ŞİİR, ŞAİR
Sezgiyle kavramak, bilmek, tanımak.
Şiir, edebiyatta kısaca vezinli ve kafiyeli söz olarak tanımlanır. Şiiri yapan kişiye de şair denir.
İbn Haldun, dilcilere dayanan bu tanımın şiirin gerçeğini anlatmadığını öne sürerek daha ayrıntılı bir tarif yapar: “Şiir, istiare ve belli vasıfları temeline dayanan, vezin ve kafiye bakımından birbirine eşit olan parçalara bölünmüş, her parçası kendi başına önündeki ve sonundaki parçalara muhtaç olmadan maksadı anlatan ve kendine mahsus Arap üslubu üzere terkib edilen belagatli sözdür” (Mukaddime, çev. Zakir Kadiri Ugan, İstanbul, 1988, 235-236).
İbn Haldun bu kapsamlı tanımı da açıklama gereği duyar. Şöyle der açıklamasında: “Tarifimizdeki ‘belagatli söz’ bir cins olup her belagatli sözü içine alır. ‘İstiare ve ayrı vasıfları temeline dayanır’ kaydı, bu kayıt ve vasıflar bulunmayan sözleri şiir çerçevesi dışında bırakmak içindir. ‘Vezin ve kafiyeleri bakımından birbirine eşit olan parçalarla birbirinden ayrılmış’ kaydı ile bütün bilginler nazarında şiir sayılmayan nesirler çıkarılmıştır. ‘Maksadı anlatmak bakımından her parça müstakildir’ kaydıyla şiirin gereği anlatılmıştır. Çünkü nazım ancak beyitlerinde bu vasıflar bulunduğu takdirde şiir sayılır. Tarifte ‘kendine mahsus olan üsluplar üzere terkip dilen’ kaydı ile Arap’ın belli başlı üsluplarına uygun olmayan nazımların şiirden sayılmayacağı bildirilmektedir. Çünkü şiirin nazımlarda bulunmayan kendisine has bir üslubu olduğu gibi nesrin de şiirde bulunmayan kendisine mahsus üslupları vardır” (Mukaddime, 3, 236).
Cahiliye dönemi denilen İslâm öncesinde, Arap toplumu için en etkili sanat şiirdi. Cahiliye şiiri toplumsal hayatın en asli görünümlerinden biriydi. Şairin eserinin kaynağı kendi duyguları ile çevresinin duygularının çakıştığı noktalardı. Şair ister bir kabile reisi, ister bir prens, isterse yoksul ve yağmacı bir haydut olsun, daima mensup olduğu toplumun üzerinde hassasiyetle durduğu kimi erdemleri temsil eder, dile getirirdi. Siyasi görüşmelere katılan heyetlerde mutlaka şairler de bulunur; kabile ya da kabileler birliğinin sözcüsü olarak kendisini yetiştiren toplumu temsil ederdi. Kabile, hayatının duygularının, geçmişteki övünç kaynağı olayların, zaferlerinin, düşmanlarına karşı beslediği kinin, onları aşağılayan hicivlerin, çevresini saran doğanın en güzel anlatımını şairin büyülü sözlerinde bulur ve bütün bunları ondan beklerdi. Bu nedenle de şairin şiirlerinin korunmasına ve yayılmasına çalışırdı.
Bir reisin şair olması, kabilesi için büyük bir mutluluktu. Kabileler için başlıca gurur ve şeref kaynağı, büyük şairler yetiştirmiş olmaktı; buna karşılık şairden mahrum olmak yalnız mutsuzluk değil, aynı zamanda utanç ve ayıplanma nedeniydi. Kabilenin şaire olan ihtiyacı, düşman kabile şairinin açtığı yaranın ancak ona aynı tarzda karşılık vermekle kapanabileceğine olan inanış öylesine güçlüydü ki, bu yüzden ortaklaşa şiir yazmak zorunluluğunu duyan kabileler oluyordu.
Şiir Arap kabilelerinin şan ve şereflerini koruyan, mazide başardıkları büyük işleri unutulmaktan kurtaran, hatıralarını canlı tutan ve yayan tek bilgi kaynağıydı. Bu nedenle kimi bilginler şiiri, Arapların en büyük ilimleri olarak nitelemekten kendilerini alamamışlardır. Kimi eski yazarlar da, şiirin Arap toplumu içindeki yer ve önemine değinirken, onun Arapların bütün bilgilerini içine alan, bunların korunmasını sağlayan, daima başvurdukları, yararlandıkları eserleri (divan ilminin ya da divan el-Arap) olduğunu söylemişlerdir. Şiirin Arap toplumu için yerine getirdiği tarihsel ve toplumsal işlev gözönüne alınınca bu değerlendirmelerin abartılı olmadığı görülür.
Şairlerin gücü, yalnız söz sanatındaki ustalıklarından değil, aynı zamanda kâhinlik niteliğini taşımalarından geliyordu. Arap toplumunda çok eskilerden beri şairlerin kendileriyle ilişki kurduğu, bilgi ve ilham aldığı bir cine sahip olduğuna inanılıyordu. Şairler de bu inancı canlı tutmaya özen gösteriyorlardı. Örneğin el-Hatay cinlerden bir arkadaşı bulunduğunu; el-Ferazdak gerektiği zaman cini ile görüştüğünü, Kusayyir şiire bir cinin yardımı ile başladığını söylüyordu. Bu inanç hem ilham kaynağını insan üstü sihirli bir aleme bağlayarak şairde doğa üstü güçler bulunduğu zannını güçlendiriyor, hem de bunun sonucu olarak şiirlerinin etki gücünü artırıyor, ona kâhinlik niteliği kazandırıyordu.
Şiirin ve şairlerin böylesine önem kazandığı cahiliye toplumunda onun gelişmesini sağlayan, onu besleyen kimi etkenler, gelenekler oluşmuştu. Belli günlerde kurulan panayırlarda yapılan şiir yarışmaları, bu geleneklerin en önemlisiydi. Ukaz, Zu’lMecaz, Mecannatu’s-Sarh, Duvmetu’l-Cendel, Hacar, Suhar gibi panayırlarda yapılan bu yarışmalarda zamanın en büyük şairi hakemlik eder, şairler en güzel elbiselerini giyerek donatılmış binek hayvanları üzerinde çevrelerini saran halka şiirlerini okurlar, yarışma sonunda birinci gelen şair ilan edilirdi. Kimi şairler de kabilelerinden ayrılarak kendilerine zengin birer koruyucu bulurlardı. Bu şairler nüfuz sahibi hamilerinin yanında kabilelerinin çıkarlarını korurlardı. Lahmî ve Gassanî melikleri böyle birçok şaire koruyuculuk yaparlardı. Hira ve Lahmî sarayları da şiirin gelişmesinde çok etkili olmuşlardı.
Kur’ân, şiir sanatının zirveye ulaştığı bir dönemde nazil olmaya başladı. İlahi kelamın büyüleyici güzelliği karşısında şaşkınlığa uğrayan müşrikler, hemen Hz. Peygamber’i cinlerle ilişkili bir şair olarak değerlendirme yoluna gittiler. Daha sonra da müşrik şairlerin Hz. Muhammed’e (s.a.s) yönelik saldırıları başladı. Bu iki önemli nedenle şiir ve şairler Kur’ân’ın konuları arasına girdi.
Kur’ân’da şiir kelimesi bir kere, şair kelimesi de beş kere (birinde çoğul olarak) geçer. Şiirden söz eden, “Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için gerekmez de” (Yasin, 36/69) âyeti, vahiy ile şiir olayının karıştırılmaması gereğini belirtme amacı taşır. Bu konu vahyin ilahi niteliğinin, Hz. Peygamberin konumunun kavranması açısından çok önemlidir. Bu nedenle Kur’ân, başka bir yerde aynı gerçeği bir kere daha ve yeminle pekiştirerek vurgular: “Hayır, yemin ederim gördüklerinize ve görmediklerinize ki o (Kur’ân) elbette değerli bir elçinin sözüdür. O, bir şair sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz. Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz. Âlemlerin Rabb’inden indirilmiştir” (el-Hakka, 69/38-43).
Kur’ân’da şair kelimesinin geçtiği üç âyet de müşriklerin Hz. Muhammed’e şairlik isnadının reddine ilişkindir. Bu âyetlerde şöyle buyurulur: “Hayır, dediler, (Muhammed’in söyledikleri) karmakarışık rüyalar; hayır onu uydurmuş; hayır o şairdir. (Eğer bizim kendisine inanmamızı istiyorsa) o halde bize, öncekilerin (kavimlerine mucizelerle) gönderildikleri gibi, o da bir mucize getirsin” (Taha, 21/5). “Cinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı terk edeceğiz derlerdi. Hayır, o (ne şairdi, ne de mecnun). O gerçeği getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı” (es-Saffat, 37/36-37). “Yoksa onlar (senin hakkında), ‘Bir şairdir, zamanın felaketlerine çarpılmasını gözetiyoruz’ mu diyorlar? De ki: gözetleyin, ben de sizinle beraber gözetleyenlerdenim” (et-Tur, 52/30).
Kur’ân’ın şairlerden söz eden son âyetleri, aynı adı taşıyan (Şuara) sûrede yer alır: “Şairlere gelince, onlara da azgınlar uyar. Görmüyor musun onları, (nasıl) her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar? Ve onlar yapmayacakları şeyleri söylerler” (eş-Şuara, 26/224-26). Sûrenin son âyetinde ise bir kısım şairler bu yargının dışına çıkarılırlar: “Ancak iman edenler, salih amel isleyenler, Allah’ı çok ananlar ve kendilerine zulmedildikten sonra (rakiplerine) üstün gelmeye çalışanlar böyle değildir. Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir” (26/227).
Şuara âyetleri müfessirler tarafından genellikle şairlerin ortak niteliklerini, karakterlerini açıklayan âyetler olarak yorumlamış ve bu yorum günümüze kadar sürdürülmüştür. Örneğin çağdaş müfessirlerden Mevdudî, 225. âyeti şöyle anlamlandırır: “Yani, düşünce ve sözlerinde hiçbir model tanımazlar, her vadide başıboş gezinir dururlar. Her yeni dürtü, bunda gerçek payı var mı, yok mu diye düşünmeden kendilerini yeni bir konuda söz söylemeye iter. Bir anlık bir dürtüyle akıllı ve bilgece sözler söylerken, bir başka dürtüyle bu defa kirli ve adi duyguları terennüme başlarlar. Birinden hoşnut oldukları zaman, hemen onun hakkında abartmalı övgülerde bulunurlar; bir de birine gücendikleri zaman hemen onu da yerin dibine batırırlar. Birinden çıkarları varsa, cimri birini, cömert birine ve korkağı yiğide tercih etmekte bir tereddüt göstermezler. Buna karşılık, memnun olmadıkları kişinin karakterini lekelemede, kendisini ve atalarını alaya almada utanç duymazlar. Bu yüzden, aynı şairin şiirlerinde hem Allah’a ibadeti, hem ateizmi, hem materyalizmi, hem ruhçuluğu, hem ahlakçılığı, hem ahlaksızlığı, hem fısk ve fücuru, hem takvayı, hem ciddiyeti, hem şakayı, hem övgüyü hem hicvi yanyana, bir arada görmek mümkündür” (Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’ân, İstanbul, 1991, 4, 81).
Şehid Seyyid Kutub da aynı âyetler dolayısıyla şunları söyler: “…Şairler değişip duran tepki ve duyguların esiridir. Duyguları onlara egemendir. Ve ne olursa olsun onları dile getirmeye iter. Bir an içerisinde bir şeyi kapkara görürken bir başka an içerisinde beyaz görebiliyorlar. Bir bakarsınız hoşnut olmuşlar; bir söz söylerler, kızar öfkelenirler tam aksi bir başka söz söylerler. Diğer taraftan şairler belli bir hal üzere sebat göstermeyen bir mizacın sahibi olan kimselerdir. Bununla birlikte onlar, içinde yaşayıp durdukları vehimlerinden alemler yaratırlar, birtakım fiiller tahayyül ederler ve bu fiillerin bir takım sonuçlarını tasarlarlar. Sonra da bunu bir hakikat, bir gerçek gibi kabul eder, ondan etkilenirler. O bakımdan kendi hayallerinde ona göre yaşantılarını düzenledikleri bir başka vahayı uydurup ortaya koymuşlardır” (Nakleden Said Havva, el-Esasfi’t-Tefsir, İstanbul 1991, 10, 345).
Kur’ân, diğer sanat dallarının ilke ve kurallarıyla sanatçılarının karakter özellikleriyle ilgilenmediği gibi, şiir sanatıyla ve şairlerle de ilgilenmemiştir. Yukarıda belirtildiği gibi şiir ve şairler iki nedenle Kur’ân’ın konuları arasına girmiştir. Bunlar da vahyin şiire benzetilmeye çalışılması ve şairlerin Hz. Peygamber’in kişiliğinde İslâm’a saldırmalarıdır. Şuara sûresi âyetlerinin muhatabı İbn Zaberi, Hübeyre, Müsafi ve Ümeyye es-Sakafi gibi saldırgan müşrik şairlerdir. Bu nedenle ilgili âyetler bu bağlamda anlamlandırılmalı, şiire ve şairlere ilişkin teori ve çözümlemelerin kaynak metinleri gibi değerlendirilmemeli; bu âyetlere dayanılarak şiir ve şairler hakkında genel hükümler verilmemelidir.
Şiirle ilgili hadislerin bir bölümünde, konunun ele alınış nedeni Kur’ân’dakiyle ayrıdır. Bu hadislerde İslâm’a saldıran şairlerle şiirleri yerilmiş, kötülenmiş; Müslüman şairlerin bunlara karşılık vermeleri teşvik edilmiştir. Örneğin kendisini hicveden şiirler okuyan birisini görünce “Birinizin içinin irinle dolması, şiirle dolmasından daha iyidir” buyurmuştur. Buna karşılık Ka’b bin Mâlik’i, “Onları hicvet, çünkü, nefsimi elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, senin şiirin onlar için oktan daha etkili ve yaralayıcı olacaktır”; Hassan bin Sabit’i de, “Onlarla atış, Cebrail seninledir” diyerek teşvik etmiştir. Hz. Peygamber, bu çerçevede şiiri bir savaş aracı olarak değerlendirir: “Mümin kılıçla olduğu kadar dille de savaşır”.
Şiirle ilgili hadislerin bir bölümünde ise Hz. Peygamber’in şiiri farklı bir düzlemde, salt şiir olarak değerlendirdiği görülür. Bu hadislere göre, “Şiirde büyüleyen, etkileyen bir güç vardır”. “Kimi şiirde elbette hikmet vardır” “Allah’ın sır hazinesi Arş’ın altındadır ve anahtarı şairlerin dilindedir.” Hz. Peygamber, sırf kıskançlığı nedeniyle İslâm’ı kabul etmeyerek Hz. Peygamber’i hicveden şiirler yazan ve böylece Kur’ân’ın eleştirip azarladığı şairler arasına giren Umeyye’nin önceki şiirlerini de Şiiri mü’min, fakat kalbi kâfir” buyurarak bu düzlemde değerlendirir. Özellikle eski Arap şiirinin önemli bir işlevi vardır. Hz. Peygamber, “Bir kelimenin anlamını belirlemede tereddüde düşerseniz Kureyş’in eski şiirlerine başvurunuz” buyurarak bu işlevine dikkat çeker. Bu hadis-i şerifle eski Arap şiiri, Kur’ân’ı anlamada müracaat edilecek önemli kaynaklardan biri durumuna getirilmektedir.
Ashabının da, Hz. Peygamber gibi, genel anlamda şiire olumlu yaklaştığı, hatta büyük önem verdiği bilinmektedir. Hz. Ali’den rivayet edilen şiirler bir divan oluşturacak toplama ulaşır. Belleğinde yüzbinlerce beyt bulunduğu söylenen Hz. Ayşe şiiri bir eğitim aracı olarak görür, “Çocuklarınıza şiir öğretiniz; dilleri tatlılaşır” tavsiyesinde bulunur. Bir şiirindeki gayri meşru içerik nedeniyle bir valisini görevden alan Hz. Ömer bile, “İnsanların sanatları içinde en üstünü şiirdir. İnsan onu ihtiyaç anında takdim eder. Faziletli kalbi şefkatle doldurur, duygulandırır. Alçak kalbleri yatıştırır” diyerek şiirin önemini belirtir.
Şiir, söz sanatlarının en önemlisi ve etkilisidir. Bu özelliği nedeniyle Hz. Peygamber’den bu yana tüm müslümanlar tarafından önemsenmiş, değer verilmiştir. Bu olgu, bir sanat olarak şiirin mübahlığının da tartışılmaz kanıtıdır. Ne var ki konuya tek tek ürünler açısından bakıldığında hüküm değişebilir. Bu durumda belirleyici olan şiirin içeriğidir. İçeriği bakımından gayri meşru bir şiir, mübahlık sınırlarını aşarak haramlar dairesine girmiş sayılır. Bu konuda Şuara sûresi âyetleri Müslümanları aydınlatmakta, onlara yol göstermektedir.
Ahmet ÖZALP