VAKIF AKAR
Vakıf sözlükte; bir mülkü tasarruftan menetmek demektir. Ebû Hanîfe’ye göre vakıf; bir malı vakfedenin mülkiyetinde devam etmek üzere bu malın gelirini ya da yararlanma hakkını hayır cihetine tahsis etmektir. Buna göre, vakfedilen, vakfedenin mülkiyetinden çıkmaz, onun vakıf tasarrufundan dönmesi veya bu malı satması geçerli olur. Çünkü vakıf muamelesi âriyet gibi bağlayıcı olmayan caiz bir akittir. Ancak şu üç durumda vakıf bağlayıcı hale gelir.
1- Hâkimin hükmü ile vakıf bağlayıcı olur. Çünkü vakfın bağlayıcı olup olmadığı ictihadî bir konu olup, hâkimin hükmü bu konudaki farklı görüşleri kaldırır.
2- Hâkim, vakfın bağlayıcılığını vakfedenin ölümüne bağlamışsa, üçte birle vasiyet gibi ölümle vakıf bağlayıcı hale gelir.
3- Vakfın mescid için yapılması halinde, vakfeden vakıf yeri ayırır ve içinde namaz kılmak üzere izin verirse, mescidde bir kişinin namaz kılması ile vakfedilen yer vakfedenin mülkünden çıkar (İbnu’l-Humâm, Fethu’l Kadir, I. Baskı, Mısır 1316/1898, V, 37-40, 62; el-Meydânî, el- Lübâb, İstanbul, t.y II, 391). Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, Şâfiîler ve en sağlam görüşünde Hanbelîlere göre vakıf; kendisinden yararlanılması mümkün olan bir malı, ayn’ı devam etmekle birlikte, vakfedenin veya başkasının kuru mülkiyette tasarrufunun kesilmesi suretiyle Allah’ın rızasını kazanmak için mübah bir hayır cihetine tahsis etmektir. Bu duruma göre vakıf malın mülkiyeti vakfedilince, vakfedenin mülkiyetinden çıkar ve Allah’ın mülkü haline gelir. Hanefîlerde çoğunluğun görüşüne göre fetva verilmiştir (bk. İbnü’l-Hümâm, a.g.e., V, 37 vd.; İbn Âbidin, a.g.e., III, 391; ez-Zuhaylî, el- Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk, 1405/1985, VIII, 154, 155); eş-Şirbinî, Muğnî’l-Muhtâc, II, 376).
Delil İbn Ömer (r.anhüma)’ın naklettiği şu hadistir: “Ömer (r.a)’e Hayber topraklarından bir arazi isabet etmişti. Dedi ki; Ey Allah’ın Rasûlü! Bana Hayber’de bir arazi düştü. Benim bundan daha değerli hiç bir malım olmadı. Bana bu konuda ne emredersiniz? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “İstersen onun aslını vakfedersin ve gelirini tasadduk edersin “. Ömer (r.a) bu araziyi satmamak, bağışlanmamak ve miras yoluyla intikal etmemek üzere fakirlere, yakın hısımlara, kölelere, misafire ve yolda kalmışa tasadduk etti. Ancak araziyi yöneten kimse örfe göre yiyebilecek, bir malı mülkiyetine geçirmeksizin başkasına yedirebilecekti (Nesaî, İhbâs, 3; Buhârî, Cihâd, 86, Humus, 3, vesâyâ, 1).
Vakfedilebilen Mal Çeşitleri Şunlardır
1- Gayri menkullerin vakfı: Arazi, ev, dükkân, han, bağ veya bahçe gibi “akar”ın vakfedilmesi geçerlidir. Çünkü sahabeden büyük bir topluluk bu çeşit vakıf yapmışlardı. Yukarıda Hz. Ömer’in böyle bir vakfından söz etmiştik. Gayri menkuller sürekli olarak kalabildiği için vakfın en önemli özelliği olan “ebedîlik” niteliği bunlarda tam olarak gerçekleşir.
2- Menkullerin vakfı: Hanefiler dışında çoğunluk fakîhlere göre taşınabilir şeylerin vakfı da geçerlidir. Kandil, halı, kilim gibi mescid eşyası, silâh çeşitleri, elbise, ev eşyası bunlar arasında sayılabilir. Menkulün vakfı hadiste, örfe veya gayri menkule bağlı olarak vakfetme esasına dayanır.
Hanefilere göre ebedilik niteliği bulunmadığı için temelde taşınırların vakfedilmemesi gerekir. Ancak gayri menkule tabi olarak bazı eşyayı vakfetmek, meselâ; bir çiftlikle birlikte orada bulunan hayvan, traktör, harman makinası vb. gibi şeyleri vakfetmek geçerlidir. Yine silâh ve at gibi hakkında nass (hadis) bulunan menkuller de vakfedilebilir. Nitekim Halid b. Velid (r.a)’ın savaş silâhlarını vakfettiği nakledilir. Ya da örf cereyan eden menkuller de vakfedilebilir. Bazı kitapların Kur’ân-ı Kerîm’in, balta, gelinlik ve bir takım kapların vakfedilmesi gibi. Dinar (altın para), dirhem (gümüş para) ve standart şeylerin vakfedilmesi de bu niteliktedir. Örf; bir beldede Müslümanların yaygın bir biçimde bu çeşit şeyleri vakfetmeleri ile meydana gelir. Örf bulununca bu konudaki kıyas terk edilir. Çünkü Abdullah b. Mes’ûd (r.anhümâ) Rasûlüllah (s.a.s)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Müslümanların güzel gördüğü şey Allah nezdinde de güzeldir” (Ahmed b. Hanbel, I, 379). Çünkü örfte sabit olan şey nass’la sabit olmuş gibidir. Ölçü veya tartı ile alınıp satılan standart şeyler vakfedilince satılır ve bedeli mudarabe (emek-sermaye ortaklığı) veya bidâa (vakıf sermayesini Allah rızası için bir bedel istemeksizin çalıştırma) yoluyla işletmeye verilir. Bundan dönem sonlarında elde edilecek kâr vakfın hayır cihetine sarfedilir (İbn Âbidîn, a.g.e., III, 409 vd., 427 vd.; ez-Zuhaylî, a.g.e., VIII, 163).
3- Taksimi kabil olmayan şeyin vakfı: Mâlikîler dışındaki çoğunluğa göre taksim edilemeyen şeyin vakfedilmesi caizdir. Çünkü vakıf hibeye benzer. Taksimi kabil olmayan muşâ’ın hibesi ise caizdir. Mâlikîlere göre ise vakfın sıhhati için vakfedilen hissenin ayırdedilmesi şarttır.
4- İktâât kabilinden olan arazilerin vakfı: Devlete ait mülk edinilmiş araziye “iktâât” denir. Bunlar mülkiyeti devlette kalmak üzere bazı tebeaya, gelirin alıp vergisi ödemek üzere verilen arazilerdir. Bu araziyi ikta’ edilen kişi vakfetmişse bu vakıf sahih olmaz. Çünkü bu toprağa mâlik değildir. Yine hâkimler, vâli ve emirler içinde iktâât arazileri vakfedemez. Ancak böyle bir arazi ölü arazi olur veya buna devlet başkam mâlik olup da bir kimseye ikta’ etmiş bulunursa bu durum müstesnadır. Ölü araziyi ihya edenin bunu vakfetmesi caiz olur, çünkü ona ihyâ ile mâlik olmuş ve mâlik olduğu şeyi vakfetmiş bulunur (İbn Âbiâın, a.g.e., III, 430 vd).
İbn Âbiâın, Mısır’da umerâ vakıflarının büyük çoğunluğunun, beytülmal vekilinden satın alma yoluyla vakfedilen iktâât niteliğinde olduğunu ifade eder.
İslâm devlet başkanı toplum yararını gözeterek beytülmalden vakıf yapsa, bu caiz olur ve yer kiraya verilir. Yine devlet başkanının zorla fethedilen ve gaziler arasında taksim edilmemiş bulunan bir belde arazilerinden mescid için vakfedilmesine izin vermesi caizdir. Çünkü bu araziler taksim edilirse ganîmet hakkı sahiplerinin mülkü olur. Sulh yoluyla fethedilen yerlere gelince, devlet başkanının emri ile bunların vakfedilmesi yürürlük kazanmaz (nafiz olmaz). Çünkü bu takdirde asıl sahiplerinin mülk hakları devam eder (İbn Âbidîn, a.g.e., III, 430 vd).
5. İrşad kabilinden yerin vakfı: irşad; hâkimlerden birisinin devlete ait mülk olan bir araziyi okul, hastahane gibi toplum yararına olan bir yer için vakfetmesidir. Bu genel velâyet sebebiyle caizdir, fakat gerçek vakıf olmadığı için buna “irşad vakfı” denilmiştir (ez-Zuhaylî, a.g.e., VIII, 166, 167).
Vakıf Arazilerin Çeşitleri
Ev, dükkân, arsa, tarla ve arazi gibi gayri menkullere “akar” denir. Çoğulu “akârât” tır.
Vakıf akarlar ikiye ayrılır:
1- Mülkün bizzat ayn’ından yararlanmak üzere vakfedilen yerler. Bunlar kiraya verilmeksizin, yararlanması şart koşulan kimselerin bizzat içinde oturarak veya başka şekilde kullanarak yararlandığı yerlerdir. Bunlara “hayır müesseseleri” denir. Mescidler, okul ve medreseler, çeşmeler, kütüphaneler, imârethaneler, din görevlisi olarak veya hayır işlerinde çalışanların oturması için vakfedilen yerler, kabristanlıklar bu niteliktedir.
Hayır müesseseleri de ikiye ayrılır. Birincisi; kendisinden yoksulların da zenginlerin de yararlanmaları caiz olan hayır müesseseleridir. Mescitler, kütüphaneler, köprüler, çeşmeler, misafirhaneler, umuma ait kabristanlıklar böyledir. İkincisi: Yalnız yoksulların yararlanıp, zenginlerin yararlanmasının caiz olmadığı hayır müesseseleridir. imârethaneler, hastaların yiyecekleri ve ilaçları vakıf tarafından verilmek üzere kurulan vakıf hastahaneler bu niteliktedir. Bunlarda, vakfedenin yalnız yoksulların yararlanacağını vakıfnamede belirtmesi şart değildir. Ancak vakıfnamede, yoksullarla birlikte zenginlerin de yararlanabileceği şart koşulmuşsa bunlardan zenginler de yararlanabilir. Yalnız zengin lerin yararlanması şart koşulmuş bulunursa böyle bir vakıf sahih olma (bk. Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk İslâmiyye ve Istilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969, IV, 321, V, 9)
Mescidler en önemli hayır müesseselerinden olup, tamir ve bakımı içi kendi vakfı yeterli olmaz veya vakıf bulunmazsa bunun İslâm Devleti tarafından tamir edilmesi gerekir. Çünkü topluma ait bir ibadethane kam müessesesi niteliğindedir. Mahalle sakinlerine küçük gelen bir mescid yıkılarak, o mahalle veya köy halkı tarafından daha büyüğü yapılabilir. Bir mescidi genişletmek için bitişiğinde bu mescide gelir getiren vakıf kısmı buna ilâve edilebilir. Bir mescid harap olup, cemaati kalmasa, o mescid İmam Muhammed’e göre vakfedeni veya mirasçılarının mülküne döner Ebû Yusuf’a göre dönmez, sonsuza kadar mescid kalır. Bunun satılıp bu delinin veya gelirinin başka bir mescide harcanması caiz değildir. Fetvaya esas olan görüş budur.
Yolcuların, sınır bekçilerinin veya bir kısım tarikat ehlinin içinde oturmaları veya içinde yoksulların yedirmesi için bina edilen ve “ribât” denilen vakıf hanlar, kışlalar, tekkeler imârethanelerde hayır müesseselerindendir. Ribatlara vakfedilen akarların gelirleri buralardaki yoksullara sarf edilir. Bu ribatın tamirine veya müezzin gibi hizmetkârlarına sarf edilmez. Eğer bunlar da yoksul ise kendilerine zekât nisabından eksi miktar verilebilir. Hacıların oturması şart koşulan evler, hac mevsiminden sonra kiraya verilerek bedellerinden tamirleri yapılır. Artanı olursa da yoksullara dağıtılır.
Vakıf çeşmelerden, sebillerden yoksullar da zenginler de su içebilirler. Sebil gibi suları yalnız içmeğe tahsis edilmiş olan vakıf yerlerin sularıyla âbdest alınması caiz olmaz.
Kabristanlıklar da önemli hayır müesseselerinden sayılmıştır. Müslümanlara ait mezarlıklar hiç bir sebeple işgal edilemez veya başka bir müessese ya da çiftlik haline getirilemez. Gayri müslimlere ait kabirlere de tecavüz edilemez. Bunlar da kabirlerin izi kalmayınca buralara Müslümanlarda defnedilebilir.
2- Kiraya verilip gelirinin bir hay yönüne sarf edilmesi şart kılınmış akarlar. Bunlar da tek kiralı, çifte kiralı veya mukâtaalı vakıflar olma üzere üçe ayrılır.
a- Tek kiralı (icare-i vahîdeli) vakıflar:
Bunlar ay ve yıl gibi bir süreyle ve rayiç bedelleriyle mütevellileri tarafından kiraya verilir, alınacak kira bedelleri de vakıfnâmedeki belirli yerlere sarf edilir. Bu çeşit vakıf yerlerin kira süreleri son bulunca, yeniden ayni kiracılara veya başkalarına kiraya verilir. Kira süresi sona erince, kiracının vakıftan elini çekerek boş bir şekilde onu mütevellisine teslim etmesi veya mütevellinin izniyle kirayı yenilemesi gerekir.
Tek kiralı vakıfların kira süreleri konusunda vakıfnâmedeki şartlara uyulur. Böyle bir şart bulunmayınca arazi, çiftlik gibi vakıf yerler üçer yıldan, diğer vakıf yerler de birer yıldan fazla süreyle kiraya verilemez. Ancak daha uzun süreyle kiraya verilmesinde vakfın maslahatı varsa hâkimin görüşü alınarak kira süresi uzun tutulabilir. Meselâ; vakıf arazi üzerinde bir benzin istasyonu kurulması halinde uzun süreli kira sözleşmesine ihtiyaç olur.
Tek kiralı vakfın kiracısı süre sonunda yeniden kiralamada öncelik hakkına sahip değildir. Bu önceki kiracı yeni kira ücreti kadar kira bedelini arttırsa da mütevelli vakıf akarı başkasına kira verebilir. Çünkü kiracının hakkından çok, vakfın hakkını korumak, kira bedelini ödemede gevşeklik göstermeyen kiracıyı tercih etmek mütevellinin görevidir.
Bir süre tayin edilmeksizin bir kimseye kira ve ferağ yoluyla verilmiş vakıf akarlara, belli süreyle kiraya verilen akarlardan ayırmak için “icare-i vahideli kadimeli” vakıf adı verilmiştir. Böyle bir muâmele gerçekte fıkha aykırı olup, bunlar bir çeşit mukataalı vakıf sayılır.
b- Çifte kiralı vakıflar:
Peşin alınan kira bedeli ve aylık, yıllık gibi sonradan alınacak kira bedeli olmak üzere çifte bedel ile kiraya verilen vakıflara “çifte kiralı” veya “icareteynli vakıflar” denir. Bir vakıf akar çifte kira ile kiralanacağı zaman önce peşin kira olarak o akarın değerine yakın bir meblağ teslim alınarak o akar imar edilir. Artam vakfın diğer sarf yerlerine, meselâ; vakıftan yararlanma hakkı bulunanlara da sarf edilebilir. Bununla vakıf adına başka bir akar satın alınamaz. Çünkü bu peşin kira asıl vakıftan sayılmaz, belki vakfın geliri sayılır. Bundan sonra her yıl sonunda, yıllık kira (icare-i müeccele) adıyla cüz’î bir para alınmak üzere, kiracıya tefvîz ve teslim olunur.
İcareteynli vakıf yerlerin kuru mülkiyeti vakfa, yalnız tasarrufu da çifte kira karşılığında kiracısına aittir. Bu kiracı hayatta bulunduğu sürece bunda dilediği gibi tasarrufta bulunur. Meselâ; bunu başkasına ferağ edebilir veya bunu kendi hesabına başkasına kiraya verebilir. Vefat edince de erkek ve kız çocuklarına bedelsiz ve eşit olarak intikal eder. Çocuksuz vefat edince de vakfına döner. Ancak Osmanlı İmparatorluğu döneminde çeşitli tarihlerde çıkarılan intikal kanunlarıyla bu gibi vakıf yerlerin diğer mirasçılara intikali de kabul edilmiştir. Bu intikal sahiplerinden hiç bir kimse bulunmadığı takdirde, akar peşin bir bedel karşılığında başkasına ferağ edilir ve her yıl geri bırakılan yıllık kirası da alınır (Bilmen, a.g.e., V, 21 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul,1983, 568, 569, 579 vd.;1, 331/1913 tarihli Osmanlı Arazi İntikal Kararnamesi, 3 Rabîu’l-âhır 1331 ve 27 Şubat 1328 tarihli Takvîm-i Vekây’i).
İcareteynli bir vakıf akarın mutasarrıfı bu akarın binasını yıkıp enkazını satamaz, tüketemez. Eğer satar veya tüketirse o binanın değerini vakıf mütevellisine tazmin etmesi gerekir. Çünkü çifte kiralı kiracı bu vakfın yalnız menfaatine mâliktir, kuru mülkiyetine (rakabe) mâlik değildir.
c- Mukataalı vakıflar:
Üzerinde mülk bina veya ağaçlar meydana getirilmiş olan bir vakıf arsa için tayin edilmiş olan yıllık ücret olup buna “zemin veya toprak kirası” da denir. Böyle kira şartıyla yapılan mukataa muamelesi sahihtir.
Bir kimse yıllık bir bedel ile kiraladığı vakıf bir arsanın üzerine işyeri, bina, benzin istasyonu bina etse veya mesela; kavak ya da zeytin ağaçları dikse, bu yapılar ve ağaçlar kiracının mülkü olur. Bu arsada da mülk gibi miras hükümleri cereyan eder. Yani bu arsa ve üzerindeki yapı ve ağaçlar mutasarrıfın ölümü ile mirasçılarına meccânen intikal eder.
Diğer yandan mukataalı vakıf arsa üzerindeki bina veya ağaçlar da mâliki tarafından bir cihete vakfedilse, bu takdirde arsanın kirasının bu bina ve ağaçların vakfı tarafından verilmesi gerekir.
Mukataalı vakıf yerler, üzerindeki bina ve ağaçlara tabidirler. Bu yüzden bu binalar ve ağaçlar kime aitse onlara tabi olarak o vakıf yerler de onun tasarrufuna girmiş bulunur. Bu yüzden mukataalı vakıf arsa üzerindeki bina, mâliki tarafından satılınca bu arsa da alıcının tasarrufuna girer, mütevellinin iznine ve ayrıca ferağ muâmelesine ihtiyaç yoktur. Ancak bu binanın sahibi, mukataalı vakıf arsasının tasarruf yetkisinin kendi üzerinde bıraktığı açıkça belirtmiş olursa, bu arsa alıcının tasarrufuna geçmiş olmaz. Yine bu arsanın mutasarrıfı, bunu mütevellinin izniyle başkasına ferağ edip de üzerindeki mülk binasını veya ağaçlarını sattığını belirtmese mücerret bu ferağ ile o bina veya ağaçlar, arsayı teslim alana satılmış olmaz.
Mukataalı vakıfların ferağlarında mütevellinin izni şarttır. Aksi takdirde ferağ sahih olmaz. Meselâ; bir kimse tasarrufunda bulunan mukataalı vakıf bir arsa üzerindeki mülk binalar ve benzerlerini satmayıp yalnız o arsayı başkasına ferağ etmek istese bu ferağ, mütevellinin iznine bağlı bulunur. Bu izin elde edilmedikçe ferağ geçerli olmaz.
Mukataalı vakıf bir arsa üzerinde binadan, ağaçtan veya üzüm çubuklarından eser bulundukça, o arsaya bu bina ve diğerlerinin mâliki tasarruf eder. Böyle bir arsa üzerinde bina ve ağaçlardan eser kalmasa, mutasarrıfı mukataa bedelini ödedikçe, arsa mukataanın feshiyle onun el-inden alınamaz. Ancak mukataa bedelini vermezse, mütevelli arsayı onun elinden başkasına kiraya verebilir.
Üzerinde mülk bina, ağaç veya asma bulunan mukataalı vakıf arsanın eskiden tahsis edilmiş olan mukataa bedeli, emsaline göre düşük kalsa, bu mukataa ecr-i misline denk bir miktarda arttırılabilir.
Vakıf Yerlerin Kiraya Verilmesi
Vakıf yerlerin kiraya verilmesiyle ilgili hükümler vakıfnamelerinde varsa, mümkün oldukça buna göre amel olunur. Meselâ; vakıfnamesinde şu kadar süreyle kiraya verilmesi şart koşulan bir vakıf akarı, o süreden eksik veya fazla kiraya vermek caiz olmaz. Ancak bu kadar süre kiraya vermek vakıf için zararlı olacaksa bu durum müstesnadır.
Bir vakfın mütevellisi mevcut iken, onun akarım hâkim kiraya veremez. Çünkü mütevellinin özel velâyet, hâkimin ise genel velâyet yetkisi vardır. Özel vekâlet genel vekâletten daha üstündür.
Vakıf yerler rayiç bedel ile kiraya verilirler. Bu yüzden mütevelli. Vakıf bir yeri rayiç bedelden fazlaya veya rayiç bedelle kiraya vermişse bu kira akdi sahih olur. Rayiç bedelden eksik bir ücretle kiraya; verirse bakılır. Eğer bu az bir noksan ise kira yine sahih olur, fakat fahiş bir noksan ise sahih olmaz. Kira konusunda rayiç bedelin beşte birinden az olan eksikliğe az (yesir) eksiklik, beşte biri aşan eksikliğe ise fahiş eksiklik denir. Meselâ; emsali iki milyon liraya kiralanabilen vakıf bir dükkân bir milyon liraya kiraya verildiği zaman yüzde elli eksik bedelle kiraya verilmiş olur. Böyle bir kira sözleşmesi geçerli olmaz. Kiracıdan bu eksiği tamamlaması istenir. Kiracı bunu tamamlamaktan kaçınırsa mütevelli, kirayı fesih ile o akarı ecr-i misliyle başkasına kiraya verir. Kiracı o akarı bu fesihten önce bir süre kullanmış ise kendisinden bu süre için ecr-i misil alınır. Bazı fakihler bu durumda kiracıya gasp hükümlerinin uygulanması gerektiğini söylemişlerdir.
Diğer yandan rayiç bedelle kiralanan vakıf akara, başkası rayicin üstünde bir bedel teklif etse buna itiraz edilmez. Çünkü bu ilk kiracıyı zarara sokma, yıkıcı rekabet yapma niteliği taşır.
Vakıf için kiralanacak şey de rayiç bedel ile kiralanır. Eğer az bir fazlalıkla kiralanmışsa akit geçerli olur, fahiş bir fazlalıkla kiralanmışsa, kira akdi geçerli olmaz. Beşte birin altında olan fazlalık “az ziyade”, beşte bir veya daha fazla olan ziyade ise “fahiş fazlalık” sayılır. Meselâ; bir mütevelli vakıf için rayiç kira bedeli bir milyon lira olan bir daireyi, bir buçuk milyon liraya kiralamış olsa, fahiş fazlalık söz konusu olduğu için kira akdi sahih olmaz.
Bir vakıf akar belli bir süre için rayiç bedelle kiraya verildikten sonra, insanların rağbeti yüzünden emsal kiralar fahiş ziyade ölçüsünde artsa geri kalan süre için kiracının bu artan rayiç bedeli tamamlaması gerekir. Bunu tamamlamaya razı olmazsa mütevelli kirayı fesih ile o akarı başkasına rayiç bedelle kiraya verir. Çünkü vakfı zarardan korumak gerekir. Fetva bununla verilmiştir. Fakat başka bir görüşe göre emsal kira bedelinin artmasından dolayı mütevelli kira akdini bozamaz. Çünkü rayiç bedel ancak kira akdi sırasında dikkate alınır. Bununla birlikte mütevelli kirayı feshetmeyip de kira süresi son bulursa kiracıdan bir fark talep edemez, yalnız daha önce konuşulan kira bedelini vermekle yükümlü olur. Kira akdi devam ederken rayiç bedelin yükselmesi halinde “fahiş ziyade” den kastedilen, akit sırasında belirlenen bedelin yarısı kadar olan ziyadedir. Meselâ; aylık bir milyon kira ile iki yıl süreyle kiraya verilen vakıf bir akarın rayiç bedeli altı ay sonra iki milyon liraya yükselse, yüzde yüz bir artış olduğu için “fahiş bir ziyade” söz konusudur.
Bir kimse mütevellisi bulunduğu bir vakfın akarını rayiç bedeliyle de olsa kendisi için bizzat kiralayamaz. Çünkü bir kimse kira akdinin iki tarafını birden temsil edemez. Ancak hâkime başvurarak böyle bir akarı onun izniyle rayiç bedel üzerinden kira ile tutabilir, bu sahih olur.
Mütevelli vakıf akarı, lehine şahitlikleri kabul edilmeyen hısımlarına, meselâ; çocuklarına veya eşine kiraya veremez. Böyle bir kira akdi rayiç bedelle de olsa sahih olmaz. Çünkü bunda töhmet vardır. Bu, Ebû Hanîfe’ye göredir. Fetvâ da bununla verilmiştir. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise bu kira akdi câizdir. Diğer yandan bu gibi hısımlara rayiç bedelden fazla ile kiraya vermek Ebû Hanîfe’ye göre de câizdir (bk. Bilmen, a.g.e., V, 23 vd).
Vakıf araziler başka bir açıdan sahih ve gayri sahih olmak üzere ikiye ayrılmıştır:
1- Sahih Vakıf: Önce mülk araziden iken İslâmî hükümlere uygun olarak vakfedilen arazidir. Bu çeşit vakfın kuru mülkiyeti ve diğer bütün tasarruf hakları vakfedenin koyduğu şartlara göre kullanılır.
2- Gayri Sahih Vakıf: Önce mîrî araziden (kuru mülkiyeti devlete, yararlanma hakkı kişilere ait olan arazi türü) iken ifraz suretiyle bizzat İslâm devlet başkanı veya yetkili kişiler tarafından bir hayır yönüne vakfedilmiş arazidir. Bunlara “irsad ve tahsisat kabilinden vakıf” adı da verilir. Kısaca İslâm devletine ait olan bir mülkün kuru mülkiyeti yine devlette kalmak üzere yararlanma hakkının devlet başkanı veya yetkili kıldığı başka bir zat tarafından bir kimseye veya bir cihete tahsis edilmesiyle irşad kabilinden vakıf ortaya çıkar.
İrşad vakıflar da sahih ve gayri sahih olmak üzere ikiye ayrılır. Sahih irşad; İslâm devletine ait bir mülkün devlet başkanı veya yetki verdiği kimse tarafından, beytülmalden istifadeye hakkı olan kimselere tayin ve tahsis edilmiş olmasıdır. Camilere, medreselere ve benzeri Müslümanların maslahatına tahsis edilmesi gibi. Sahih olmayan irşad ise; yine İslâm devletine ait olan bir mülkün devlet başkanı veya yetki verdiği kimse tarafından beytülmalden hakkı olmayan bir kimseye tahsis edilmesidir. Hazineye ait topraklardan bir bölümünün vergisini haklı bir nedene dayanmaksızın şuna buna vakıf ve tahsis etmek gibi. Böyle bir vakıf ve tahsisin iptal edilmesi caizdir.
Sonuç olarak beytülmale ait toprakların vakfedilmesiyle ortaya çıkan gayri sahih vakıflar da üç kısma ayrılmıştır.
1- Rakabesi (kuru mülkiyeti) de tasarruf hakları da beytülmale ait olup yalnız âşâr ve rusûmu bir hayır cihetine vakıf ve tahsis edilmiş olan arazidir. Böyle bir arazinin âşâr vergisi, ferağ ve intikal harcı ve mahlûlat bedeli vakfa ait ise de tasarruf hakları yine devlete aittir. Bu çeşit vakıf arazi üzerinde ferâiz hükümleri değil İslâm devletinin çıkaracağı arazi kanunları uygulanır. Yani bu vakıfta kişilere sağlanan hakların mirasçılara geçip geçmeyeceği veya hangi ölçülere göre intikalinin yapılacağı arazi kanunlarıyla belirlenir.
2- Âşâr vergisi beytülmâle ait olup, yalnız tasarruf hakları, meselâ; bir medresenin hocasına, bir camiinin imanına veya savaşta büyük yararlılık gösteren bir gaziye vakıf ve tahsis edilmiş arazidir.
3- Hem tasarruf hakları ve hem de âşâr ve rusûmu cami ve medrese gibi bir hayır cihetine vakıf ve tahsis edilmiş arazidir (Döndüren, a.g.e., 568).
Bu son iki çeşit vakıf arazide ferağ ve intikal gibi arazi hükümleri uygulanmaz. Bunların tasarrufu vakıfnâmelerindeki şartlara göre olur.
Bir kimse beytülmale ait olan bir araziyi satın alsa bu satım akdinin geçerli olduğuna hamledilerek o araziye malik olur. Bu yüzden böyle bir araziyi vakfetmesi de sahih olur. Bu konuda vakıf şartlarına uyulur.
Devlete ait arazi ve arsaların devlet başkanı veya başka yetkililer tarafından vakfedilmesi halinde vakıfnâmeye uyulmasını gerekip gerekmediği tartışmalıdır. Bu konu İbn Âbidîn’de (ö.1252/1836) şöyle açıklanmıştır:
Ebussuud Efendi (ö. 982/1574) şöyle demiştir: “Hükümdar ve ümerânın vakıf şartlarına uymak gerekmez. Çünkü bu vakıflar beytülmalden ve ya beytülmale kalacak mallardandır. Bunların şartlarına riayet edilmeyince vakıfnamede olmayan fakat beytülmalin sarfedileceği yerlerden olmak üzere vazîfe (şahıslara hizmetleri karşılığında, vakfın gelirinden verilen ücret) veya müretteb (şahıslara ilmi, salâhı veya yoksulluklarından dolayı bir hizmet karşılığı olmayarak vakfın gelirinden verilen şeydir ki buna örfte “zevâid” denir) ihdas edilmesi caizdir”. Burada Ebussuud Efendinin hükümdarlara ait vakıfların durumlarını belirttiği görülür.
es-Serahsî’nin (ö. 490/1097) el-Mebsût isimli eserinden naklen şöyle denilir: Vakıf cihetlerinin çoğu köyler ve tarlalar olduğu takdirde hükümdarın vakfın şartına muhâlefet etmesi caizdir. Çünkü bu yerlerin aslı beytülmala aittir. Yani bu yerler beytülmale ait olup vakfedenin buna malik olduğu bilinmediği takdirde bu, gerçekten vakıf olmayıp irşad (tahsisat kabilinden) olarak caizdir. Nitekim hükümdar beytülmale ait araziden bir parçayı beytülmalde hak sahibi olanların haklarını elde etmeye yardımcı olmak üzere meselâ; alimler ve talebelere vakfetse tahsisat kabilinden olarak caiz olur. Buna “irşad vakfı” denir. Bu yüzden Mısır Sultanı Berkûk (?-1398) vakıfların beytülmalden alınmış olduğunu ileri sürerek vakıfları bozmak istemiş ve bunun için bir toplantı yapmıştır. Bu toplantıda Siracüddîn Bülkînî, Burhan b. Cemâa ve Hidaye’yi şerh eden Ekmelüddîn hazır bulunmuştur.
Bülkînî; “Âlimlere ve talebelere yapılan vakıflar kesinlikle bozulamaz. Çünkü onların beytülmale ayrılan beşte birde bundan daha çok hakları vardır” demiştir (bk. el-Enfâl, 8/41). Orada bulunanlar bu görüşü benimsemiştir. Nitekim bunu es-Süyûtî (ö. 911/1505) “En-Naklü’l-Mestûr tî Cevazı Kabzı Malûmi’l-Vezâif Bilâ Huzûr” isimli eserinde zikretmiştir. Bu görüş Mültekâ şerhinde de yer almıştır. Bundan açıkça anlaşılmaktadır ki, sultanların beytülmalden yaptıkları vakıflar, gerçek vakıf olmayıp irşad yani tahsisat niteliğinde bir muâmeledir. Beytülmalden yapılan vakıflar beytülmalın sarfedileceği yerlerden olan bir cihete yapılmış ise bozulmaz. Fakat sultan kendi çocuklarına, azatlılarına vakfetmiş ise bozulur. Sultanların yaptıkları vakıflar irşad olunca vakfın şartlarına riayet edilmesi de gerekmez. Çünkü bu vakıflar sahih bir vakıf değildir. Vakfın sahih olması için vakfedilen malın vakfedenin mülkü olması şarttır. Sultan, beytülmalden bir yeri satın almadıkça ona mâlik olamaz. Buna Ekmelüddin muvafakat etmiştir. Bu Ebussuud’tan ve el-Mebsût’tan nakledilene de uygundur (İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtar, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, VIII, 466, 467; ez-Zuhaylî, a.g.e., VIII, 167).
Hamdi DÖNDÜREN