çeşitli menkul eşya,
5- Gümrük,
6- Sadaka-i fitir gibi arızî vergiler (vs).
İslâm dünyasında tarh şekline göre vergiler genel olarak iki ana başlık altında toplanır. Bunlar;
a) “Tekâlif-i Şer’iyye” denilen şer’î vergiler,
b) “Tekâlif-i Örfiyye” denilen örfi vergiler.
Bilindiği gibi “Tekâlif-i Şer’iyye” Kitab, Sünnet ve Fıkıh kitaplarında cins, miktar ve isimleri belirtilmiş bulunan vergilerdir. “Tekâlif-i Örfiyye” ise kaynağını örften alır. Örf, İslâm hukukunun kaynaklarından biridir. Bu kelime, lugatta “insanlar arasında tanınmış, beğenilmiş ve tekrar edilegelmiş bulunan şey” mânasını taşır (Abdulvahhab Hallâf, İlmu Usûli’l Fıkh, Kuveyt,1970, 89). Keza örf tabiri, “Örf-i Sultanî” şeklinde şeriatın temas etmediği bir mevzuda hükümdarın nasslara aykırı olmamak şartıyla toplumun hayrı ve faydası için bizzat kendi iradesine dayanarak çıkardığı kanunlar için de kullanılır (Halil İnalcık, “Osmanlı Hukukuna Giriş” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XIII/2,103). Gerçekten, İslâm hukukçuları da sultanları şeriat hükümlerinin açık bir şekilde aksini emretmediği mevzularda ve amme maslahatının icab ettirdiği şekilde, örf ve âdete uyarak kanun koymada serbest bırakmışlardır. Bunun için imam (devlet başkanı)ın devletin esas nizam ve teşkilâtında kendi re’yi ile hareket etmesinde bir sakınca görülmemiştir (Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı. İslâm Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1991, 311).
İslâm hukukunun kaynaklarından biri olduğuna temas edilen örf, bu yönü ile ve özellikle vergi konusunda bütün islâm devletlerinde kullanılmıştır. Tebeası arasında en fazla gayr-i müslim nüfus bulunan Osmanlı Devleti ise bu müesseseye çokça baş vurmuştur. Zaman, iklim, harpler ve diğer bazı sosyal sebepler devletleri buna zorlamış görünmektedir. Bu sebepledir ki, Osmanlı maliyesinin temel dayanağını teşkil eden vergi, bu manada iki ana bölüme ayrılmaktadır. Bunlardan biri, tamamiyle şeriata dayanan ve esas itibarı ile Kitab ile Sünneten kaynaklanan “Şer’î vergiler”dir. İkincisi de baş gösteren malı sıkıntılar yüzünden tarh edilen “Örfî vergiler”dir. Osmanlı Devleti, kendisinden önceki diğer müslüman devletler gibi örfî vergi koymak zorunda idi. Zira, devrin özelliği diyebileceğimîz harpler, durmaksızın devam ediyor ve şer’î vergilerde bu durumun yüklediği masrafları karşılamaktan uzak bulunuyordu. İslam dünyasının savunma organı olarak Haçlı zihniyetine karşı durabilmek için Külliyetli miktarda askerin beslenmesi, donatılması ve harbe hazır hale getirilmesi ile donanmanın görev yapabilmesi gibi mecburiyetler devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda bırakıyordu. Bu vergi de kendi arasında iki kısma ayrılmaktadır.
a- Tekâlif-i âdiye,
b- Tekâlif-i şakka.
İslâm dünyasında Hz. Peygamber devrinde temelleri atılan malî müessesler, ondan sonra daha geniş bir teşkilâta kavuşturulmuştu. Bu sebeple malî daire (Divân)ler, ilgilendikleri vergi çeşidine veya gördükleri işlere göre farklı isimler almışlardı. Suriye, İran, Irak ve Mısır gibi bölgelerin İslâm devletinin sınırları içine katılmasıyla birlikte, Mâliye bu yerleri de kendi ağı içerisine almakta gecikmedi. Öyle ki, malî teşkilât, ele geçen bu yerlere ordu ile beraber girmişti. Çünkü İslâmî anlayışa göre, zapt edilen yerde “harp hukuku”nun dışında kalan herhangi bir malî yağmacılık yasaklanmıştır. Harp hukukuna göre ganimet hükmünü alan her şeyin iğneden ipliğe devlete teslimi esastır. Bunların, Kur’ân’da gösterildiği şekilde taksimi, devletle belli hak sahiplerine düşen payların ayrılıp tevzü maliyeye düşen bir vazife olarak telakki edilmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.s) Medine’ye hicret edince orada bir devlet kurdu. Kurulan bu devlet için de yazılı bir anayasa hazırlandı. Böylece o, maddî bir müeyyideye yani bir devlet gücüne sahip oluyordu. Daha önceki bazı mükellefiyetlerle birlikte ortaya çıkan yeni mükellefiyetler tam anlamıyla bir devlet vergisi oluyordu. Devletten beklenen hizmet ve gayeleri vergisiz yerine getirmek mümkün olmadığından, vergilerin muntazaman toplanması gerekiyordu. Bu sebeple devlet, maliye teşkilâtını kurmakta gecikmedi. Rasulüllah, hicreti esnasında uğrayıp kısa bir süre kaldığı Medine yakınındaki Kuba’da ilk mescidi inşa ettirip burada irad ettiği ilk hitabesinde malı mükellefiyetlere de temas ederek “Yarım hurmayla bile olsa kendinizi ateşten koruyun” demişti (İbn Hişâm, es-Siretu’n-Nebeviyye, Kahire tarihsiz, II, 63; Buharî, Zekât,10).
İslâm maliye teşkilâtı içerisinde, vergilerin tahakkuk ve tahsilinde, bakım ve muhafazası ile ilgili değişik isimlerle pek çok memur görevlendirilmiştir. “Ârif”, “Âmil”, “Musaddık”, “Âşir”, “Hâzin”, “Kâsım”, “Hâris”, “Keyyal”, “Emin”, “Nâzir”, “Râi”, “Muhtesib” gibi isimler, bunlardan birkaçıdır.
Tarihî bir vakıa olan vergi, farklı topluluklarda değişik isimlerle anıldığı gibi bazan aynı toplumda da değişik isimlerle zikredilebilir. “Hediye”, “Yardım”, “İştirak”, “Fedakârlık” ve “Zorla alma” gibi safhalar geçiren verginin tariflerine daha önce temas edilmişti.
Günümüzde “vergi” kelimesi ile ifade ettiğimiz sistem, tarihte ve günümüzdeki Müslüman devletlerde değişik kelimelerle de ifade edilebiliyordu. Osmanlıların bu manadaki uygulaması, söylenenlere açıklık kazandıracaktır. Bunun için Osmanlılar döneminde “vergi” kelimesi yerine kullanılan bazı kelime ve kullanış yerlerine kısaca temas edilecektir.
a- Resm: Arapça bir kelimedir. Bir çok manasından başka “vergi” yerinde de kullanılır. Bu manasıyla o, devlet adına herhangi bir maldan tahsil edilen vergi demektir. Çoğulu “rüsûm” gelir. Bunun da çoğulu “rusûmât” tır. Resm-i çift, resm-i bennâk, resm-i ganem. Belirtilen bu üç vergi kaleminin günümüzdeki adı ise çift vergisi, bennâk vergisi, koyun vergisidir.
b- Teklif: Şeriat veya devlet nizamı adına fertlerden (mükelleflerden) alınan “vergi” kelimesi yerine kullanılmaktadır. Bu mâna ile çoğulu genellikle “tekâlif” gelir. “Tekâlif-i Şer’iyye” “Tekâlif-i Örfıyye” Şer’î ve Örfi vergiler demektir.
c- Bâc: Kanunnâmelerde alım-satım vergisi gibi özel bir kalem için kullanıldığı anlaşılmakla beraber, bazen de normal vergi için kullanılmaktadır. Bâc-ı bazar, bâc-ı ubûr gibi.
d- Âdet: Bu kelime bilhassa koyun ve keçi gibi küçükbaş hayvanların vergisi söz konusu olduğu zaman kullanılmaktadır. Âdet-i ağnam gibi. Bu konu ile ilgili olarak Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA.)nde Âdet-i ağnam defterleri bulunmaktadır.
Ziya KAZICI