TEBÜK SEFERİ
Hz. Peygamber’in Hicretin dokuzuncu yılında, Şam’da toplanan kırkbin kişilik Bizans ordusuna karşı çarpışmak üzere Medine’den Tebük’e kadar sevkettiği en son ve en güçlü askerî hareket.
Tebük arap yarımadasının kuzeyinde Medine ile Şam’ın ortasında bir yerin adıdır. Suyu ve hurmalığı olan bir yerdir. Bu savaş yolculuğunun son ucu burası olduğu için “Tebük Gazası” adı ile anılmıştır. Bu seferde savaş olmamış fakat en güçlü bir İslâm ordusu techiz edilmiş, böylece askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılmıştır.
Seferin nedeni: Bizans İmparatoru Heraklius’a bir mektup yazan Suriye’li hristiyanlar, Muhammed’in öldüğünü, müslümanların da kıtlık ve yokluk içinde perişan olduklarını, üzerlerine asker gönderilirse, onları kendi dinine katmanın tam zamanı bulunduğunu bildirdiler (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VI, 191). Bunun üzerine Heraklius silahlandırdığı kırk bin kişilik askeri bir gücü Kubad’ın komutası altında yola çıkardı. Cüzam, Lahm, Gassân ve Âmile adını taşıyan arap kabilelerinin de Rumlarla birlikte hareket edecek!eri haberi Medine’ye ulaştı. Zaten Allah’ın elçisi kuzey sınırından güvende değildi. Böyle bir askerî harekât hazırlığını öğrenince genel seferberlik ilân etti. Allah’ın Resulu diğer gazvelerde genellikle seferin nereye olacağını gizli tutarken bu defa Bizans ordusuna karşı bir sefer düzenleneceğini açıklamıştı. Çünkü gidilecek yer uzak, havalar sıcak ve kurak, düşman güçlü idi. Ordunun buna göre hazırlık yapması gerekiyordu. Mekke’den ve diğer arap kabilelerinden asker toplamak için de görevliler çıkarılmıştı.
Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsurları bu seferi “güç ve zor bir sefer” haline getirmişti. Bu yüzden seferin rastladığı zamana Kur’an-ı Kerim’de “Sâatü’l-usre” (güçlük zamanı) denilmiş, bu sefere de Kur’an dilinden alınarak “Gazvetü’l usre (zorluk gazâsı)” adı verilmiştir. Bu sefere katılan orduya da “Ceyşü’l-usre (Güçlük ordusu)” denilmiştir (bk. et-Tevbe, 9/117; ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc ve Şerh, Kamil Miras, 6. Baskı, Ankara 1983, X, 408, 409; İbn İshak, İbn Hişam, es-Sîre, IV, 161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75; Vâkıdî, Meğâzî, III, 991).
Hz. Peygamber savaş için hazırlık yapılmasını emrettiği zaman mevsimin olumsuzlukları, ürünün hasat zamanı oluşu ve insanların yazın sıcağında ağaç gölgesinde oturmayı sevmesi yüzünden, böyle sıkıntılı bir yolculuğa isteksizlik vardı. Ashab-ı kiramın ağır davranması dikkati çekmişti. Bu yüzden Allah’u Teâlâ müminleri şöyle uyardı:
“Ey iman edenler! Size ne oluyor da: Allah yolunda cihata çıkın, denildiğinde, bazılarınız ağırdan alarak, bulunduğunuz yerden kımıldamak istemiyorsunuz? Yoksa siz ahireti bırakıp, sadeœ dünya hayatına mı razı oldunuz? Halbuki dünya hayatının geçici zevki ahiret saadeti yanında pek az ve değersizdir” (et-Tevbe, 9/38). Devamı ayetlerde, eğer bu cihata çıkmazlarsa can yakıcı bir azapla karşılaşacakları, bunun zararının Allah’a değil kendilerine olacağı, Allah’ın Resulune yardım etmeseler bile, Allah’ın O’na yardım edeceğini, nitekim Mekke’den hicret ederken de Resulullah’a yardım edildiği, mağarada da o, arkadaşına; “üzülme, Allah bizimle beraberdir” diyordu, böylece Allah’ın Resulune emniyet ve güven verdiği, şimdi de aynı yardımı yapabileceğini bildirdi (et-Tevbe, 9/39, 40).
İİslâm toplumu su ayetle topluca cihata çağrıldı: “Ey müminler! Güçlünüz zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihat edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır” (et-Tevbe, 9/41).
Sahabenin Orduya Yardımları:
Hz. Peygamber her gün minberine oturur ve “Allahım! Sen şu bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde sana ibadet olunmaz” diyerek yalvarır ve müminleri mallarıyla ve canlarıyla cihata teşvik ederdi. Bunun üzerine servet sahibi müminler orduya yardım getirmeye başladılar.
Hz. Ömer bu sefere dörtbin dirhem gümüş para (beş dirhem yaklaşık bir koyun bedeli) getirmiş ve Hz. Peygamber’in “Geride ne bıraktın?” sorusuna “malımın yarısını” diye cevap vermiştir (İbn Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 326-327; M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, 2. baskı, İstanbul, t.y., IX, 156, 157). Hz. Ebû Bekir de dörtbin dirhem getirince, Allah elçisinin “Aile fertleri için ne bıraktın?” sorusuna; “Onlara Allah ve Resulunü bıraktım” diye cevap verince, bunu işiten Hz. Ömer hayır yarışında Ebû Bekir’i geçemeyeceğini belirterek ağlamıştır (Vakıdî, Meğâzî, III, 991; İbnü’l-Esîr a.g.e., III, 327).
Abdurrahman b. Avf da sekizbin dirhem sermayesinin yarısını getirince Allah elçisi; “Allah senin getirip verdiğini de, ev halkın için ayırdığını da bereketlendirsin” (Vâkîdî, Meğâzî, III, 991; Taberî, Tefsir, X, 197) diye dua etmiştir.
Hz. Osman ise ordunun techizinde en büyük yardımı yapmıştı. O, üçyüz deve, yüz at bağışlamış, ayrıca bin altın lirayı Resulullah’ın kucağına dökünce, Allah elçisi; “Ey Allah’ım! Ben Osman’dan râzıyım, sen de razı ol” diye dua etmiş ve Osman’ın bundan sonra olmuş olacak şeylerden bir sorumluluğunun bulunmayacağını bildirmiştir (bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 75; Vâkıdî, a.g.e., III, 991; İbn Ishak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 161). Ayrıca Hz. Osman’ın birer altın sarfı ile onbin askeri techiz ettiği, su içtikleri kapların ağız bağlarına ve askı iplerine kadar sağlanmadık ihtiyaçlarının bırakmadığı nakledilmiştir. (Vâkıdî, Megâzî, III, 991; Belâzurî, Ensâbü’l-Eşraf, 1, 368).
Malî durumu zayıf olanlar da ellerinden gelen yardımı yapıyorlardı. Hz. Peygamber; “Kim bugün bir sadaka verirse sadakası kıyamet günü Allah katında onun lehine şahitlikte bulunacaktır” buyurunca, bir adam başına sardığı sarığı vermiş, siyah, hor görünüşlü bir yoksul da çok güzel bir deveyi bağışlayıp gitmişti. Ebû Ukayl iki ölçek hurma karşılığında sabaha kadar su çekmiş, bir ölçeğini ev ihtiyacı için ayırmış, bir ölçeğini de orduya bağışlamıştı. Hz. Peygamber onun için de hayır ve bereketle dua etti (Taberî, Tefsir, X, 194, 195). Başka bir yoksul Ulbe b. Zeyd ise malı, mülkü, biniti olmadığı için cihata hiçbir katkısı olamayışından çok üzgündü. Gece namazından sonra Allah’a niyazda bulundu, imkânlarının olmayışından yakındı. Ertesi gün sıkılarak, alay edilmeyi göze alarak çok az bir meta’ı Hz. Peygamber’e getirdi. Bu da sadakalara karıştırıldı. Ertesi gün Hz. Peygamber az bir sadaka veren bu yoksulu davet etti ve şöyle buyurdu: “Muhammed’in varlığı, kudreti elinde bulunan Allah ‘a yemin ederim ki, sen sadakası kabul olunanların Divan’ına yazıldın” (İbn Kayyim, Zâdu’l-Meâd, Mısır 1390/1970, III, 4; Vâkıdî, a.g.e., III, 994; İbn Hacer, el-İsâbe, II, 500).
Kadınlar da ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmuyorlardı. Ümmü Sinan el-Eslemiyye şöyle anlatır: “Hz. Âîşe’nin evinde Resulullah (s.a.s)’ın önüne serilmiş bir örtü gördüm ki üzerinde bilezikler, bazubentler, halhallar, yüzükler, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak bir takım kayışlarla, kadınlar tarafından gönderilen ve savaşta işe yarayabilecek bir takım şeyler bulunuyordu” (Vâkıdî, Meğâzî, III, 991, 992).
Tebük Seferi ve Münafıklar:
Münafıklar müminleri başarıya götürebilecek her önemli işte olduğu gibi gerek Tebük gazvesi hazırlıkları ve gerekse yolculuk sırasında bozgunculuk yapmaktan geri durmadılar.
Münafıkların başı Abdullah b. Ubey b. Selül; “Muhammed Roma devletini oyuncak mı sanıyor? Onun ashabıyla birlikte yakalanıp esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum” diyerek halka korku ve ümitsizlik vermeye çalışıyordu (Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberlerin Kıssaları ve Halifelerin Tarihleri, İstanbul 1977, I, 206).
Münafıklardan bir topluluk hiçbir özürleri olmadığı halde Tebük seferine katılmamak için Hz. Peygamber’den izin istediler. Allah’ın Resulu seksenden fazla münafığa izin verdi. Kimi münafıklar da ganimet almak için Tebük ordusuna katılmış ve gittikleri yerlerde bozgunculuk yapmaktan geri durmamışlardır (İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, 160 vd.; Taberî, Tarih, III, 142 vd.; Vâkıdî, Megâzî, III, 995; et-Tevbe, 9/66).
Orduya özürsüz katılmayan münafıklarla ilgili çeşitli ayetler indi. Bazıları şunlardır: “Onlardan bazısı peygambere: “Bana izin ver, beni fitneye düşürme” diyordu. Bilin ki onlar zaten fitne içine düşmüşlerdir. Şüphesiz cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır” (et-Tevbe, 9/49). “Cihatdan geri kalanlar, Allah’ın Resulune muhalefet ederek oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat etmeyi hoş görmediler. “Bu sıcakta savaşa çıkmayın ” dediler. De ki: “Cehennem ateşi daha sıcaktır”. Keşke bilseydiler. Yaptıklarının cezası olarak, artık az gülsünler çok ağlasınlar” (et-Tevbe, 9/81, 82; ayrıca bk. 9/42-48, 63-64, 79, 83, 86, 87, 90, 93-96).
Yahudi Süveylim ‘in Evinin Yakılması:
Münafıklardan bazı kişilerin Yahudi Süheylim’in Casum mevkiindeki evinde toplanıp, Tebük gazasına çıkacak halkı Hz. Peygamber’in etrafından dağıtmak üzere toplandıkları haber alındı.
Bunun üzerine Allah elçisi Talha b. Ubeydullah’ı (ö. 36/656) bazı sahabelerle birlikte onlara gönderip Süveylim’in evini ateşe vererek üzerlerine yıkmasını emretti. Emir yerine getirildi. Dahhâk b. Halîfe evin damından atlayınca ayağı kırıldı. İbn Übeyrık ve arkadaşları ise damdan atlayıp kaçtılar (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 160; Diyarbekri, Hâmis, II, 124).
İhmalcilik Yüzünden Sefere Katılmayan Müslümanlar:
Mümin oldukları halde ihmalcilik yüzünden sefere katılamayanlar da olmuştu. Bunlar: Kâ’b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî’ ve Hilâl b. Ümeyye (r. anhüm) idi.
Kâ’b b. Mâlik; Akabe’de Hz. Peygamber’e bey’at etmiş, Bedir dışında tüm gazalara katılmıştı. Tebük seferine katılmak için her türlü imkâna sahip olduğu halde sırf ihmalciliği nedeniyle bu gazaya katılamadığını şöyle belirtmiştir: “Hz. Peygamber bu gaza için hazırlanmaya başladılar. Ben de onlarla birlikte yol hazırlığını görmek üzere sabahleyin evden çıkıp dolaşır, hiç bir iş görmeden akşam üzeri döner, gelirdim. Kendi kendime; hazırlanmak için çok vaktim var, derdim. Bu ihmalcilik bende sürdü gitti. Sonunda Resulullah ve ashabı birden yola çıkıverdiler” (Vâkıdî, Meğazî, III, 997, 998).
Diğer iki sahabe de benzer ihmal içinde olup gecikmişler ve sefere katılmamışlardı. Ancak daha sonra bu üç sahabe ruhen çok daraldı ve dünya kendilerine dar geldi. Onların bu sıkıntısı Kur’an-ı Kerîm’de şöyle açıklanır: “Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah’tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki, Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır” (et-Tevbe, 9/118).
Özür Nedeniyle Sefere Katılamayanların Ecre Ortak Oluşu:
Ashab-ı kiramdan meşrû özürleri yüzünden Tebük gazvesine katılamayanların, katılan askerlerin kazandığı tüm ecre ortak oldukları hadis-i şerifle sabittir.
Enes b. Mâlik (r.a)’den rivayete göre Hz. Peygamber Tebük seferi sırasında şöyle buyurmuştur: “Medine’de bir topluluk kalmıştır ki, biz bir dağ yolunda, bir vadide her yürüyüşümüzde, onlar da bizimle birliktedirler. Ashap: Yâ Resulullah, onlar nasıl bizimle birlikte olur?” diye sorunca da; “Onları burada bulunmaktan (hastalık, gücü yetmemek gibi) meşrû özürleri menetmiştir” (Buhârî, Cihâd, 140, Temennî, 9, Menâkıbu’l-Ensâr, 1, 3, Megâzî, 56; Müslim, Zekât, 133, 136136; Tirmizî, Menâkıb, 65; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarîh, VIII, 299, 300)
Tebük’e Büyük Yolculuğa İmkân Bulamayanların Ağlayışı:
Varlıklı sahabelerin yardımı ile ihtiyaçlı gaziler techiz ediliyor, fakat sayı çok fazla olduğu için bu yardım da yetişmiyordu. İslâm tarihinde “ağlayanlar” diye anılan yedi kişi Resulullah (s.a.s)’a gelerek, bu gazveye katılmak istediklerini, fakat binit ve yiyeceklerinin bulunmadığını bildirdiler. Hz. Peygamber’in kendilerine binit kalmadığını söylemesi üzerine bu yedi kahraman ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bunlar Salim b. Umeyr, Ulbe b. Zeyd, Ebû Leylâ el-Mâzinî, Seleme b. Sahr, Irbâd b. Sâriye; bir rivâyete Abdullah b. Muğaffel ve Ma’kıl b. Yesâr veya Amr b. Gunme (r. anhüm)’dür. Onların bu hali Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilir: “Cihada çıkabilmek için binek vermen için sana geldikleri vakit: “Size verecek bir binit bulamıyorum” dediğinde, savaş araç ve gereçleri bulamadıklarını üzülüp gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur” (et-Tevbe, 9/92).
Bunun üzerine bu yedi mücahidden ikisine İbn Yamin, ikisine Hz. Abbas b. Abdilmuttalib, üçüne de Hz. Osman binit sağlamıştır (İbn İshak, İbn Elisâm, Sîre, IV, 161, 162; Vâkıdî, Megâzi, III, 994; Taberî, Tarih, III, 143).
Tebük Yolculuğunun Başlaması:
Hz. Peygamber (s.a.s) Tebük gazasını Medîne’den Hicretin 9. yılı Recep ayında perşembe günü çıkmıştı. Çünkü O, cihada perşembe günü çıkmayı severdi. Bu, Resulullah (s.a.s)’ın sonuncu gazası oldu.
Medine’de vekil bırakılan Hz. Ali için münafıkların “Muhammed, Ali’yi onda görüp hoşlanmadığı bir şey için geri bırakmıştır” gibi dedikodular yapması üzerine, Hz. Ali silahlanıp Cürf mevkiinde Hz. Peygamber’e yetişti. Resulullah’ın geliş nedenini sorması üzerine hakkındaki dedikodudan söz etti. Hz. Peygamber; “Onlar yalan söylemişlerdir. Ben seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Hemen geri dön, gerek benim ev halkım ve gerekse senin ev halkın içinde vekilim ol. Sen bana göre, Musa’ya göre Harun’un durumunda olmak istemez misin? Ancak benden sonra Peygamber gelmeyecektir” dedi. Hz. Ali; “Ey Allah’ın elçisi öyledir” diye cevap verdi ve Medîne’ye geri döndü” (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 163, İbn Sa’d, Tabakât, III, 24 25, Taberî, Tarih, III, 144, İbnü’lEsîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II, 278).
Hz. Peygamber’in komutasındaki onbin kişilik İslâm ordusu Medine’den Tebük’e kadar onsekiz yerde konakladı, ondokuzuncu konaklama yeri Tebük oldu. Bu konaklama yerlerinde namaz kılınan yerler günümüzde de adlarıyla mescit olarak bilinmektedir. Zülhuşub, Feyfâ, Zülmerve, Rak’a ve Vâdilkurâ mescidleri gibi .
Yolculuk sırasında ve konaklama yerlerinde pek çok ibretli ve hikmetli olaylar vuku buldu. Allah’ın elçisi yol boyunca öğütlerini sürdürdü. Bunlardan bazıları şunlardır:
1) Sekizinci konaklama yeri olan Hicr’da olanlar:
Hicr, Semûd kavminin yaşayıp helâk olduğu yerdir. Salih Peygambere isyan eden bu topluluğu Yüce Allah korkunç bir haykırışla helâk etmişti (bk. el-A’râf, 7/73-9; el-Hicr, 15/80-84; eş-Şuarâ, 26/141-159; Hûd, 11/61-68; en-Neml, 27/45-53). Hz. Peygamber bu kavmin mucizeleri gördükleri halde peygamberlerine karşı gelmelerini açıkladı ve bu yerden hızlı geçilmesini emir buyurdu.
Hicr kuyularından alınan suları döktürdü ve bununla hazırlanan ekmek hamurlarının develere yedirilmesini emir buyurdu (Vâkıdî, Megâzî, III, 1008; Ahmed b. Hanbel, II, 9: Asım Köksal, a.g.e., IX, 185 vd.). Böyle hüzünlü bir beldeye neş’eyle girilmesini, Hıcr’da oturan halkla temas etmemelerini emir buyurdu (Vâkıdî, Meğâzî, III, 1008; Ahmed b. Hanbel, V, 231).
Allah elçisi, Hicr’da gece şiddetli kasırganın kopacağını, bu yüzden kimsenin yanında arkadaşı olmaksızın dışarı çıkmamasını ve develerin dizlerinin bağlanmasını bildirdi. Kasırga çıktı ve uyarıya uymayan iki kişiden birisi nefes darlığına uğradı, diğerini fırtına sürükledi.
Mücahitler Hicr’da sabahlayınca şiddetli susuzlukla karşılaştılar. Allah elçisi özellikle Hz. Ebû Bekir’in yağmur duası yapmasını istemesi üzerine, ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Daha ellerini indirmeden yağmur yağmaya başlamıştı (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 165; Taberî, Tefsîr, XI, 55; Tarih, III, 144). Bunun üzerine daha önce; “Muhammed hak peygamber olsaydı, Musa peygamber’in Allah’tan yağmur istediği ve yağdırdığı gibi, O da yağmur ister ve yağdırırdı” diyerek dedikodu yapan münâfıklar seslerini kesmişlerdi.
2) Hz. Peygamber’in devesi “Kasvâ”ın kaybolması:
Bir konaklama yerinde Resulullah (s.a.s)’in devesi Kasvâ kaybolmuş ve aramalara rağmen bulunamamıştı. Benî Kaynuka Yahudilerinden müslüman olan Zeyd b. Lusayt adlı münafık; “Kendisinin peygamber olduğunu söyleyen ve size göklerden haberler veren Muhammed bugün kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor” diyerek müminlerin kalbine şüphe sokmaya çalışıyordu. Bunu haber alan Resulullah (s.a.s), Cebrail (a.s) haber vermesi üzerine devenin bulunduğu yeri ve ipinin bir dala takılı bulunduğunu bildirdi ve “Allah’a yemin olsun ki, gerçekten ben, bir şeyi Allah bana bildirmedikçe bilemem” buyurdu. Gerçekten o yana giden sahabiler deveyi bulup getirdiler (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 166, 167; Vâkıdî, a.g.e., III, 1010).
Zeyd b. Lusayt bu olaydan sonra, ertesi sabah kalbindeki Hz. Muhammed’in peygamberliği konusundaki şüphelerinin yok olduğunu söylemiştir (Vâkıdî, Megâzî, III, 1010). Bazıları onun tövbe ettiğini söylerken Hârice b. Zeyd gibi bazı sahabiler de onun tövbe ettiğini kabul etmemişlerdir (İbn İshak, İbn Hişâm, IV, 167;Vâkıdî, a.g.e., III, 1010).
3) Abdurrahman b. Avf’ın imam oluşu:
Hicr’le Tebük arasında bir konaklama yerinde tan yeri ağardıktan sonra Allah elçisi ihtiyacını gidermek için uzak bir yere gitmişti. Cemaat güneşin doğmasından korkarak Abdurrahman b. Avf (r.a)’ı öne geçirdiler. Hz. Peygamber abdest alıp dönünce Abdurrahman rukû’da idi. Cemaat Resulullah’ın geldiğini anlayınca neredeyse namazı bozacaklardı. Abdurrahman da imamlıktan çekilmek istedi. Fakat Resulullah (s.a.s)’in işareti ile namaza devam etti. Allah elçisi bir rekâtı imamla, bir rekâtı da selãmdan sonra ayağa kalkarak tek başına kıldı. Namaz bitince de; “Güzel yaptınız” buyurdu (Ahmed b. Hanbel, IV, 247; Vâkıdî, Megâzî, III, 1011).
4) Abdestte tek yıkama ve mestlere meshetme:
Avf b. Mâlik’ten rivayete göre, Hz. Peygamber Tebük seferi sırasında yolcular için mestler üzerine üç gün üç gece, mukîm olanlar için bir gün bir gece süreyle meshedilmesini emir buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 27). Hz. Ömer’in bildirdiğine göre abdest alınırken abdest azaları birer defa yıkanmakla yetinilmiştir (Ahmed b. Hanbel, 1, 23).
5) Vaktinde kılınamayıp kaza edilen sabah namazı:
Yolculukta Allah elçisi uykuda iken kaldırılmamış ve sabah namazı vakti çıkıp güneş bir mızrak boyu yükselmişti. Resulullah (a.s) Bilâl’e: “Ben sana bu gece bizi bekle ve sabah olunca uyandır” demedim mi?” buyurdu. Bilâl: “Seni uyutan beni de uyuttu” dedi. Hz. Peygamber o yerden kalkıp biraz gittikten sonra, önce sünneti sonra da farzı kaza etti (Vâkıdî, Megâzî, III, 1015, 1016).
6) Hz. Peygamber’in Tebük’te ashabı ile istişare etmesi:
Tebük’e geldikten sonra Şam üzerine yürünüp yürünmemesi konusunda Allah elçisi ashabı ile istişare etti. Hz. Ömer: “Eğer gitmekle emrolundun ise git” dedi. Hz. Peygamber: “Eğer bu konuda Allah tarafından emrolunmuş bulunsaydım, size danışmazdım” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Ey Allah’ın Resulu orada Rumlar çok fazladır, müslümanlardan tek kişi bile yoktur, senin bu derece yakına gelmen onları korkutmuştur. Uygun bulursanız bu yıl buradan geri dönülsün veya yüce Allah bu konudaki buyruğunu bildirir” Bunun üzerine Hz. Peygamber Tebük’ten ileri geçmedi (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre; IV, 170; İbn Sa’d, Tabakâl, II, 166; Vâkidî, a.g.e., III, 1019).
7) Diğer peygamberlere verilmeyip yalnız Hz. Muhammed’e verilen beş haslet:
Hz. Peygamber Tebük’te gece namazını (teheccud) çadırının önünde kıldığı bir gece, yanına gelen sahabilerle sohbet ederken şöyle buyurmuştur: “Benden önceki peygamberlerden hiç birisine verilmeyen şu beş şey bana verilmişti:
a- Önceki peygamberler yalnız bir kavme gönderilmişken, ben bütün insanlara gönderildim.
b- Yeryüzü bana mescit ve temizlik aracı kılındı. Bu yüzden namaz vakti nerede olursa teyemmüm edip namazımı kılarım. Önceki ümmetler ise ibadetlerini ancak Kilise ve Havralarda yapabilirdi.
c- Savaş ganimetleri bana helal kılındı. Halbuki önceki peygamberlere helâl kılınmamıştı.
d- Bana şefaat makamı verildi.
e- Ben bir aylık uzak yerdeki düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum” (bk. Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3, 4, 5; Ebû Dâvud, Salât, 24; Tirmizî, Mevâkît, 119, Siyer, 5; Nesâî, Cusl, 26; İbn Mâce, Tahâre, 90; Dârimî, Salât, 111, Siyer, 28; Ahmed b. Hanbel, I, 250, 301, II, 222, 240, 250, 312; Vâkıdî, Megâzî, III, 1021 vd .).
Hz. Peygambere ve ümmetine ayrıcalık sağlayan bu niteliklerin Bizans’a karşı yapılan böyle büyük bir harekât sırasında açıklanması şu noktaları akla getirmektedir.
Çevrede en güçlü olarak bilinen Doğu Roma imparatorluğuna karşı durabilecek bir güce sahip olan İslâm topluluğu, yakında bu yöreleri ele geçirecek ve rum diyarı İslâm’a girecek, böylece arap toplumları dışına çıkan İslâm evrensellik özelliğine kavuşacaktır .
İslâm ordusu yolculuk sırasında günlerce çeşitli yer ve mevkilerde, arz üzerinde farz ve nafile namazları kılmış ve böylece ibadetin yalnız mescidlerde yapılabileceği imajı yerine namaza evrensel bir mescid anlayışı kazandırılmıştır. Abdest ve gusülde de su yerine, gerektiğinde teyemmümle yetinmenin uygulamaları yapılmıştır.
Bu gibi askeri hareketlerde zafer sonrası elde edilecek ganimetlerin beşte biri beytülmalin, beşte dördü de gazilerin hakkı olmak üzere meşrû kılınmıştır. Bu da savaşlarda ayrı bir teşvik unsurudur (bk. “Ganimet” mad .).
Çevrede bir aylık uzak yerde bulunan düşman o gün için Doğu Roma İmparatorluğu ve bunların başkanı Heraklius olmalıdır. İmparatorun ve askerlerinin kalbine korku düştüğü için Hicaz’a saldırıp yakıp yıkmak üzere yola çıktıkları halde bu cesareti gösterememişlerdir. Güçlü İslâm ordusunun hazırlıklı, düzenli ve her çeşit savaş rizikosunu göze alarak Tebük’e kadar gelmesi, güç dengesini psikolojik bakımdan Müslümanların lehine çevirmiştir. Böylece düşman için, savaş olmasa bile güç hazırlamayı emreden ayetin hükmü gerçekleşmiştir .
Ayette şöyle buyrulur: “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki, bununla Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve daha bundan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı size eksiksiz ödenir, asla haksızlığa uğratılmazsınız” (el-Enfâl, 8/60).
Hz. Peygamber Tebük’te bulunduğu sırada Halid b. Velid’i dört yüz atlı ile bir hristiyan topluluk olan Dûmetülcendel’in kralı Ükeydir b. Abdilmelik üzerine gönderdi. Dûmetülcendel Şam yolu üzerinde Tebük’e yakın, sulu, hurma ve ekinleri bol, büyük bir ticaret merkezi idi. Halid b. Velid az sayıda bir askerle bilmedikleri bir yörede kralı nasıl bulacaklarını sorunca, Allah elçisi onu “yabanî sığır avlarken bulup yakalayacağını” haber verdi.
Gerçekten Halid ve arkadaşları kaleye yaklaştıkları sırada normal kırsal kesimde az rastlanan bir yaban sığırının kale kapısına yaklaşmakta olduğunu gördüler. Yukarıdan Ükeydir ve ailesi de bu semiz hayvanı görmüşlerdi. Ükeydir silahlanıp birkaç adamı ile birlikte sığırı avlamak üzere kaleden dışarı çıkınca da onu yakaladılar ve elleri bağlı olarak kalenin önüne getirdiler .
Orada Halid’le Ükeydir arasında yapılan anlaşmaya göre, Ükeydir Müslümanlara: İki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zırh gömlek, dört yüz mızrak vermek ve Ükeydir ile kardeşi Mudad Hz. Peygamber’e kadar götürülüp haklarında Allah elçisi hüküm vermek üzere sulh oldular. Bundan sonra kaleye girilerek belirlenen ganimet malları teslim alındı (bk. Vâkıdî a.g.e., III, 1027, 1034; İbn İshak, İbn Hişam, Sire, IV, 169 vd; İbn Sa’d, Tabakât, II, 62, 166).
Eyle, Ezruh ve Cerba Melikleri ile Sulh Anlaşması Yapılması:
Hz. Peygamber Tebük’te bulunduğu sırada Kızıldeniz’in kuzeyinde ve Akabe körfezinin sonunda deniz sahilindeki Eyle hükümdarı Yuhanna b. Ru’be, gelerek yıllık belirli miktarda cizye vermek üzere kendisi ile sulh anlaşması yaptı. Hz. Peygamber Yuhanna’ya şu ahitnameyi yazılı olarak verdi.
“Bismillahirrahmânirrahîm . Bu, Allah ve Peygamberi Muhammed’den Yuhanna b. Ru’be ile Eyle halkından denizdeki gemilerde bulunanları ve karadaki gezen, dolaşanları için eman yazısıdır: Gerek bunlar ve gerek Şam, Yemen ve deniz sahili halkından Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah’ın ve Resulunün himayesindedirler. Onlardan bir kötülük işleyeni yanındaki malı koruyamayacak, bu mal, alana da helâl olacaktır. Denizde, karada herkes dilediği tarafa yolculuk yapma hakkına sahiptir” (Ebu Ubeyd, el-Emvâl, Mısır 1388/1968, s. 287 vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, VI, 169).
Eyle kralı Yuhanna ile birlikte Ezruh ve Cerba halkı temsilcileri de Tebük’e gelip Hz. Peygamber’le cizye vermek üzere anlaşma yaptılar. Bunlar her yıl Recep ayında saf altından yüz dinar cizye ödemeyi kabul ettiler ve buna karşılık onlara birer emannâme (güven mektubu) verildi. Bu iki topluluk da Eyleliler gibi Yahudi toplumudur (İbn Sa’d, Tabakât, 1, 289 vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 169; Vâkıdî, Megâzî, III, 1031).
Mescid-i Dırâr Olayı:
Hz. Peygamber Tebük’te yirmi gün kadar kaldıktan sonra, ashab-ı kiramın ileri gelenleri ile istişare ederek geri dönmeye karar verdi. Çünkü Bizans ordusu saldırmaya cesaret edememiş ve amaca ulaşılmıştı. O gün için daha fazla ileri gidip kan dökmeye ihtiyaç yoktu. Çünkü Şam yöresini fetih gibi bir amaçla yola çıkılmamıştı. Üstelik Şam yöresinde bulaşıcı bir hastalık (tâun) olduğu da haber alınmıştı. Geri dönüş için yola çıkan ordu Ramazan’ın ilk günlerinde Medîne’ye ulaştı. Hz. Peygamber Tebük’e giderken Medine’ye bir saat uzaklıktaki Ziyevan köyüne geliniğinde münâfıklardan bir heyet gelerek: “Ey Allah’ın Resulu! Biz hastalar ve Kuba mescidine gelemeyenler için özellikle yağmurlu gecelerde namaz kılmak üzere bir mescid bina ettik. Teşrif edip burada namaz kıldırsanız, hayır ve bereketle dua buyursanız” dediler. Hz. Peygamber bunun dönüşte olabileceğini söylemişlerdi. Bunun üzerine Tebük dönüşü bu sözü Allah elçisine hatırlatıp yeni yapılan mescide gelmesini rica ettiler.
Bu mescid Ebû Âmir Fâsık adlı bozguncu münafık ve fasığın teşviki ile münafıklarca Kuba Mescidinin cemaatını bölmek niyetiyle yapılmış ve Hz. Peygamber’e suikast düzenlemek üzere içi silâhla doldurulmuştu. Hz. Peygamber bu mescide gitmeye hazırlanırken Cebrail (a.s) gelerek durumu haber verdi.
Kur’an-ı Kerîm’de bu mescidden şöyle söz edilir:
Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah ve Resulune karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak üzere bir mescid yapanlar; “Biz sadece iyilik yapmak istiyorduk” diye yemin ederler. Allah da şahittir ki bunlar yalancıdırlar” (et-Tevbe, 9/107). “Ey Muhammed! Bu mescidde asla namaz kılma. Şüphesiz ki, başlangıcından itibaren takva üzere kurulan mescidde (Kuba mescidi) namaz kılman daha hayırlıdır. O mescidde kendilerini maddî ve manevi kirlerden temizlemeyi seven adamlar vardır. Allah temizlenmek isteyenleri sever” (et-Tevbe, 9/108; bk. 109, 110).
Bunun üzerine Hz. Peygamber ashab-ı kiramdan Mâlik b. Dehsan ile Ma’n b. Adiyy (r. anhümâ)’yi Mescid-i Dırar’ı yıkmak üzere gönderdi. Bu sahabeler mescidi yakıp yıktılar. Böylece kötü amaç için bina edilen bir mescid ortadan kaldırılmış oldu (bk. İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, III, 71; İbn Sa’d, Tabakât, III, 540 vd; İbn Kesîr, Muhtasar Tefsîr, II, 169; Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih, X, 422).
Özürsüz cihada katılmayan üç kişinin çilesi:
Resulullah (s.a.s) Tebük’ten dönüşte Medîne’ye girişte doğrudan Mescidi Nebevî’ye girip iki rekat namaz kıldı. Çünkü seferden dönüşte bu, Resulullah (s.a.s)’ın âdeti idi. Sonra mescitte oturdu. Tebük gazvesine katılamayıp Medine’de kalanlar tek tek gelip özürlerini yeminle teyit ettiler. Hz. Peygamber dış görünüşlerine bakarak özürlerini kabul edip, iç yüzlerini Allah’a havale etti ve haklarında istiğfarda bulundu. Bunların sayısı seksen kadar idi.
Ancak Kâ’b b. Mâlik, Mirare b. Rabî ve Hilâl b. Ümeyye meşrû bir özürleri bulunmadığı halde cihada katılmamışlardı. Hz. Peygamber’in huzuruna girince mazeret uydurma yoluna gitmeden doğruyu söylediler.
Resulullah (s.a.s) halkı bu üç sahabe ile görüşüp konuşmaktan menetti. Üçü de bir köşeye çekilerek elli gün süreyle yalnızlığa itildiler. Dünya başlarına zindan oldu. Kırk gün geçince Hz. Peygamber bunlara Hüzeyme b. Sâbit (r.a)’i göndererek kadınlarından da ayrı durmalarını bildirdi. Böylece eşlerinin cihaddan geri kalan bu sahabelere hizmeti de men edilmiş oluyordu. Yalnız Hilâl b. Ümeyye’nin eşi Allah elçisine gelerek; “Hilâl yaşlıdır, hizmetçisi de yoktur. Yalnız mutfak işlerine yardımcı olsam” diye izin istedi. Kendisine yalnız ev hizmeti için izin verildi.
Elli gün tamamlanınca bu üç sahabenin mağfiret edildiğini bildirilen ayet indi. Bunu müjdeleyen sahabeye, Ka’b b. Mâlik sevincinden bir kat elbise giydirmişti. Mescide geldiklerinde Allah’ın Resulu Ka’b b. Mâlik’e şöyle buyurdu: “Annen seni doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısını sana müjdeliyorum”. Ka’b; “Bu müjde tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı?” diye sorunca, Hz. Peygamber; “Doğrudan Yüce Allah tarafından” buyurdu. Bunun üzerine Ka’b, bütün servetini Allah yolunda tasadduk etmek istediğini bildirdi. Hz. Peygamber, bir bölümünü kendisine ayırmasının daha hayırlı olacağını söyledi (Kâmil Miras, Tecrîd, X, 424 vd, Hadis No: 1659; İbn Kesîr, a.g.e., II, 175 vd.).
Allah Teâlâ bu üç sahabenin halini ve affedilmelerini şöyle bildirir: “Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah ‘tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır” (et-Tevbe, 9/118).
Ka’b b. Mâlik ve arkadaşları bu ilâhî iltifata, doğru sözlülükleri ve samimi davranmaları sayesinde kavuştular. Ka’b bu olay üzerine, artık ömrü boyunca doğrudan başka bir söz söylemeyeceğine dair Allah elçisine söz verdi. Diğer münâfıklar uydurdukları yalan mazeretler yüzünden helâk olurken onlar selâmete çıktılar.
Hamdi DÖNDÜREN