VATAN
Bir kimsenin yerleşip yurt edindiği yer. Sığır ve koyun ağılı. Çoğulu “evtân”dır. Vatan sözcüğü “vatane” fiilinden bir isim olup, fiil anlamı; yerleşmek, ikamet etmek demektir. Aynı fiilin if’âl ve tef’îl babı ise; yurt edinmek, kendisini alıştırmak anlamına gelir. Aynı kökten yer ismi olan “mevtın” sözcüğü ise; yer, yurt, toplantı yeri, savaş sahnesi anlamlarına gelir. Çoğulu “mevâtın” dır.
Kur’ân-ı Kerîm’de yurt, vatan anlamında “ed-dâr” lafzı kullanılır. “Dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir: Âhiret yurdu ise, Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?” (el En’âm, 6/32). “Biz onlara ahiret yurdunu hatırlama özelliği verdik” (Sa’d 38/4). Vatan kelimesi Kur’ân’da geçmez, bu kökten “mevtın”in çoğunu “mevâtın” yer ve mevki anlamında bir âyette şöyle kullanılır: “Şüphesiz ki Allah size bir çok yerde ve Huneyn savaşı yapıldığı günde yardım etmişti” (et-Tevbe, 9/25).
Hadislerde ise “vatan” ve “mevtın” sözcükleri; yer, mevki, yurt, belde ve ülke anlamlarında kullanılmıştır. Hadiste “O, benim vatanım ve yurdumdur” (Ebû Dâvud, İmâre, 36) buyurulur. Burada “vatan” ve “dâr” eş anlamlıdır. Abdullah b. Ömer’in naklettiği; “Rasûlüllah (s.a.s) yedi yerde namaz kılınmasını yasaklamıştır. Bunlar; çöplük, hayvan kesilen yerler, mezarlık, yol kenarı, hamam, deve ağılı ve Beytullah’ın üstünde namaz kılmak” (Tirmizî, Mevâkît, 141). Burada “mevâtın” (yer, yerler) anlamında çoğul kullanılmıştır.
Günümüzde vatan sözcüğü belli bir topluluğun hakim güç olarak yaşadığı, sınırları belirli toprak parçasını ifade etmektedir. Böyle bir beldeye “ülke” veya “yurt” denildiği gibi, tebeasına da “vatandaş” veya “yurttaş” denir.
İslâmî açıdan yurt veya vatan “dâr” sözcüğü ile ifade edilir. Bu da İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için “dârul-islâm” düşman elinde bulunan ülkeler için de “dârul-harp” olarak ifade edilir. İslâm fıkhında dâr; “bir Müslüman veya gayrimüslim idarecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke” olarak tarif edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, Bulak, 1272, III, 247).
Dünya ülkelerinin dârulislâm ve dârulharp olarak ikiye ayrılması Kur’ân ve sünnette yapılmış bir tasnif değildir. Bazı muasır Müslüman müellifler bu taksimi olaylar ve siyasî şartlar karşısında fakihlerin yapmış olduğunu belirtmişlerdir (Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul,1988, 79). Muteber hadis kaynaklarında yer almayan ve daha çok Hanefîlere delil olarak kullanılan bazı hadislerde bu tabirlerin kullanıldığı görülür. Şu hadisler örnek olarak verilebilir: “Dârulharp’te hâdler uygulanmaz” (ez-Serahsî, el-Mebsût, IX,100; Zeylaî, et-Tebyîn, I, Baskı, Bulak,1313, IV, 97; İbnü’l-Hümam, Fethu’l-Kadîr, Mısır, 1319, IV,178). ” Dârulharp’te Müslümanla harbî arasında faiz yoktur” (es-Serahsî, a.g.e., X, 28, XIV, 56; Zeylaî, a.g.e., IV, 97; İbnü’l-Hümâm, a.g.e., VI, 178). ” Dârulislâm kendinde bulunanı saldırıdan korur darulharp de içinde bulunanı mübah kılar” (el-Mâverdî, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, 2. baskı, Kahire, 1966, 60). Buharî (ö. 256/869),
“Sahîh” inde başlık olarak daru’l islâm ve dârul-harp ifadelerini kullanmış ise de, bu başlık altında verilen hadislerde bu terimler yer almamıştır. Buhârî, hadislerin mefhumunu dikkate alarak bu başlıkları koymuş olmalıdır (bk. Buhârî, Sahîh, Cihad IV, 31, 33; Aynî, Umdetu’l-Kârî, Kahire 1348, XIV, 303).
Asr-ı Saadette dârulislâm ve darulharp kavramının ortaya çıkışı şu şekilde olmuştur. Mekke döneminde mü’minlerin sayısı az olup, güç bakımından bağımsız yaşayabilecek durumda değillerdi. Çünkü Mekke yöresinde yönetim ve ekonomik güç müşriklerin el-indeydi. Zaten İslâm’ın devlet sisteminde gelmişti.
İslâm’ın ilk zamanlarında davet ve ta’lim işleri Mekke’de Erkam b. Ebi’l Erkam’ın (ö. 13/634) evinde gizlice yürütülmüştü. İçlerinde Hz. Ömer’in (ö. 23/643) de bulunduğu bir çok kimse orada Müslüman olmuştu. Bu yüzden o eve “darûl-İslam” denilmiştir (Hâkim, el-Müstedrek, 1. Baskı, Riyad 1968, Fezâil, III, 502; Zeylaî, Nasbü’r-Râye, III, 477). Buradaki “dâr” sözcüğünün “ev, bina” anlamında kullanıldığı açıktır.
Diğer yandan Mekke müşriklerinin baskıları artınca Hz. Peygamber, tebeasına zulüm yapmadığı bilinen bir kralın yönettiği Habeşistan’a hicret edilmesini emir buyurdu. Bu ülke için Allah elçisinin ” Ârdu sıdk (doğruluk ülkesi)” deyimini kullanıldığı nakledilir. Bunun hukuk terimi olarak bir anlamı yoktur, sadece iş başında doğruluk üzere olan bir yönetimin varlığını ifade eder (bk. İbn Hişâm, es-Sîre, Mısır 1355, I, 339, 340). Mekke döneminde dârülislâm’dan söz etmek imkânı yoktur. Ancak Mekke fethedilinceye kadar bu yörenin dârulharp sayıldığında şüphe yoktur. Nitekim Mâlikî fakihlerinden İbn Kasım (ö. 191/807), dârulharp’te Müslüman olan bir kölenin, İslâm’a girmemiş olan efendisiyle mülkiyet ilişkisini incelerken Mekke için şöyle der: “… Bilal, efendisinden önce İslâm’a girdi. Ebû Bekir de onu alıp azat etti. Ülke de o zaman dârulharp idi, çünkü o sırada Mekke’de cahiliyye devri otoritesi ve hükümleri hâkimdi” (Malik, el- Müdevvene, Mısır 1323, II, 22).
Hanefilere göre dârulharp’te Müslümanın harbîlerle mal ve para karşılığında bahse girmesi caizdir. Delil; Rum Sûresi’nin ilk âyetleri inince, Hz. Ebu Bekr’in (ö.13/634) müşriklerle girdiği bir bahse Hz. Peygamber’in izin vermesidir. Buna göre, belli bir zaman süreci içinde, ehl-i kitap olan Bizans, Müşrik olan İran’a karşı galip gelecekti. Nitekim zaman Hz. Ebû Bekr’i doğrulamış ve Bizans galip gelmîşti. es-Serahsî (ö. 490/1097), bu bahisle ilgili olarak şöyle der: “…Çünkü Ebû Bekir, Mekke’de, islâm hükümetlerinin uygulanmadığı dâruşşirk’te (şirk ülkesi) idi” (es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır 1331, XIV, 57; İbnü’l Hümâm, Fethu’l-Kadîr, VI,178). İbn Abbas (r.anhümâ)’ın hicretten önceki dönem için Medine hakkında da dâruşşirk deyimini kullandığı görülür. O şöyle demiştir: “Allah elçisi, Ebû Bekir ve Ömer de muhâcirlerdendi, çünkü onlar da müşriklerden hicret ettiler. Ensar’dan muhacir olanlar da vardı. Çünkü Medine dâruşşirk idi, onlar da Akabe gecezi Rasûlüllah’a geldiler” (Nesâî, Sünen, Bey’a, 13; Mısır 1348/1930, VII, 145).
Müslümanlar Medine’ye hicret edip siyasî, ekonomik ve askerî bir güç olarak kendi toplumlarını yönetecek güce kavuşunca İslâm Devlet sistemi uygulaması başlamıştı. İşte artık Medine yöresinde yahudilerle ve diğer müşrik topluluklarla İslâm toplumu arasında bir takım ikili anlaşmalar yapılıyordu. Bu konuda hazırlanan ilk islâm Anayasası’nı örnek verebiliriz (bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I,121 vd,; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1970, 35 vd.; Ahmet Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm Anayasası, 38 vd).
Böylece Medine’de dârulislâm uygulaması söz konusu idi. Ancak, Mekkeli mü’minlerin hicret ederek yerleşmeleri nedeniyle önceleri Medine bir “dârulhicre” yani “hicret vatanı” durumunda idi. Mekke ise halen “dârul-küfr ve’l-harp” durumundaydı. Çünkü orada hiçbir Müslüman bir yakını veya müşriklerden birisinin himayesi olmadan namaz bile kılamıyordu. İbn Hazm bu durumu şöyle belirtir: “Rasulüllah (s.a.s)’in Medine’si dışında her yer dârulharp, düşmanla çatışma ve cihad alanıydı” (el Hazm, el-Muhallâ, VII, 353).
Bu duruma göre hicretten önce dârulislam mevcut değildi. Hicretle birlikte Medine yöresi dârulİslam halini aldı. Daha sonra Hz. Peygamber zamanında fethedilen yerler dârul İslam’a katılırken, fetihten sonra Mekke de darulislâm’a katılmış oldu.
İşte sınırlarla çevrili bir toprağın mü’minlere vatan oluşu bu ölçüler içinde gerçekleşmiştir. Mekke’de doğup büyüyen, mal-mülk sahibi olan ilk mü’minler mal, can, ırz güvenliği, inanç ve ibadet öğürlüğünü tehlikede görünce önce Habeşistan’a daha sonra da Medine’ye hicret ederek öz yurtlarını terketmişlerdir. Ancak bu sürekli terketmekten çok, İslâm’ı serbest yaşayıp yayabilecekleri yeni bir ortam arayışıydı. Nitekim Hz. Peygamber’in hicret için Mekke’den ayrılırken Kâbe’ye doğru bakarak; “Vallahi biliyorum ki, sen hiç şüphesiz Allah’ın yarattığı yerlerin hayırlısı ve Allah’a en sevgili olansın ” dediği nakledilir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 305; Dârimî, Sünen, II,156). Yine vatanından kendi isteği dışında çıktığını şöyle belirtir: “Eğer senin halkın, beni senden çıkarmamış olsaydılar, çıkamazdım. Beni, beldelerin sana en sevgili olanında yerleştir” (Ahmed b. Hanbel, IV, 305; Beyhakî, Delâlilünnübilvve, II, 243).
Diğer Müslümanlar da Mekkelilerin dayanılmaz işkenceleri karşısında hicret için izin isteyince Allah elçisi şöyle buyurmuştur: “Sizin hicret edeceğiniz yurt bana gösterildi. Orasının iki kara taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer olduğunu gördüm. Orası Yesrib (Medine)’dir. Gitmek isteyen oraya gitsin. Orası yakın bir beldedir. siz orayı biliyorsunuz Şam’a giderken ticaret kervanınızın yoludur” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45, Ta’bîr, 39; ibn Sa’d Tabakât, I, 226; Abdurrazzak, el-Musannef, V, 387; Beyhakî, Sünen, IX, 9).
Hicret emri verilince şu âyet inmiştir: “Şöyle de: Rabbim! Beni takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve selâmetle girdir. Oradan gönül rahatlığı ve selâmetle çıkar. Sen bana nezdinden yardımcı bir güç ver” (el-İsrâ,17/80).
Hz. Peygamber’in yeni yurdu olan Medine’ye hicreti bütün Medîneli mü’minlerce büyük sevinç gösterilerine neden olmuştur. Mü’minler evlerinin damlarına çıkmış, gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüş; “Ey Allah’ın Rasulü! Ey Muhammed” diye sesleniyorlardı. Çocuklar ve hizmetçiler yollarda ve damlarda; “Allah’ın elçisi geldi, Muhammed geldi. Allah’ı ekber (Allah her şeyden büyüktür)” sesleriyle ortalığı çınlatıyorlardı (bk. Müslim, Sahih, VIII, 237; Ebu Davud, Sünen, II, 579; “Hicret” maddesi).
Hz. İbrahim, Ashab-ı Kehf, Yunus (a.s) gibi tarihte yaşadıkları vatanda hak dini tebliğ etme ve yaşama imkânı bulamayanlar da hicret etmişlerdir. Eğer bir kimse yaşadığı ülkede mal, can, ırz, dinî inanç ve dinini koruma ve yaşama hürriyetini kaybetmişse bunları koruyup, dinini yaşabileceği yöreye hicret etmesi gerekir. Nitekim dinini gizleyen bazı mü’minlerin Mekke’de kalması ve zorla sokulduklar Bedir Gazvesinde ölmesi üzerine şu âyet inmiştir: “Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: “Dünyada ne iş yaptınız?” derler. Bunlar; “Biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış kimseler idik”diye cevap verirler. Melekler derler: “Allah’ın yeri geniş değil miydi ki, oraya göç etseydiniz”. İşte onların durağı cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir orası” (Nisâ, 4/97).
Hanefîlere göre küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vaciptir. Hanbelîlere göre, bir kimse dârulharp’te dinini açığa vurup yaşıyor olsa bile, Müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılmak için bunun darûlislam’a hicreti sünnet olur. Şâfiîlerden el-Mâverdî’ye (ö. 450/1058) göre, ‘bir Müslüman küfür diyarında dinini açığa vurabiliyorsa, orası bu kimse için darûlislam hükmünde olur. Onun orada kalması, hicret etmesinden daha faziletlidir. Çünkü onun yardımıyla orada İslâm’ın yayılması umulur (eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VIII, 28, 29).
Hicret edilecek yerle ilgili duyulabilecek iş bulamama, aç kalma, çevre edinememe gibi endişeleri şu âyet kaldırmaktadır: “Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde giderek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhacir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah’a aittir” (es-Nisâ, 4/100).
Allah’ın elçisi hicreti teşvik etmiştir. Hadiste şöyle buyurulur: “Âllah yolunda hicret eden kimseyi, yüce Allah’ın bağışlaması hak olur” (Tirmizî, Cennet, 4; Ahmed b. Hanbel,V, 240). Muhâcir, hadislerde şöyle tarif edilmiştir: “Gerçek muhâcir, Allah’ın haram kıldığı şeyleri terk eden, yani haramları işlememek için yurdundan ayrılan kimsedir” (Buharî, İmân, I, Rikak, 26; Ebu Davud, Vitr, 2,1 l, 12, Cihad, 2; Nesaî, İmân, 9; İbn Mace, Fiten, 2; Ahmed b. Hanbel, II, 163,192,193, 205).
İşte belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan dil, din, tarih ve kültür birliği bulunan bir toplumun teşkil ettiği birlik ona bir millet özelliği kazandırırken, üzerinde yerleşilen toprak parçası da vatan adını alır. Sınırları belli vatan toprağı, dış saldırılardan korunmuş, içte mal, can, ırz ve namus güvenliği sağlanmış, din ve vicdan özgürlüğü tanınmış olunca mü’minin yaşayabileceği bir belde sayılır. Artık bu ülkenin bir tebeası olarak iç ve dış düşmanlara karşı bu toprakların savunulması özellikle saldırılan ülke mal, can, ırz güvenliği ve dinine sahip olmayı tehdit ediyorsa vacip olur. Çünkü mü’minin bu manevi değerlere sahip olması ve önceden elde ettiği hakları koruyabilmesi belli toprak parçası üzerinde güven içinde yaşamasına bağlıdır. Bu güveni tehdit eden güçlere karşı ülkeyi savunması bir görev olur.
Nitekim Türkistan, Kafkasya, Kırım, Azerbaycan, Bulgaristan gibi ülkelerde uzun yıllar baskı ve tehdit altında dinî inanç ve ibadet özgürlüğü tanınmayan İslâm toplulukları buğün bu haklarını elde etme imkanına savuşabilmişlerdir. Ancak hicret etmeme yüzünden kültürünü imanını ve Müslümanlığını yitiren ve bu yüzden çok büyük acılar çeken toplumlar da vardır.
Müslümanların azınlığa düştüğü ve devlet yönetiminde etkili olamadığı yörelerde, Müslümanlar cemaatleşerek İslâm’a uygun eğitim, öğretim ve İslâm’ın güzelliklerini yaşamak, çevrenin de bu adet fazilet ve ahlâk değerlerinden yararlanmasını sağlamak amacıyle gerekli girişim, çalışma ve kurumlaşma yoluna gitmelidir. Bunun yolu bilimsel çalışmalardan geçer. Türkiye gibi büyük çoğunluğu Müslüman olup, beşerî kanunlarla yönetilen ülkelerde ise İslâm’ın bu yüce değerleri toplumun yararlanmasına sunulmalıdır. Çünkü zekât, vakıf yardımlaşma, karz-ı hasen gibi yaygın halk kitlelerine mutluluk getirecek ve servet dağılımında adaletli bir denge oluşturabilecek güçteki İslâmî değerlerin dışlanması veya bunların terkedilmiş durumda bırakılması topluma pahalıya mal olmaktadır. Yapılan istatistik çalışmaları ile meselâ; zenginlik ölçüleri tutan kimselere ait bütün nakit para, döviz, altın ve alıp-satmak üzere elde bulunan tüm ticaret malları, şirket ve fabrikaların döner sermaye, hammadde ve üretilmiş madde ile kesin alacakları kırkta bir zekâta tabidir. Tarım ürünleri onda bir, sulama ile tarım yapılan yerde yirmide bir, madenlerde beşte bir ve hayvanlarda cinse göre belli oranlarda zekât yükümlülüğü gerçekten yoksul kesimîn mesken problemi, yüksek öğretim gençliğinin tümüne yeterli bursu, ve yoksul ailelere geçinecek kadar yardımı ya da gelir getirecek bir iş kurmayı makul sürede sağlayabilecek güçtedir.
Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında önce sultan ailelerinden başlanarak varlıklı kesim özellikle İstanbul, Bursa, İzmir, Kayseri, Konya gibi şehirlerde ve ülkenin diğer yerleşim birimlerinde pek çok vakıf eserler meydana getirmişlerdir. Bununla toplumun eğitim, öğretim faaliyetlerini, sağlık işlerini, din görevlilerinin geçimini, zekât yerine yoksullara daha düzenli yardımı bu vakıflar üstlenmiştir. Günümüzde vakıflar da tarihteki bu güzel fonksiyonu üstlenecek durumdan çıkarılmıştır. Halbuki vakıfların vakıfnâmelerindeki esaslara göre idaresi ve gelirlerinin burada belirlenen yerlere verilmesi gerekirken mütevellilerin yerini alan vakıflar idaresi vakıfnâmeleri dikkate almaz olmuştur. Bu yüzden de vakıfların fonksiyonu eski önemini kaybetmiştir. Bu da toplumun zarar gördüğü önemli bir alandır. Diğer yandan gerçek vakıf hükümlerinin uygulanmaması, takipsizlik ve sorumsuzluk yüzünden vakıfların gelirleri de azalmıştır. Halbuki yetim malı, vakıf malı ve beytülmale ait mal gerektiğinde usulüne göre satılacaksa veya kiraya verilecekse “rayiç bedel” ile verilebilir. Rayiç bedelden fahiş gabin ölçüsünde düşük bedel satım veya kira akdini batıl kılar ve bu idarelerin ya bedeli tamamlatma ya da akdi feshetme hakkı doğar. Fahiş gabin ölçüsü Hanefilere göre gayri menkullerde rayiç bedelden % 20 düşük olan bedeldir. Bu oran hayvanlarda % 10 diğer menkul eşyada % 5 ve daha fazla rayiç bedelin altına inilmesidir. Mecelle’nin kanunlaştırdığı ölçüler de bunlardır (bk. İbn Nüceym el-Mısrî, el-Bahru’r-Râik, Mısır, 1334, 1330/1912, I, 247; Mecelle, mad.165; Hamdi Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir, 1984, 145-147).
Sonuç olarak vatan ve üzerinde yaşayan tebea unsuru bir bütün olarak düşünülmelidir. Bunlar birbirinin ayrılmaz parçasıdır. Biri diğerine feda edilemez. Pek çok İslâm fakihinin tarif ettiği şekliyle dârulislam; “Müslümanların idare ve hamiyetleri altındaki yerdir” (es-Serahsî, el-Mebsût, X,81, Şerhu’s-Siyer, IV,1253). İmam Şâfiî dârulislâm’ı daha geniş olarak tarif etmiştir. O’na göre: a) Müslümanların meskûn bulunduğu yerler, b) Müslümanların fethedip gayri müslim halkı cizye karşılığı yerlerinde bıraktıkları topraklar, c) Önceden İslâm’ın uygulandığı, ancak daha sonra gayri Müslimlerin eline geçen topraklar (Nevevî, Ravdatilt-Tâlibîn, y.y, 1386/1966, V, 433; Ömer Nasuhî bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, III, 371). Bu nitelikleri taşımayan yerler de dârulharptir.
Ancak dârulharp sayılan yerlerde de yukarıda belirttiğimiz gibi İslâm toplumu varlığını korumalı, kültürüne, ve manevî değerlerine sahip çıkmalı, üzerinde yaşanan topraklara saldırı olduğunda da, kendisine düşen görevi yapmalıdır. Çünkü sınırlarla çevrili toprağı koruma ve bakıma orada yaşayan İslâm toplumunun mal, can ve ırzını koruma, din ve vicdan özgürlüğünün devamım sağlama ile eş değerdedir.
Vatanın Seferiliğe Etkisi:
İslâm yolcu olanlara ibadetlerde bir takım kolaylıklar getirmiştir. Dört rekatlı farz namâzların iki rek’at olarak kılınması, mestlere mesih süresinin üç güne çıkarması, ramazan oruç günü oruç tutulmayarak daha sonra kaza edilebilmesi gibi. İşte kişinin içinde doğup büyüdüğü veya halen yaşamakta olduğu yerle yolculuk sırasında kaldığı yerler de birer vatan parçasıdır. Buna göre vatan üçe ayrılmıştır.
a) Aslî Vatan: Bir insanın doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği ya da içinde barınmayı kasd edip, başka yeri vatan edinmek istemediği yere “aslî vatan” denir.
b) İkamet Vatanı: Bir kimsenin doğduğu, evlendiği ve yerleşmeye karar verdiği yerden ayrılıp yalnız içinde onbeş günden fazla kalmak istediği yere “ikâmet vatanı” denir. Bu yer aslî vatana sefer mesafesi uzakta olmalıdır.
c) “Süknâ Vâtanı: Bir yolcunun kendisinde onbeş günden az oturmak istediği yerde “süknâ vatanı” adım alır. Bu sonuncuya itibar edilmez. Bununla ne aslî ve ne de ikamet vatanı değişmiş olmaz.
Seferilik konusunda bu vatanlar kendi misli ile veya üstü ile bozulur, aşağısı ile bozulmaz. Meselâ, Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edip yerleşen kimsenin artık aslî vatanı Türkiye’de oturduğu yer olur. Yine mesela; Kars’ın bir köyündeki mülkünü satarak İstanbul’a yerleşen bir ailenin aslî vatanı İstanbul olur (Ayrıca bk. “Daru’l-İslâm” ve “Darul-Harb” mad.).
Hamdi DÖNDÜREN