TOPRAK MÜLKİYETİ
Toprağa mülk olarak sahip olmak. İslâm’da, gayri menkul sayılan toprağın mülk edinilmesi ve tasarrufta bulunulması bazı kayıt ve şartlara bağlanmıştır. Sahipsiz olan bir menkule mâlik olabilmek için meşrû zilyedlik (ihrâz) yeterli iken, toprağa mâlik olabilmek için buna ek olarak “ihyâ” şartı konulmuştur.
Bir şeyi meşru yoldan ilk ele geçirme o şey üzerinde öncelik hakkı verir. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Kimseye ait olmayan bu şeyi kim ilk önce ele geçirirse, o şey o kimsenin olur”. Bu hadisi nakleden Esmer b. Müderris, Hz. Peygamber’in bu sözlerini işiten sahabilerin, araziye dağılarak işgal etmek istedikleri toprakları adımlayıp işaretlemeye başladıklarını söyler (Ebu Dâvud, İmâre, 36, H. No: 3071).
Ancak, sahipsiz toprağı ele geçirip sınırlarını belirlemek yeterli değildir. Bu toprağı islah edip, tarım yapabilir bir duruma getirmek de gerekir. Allah elçisi “ihyâ” şartı denilen bu safhayı şöyle ifade eder: “Kim ölü bir toprağı ihyâ ederse,bu toprak onun olur. Haksız dökülen ter için bir hak yoktur” (Buharî, Hars, 15, 27; Ebû Dâvud, İmâre, 37; Tirmizî, Ahkâm, 38; Mâlik, Muvattâ, Akdiye, 26, 27; Dârim;, Büyû, 65; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 303). Sahipsiz toprağı çevirip yıllarca ihya etmeden, ekip biçmeden beklemek arazileri yararlanılamaz hale getirebilir, toprak spekülasyonuna yol açabilir. Bu yüzden İslam’da, çevrilen bir araziyi ihya için üç yıl süre tanınmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Âd’tan kalma yer Allah’ın, Resulunun ve sonra sizindir. Kim olu araziyi ihya ederse ona sahip olur. Çeviren üç yıl içinde ihya etmemişse, bundan sonra artık bu toprak üzerinde bir hakkı kalmaz” (Ebû Yusuf, el-Harâc, 5. baskı, Kahire, 1396, 70).
Hz. Ömer’in uygulaması da bu tarzda olmuştur. O, hilâfeti sırasında minberden şöyle seslenmiştir: “Kim ölü araziyi ihya ederse onun olur. Ancak çevirdiği araziyi üç yıl içinde ihya etmezse, artık o arazi üzerinde onun bir hakkı kalmaz (Ebû Yusuf, a.g.e., 71)
Diğer yandan şahısların sahipsiz mekan ve arazileri koru ve otlak yapmak için çevirmesi yasaklanmıştır. Hz. Peygamber; otlak çevirme (himâ) hak ve yetkisinin Allah ve Resulune ait olduğunu bildirmiştir (Buharî;, Cihâd, 140, Şirb, (Müsâkât), II; Ebû Dâvud, İmâre, 39, H. No: 3083). Uygulama örneği olarak, Allah elçisinin Medîne civarında bulunan “Naki” adındaki yeri, Hz. Ömer’in ise halifeliği döneminde “Şerif” veya “Şeref” ve “Rebze” adındaki yerleri otlak olarak çevirttiğini zikredebiliriz (Buhârî;, Şirb, ll; Ebû Dâvud, İmâre, 39).
Buna göre, gerek arazilerin ihyası ile ilgili hükümler ve gerekse “himâ” ile ilgili sınırlamalar, bir islam ülkesinde sahipsiz toprakların islâm Devleti’nin mülkiyeti altında olduğunu göstermektedir. Nitekim Ebû Yusuf, İslâm Devleti başkanının şahıslara işletmek üzere dağıtabileceği (ikta) sahipsiz arazileri sayarken; “hiç kimseye ait olmayan”, “Hiç bir kimsenin zilyetliğinde olunmayan”, “hiçbir kimseye miras olarak kalmış olmayan” ve “üzerinde imar eseri de bulunmayan” topraklar olarak tarif etmiş ve devlet başkanının bu gibi yerleri uygun göreceği kimselere %5 ilâ %50 arasında bir vergi veya harac karşılığında ikta yetkisine sahip olduğunu belirtmiştir (Fahri Demir, İslâm, Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, 1981, y.y, 199-201).
Sahipsiz toprağı çevirip ihya, bu toprağın yerini temizlemek, kazıp taşını ayıklamak, oraya su kanalı açılmak suretiyle ve benzeri yıllarla araziyi işlenebilir duruma getirmeyi kapsar (bk. Meeelle, mad. 1275-1276). Sahipsiz araziye “ölü arazi” denir.
Mecelle’nin beşinci faslında ölü arazilerin ihya esasları belirlenmiştir. 1270. maddede sahipsiz, ölü arazi şöyle tarif edilir: “Ölü arazi, kimsenin mülkü, bir kasaba ve koyun merası veya baltalığı olmadığı halde, yerleşim merkezine uzak olan, yani kasaba ve koyun en kenarındaki evlerden yüksek sesli kimsenin sesi duyulmayacak kadar uzakta bulunan yerlerdir.”
Madde 1271: “Yerleşim merkezine yakın olan yerler toplum için mera, harman yeri ve baltalık olmak üzere terk olunur ve bu yerlere “metrûk arazi” denir”.
Madde 1272: “Bir kimse devlet başkasının izni ile ölü araziden bir yeri ihya ve imar etse ona malik olur. Eğer sultan veya vekili bir kimseye bir yerden mülk edinmeksizin sadece yararlanmak üzere ihyasını izin verse, o kimse izin verildiği şekilde o yerde tasarruf eder. Fakat o yere malik olamaz “.
Madde 1273: “Bir kimse bir parça toprağın bir miktarını ihya edip de geri kalanını terk etse, ihya ettiği yerlere malik olup geri kalanı onun olmaz. Fakat ihya ettiği arazinin ortasında bir miktar yer boş kalsa, o yer de ona ait olur. “
Madde 1274: “Bir kimse ölü araziden bir yeri ihya ettikten sonra diğer kimseler de gelip dört tarafdaki yerleri ihya etseler, o kimsenin yolu en sonra ihya edenin arazisinden olur.”
Madde 1275: “Tohum ekmek ve fidan dikmek araziyi ihya olduğu gibi, nadas yapmak, sulamak veya su kanalı açmak da ihya niteliğindedir.”
Madde 1276: “Bir kimse ölü araziden bir yerin çevresine duvar çekse veya sel suyundan muhafaza edecek kadar çevresini yükseltip üç set yapsa o yeri ihya etmiş olur”. Devamı maddelerde ihya niteliğinde sayılabilen ıslahlardan söz edilir.
1279. maddede sahipsiz araziyi çevirme ve ihya için hadis-i şeriflerde öngörülen üç yıllık süre şöyle yer almıştır: “Bir kimse ölü araziden bir yeri çevirse, üç yıl süreyle o yere başkalarından daha fazla hak sahibi olur. Üç yıla kadar ihya etmezse hakkı kalmaz ve ihya etmek üzere başkasına verilebilir”.
Ölü arazi şer’i izne dayanılarak bir kimseye temlik edilirse, hakkında feraiz hükümleri uygulanır. İslâm Devletinin çıkaracağı arazi kanunu uyarınca bir kimsenin böyle bir araziyi tasarrufuna izin verilirse, hakkında arazi kanunu hükümleri uygulanır. 1274 H. tarihli Osmanlı Arazi Kanunu 103. maddede şöyle denilir:
“Tapu ile kimsenin tasarrufunda olmayan, eskiden beri köy ve kasabalar halkına tahsis kılınmayan ve yerleşim merkezinin en kenar yerinden, yüksek sesli bir kimsenin sesi işitilemeyecek derecede köy ve kasabalara uzak bulunan kûhî, taşlık, kıraç, pırnalık ve otlak gibi hali yerler ölü arazi olup, bu gibi yerlerden birine zarureti olan kimse rakabesi (kuru mülkiyeti) beytülmale ait olmak üzere meccânen yetkili memurun izniyle yeniden yer açıp tarla edinebilir. Diğer ekilip biçilen araziler hakkında mer’î olan kanun hükümleri, bu gibi yerlerde de caridir”.
Düşman topraklarından savaşsız, sulh yoluyla islâm ülkesine katılan topraklar islâm Devleti’nin mülkiyetine geçer. Bu topraklar devlet adına işletilip geliri toplum yararına harcanabileceği gibi devlet tarafından ihtiyaç sahiplerine taksim edilmesi mümkündür. Nitekim Allah elçisi Benî Nadir arazilerini Medine’ye göç eden topraksız muhacirlerle, Medineli topraksız üç sahabeye taksim etmiştir (er-Râzî, et-Tefsiru’l-Kebû, Mısır, 1937, XXIX, 284, 285). Fetih yoluyla İslâm ülkesine katılıp da sahipsiz olan topraklar da devletin mülkiyetine geçer. Devlet bu toprakları ihtiyaç sahiplerine dağıtınca (ikta) özel mülkiyete konu olurlar.
Ebû Yusuf (ö. 182/798) Hz. Ömer devrinde fethedilen Irak topraklarından devletin özel kişilere dağıtabileceği kısımları şöyle sıralar: Kisra’ya, vezirlere, hânedâna, savaş öncesi veya savaş sırasında ölen yahut da ülkeyi terk edenlere ait sahipsiz topraklar devlet mülkiyetinde olup, devlet bu çeşit topraklardan ölü olanları ihtiyaç sahiplerine dağıtma yetkisine sahiptir (Ebû Yusuf, el-Harâc, 62-65).
Savaş yoluyla ele geçirilen topraklardan sahipli olanları ise devletin dağıtıp dağıtmama yetkisi vardır. Hanefilere göre devlet bu nitelikteki toprakları, beşte birini ayırdıktan sonra geri kalanı gazilere dağıtmak veya eski sahiplerinin ellerinde bırakmak ve onlardan harac vergisi almak şıklarından birisini uygulayabilir (İbnü’l-Hümâm,Fethu’l-Kadîr, VI, 32; eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VIII, 14-17).
İmam Şafii’ye (o. 204/819) göre, zorla fethedilen yerin işlenen veya değerli olan (ölü olmayan) topraklarının, beşte biri ayrıldıktan sonra gaziler arasında dağıtılması gereklidir. Aksi halde kitap ve sünnete aykırı hareket edilmiş olur. Ancak gaziler kendi rızaları ile bu gibi toprakları devlet başkanının emrine bırakabilir veya toplum için vakfedilmesini işleyebilirler (Şâfiî, el-Ümm, III, 181; İbnü’l-Hümâm, a.g.e, VI, 328; el-Kâsânî, el-Bedâyi’, VII, 118,119; Ali Şafak, İslâm Arazisi Hukuku, İstanbûlî, 1977, 60-62).
İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel de bu konuda devlet başkanının yetkili olduğunu, beşte birini ayırdıktan sonra dağıtabileceğini, ya da toplum yararı için “vakfedilmiş topraklar” statüsüne sokabileceğini söylerler (Malik, el-Müdevvene, Beyrut, 1323, III, 26, 27 Muvatta, II, 470; İbnü’l-Hümâm, a.g.e, VI, 32; eş-Şevkânî, a.g.e, VIII, 14-17).
Hz. Ömer’in hilafeti zamanında zorla fethedilen Suriye ve Irak topraklarına fey’ hükümleri uygulanmıştır. Irak toprakları fethedilince gaziler buranın kendilerine dağıtılacağını bekliyorlardı. Hz. Ömer dağıtmak istemeyince istişare ve müzakereler yapıldı. Hz. Zübeyr, Abdurrahman b. Avf ve Bilal-i Habeşî ile aynı düşüncede olanlar, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Rasûlüllah’ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi gazilere dağıtılmasını istediler. Muaz b. Cebel ve Hz. Ali gibi bazı sahabiler ise bu konuda Hz. Ömer’i desteklediler.
Hz. Ömer şöyle diyordu: “Bu toprakları dağıtırsam, sizden sonra gelecek Müslümanlara ne kalır? Onlar toprakların üstünde yaşayan insanlarla birlikte taksim edilmiş olduğunu, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, böylece kendilerinin her şeyden mahrum edilmiş olduklarını göreceklerdir”.
Düşmandan savaşla veya savaşsız ele geçirilen toprakların mülkiyetinin devletle, yararlanma hakkının ise harac vergisi karşılılığında eski sahiplerinin ellerinde bırakılmasına “fey” denir. Bu, bir bakıma geliri toplum ihtiyaçları için harcanmak üzere arazilerin topluca vakfedilmesidir.
Hz. Ömer bu müzakerelerin sonunda Kur’an-ı Kerîm’den fey’ ile ilgili şu ayetleri delil getirmiştir: “Allah’ın fethedilen diğer düşman ülkeleri ahalisinden peygamberine verdiği fey’ Allah’a peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Ta ki, bu mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın. Peygamber size ne verdi ise onu alın, size ne yasak etti ise ondan da sakının” (el-Haşr, 59/7). “Özellikle o fey ‘ hicret eden yoksullara ait olup, onlar Allah’tan fazla inâyet ve hoşnutluk ararlar” (el-Haşr, 59/8). Bu ayetler, ganimet taksimini genel olarak düzenleyen el-Enfal suresinin kırk birinci ayetini tahsis etmiştir. Bu duruma göre Haşr suresindeki 6. ve devamı fey’ ayetleri savaşla veya savaşsız alınan topraklar üzerinde İslâm devletinin başkanına maslahata uygun olarak tasarrufta bulunma yetkisi vermiştir. Hz. Peygamber Hayber toprakları için Enfâl suresindeki ayetle, Hz. Ömer ise Suriye, Irak ve Mısır toprakları için fey’ ayetleri, yalnız savaşa katılanları değil, bütün müminleri içine alır. Bu gayri menkuller üzerinde hak sahibi olmada, sonra gelenler önce gelenlere ortak olurlar. Bu ise ancak arazileri gazilere taksim etmemekle gerçekleşir. Böyle bir statü toplu bir vakıf ve toplu bir kamulaştırma niteliğindedir. Ancak bu gibi toprakların kuru mülkiyeti devlete ait olduğu için, devletin çıkaracağı arazi kanunu esaslarını göre, yararlanma hakkı mülkiyete konu olur, mirasla geçer, gerçek vakıf ise mirasla geçmez. Ancak bu toprakları tasarruf eden zimmlerin hakları mülkiyet hakkından farksızdır. Önceden olduğu gibi bu toprakları alıp satmak, rehin vermek, miras olarak bırakmak gibi haklardan yararlanırlar. Devlet başkanı artık bu toprakları zimmlerin elinden alamaz, haracın dışındaki güçlerinin yetmeyeceği bir yükümlülüğü topraktan dolayı koyamaz (bk. Ebu, Yusuf, a.g.e, 75, 83, 85; Ebu Ubeyd, el-emvâl, Kahire, 1968, 94; Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku ‘s-Siyâsiyye, 314, Vesika: 325; Ali Şafak a.g.e, 146-149; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbûl, 1991, 524, 525).
Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında görülen mîrî arazi statüsü de kökende fey’ arazisi benzeridir. Mîrî arazinin ortaya çıkışı şu şekilde olmuştur: Bir ülke fethedilince arazileri kimseye verilmeyip beytülmal için alıkonulan veya fetih sırasında ne şekilde işlem yapıldığı bilinmeyen ya da öşür veya harac arazisinden iken mâliklerinin mirasçı bırakmaksızın ölümüyle devlete geçen ve yine mülk araziden iken zamanının geçmesiyle malikleri meçhul kalan veyahut kuru mülkiyeti devlete kalmak üzere ihya olunan araziler mirî arazi niteliğindedir (Ali Şafak, a.g.e., 146 vd.; Fahri Demir, a.g.e, 211, 212). Bunların kuru mülkiyeti devlete ait olup yararlanma hakkı köylülere tapu ile tefvîz edile gelmiştir. Bunları tasarruf edenler kiracı statüsünde olup, devlete verecekleri belirli hisseler “kira bedeli” niteliğindedir.
Sonuç olarak sahipsiz ölü bir toprağı ihya etme; sahipli bir toprağa satın alma, bağış, vasiyet veya miras gibi bir yolla mâlik olma veya devletin kişilere mülk olmak üzere temlik etmesiyle mâlik olma gibi yollarla gerçek sahsın mülkiyetine geçen topraklar üzerinde mülkiyet hakkı cereyan eder. Kuru mülkiyeti devlete ait olan toprak statüsünde ise yalnız yararlanma hakkı veren bir mülkiyet hakkı söz konusu olur.
Hamdi DÖNDÜREN