TARİH
Tarih, insanoğlunun hayat faaliyetlerini en kapsamlı bir şekilde ele alan sosyal ilimlerin basında gelmektedir. Çünkü tarih, geçmişin bilgisini bize getirmektedir. Özellikle belirli bir toplunun bilgisidir bu. Ama bazen aynı kaderi taşıyan birkaç toplumun geçmişi ve birbirleri ile olan ilişkisi de tarihin belirli bir alanı içerisinde incelenir. Bu durum, genelde en büyük belirleyici olan “din faktörü”nün ortaklığı ile gerçekleşir.
Tarihi çalışmaların ilmî bir noktaya ulaşması, onun kendine ait bazı kanunlar bulmasıyla gerçekleşmiştir. Böylece o, bulduğu genel ve evrensel yasalarla gerek şimdiki gerekse geçmişteki benzer olayları rahatlıkla yorumlayabilecektir. İşte bu tarihe “ilmî tarih” adı verilmiştir (March Bloch, Tarihin Savunması ya da tarihçilik mesleği, 1985).
Tarih çalışmalarını ilmi bir metotla ele almanın gerekliliği ortada iken, bizzat tarihin kendisi, “sosyal bir ilim” olması sebebiyle ait olduğu toplumun değer yargılarını yansıtır. Böylece pozitif ilimlerin “genel geçerliliği”nden farklı bir yapıya kavuşur.
Tarih dökümanları genellikle karmaşıktır. Bu dökümanlar, ilimden ziyade edebiyata yakın düşünce, duygu ve hayalin ürünü olan ve yazıldığı ya da yaşandığı ortamın şartlarıyla sınırlı siciller topluluğu, eserler, izlenim ve düşünceler, yazılı ve sözlü haberlerdir. Bunun için fertlerin yetkinliğinin farklılığından, zaman ve mekan değişikliğinden dolayı belirlenmiş yasalara boyun eğmezler. Dolayısıyla tarihçi görevi daha çok bir yorumlayıcı ve değerlendirici niteliktedir.
Tarihçinin analizi ispatlanabilir gerçekler üzerine değil, mantık ve rasyonalite üzerine örülüdür. Bu yönüyle tarihçinin görevi, bir ilim adamından çok, felsefecinin görevine yakındır. İlmi tarih, nakli tarih gibi, içinde bulunduğu anı değil, geçmişi içine alır (Aziz Duri, İlk Dönem İslâm Tarihi, 1992).
Tarih, aynı özelliğe sahip bir toplum tipini ele alıyorsa, ister istemez bu toplumun her yönü ile ilişki halinde olmalıdır. Bu husus, Raymond Aron tarafından şöyle açıklanmaktadır: “Toplum, yaşayan bir organizmayla karşılaştırılabilir. Eğer üzerinde çalışacağımız ya da gözlem yapacağımız bir organı, canlının bütününden bağımsız olarak değerlendirirsek, yanlış bir metodoloji izlemiş oluruz. Aynı şekilde, devlet politikası üzerinde çalışırken de onu toplum bağlamından yalıtırsak, onu anlamamış oluruz. Dinamik hareketlilik ise, toplumların ard arda geçiş aşamalarını inceleyen bir kategoridir (Mutahhari, Tarih ve Toplum, 1988).
Hiçbir âlim, tarihçi kadar uçsuz bucaksız alanlarda hükmetmemiş, karar vermemiştir. Tarihçi, geçmişin muhasebe ve muhakemesini yapmakta, hadiseler, şahıslar ve milletler hakkında hükümler vermektedir. Hükümleriyle bazen topyekün bir toplumu mahkum etmekte, bir diğer cemiyeti şan ve şerefe boğmaktadır. Hadiseler değişmez. Şüphesiz tarihi yapan şahıslar ve topluluklar da aynı şahıs ve topluluklar olarak kalır. Fakat değer hükümleri, tarihçiden tarihçiye bazen hayret uyandıracak derecede değişir.
Tarihe içinden bakmak, yani ele alınan devrin şahıslarıyla hasır neşir olmak, devrin toplumunun bütün problemlerini, dünyanın o çağdaki bütün akım ve eğilimlerini bilmek, tarihçi için kâfi değildir. Ele alınan konuya, objektif olarak yaklaşmak lazımdır.
Bugünü anlamak, gelecek için hazırlanabilmek için, sağlam ve doğru bir tarih bilgisi şarttır. Başarılı ve büyük devlet adamları iyi tarih bilen adamlardır. Hareket edilen nokta bilinmeksizin, yönelecek hedefi bulmanın imkânı yoktur. Bugün “gelişmiş ülke” diye anılan ve sayıları 172 dünya devleti arasında hiçbir zaman 2525’i geçmeyen devletlerde tarih ilmi, son derece ilerlemiştir. Bu milletler, tarihlerini en inœ teferruatına kadar incelemişler, bütün tarih kaynaklarını yayınlamışlar, ilmi eserlerin bile halka mahsus baskılarını yapmışlardır. Netice olarak bu milletlerde, çok canlı bir tarih şuuru teşekkül etmiştir. Misal olarak Avrupa ve Amerika’dan değil, medeniyetler beşiği Asya’dan örnek vermek isteriz. Bugün gelişmiş devletler arasında sayılan yalnız iki Asya devleti vardır: Kıtanın doğu ucunda Japonya ve batı ucunda İsrail. Her ikisinde de tarih şuuru, en ileri derecededir (Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, 1983).
Tarih, geçmişler hakkında bilgi alma ve haberden ibaret değildir. Tarih, yalnızca önceden olmuş hadiseler değildir. Tarih, bir asırdaki bağımsız kültürlerin, bağımsız medeniyetlerin, bağımsız toplumların, belirli kavimlerin ve ırkların incelenmesi değildir. Tarih, şimdiki zamanı ortaya çıkarmış olan bir geçmiştir. Tarih, geleceğe dönük bir harekettir. Tarih, insan türünün ömrüdür. Gerçek bir insan gibidir. Doğumundan şimdiye kadar ki ömür sürecinin üzerinden seneler geçmiş, şahsiyet bulmuştur. İnsan çeşidi de ömrü boyunca tarihte hayat sürmüş ve şimdiki şekle ulaşmıştır.
Ferdin ömrünün, bütün kanunların esas ve genel usuller üzerinde olması, çözümleme ve tahlilin mümkün olması, gidişatının tahmin edilmesi gibidir. Çeşitli merhaleleri dikkatli, müşahhas, ilmî, mantıkî ölçülere uygun olarak ard arda birbirlerine ulaşıyorlar ve birbirlerinden ayrılıyorlar. Binaenaleyh tarih, insanın geçmişini tanımak değildir. İnsanın ve insan toplumunun niteliğini, nasıl olduğunu, değişme kanunlarının sebeplerini ve faktörlerini, tekâmülünü, hastalığını, zaafını, selametini ve kudretini tanımaktır. Bu tanıma ve güç sayesinde insan, toplumuna hakim olan ilmi cebr, değişme, rüşd, yıkılma, yükselme ve devrime kendi iradesini şuurlu bir şekilde nasıl yükleyeceğini bilmiş olur. Tarihi takdire ulaşmakla kendi toplumu ve hürriyeti takdirini de yerine koymuş olur. Botanik, Zooloji ve tabiat ilminde hayat ve hareket kanunlarının keşfi ile onlara hakim oluyordu. Her zaman onların egemenliği ve tabiatın cebri altında olacağı yerde, onlara hakim oluyor, tabiatın cebrini kendi hizmetine alıyor. Tarihi tanıması ile tarihin cebrine gem vuruyor. Kendisinin niteliğini keşfetmekle, “kendi olmasını”, kendi isteği ile kendi insiyatifine alıyor. Bu şekilde insan, sadece kendini tanımaya değil, belki de yapıcılığa ve eşitçiliğe ulaşıyor. Bu tabiat ve tarihin elleriyle yaratılmış olan mahluk, kendisinin, tabiatın ve tarihin gerçek yaratıcısı olan Allah’a dönmüş oluyor. Burası dinin dediği gibi, insanın, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olması hakikatinin tecelli ettiği yer oluyor.
Tarihten hedef, sadece tarihte gizlenmiş olan meçhulleri ve kanunları bulmaktır. O kanunların ve meçhullerin bulunması, tarihin incelenmesi dışında mümkün değildir. Bu hedefe dikkat ederek, benim fikrime göre, tarihi tanımak için ilmi bir metot olan “insanı tanımak”tan istifade etmek gerekir. Çünkü tarih, aynen bir şahıs gibi bütün zaman boyunca, tabiatın içinde kendinde mevcut olan kanunların esası üzerinde, zati özellikleri ve kendi mahiyeti ile yaşamaktadır (Ali Şeriati, Medeniyet Tarihi, 1987).
Tarih ve sosyolojinin birbirleri ile olan yakınlığı göz ardı edilemeyecek bir şekildedir. Hatta bu özellikten dolayı, bazen birbirlerinin rolünü bile üstlendikleri görülmektedir. Prof. Braudel, “Tarih ile sosyoloji, aynı kumaşın tersi ile yüzü gibidir” demektedir. Çünkü her ikisi de insanın ve toplumun temel özelliklerini belirlemeye ve gelişim çizgisini açıklamaya çalışmaktadırlar.
Aslında tarihe kazandırılan bu yeni mana, son yılların bir ürünüdür. Tabiatıyla her disiplin, ele aldığı konuları daha iyi açıklayabilmek için metot ve muhtevasında bazı değişiklikler yapmak durumunda kalmaktadır. Dolayısıyla tarihin sosyal bir nitelik kazanması, onun toplumsal faaliyetleri bütünüyle ele almasının bir sonucu olarak gerçekleşmiştir.
Bugün, toplumun veya kültürün sadece belli kesimini veya sadece bunların faaliyet alanını konu edinen kısıtlı ve dar bir tarih anlayışına ortak yer verilmemektedir. Tarih, bütün kültür sahasını içine almaktadır. Burada ortaya çıkan tarih anlayışı İngilizlerin “kültür tarihi” ve Fransızların “ekonomik ve sosyal tarih” kavramlarıyla ifade etmek istedikleri tarih anlayışına tekabül etmektedir. Bu, üretim, mübadeleler ve sosyal münasebetler seviyesinde kavranan, düşünceyi ve duyguyu, ahlak ve estetiği içine alan toptan bir medeniyet tarihidir. Gerçekten dini tarihi, sosyal tarihten; hukuki müesseseler tarihini bu müesseseleri değişikliğe uğratan ve yok eden siyasi kargaşalıklar tarihinden ayırmak mümkün değildir. F. Braudel’in dediği gibi tarih; kültürel ve sosyal, kültürel ve siyasi, sosyal ve iktisadi, iktisadi ve siyasi ve bunlar gibi sayısız manzaralar arasındaki komşulukların, ortaklıkların ve sonsuz etkilerin bütünüdür.
Bu ilişkileri 16. asırda dünyada ilk defa gören ve sosyal ilimlerin temeli olarak tarih ilmini kuran İbn Haldun olmuştur. Onun anladığı tarih “Umran ilmidir” ki, bu sosyal tarihi yani, kültürlerin ve medeniyetlerin tarihinden başka bir şey değildir (Yaşar Yücel, Bahattin Yediyıldız, Tarih ve Kültür, 1991). İbn Haldun, ilk defa tarih ilminin, olayların sadece görünen yönü ile yetinilmemesini, bu arada onların arkasında yatan gerçek sebeplere eğilinmesini dile getirmiştir. Bu konudaki görüşü şöyledir: “Tarih, zahiri itibariyle devletlerin ve çağların haberlerine bir şey eklemez. Oysa iç yapısında, bir görüşü, bir araştırmayı, varolanlar ve onların varoluş ilkeleri konusunda sağlam bir tümevarım gerektirir. Tarihi bu batınî yönüyle bilmek demek, olayların niteliğini ve derinden akan sebeplerini bilmek demektir. Bu yüzden bu ilim hikmetle soydaş, kökü derin bir ilimdir ve hikmet ilimlerinden sayılmaya yeterince layık ve uygundur” (Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Gelişmenin Yasaları, 1987).
Tarih ilmiyle uğraşanlar, zamanla tarihin durağan bir bilgi yığını olmasından rahatsızlanarak, olaylar arasındaki ilişkilerin kanunlarını bulmasını arzu etmişlerdir. Gelişmeci olarak toplumların bir dönemden diğer bir döneme geçiş merhalesini irdeleyen kanunlara da toplumların “oluşum kanunları” adı verilir. Kısaca tarih, üçüncü disiplin gereğince, toplumların bir merhaleden diğer bir merhaleye geçiş kanunlarını inceleyen ilim dalıdır. Yoksa, biyolojide olduğu gibi, sadece onların hayat bilgisi ya da hikayesi değildir (Mutahhari, 1988).
Tarihin gerçek tarifine bağlı olarak, insan gelişiminin ilmidir denebilir. Ve bu, öyle bir mevzudur ki, insanın yaratılış felsefesini ele almaktadır.
Tarih ilmi öyle bir hakikat ve vakıadan ibarettir ki, zamanın içinde cereyan etmekte, özel bir akışla seyretmekte ve değişmez ilmi kanunlarla hareket etmektedir. Zaman akışı içindeki tarihi bu hareketi boyunca meydana gelen sapma ve değişikliklerin, değişmez ve müşahhas ilmi kanunlar ve amillerle karşılaşması ve bir bütün halinde gérçeğin tahlili hep tarihtir (Ali Şeriat, Toplumbilime giriş, 1987).
Bütün bu gelişmelerden sonra, tarihe yeni bir mana ve görev yüklenmiştir. Bu haliyle tarih, özellikle batıda metafizik bir mana kazanan ve sosyal açıklamalar için başvurulan bir doktrin hüviyeti taşımaktadır.
Şimdi pek çok kişi tarihe, tabiatı aşan ve beşeri varoluşa bir mana kazandıran biricik insan yapısı kuşatıcı süreç gözüyle bakıyor. Hegelci metafiziğin ve onun sağ ve sol türevlerinin temel motifi tarih. Marksistler için tarih, esenliğin ta kendisi, insanın zihni çabasıyla ve iradesiyle tarihi denetim altına alması ve insan topluluğunun bütün düşlerini gerçekleştirecek bir malzemeye dönüşmesi hem mümkün, hem kaçınılmaz (Perviz Manzur, İslâm ve Batı, 1991). Bu haliyle ister istemez, toplumsal açıklamaları kendine hedef gören tarih ve toplum felsefeciliği konusunu gündeme getirmek durumundayız .
İslam Tarihi:
İslâm’ın tevhide daveti ve peygamber (a.s)’nin asrı, tefessüh etmiş, hurafelerle dolu, karışık bir ilme ve tarihi malumata sahip, aklı gönlüne, nefsi ahlakına, zulüm ve gazabı insafına galip bir toplum yapısına sahip bir milletle mücahede asrıdır. İslâm, cahiliyyenin her müessesesine, fikir ve şahsiyetine karşı gerçekleştirilen tam bir inkılâpdır.
Kur’an, aynı zamanda beşer tarihinden misallerle, hilkatten, peygamberlerin tevhid mücadelesinden, tarih boyunca geçmiş milletlerin ve ümmetlerin mücadelelerinden bahisle, Hatemünnebi ve Resul olan Efendimiz (a.s) ile başlayıp, bütün insanlığı kuşatan bir “ıslah hareketi” niteliğinde olan, İslâm ta’lim ve tebliğini bildirir. Bu mesaj evrenseldir. Yine Kur’an; kainatın yaratılış hikmetlerini, insanların varoluş sebeplerini, arzın gezilip görülmesi, insanların farklı yaratılışındaki hikmetleri, canlı türlerinin ve ekolojik dengedeki fıtr yerini ve bu yaratılmışın Allah’ın mahza ayetleri olduğunu, insanların dil, din, ırk gibi farklı yaratılmasındaki hikmeti, tanışıp görüşmelerinin inceliklerini, mahlukatı nutfeden, eşyayı ise zerreden halk ettiğinin hikmetlerini, insanın ise bu makro ve mikro âlemin merkezinde, Allah’ın halifesi olarak yüklendiği ve mesuliyetli olduğu kadar şerefli vazifenin hikmetlerini, Allah’a isyan eden milletlere, eski ve harab şehirleri dolaşmalarını, evvelkilerin akıbetlerini düşünüp, akıbetlerini tasavvur ederek, gerçek tarih yorum ve diyalektiğini bize haber vermektedir.
İlk müslüman tarihçiler, tarih ilminin gelişmesine kendilerinden evvelki toplumların bilmediği iki esas noktada katkıda bulunmuşlardır.
1. Yaşadıkları asrın tarihini (hayatlarının her yönüyle) tesbit ettiler.
2. İslâm’dan önce, şahidleri sadece kazai konularda tatbik ettiler. Hakim, hak isteyenlerden, bizzat olayı görenden şahitlik istiyordu. İlk Müslümanlar, şahitlik sınırlarını genişletip, bunu tarihi olaylara da tatbik ettiler. Öyle ki, herhangi bir haberi veya sözü duyan, olayı bizzat görenden alır ve silsile halinde nakledilen, “rivayet usulü”nü tesbit ve kabul ediyordu.
Eski milletlerde, özellikle eski Yunan ve Roma’da mitos, kıssa, hurafe esatir ve masallarla karışık bir halde verilen tarih metinleri, İslâm’ın rivayet metodu ile ilk defa ilmi ve güvenilir bir metot haline geldiğini, Alman orientalist ve tarihçi Henry Springer de itiraf etmektedir. Zira, onların Rabbi sadece Kâbe’nin Rabbi değil, âlemlerin, âlemin (akl ve temyiz sahiplerinin) hayrı şerden ayırabilenlerin Rabbi olarak kabul edilir.
Müslümanların Kur’an’ın emirleri ve Efendimiz (a.s.)’ın sünneti sebebiyle ilme verdikleri yüksek değer sebebiyle, “Tarih” ilmi de sür’atle gelişmiş ve dünya tarih ve ilim anlayışına metodoloji açısından büyük katkılarda bulunmuştur (M. Hüseyin Tabatabai, İnsan’ın Tarihte Tekâmülü, 1989).
Sahabe-i kiram, Efendimiz (a.s)’ın hayat ve tevhid mücadelesini kendinden sonra gelen insanlara “tabiin”e nakl ve rivayetleri ile tarih ilmi faaliyetleri başladı. Bunu takib eden asırlarda, ortaya çıkan farklı rivayet ve nakiller, ilmi metotlarla elenip, doğruları tesbit edildi. Bu husus, İslâm kaynaklarında şöyle ifade edilir: “Bir hikayeci, sabah namazını mescidde kılıp, oturur ve hikayesini anlatır. Sözü bitinceye kadar Hz. Muaviye (r.a) onu dinler, sonra kalkıp odasına girer. Mushaf’ından bir cüz okurdu. Yatsı ezanı okununca yine çıkar namazını kılar, sonra seçkin kişi, çevresini kabul edip, birlikte istişare ile gecenin bir bölümünde yapmak istediği şeyler görüşülürdü. Bunlar Arapların haberleri, günleri, krallar, siyaset ve milletleri, hayat hikayeleri, harp, tuzak ve hileleri, teb’alarına karşı tatbik ettikleri siyasetleri, geçmiş ümmetleri (Babil, Eyke, Habe, Yemen, İran ve Roma dönemi devletlerinin hikayeleri) tarihlerini ifade eden hikayeleri üst üste okur, sonra onların kanunlarından bahsederdi. Sonra helva ve yemekler birlikte yenir, sonra Hz. Muaviye (r.a) tekrar odasına çekilirdi. Gecenin üçte birinde uyur, üçte birinde kalkıp oturur ve ibadetlerini ifa eder, huzuruna (bir tarih defteri demek olan) içinde hükümdarların hayat, haber, savaş ve adaletlerini nakleden küçük bir defter getirilirdi. Bu defteri ona genç bir delikanlı ezberden okurdu. böylece gece, onun bu hikayeleri dinlemesiyle geçerdi (M. Serhan Tayşi, İslâmi Tarih Düşüncesi ve İlk Dönem Tarih Yazıcılığı, 1992).
İslâm tarihinin ruhu, temeli “ibret” kelimesi üzerine oturur. Tarih, ibret kaynağıdır: “Peygamberlerin haberlerinden onunla kalbini (tatmin ve) tesbit edeceğiniz her çeşidini sana kıssa (tarih) olarak anlatıyoruz. Bunda (bu sure ile) de sana hak ve müminlere bir öğüt ve bir muhtıra gelmiştir” (Hud, 11/120) Andolsun, onların kıssalarını (tarihlerini) açıklamada salim akıl sahipleri için birer ibret vardır” (Yusuf, 12/26).
Bu bakımdan İslâm toplumlarındaki sosyal çalışmalar, kendi tarihi gelişmeleri içerisinde ortaya çıkar ve bir takım özel şartları bünyesinde barındırır. Dolayısıyla batı dünyasındaki gelişme ve sosyal yapılanmalara bakılarak sistemleştirilmiş bir sosyal bilimin değerleri ve teorileri, İslâm toplumlarında fayda yerine tahribat yapar. Batı uygarlığının tarihi şartlarının ve tabii gelişmesinin yansımalarından olan sosyal bilimlerin ard arda ortaya çıkıp, kültürel yapısı farklı olan toplum ve medeniyetlerde aynı hedefleri gerçekleştirmesi bir yana sosyal problemler çıkardığına çokça rastlanmıştır. Ortaçağ’da İslâm toplumlarına bakıldığında, tarih çalışmalarının sosyal hayatın bütün yönlerini ele aldığı goze çarpmaktadır. Rosental bu durumu şöyle dile getirmektedir: “Ortaçağ İslâm ülkelerinde tarih, sadece eğitimde değil, siyasi hayatta ve dinî düşüncede de mühim bir yer tutar” (Rosental’den Ümit Meriç, Cevdet Paşa’nın Devlet ve Cemiyet Görüşü, 1992) .
Tarih, müslümanlar için bilhassa tercüme-i hal ile yakın münasebeti bakımından kendini müşahhas olarak ifade etmek, gündelik hayatın bütün cephelerine eğilmek, insanı ve onun temayüllerini tahlil etmek imkanını veren biricik alandır. Bunun kökleri, Kur’an’ın tarih yorumuna dayanmaktadır. Kur’an’da kabul edilen siyasi yol, daha ziyade tarihi metoddur. Onun için ön hükümler, Arabistan’ın ve civar memleketlerin tarihinden misallere müracaat suretiyle açıklanmıştır.
Kur’an, bazen milletlerin gerileme sebeplerini işbaşındaki hükümetlerine yüklemeden umumileştirir ve “Bir kavim kendi halet-i ruhiyesini değiştirmedikçe Allah onların halini değiştirip bozmaz” der. Devletin özü olan beşer cinsinde olduğu gibi, milletlerin de yükselmeleri ve düşüşleri vardır. Ve bir defa o kavim sosyal hastalığı şifa bulmaz bir hale gelirse, tıpkı bir insan gibi evvelden takdir olunmuş bir kanuna uyarak yerini yeni ve daha kuvvetli bir Irka vererek ölür. Ve bu âlemin nizamıdır.
Görüldüğü gibi, tarihi bakış açısı ile Kur’an, toplumların gelişme ve değişme durumlarına dikkati çekmekte ve buna ait bazı kanunların varlığına temas etmektedir. Bazı araştırmacılar, Kur’an’ın o zamana kadar rivayet ve hikayelerden ibaret olan tarihe bir metod getirmek suretiyle, tarihi ilmî bir çehreye soktuğunu söylemektedirler. Böylece olaylar arasında bir ilişki kurulmakta ve geçmişten birtakım dersler alınması gerektiği anlaşılmaktadır. “Yeryüzünü gezin ve geçmiş kavimlerin eserlerini inceleyin, yoldan sapanların acıklı hallerinden ibret alın” teması çok sayıda Kur’an ayetiyle dile getirilen bir konudur (Sami Şener, Tarih-Sosyoloji Münasebeti, 1992).
Sami ŞENER