TEKEL
Bir mal veya hizmet üreticisinin, o mal veya hizmet yerine bir başkasının ikame edilemediği durumlarda piyasayı tek başına belirlemesi ve herhangi bir rakibi bulunmaması durumu. Bu durumda söz konusu mal veya hizmetin satış riski olmaksızın fiyatının en yüksek kârı elde edecek şekilde belirlenmesi hemen hemen üretici firmanın kararına kalmış bir konu olmaktadır .
Tekel (inhisar), onun tam zıddı olan tam rekabette olduğu gibi uygulamada mutlak olarak gözükmez. Bu bakımdan bir tekelin varlığından söz edebilmek için değişik kriterler öne sürülmüştür. Bugün genellikle makul kabul edilen ölçü; bir mal veya hizmet konusunda toplam üretimin en az üçte birinin bir veya birlikte hareket eden birkaç firma tarafından denetlenebildiği durumlarda tekelin söz konusu olduğu şeklindedir. İş bu ölçeğe varmışsa, o mal veya hizmetin ikame edilememesi durumu variddir ve tekelden bahsedilir .
Serbest rekabet ve özel teşebbüs taraftarları tekelciliğe karşıdırlar. Ancak çok zaruri konularda, malın veya hizmetin mahiyeti tekeli kaçınılmaz kılıyorsa buna izin verilmeli; bu takdirde fiyatların ve arzın denetlenmesi konusunda ise, firma faaliyetlerini kısıtlayan kayıt ve şartlar konulmalıdır. Özellikle kamu hizmeti sahalarında ve teknik icablar açısından gerekli olduğu zaman tekele gidilebilmelidir. Mesela havagazı, doğalgaz gibi konularda değişik firmalara dağıtım izni verilmesi boru hatları konusunda karışıklığa ve israfa yol açacağından bu gibi konularda tekel tercih edilmelidir.
Tekeller güçlü firmalar olduklarından, bunların üretimi ve mal çeşidini kısıtlayıp aşırı kâr gayesiyle fiyatları yükselttikleri ve böylece de tüketiciyi sömürdükleri iddia edilmiştir. Bu görüşe nazaran rekabetin bulunmaması sebebiyle tekelci piyasalarda sonuç itibariyle üretim düşer; verimlilik ve kalite azalır.
Buna karşılık tekellerin lehinde kaydedilen bazı hususlara dikkati çekenler de vardır. Bunlar, özellikle rekabetten doğan israfı önlediği uzun vadeli planlamaya imkan tanıdığı; atıl kapasiteyi ortadan kaldırdığı; üretim maliyetini aşağı çektiği ve verimliliğin artmasına yol açtığı gerçekleriyle tekelleri savunmuşlardır.
Ekonomik hayattaki tekelleşme egilimi ve tekeller konusunda İslam’ın görüşü nasıldır? İslam’ın zuhur ettiği devirde, bugünkü tekellere benzeyen ekonomik oluşumlar görülmüş müdür; yahut da tekelleşme eğilimine işaret teşkil eden gelişmeler ortaya çıkmış mıdır? Cevap evet ise, buna dair hüküm ne olmuştur?
Şu bilinmektedir ki, İslam dini “Servetin yalnızca zenginlerin ellerinde dolaşan bir devlet olmaması” (el-Haşr, 7) konusunda tavır koymuş; ekonomik değerler üzerinde şahıs ve zümre inhisarına müsait davranmamıştır. Resulullah’ın “Hiç bir şehirli, hiç bir bâdî (köylü) adına onun malını satmasın. İnsanları (alışverişlerinde) kendi hallerine bırakın. Allah, insanları birbirlerinden rızıklandırır” mealindeki hadisinin, piyasaların serbest oluşmasını temine matuf olduğu ve bununla tekelciliğe engel olunmak istendiğini kabul edilmektedir.
Ümmet anlayışı içerisinde, bir takım kişi ve zümrelerin, aralarında organize olarak piyasada arz ve talebi; malın üreticisi olanların ve onun tüketicisi olan halkın hak ve menfaatlerini zarara uğratacak tarzda kendi menfaatleri yönünde denetimleri altına almaları kabul edilmemiştir. Mal üzerinde spekülatif işlemlere girişilmesi ve reel herhangi bir ihtiyaca tekabül etmeyen aracı faaliyetler ile sunî fiyat oluşturma gayretleri engellenmiş; piyasanın kendi tabii mecrası içinde serbestçe oluşmasını güçleştiren tertiplere izin verilmemiştir. İhtikârın, her çeşit karaborsacılığın, iddiharın, faizin kesinlikle haram kılınışının ötesinde ekonomik hayatta, bünyesinde tekelleşme istidadı taşıyan ve bir nevi istismar tarzı şeklinde beliren bazı ticarî görünümlü işlemler de yasaklanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, üreticinin ve küçük sermaye ile iş yapan küçük esnaf ve ticaret erbabının ticarî aktivitelerini ve bunun sosyal hayata getireceği dinamizmi selbedecek şekilde büyük sermaye sahiplerinin piyasalara tek başlarına hakim olmaları engellenmiş; ticarî faaliyete katılımın yaygınlaştırılması tercih edilmiştir. Bunun da tekelci eğilimlere karşı bir tavır olduğu ortadadır.
Bununla beraber, tekelleşme ile sonuçlanacak ekonomik ve ticari temayüllere karşı çıkan bu anlayış; netice itibariyle direkt olarak nasdan, yani Kur’an ve hadisin bu konuda doğrudan hükmünden kaynaklanmaktan çok, bazı nasların (özellikle metnini verdiğimiz hadis-i şerifin) yorumlanış tarzına istinad eden ictihatlardan, yani fıkıh doktrininden neşet etmiştir. Herhalde bu yüzden olacak ki, sonraki devirlerde İslâm muhitinde “maslahat’ mülahazalarıyla kolaylıkla tekeller ihdas edilmiş; Müslüman toplumların yönetim sorumluluğunu taşıyan devlet ve idareler resmen tekellerin kurulmasına ve bunların, düzenlenmesine öncülük etmişlerdir. Osmanlılarda gördüğümüz “Gedikler” bunun tipik örnekleridir. Pek çok imalat ve ticaret konularının ruhsata bağlı olarak inhisar mevzuu haline getirilişinden ibaret olan bu uygulama daha sonraları ekonomik ve ticarî hayatı içinden çıkılması zor karışıklıklara sürüklemiş ve gene maslahat mülâhazalarıyla bu defa tamamen kaldırılmıştır. Başka Müslüman ülkelerde de buna benzer uygulamalar görülmüştür.
Bütün bu uygulamalarda devletin ekonomik ve ticarî hayat üzerinde nâzım bir rol oynamak ve bir nevi merkezî planlamaya gitmek arzusu ile ruhsat usûlü yoluyla şahsî tekeller ihdas ederken harç almak suretiyle gelirlerini arttırmak isteyişi rol oynamış gibi gözükmektedir. İlk dönemlerin fakihlerinin ve müctehid imamların, piyasa düzeni konusunda tekelci eğilimlere karşı çıkan tutumları ile sonraki devirlerin bu uygulamaları arasında fıkhı anlamda çıkan bir bağlantı bulunup bulunmadığı veya nasıl bir bağlantı bulunduğu konusu ayrı bir araştırma meselesi olarak ortadadır.
Özel kişilerin tekelci eğilimleri karşısında İslâm devletinin ve fıkhının nasıl bir tavır aldığı konusunun dışında madenler ve yeraltı kaynakları konusunda fıkhın özel mülkiyete ve dolayısıyla şahıs tekellerine tamamen kapalı olduğu bilinmektedir. Su, ateş ve ot konusunda insanların ortak olduğunu öngören hadisten hareketle sıvı madenler ile yer kabuğuna yakın madenlerin şahıslara verilemeyeceği hükmüne varılmış ve maden mülkiyeti ve işletmeciliği konusunda bir nevi devlet tekeli öngörülmüştür. Bu konuda mülkiyet ve işletmecilik meselelerinde varid olan değişik durumları ve teferruatlı düzenlemeleri burada ele almak konumuz değildir. Şurası bilinmektedir ki, İslâmiyet kamu yararının ve halkın genel menfaatinin söz konusu olduğu konuları ümmetin ortak insiyatifine ve fiiliyatta İslâm devletine bir hak ve vazife olarak terketmiş ve bu gibi konularda şahsî tasarrufu kaldırmıştır.
Günümüzde, eskiden olduğu gibi belde ekonomilerinden, hatta millî ekonomilerden bahsetmek mümkün olmaktan çıktığı gibi; ekonomik hayatta içe dönüklüğün ve dışa kapalılığın geçerli olduğu şartlardan hayli uzaklaşıldığı da bir gerçektir. Yakın bir gelecekte ekonomik sınırların kalkacağı tahmin edilmekte ve bugünden buna işaret teşkil eden gelişmelere dikkatler çekilmektedir. Enformasyon, iletişim, teknoloji ve sınaî ilişkiler konularındaki gelişmeler ile finans ve teşebbüs konularında geçerli olan milletlerarası hüviyetteki karmaşık ilişkiler, günümüzde millî ekonomilerin boyutlarını çok aşan ve gitgide yoğunlaşan global bir olgu halindedir.
Bu şartlar altında tekel kavramını da herhalde milletlerarası ekonomi düzeyinde algılamak ve bu devasa boyutlar içinde değerlendirmek gerekecektir.
Mahmud Rıfat KADEMOĞLU