ÜNİVERSİTE
Çeşitli bilim ve sanat dallarında faaliyet gösteren fakültelerden oluşan ve öğretim ve bilimsel araştırma çalışmaları yapılan yüksek öğrenim kurumu.
İslâm ülkelerinde eğitim geleneğinin “medrese” maddesinde ele alındığını hatırlatarak üniversite terimi ile ifade edilen kurumun, bugünkü yaygın durumuna gelmeden önce Hristiyan Batı menşeli bir müessese olarak geliştiğini kaydetmemiz gerekmektedir. Her ne kadar üniversitelerin menşeini Roma’da hukuk öğrenimi yapılan ilk çağ okullarına bağlamak isteyenler varsa da Avrupa’nın her tarafından gelen öğrencilerin okuyabildiği “Studium Generale” (genel eğitim kurumu) adı verilen ona çağ okullarının bu konuda zemin hazırlayan ilk kuruluşlar olduğu kabul edilmektedir. Bu okullarda yabancı öğrenciler kadar yabancı öğretim üyeleri de görev almaktaydı ve bunlarda kilise ve manastır okullarından daha gelişmiş bir eğitim verilebiliyordu. Bunlar doğrudan doğruya piskoposluğa bağlı okulların gelişmesi sonucu ortaya çıkmış kuruluşlardır.
İlk örnek olarak, XI. yüzyıl sonlarında İtalya’da teşekkül eden ve daha sonraları Boloğna Üniversitesi olarak anılan öğretim kurumu kaydedilmek gerekir. Boloğna ve onu takiben İtalya’nın üç âyn bölgesinde, Lombardiya, Toskana ve Roma’da kurulan birer Hristiyan öğretim merkezi ve öğretim üyeleri ruhban sınıfından meydana gelen birer teokratik eğitim kurumu hüviyetinde idiler. Boloğna Üniversitesinde “universitas scholarium” (öğrenci teşkilatı), yönetimde hakim durumdaydı ve rektör, öğrenciler arasından seçilirdi. Büyük öğrenci loncası, öğrencilerin etnik menşelere göre “nationes” denilen dört derneğe ayrılmıştı. Nationes başkanları, rektöre yardımcı olarak yönetimde görev alırlardı.
Paris üniversitesi ise, ayrı bir yapılanma sergiler, bunun yönetiminde öğretim üyeleri ağır basardı. Ancak, uzun bir süre gerçek yönetim piskoposun temsilcisinde kalmıştır. Zamanla rektörün yönetimde ön plana çıkışı, piskoposun nüfuzunun kırılması, üniversite muhtariyeti yolunda önemli bir adım teşkil etmiştir.
Şunu ayrıca kaydetmek gerekir, henüz üniversite muhtariyetinin söz konusu olmadığı bu erken devirlerde bilim adamı ve öğretim üyelerinin itibarlı ve imtiyazlı bir konumu bulunduğundan söz edilebilir. Şöyle ki, bunlar ancak kilise mahkemelerinde yargılanabilirlerdi. Kutsal Roma Germen imparatoru 1. Friedrich,1158’de Boloğna’daki bilim adamlarını haksız tutuklamalardan koruyan ve onların en az kendi seviyelerinde kilise yetkililerince yargılanabileceklerini öngören haklar tanımıştır. Öğrenciler de bu haklardan fert olarak istifade edebilirlerdi. Böylece sivil mahkemelerde yargılanmaktan muaf tutulan öğrenciler aynı zamanda vergi ve askerlik yükümlülüklerinden de muaf bulunuyorlardı. Bu imtiyazlı durumlarını gençlikle suiistimal ediyor ve şımarıklık psikolojisi içinde içip içip kavgalar çıkartarak halkı taciz ediyorlardı. Üniversite yönetimleri bu durumları önlemek üzere öğrencilere sürekli kalabilecekleri yurtlar açmaya başladı. Yurtlarda sıkı disiplin kuralları uygulanır; hırsızlık, yalancılık yapmak, kumar oynamak, sarhoşluk, cinsel ilişkide bulunmak, takma ad kullanmak, alım satım yapmak ve kilisedeki ibadetlere geç gitmek gibi belli başlı konularda sıkı yasaklar altında yaşanırdı. Bu kurallara uymayanlar için, suçunu herkesin önünde itiraf etme; para cezası veya kamçılanma ve nihayet okuldan atılma gibi cezalar uygulanırdı.
İlk üniversitelerde, dinsizlik ve heratiklik sayılan görüşlerin propagandası yapılmamak şartıyla; bunların, kendi yönetimlerini bizzat yürütmeleri engellenmezdi. Resmî kilise doktrinine sadakat esastı. Bu şartlarla, devlet ve kilise tarafından özerk bir kuruluş olarak tanındıkları söylenebilir. Kendi giderlerini kendi kaynaklarıyla karşılamak zorunda bulunuyorlar ve bu sebeple öğretim üyeleri öğrencilerden harç mahiyetinde bir nevi ücret alıyorlardı. Buna mukabil iyi bir eğitim vermeye gayret ediyorlardı.
Paris örneğini Oxford izledi. Onun eğitiminden hoşnut olmayanların Oxford’dan topluca ayrılmaları sonucu 1209’da Cambridge Üniversitesi kuruldu. Bir süre sonra da Paris Üniversitesinden Oxford’a toplu iltihaklar oldu. Eğitimin kalitesini beğenmeyen ve yetersiz bulan öğrenciler böyle bir toplu protesto eylemleri yapabiliyorlardı.
Üniversitelerde Latince eğitimi esastı. Gramer bilgisi dışında, mantık ve kıyas teorisi ve retorik dersleri temel bilgiler olarak verilirdi. Bu konularda temel eğitim gören öğrenciler daha sonra kendi branşlarını seçerlerdi. Başlıca, ilâhiyat, hukuk ve tıp branşlarında öğretim yapılırdı. Mezuniyet imtihanları çok çetin geçer ve öğrencilerin çoğu başarısız olurdu.
Bütün Avrupa üniversitelerinde olduğu gibi Amerikan üniversiteleri de teokratik birer eğitim kurumu olarak teşekkül etmişlerdir. Farklı dinî cemaatler ve mezhep salikleri malî destekleriyle farklı college’lerin ortaya çıkmasına yol açmışlardır.1693’de teşekkül eden William and Mary’yi İngiltere kilisesi;1746’da kurulan Princeton’u Presbiteryenler; şimdiki adıyla Columbia’yı (o zaman Kings Colleğe adını taşıyordu) New York’lu Anglikanlar desteklemişlerdir. Amerika’nın en eski yüksek öğrenim kurumu olan Harward (1636’da kurulmuştur) başlangıçta orta öğretim seviyesinde bir ders proğramı uygulamıştır. Adını, mülkünün yarışını ve kütüphanesini bu okula bırakan Püriten papaz John Harward’dan almış ve kilisenin himayesinde kurulmuştur.1701’de kurulan Yale Üniversitesi ise, gene Püriten bir din adamı olan Cotton Mather’in önderliği ile teşekkül etmiş bir okuldur.
Başlangıçları itibariyle Hristiyan teokrasisinin ideallerine bağlı olan ve bu ideallere hizmet etmek üzere kurulan batı üniversiteleri, tarihçelerinin uzun bir döneminde hemen hemen hep aynı klasik ders proğramını uygulamışlardır. Topluma hizmet vermek üzere iyi ve kaliteli kilise ve devlet adamları ve memurlar yetiştirmeyi hedef almışlardır. Zamanla programlara serbestçe seçilen dersler dahil olmuş; bilimsel ilerlemelere paralel olarak ye’ ni dersler ve yeni branşlar ortaya çıkmıştır. Gitgide, artan bir sürat ve yoğunluk gösteren bu gelişmeler yüksek öğrenimin genişliğine ve derinliğine zenginlik kazanmasına yol açmış; bu da beraberinde daha kapsamlı bir akademik özgürlük ve daha geniş bir tolerans ortamını gerekli kılmıştır. Pratikte bunun anlamı, yüksek öğrenim kurumlarının fiilen laik hale gelmeleri olmuştur. Teokratik orijin prensipte kalmış, âdeta nazarî ve felsefî temel bir ilke hüviyetiyle saygı duyularak anılan bir hatıradan ibaret hale gelmiştir.
Bir İslâm ülkesi olarak Türkiye’de yüksek öğrenim ve genel olarak öğretim ve eğitim meselesi, İslâmî eğitim geleneği çerçevesi içinde medrese kurumu adı altında incelenmek ve bunun yanı sıra modern Türk üniversiteleri ayrıca ele alınmak gerekir.1839 Tanzimat hareketinden sonra, medreselerdeki yüksek öğretimin dışında pozitif bilimler sahasında farklı bir teşkilatlanmaya gidildiği bir vakıadır. Bir anlamda şimdiki üniversitelerimizin öncüsü sayılan Darülfünun-ı Osmanî 1863’de İstanbul’da kurulmuştur. Değişik sebepler yüzünden eğitimin kesintiye uğraması sonucu sık sık kapanan Darufünun, 1870, 1874 ve 1900’de üç defa daha açılmış ve her defasında da ismi değiştirilmiştir. 1900’de Darülfünun-ı Şahane, II. Meşrutiyette tekrar Darülfünun-ı Osmanî adını alan müessese, 1924 Nisan’ında tüzel kişilik de tanınmak suretiyle İstanbul Darülfünunu adım almıştır. Bu süreç içinde açılan çeşitli yüksek okulları ve meslek okullarını bünyesi içinde toplayarak batıdaki emsallerine benzeyen modern bir üniversite görümünü kazanan İstanbul Darülfünunu, Maarif Vekaletine bağlı olmakla beraber bilimsel ve idarî bakımdan özerk sayılıyordu.
Daha sonra Ankara rejimi üniversite konusunda köklü bir değişime gitmek istedi ve İsviçreli Profesör Albert Malche’ye bir rapor hazırlatarak o raporun ışığında hazırladığı bir kanun ile üniversite reformu yaptı.1933 tarihli bu kanun ile İstanbul Darülfünun’nun adı bu defa İstanbul Üniversitesi olarak değiştirildi ve öğretim üyeleri arasında geniş kapsamlı bir tasfiyeye gidildi. Nazi rejimi sebebiyle Almanya’dan kaçan (bir kısmı Yahudi asıllı) asıllı profesörler istihdam edildi ve bunlar yeni üniversitenin şekillenmesinde önemli rol oynadı.1933 reformu, öğrenimin kalitesini yükselten, fakat üniversiteyi siyasîlerin denetimine sokan bir hareket olarak değerlendirilmektedir.
II. Dünya Harbini takiben çok partili siyasî hayata geçilirken üniversite özerkliğini ve kurumun tüzel kişiliğini kuvvetlendiren yeni kanunî düzenleme (1946) yapıldı; üniversiteler için Senato, Yönetim Kurulu ve Rektör; fakülteler için Genel Kurul, Profesörler Kurulu, Yönetim Kurulu ve Dekan olmak üzere organlar kuruldu. Bu kanun yeni kurulan Ankara Üniversitesini ve İstanbul Teknik Üniversitesini de kapsamı içine alıyordu. Özellikle 1955’den sonra yüksek öğrenim yurt sahtına yayılmaya; yeni üniversiteler, yüksek okullar ve akademiler kurulmaya başlandı. Ankara’da Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Trabzon’da Karadeniz Teknik Üniversitesi, İzmir’de Ege Üniversitesi, Erzurum’da Atatürk Üniversitesi bu dönemde kuruldu.
Demokrat Parti iktidarının son yılları üniversite ile siyasi iktidarın çekişmelerine sahne oldu. Hükümet, üniversite özerkliğini sınırlama eğilimi gösterirken bazı üniversiteler de muhtariyetlerini siyasi nitelikli çıkışlarına paravan yaptılar. Neticede 27 Mayıs ihtilalini takib eden dönemde ve özellikle 1961 Anayasası ile üniversite özerkliği kuvvetlendirildi. Ancak zamanla bu özerkliğin, fiiliyatta bilimsel gelişmeye zemin hazırlamak şöyle dursun, bilimin bütünüyle askıya alınmasına varacak bir süreç haline dönüştüğü ve üniversitelerde terör ve anarşiye varan kamplaşmalara, sağ-sol bölünmelerine yol açtığı görüldü. Öğretim ve bilimsel faaliyetler, boykot ve işgallerle kesintiye uğruyor ve bu durumdan ülke büyük zarar görüyordu: Bu dönemde üniversite ve yüksek okulların kapasite ve kontenjanlarını çok aşan öğrenci talebi karşısında merkezî seçme sınavı geliştirildi ve ayrıca paralı yüksek öğrenime (özel paralı yüksek okul açılmasına) imkânı tanındı. Özel, paralı yüksek okullar zamanla tepkilere yol açtılar ve nihayet Ocak 1971’de Anayasa Mahkemesinin, bu okulların açılmasına imkân veren kanunu iptal etmesi ile kapatıldılar. Bu dönemde Hacettepe Üniversitesi kurulmuştur.
1968’de yoğunlaşan öğrenci hareketleri huzursuzluğu arttırdı. Bir noktadan sonra yüksek öğrenim adeta felç oldu. Bu durum 12 Mart müdahalesinden sonra, suiistimale uğrayan özerkliğin kontrol altına alınmasına yönelik düzenlemelere yol açtı. 1973’de kabul edilen yeni Üniversiteler Kanunu,1975’de Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmiştir. Bu dönemde, Boğaziçi Üniversitesi, Çukurova Üniversitesi, Dicle Üniversitesi, Anadolu Üniversitesi, Cumhuriyet Üniversitesi, Fırat Üniversitesi, Dicle Üniversitesi, Uludağ Üniversitesi, İnönü Üniversitesi, Selçuk Üniversitesi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Erciyes Üniversitesi açılmış;1974-1975 öğretim yılında “Mektupla Öğretim” sistemine geçilmiş, daha sonra bu sistem “Yaykur” adıyla yeniden tanzim edilmiştir.
12 Eylül hareketinden sonra Anayasa yeniden düzenlendiği gibi, bütün yüksek öğrenim kurumlarının yetki ve sorumluluklarını, teşkilat ve organların işleyişlerini düzenleyen ve bütün yüksek okulları üniversite çatısı altında toplayan 2547 sayılı Yüksek Öğrenim Kanunu kabul edildi. İhdas edilen Yüksek Öğrenim Kurulu (YÖK) hemen her şeyin denetimini yüklendi. Akdeniz Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Mimar Sinan Üniversitesi, Yıldız Üniversitesi ve Yüzüncü Yıl Üniversitesi bu kanun ile düzenlenmiştir. Daha sonra ise, Bilkent Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi kurulmuşlardır.
Üniversitelerimiz halen problemleri sona ermiş olmaktan uzak bulundukları gibi YÖK sistemi de halen çeşitli eleştiri ve tartışmalara konu olmaya devam etmektedir.
Mahmud Rifat KADEMOĞLU