SÜNNET
Yol, gidiş, tabiat, şeriat, yüz, yüzün görünen yeri, alışılmış yol. Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerinin bütününü ifade eden terim. Çoğulu “sünen”dir.
Kur’ân-ı Kerim’de dört âyette “öncekilerin sünneti” ifadesi “önceki ümmetlerin izlediği yol” veya “önceki ümmetlere uygulanan hüküm” anlamında kullanılmıştır (el-Enfâl, 8/38; el-Hicr, 15/13; el-Kehf, 18/55; Fâtır, 35/43). İki âyette çoğul olarak kullanılmıştır. Şu âyette şeriat anlamı görülür: “Şüphesiz sizden önce bir çok Şeriatlar gelip geçmiştir” (Âlu İmrân, 3/137). Şu âyette de “öncekilerin yolları” anlamında kullanılmıştır: Allah size bilmediklerinizi tam olarak açıklamak, sizi öncekilerin yollarına iletmek ve sizin tevbelerinizi kabul etmek ister” (en-Nisâ, 4/26; ayrıca bk. el-İsrâ, 17/77). Sekiz âyette de Âllah’ın sünneti” ifadesi geçer. Bu, Allah’ın evreni, canlıları ve toplumu yaratırken veya daha sonra yönetirken izlediği yolu, metodu, kanun ve prensipleri ifade eder. Bu prensiplerin değişmeden devam edeceği bildirilir: “Allah’ın öteden beri gelen sünneti (âdeti) budur. Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişme bulamazsın” (el-Feth, 48/23; ayrıca bk. Fâtır, 35/43; el-Ahzâb, 33/62).
Sünnet sözcüğü bir kişiye nisbet edilince, onun iyi veya kötü, sürekli olarak yapa geldiği davranışlarını kapsar, Hz. Peygamber’in şu hadisinde bu iki zıt anlamı bir arada görmek mümkündür: “Güzel bir yol alana onun sevabı ve kıyamete bu yoldan gidenlerin sevabı vardır. Kim de kötü bir yol açarsa, bu yolun sorumluluğu ve kıyamete kadar bu yoldan gidenlerin sorumluluğu ona aittir” (Müslim, İlim, 15; Zekât, 69; İbn Mâce, Mukaddime, 14; Dârimi, Mukaddime, 44; Ahmed b. Hanbel, IV, 362).
Sünnet, Kur’ân-ı Kerim’den sonra ikînci ana kaynaktır. Fıkıh usulünde delil olarak kullanılan sünnet, Hz. Peygamber’den geliş şekline göre; söz, fiil veya tasvip (takrir) olmak üzere üçe ayrılır.
1. Kavlî sünnet: Hz. Peygamber’in çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözlerdir. Meselâ; Âmeller ancak niyetlere göredir ve herkese niyetinin karşılığı vardır. Kim Allah ve Rasûlü için hicret etmişse, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kim elde edeceği bir dünyalık veya evlenmek istediği bir kadın için hicret ederse, onun hicreti de, kendisi için hicret ettiği kimseyedir” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, I; İmân, 41; Müslim, İmâre, 155).
“Ramazan hilalini görünce orucu tutun, Şevval hilalini görünce orucu yeyin” (Buhârî, Savm, II; Müslim, Sıyâm, 4,18).
2. Fiilî sünnet: Hz. Peygamber’in namaz kılışını ve haccedişini örnek verebiliriz. Allah elçisi; “Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın ” (Buhârî, Ezân, 18; Edeb, 27; Âhad, I).
“Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alın” (Ahmed b. Hanbel, III, 318, 366) buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber’in savaşlarda yapmış olduğu işler de fiili sünnete girer.
3. Takriri sünnet: Hz. Peygamber’in görüp işittiği bir işe karşı çıkmaması ve onu kabul etmesidir. Çünkü Allah’ın Rasûlü bir işin yapıldığını gördüğü veya işittiği halde onu reddetmemiş ve susmuşsa, bu durum onun bu işi tasvip ve kabul ettiği anlamına gelir.
Meselâ; Bir gün Hz. Peygamber. kabir başında ağlayan bir kadına rastlar. Ona; “Allah’tan kork ve sabret ” der. Kadın Rasûlüllah (s.a.s)’ı tanımadan; “Benim başıma gelen, senin başına gelmediği için beni anlayamazsın” diye cevap verir. Daha sonra onun Allah elçisi olduğunu öğrenince de, evine giderek özür diler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Asıl sabır, olayla ilk karşılaşmada gösteren sabırdır” (Buhârî Cenâiz, 32). Burada Allah’ın Rasûlünün kadının kabir ziyaretine ses çıkarmadığı görülmektedir. Bu, erkekler gibi kadınlar için de kabir ziyaretinin caiz olduğunu gösteren bir takrirdir.
Yine Amr b. el-Âs (r.a), Zâtü’s-Selâsil gazvesi sırasında, çok soğuk bir gecede ihtilam olmuş, su ile yıkanırsa canının tehlikeye düşeceğini anlayınca da teyemmümle topluluğa sabah namazını kıldırdı. Gazve dönüşü durum Hz. Peygamber’e anlatılınca, Amr’a; “Cünüp olduğun halde arkadaşlarına imam oldun öyle mi?” diye sordu. Amr; “Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir” (en-Nisâ, 4/29) âyetini hatırlayarak teyemmüm yaptığını ve namazı kıldırdığını bildirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm etmiş ve susmuştur. İşte bu tebessüm ve susma, su bulunsa bile çok soğuk havada teyemmümle namaz kılınabileceğini gösterir (Zekiyüddin Şa’ban, Usulül-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 66).
Sünnetin Hüküm Kaynağı Olduğunu Gösteren Deliller:
Sünnetin, Kur’ân-ı Kerim’den sonra, ikinci asli delil olduğunda görüş birliği vardır. Bu yüzden Hz. Peygamber’e nispeti sabit ve sahih olan sünnetin gereğine göre amel etmenin vücubu üzerinde bütün bilginler ittifak etmiştir.
Onlar bu konuda Rasûlüllah (s.a.s)’a itaatı emreden, onu sevmenin Cenab-ı Hakkı sevmek olduğunu bildiren, ona karşı gelenlere şiddetli tehditler bildiren âyetlere dayanırlar. Bu âyetlerden bir kaçı şunlardır:
“Âllah’a itaat edin, Rasûle itaat edin ve kötülüklerden sakının” (el-Mâide, 5/92). “Kim Rasûle itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” (en-Nisâ’, 4/80). “Peygamber size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir” (el-Haşr, 59/7). “Deki: Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir” (Âlu İmrân, 3/31).
Anlaşmazlıklarda Hz. Peygamber’in hakem yapılıp, vereceği karara uyulması gerektiği şöyle belirlenir: “Hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar” (en-Nisâ, 4/65).
Allahın hükmü gibi, Hz. Peygamber’in sünnetinin de bağlayıcı olduğu ve bunlara dayanan bir hükme karşı gelmenin sapıklık sayıldığı şöyle tespit edilir:” Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” (el-Ahzâb, 33/36).
Rasûlüllah (s.a.s)’in emrine aykırı davranmanın sonuçlarına bir âyette şöyle yer verilir: Bu yüzden onun (Allah Rasûlünün) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok acı bir ozap isabet etmesinden sakınsınlar” (en-Nûr, 24/63).
Hz. Peygamber’in hayatında ve vefatından sonra ashab-ı kiram onun sünnetine uymak gerektiğinde birleşmişlerdir. Sahabe, Allah elçisinin emir ve yasaklarına uyuyor, helal dediğini helal, haram dediğini haram olarak kabul ediyordu. Nitekim Muaz b. Cebel (r.a) Yemen’e vali olarak giderken, orada; Allah’ın kitabı ile hüküm vereceğini, bunda bulamazsa Rasûlünün sünnetine başvuracağını belirtmiştir. Bunu işiten Hz. Peygamber’in rızasını açıkladığı nakledilir (Tirmizi, Ahkâm, 3; Ahmed b. Hanbel, V, 230, 236, 242; Şâfıî, el-Ümm, VII, 273). Diğer sahabiler de, herhangi bir mesele hakkında Kur’ân’da bir hüküm bulamadıkları zaman Hz. Peygamber’in sünnetine başvuruyordu. Hz. Ebû Bekir, bir olay hakkında bildiği bir hadis yoksa, bunu sahabe topluluğuna arz eder, o konuda bir hadis bilenin olup olmadığını öğrenmeye çalışırdı. Hz. Ömer’in, tabiılerin ve bunları izleyen Tebe-i tâbiîn’in metodu da böyledir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber (s.a.s)’in Allah’tan vahiy alarak konuştuğu belirtilir. “O, kendiliğinden konuşmamaktadır. O’nun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir” (en-Necm, 53/3, 4). “Sana Allah’ın bol nimet ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir takımı seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını saptıramazlar, sana da bir zarar veremezler. Allah sana Kitap ve Hikmeti indirmiş ve bilmediğini öğretmiştir. Allah’ın sana olan nimeti büyüktür” (en-Nisâ’, 4/113).
Diğer yandan Kur’ân âyetleri, Hz. Peygamber’e iman edilmesini açıkça bildirir. Şu âyette Allah’a ve Rasûlüne imanın yan yana zikredildiği görülür: “Âllah’a ve okuyup yazması olmayan (ümmî) Peygamber’e iman edin; o Peygamber de Allah’a ve O’nun sözlerine iman etmiştir ve ona uyun ki hidayete eresiniz” (el-A’râf, 7/158). Başka bir âyette de şöyle buyurulur: “Âllah ve peygamberine iman eden mü’minler peygamberlerle birlikte bir işe karar vermek için toplandıklarında, ondan izin almaksızın gitmezler” (en-Nûr, 24/62).
Sünnetin Kitab’a Göre Yeri ve Fonksiyonu:
Kitap ve sünnette yer alan hükümler karşılaştırıldıkları zaman şu dört şekil ile karşılaşılır:
1. Sünnet, Kur’ân’daki hükmün aynısını getirir, böylece onu destekler ve güçlendirir. Bununla aynı konuda iki delil oluşur. Biri hükmü tespit eden esas delil, diğeri ise teyit edici sünnet delilidir. Örnek: Kur’ân’da;” Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla olması bunun dışındadır” (en-Nisâ, 4/29) buyurulur. Aynı konuda ki şu hadis yukarıdaki âyeti teyit etmektedir:” Müslüman bir kimsenin malı, (başkasına) onun gönül hoşnutluğu olmadıkça helâl değildir” (Ahmed b. Hanbel, V, 72).
Aşağıdaki âyette hadis arasında da benzer teyit ilişkisini görmek mümkündür. Âyette; Îşte, Rabbin zulmeden beldelerin halkını yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü onun yakalaması çok acı ve çetindir” (Hûd, 11/102) buyurulur. Şu hadis aynı anlamı destekler: Allah zâlime mühlet verir, sonunda onu cezalandırınca da artık iflah olmaz” (Buhârî, Tefsîrul-Kur’ân, 2/5; İbn Mace, Fiten, 22).
2. Sünnet, açıklanmaya muhtaç Kur’ân âyetlerine açıklayıcı hükümler getirir:
Sünnet, Kur’ân’ın mücmel veya müşkil olan yani kapalı ve anlaşılması güç olan lafızlarını açıklar. Meselâ; Namazı kılın, zekâtı verin” emrinde namaz ve zekâtın neden ibaret olduğu, şartları, miktar ve ifa şekilleri yer almaz. İşte mücmel olan bu terimler sünnet tarafından açıklanır. Yine; “Ramazanda sabahın beyaz ipliği siyah iplikten ayrılıncaya kadar yeyin, için” (el-Bakara, 2/187). Hz. Peygamber buradaki beyaz iplikten sabahın aydınlığının, siyah iplikten gecenin karanlığının kastedildiğini bildirmiştir.
Sünnet, âmm (genel anlam ifade eden) lafızların hükmünü tahsis eder. Âyette; Bunların dışında kalanlar size helal kılındı” (en-Nisâ, 4/24) buyurulur. Şu hadis, yukarıdaki âyeti tahsis etmiştir; “Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz. Bunu yaparsanız, hısımlık bağlarını koparmış olursunuz” (Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37, 38).
Mutlak lafzı tahsis eder: Âyette şöyle buyurulur:” Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin” (el-Mâide, 5/38). Burada sağ elin mi sol elin mi kesileceği belirtilmemiştir. İşte sünnet bunu “sağ eli ve bilekten kesme” şeklinde kayıtlamıştır.
3. Sünnet, Kur’ân’da yer alan bazı hükümleri nesheder, meselâ;” Birinize ölüm gelince, eğer bir hayır bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak, Allah’tan korkanlar üzerine bir borçtur” (el-Bakara, 2/180). Bu âyetin hükmü; “Varise vasiyet yoktur” (Buhârî, Vasâyâ, 6; Ebû Dâvud Yasâyâ, 6) hadisi ile neshedilmiştir.
4. Sünnet, Kur’ân’da bulunmayan meseleler hakkında hükümler getirir. Ninenin miras hakkına sahip oluşu, fıtır sadakası ile vitir namazının vacip oluşu, “muhsan” olarak zina edenin recm edilmesi, “âkile”nin diyete katılmakla yükümlü tutulması gibi hükümler Kur’ân’da olmayan, fakat sünnetle getirilen hükümlerdendir (Z. Şa’ban, a.g.e., s. 85). Yine bir kadını hala veya teyzesi ile bir nikâh altında birleştirmenin yasaklanması, azı dişli yırtıcı hayvanların ve pençeli kuşların etlerinin haram kılınması, erkeklere altın takmanın ve ipekli giymenin yasaklanması sünnetle sabit olmuştur. Kur’ân’da yalnız süt ana ve süt kardeş için konulan evlenme yasağının kapsamı (en-Nisâ, 4/23), “Nesep ile haram olan süt ile de haram olur” hadisi ile (Buhârî Şehadât, 7; Müslim, Radâ, I) genişletilmiştir.
İmam Şâfiî (ö. 204/819) er-Risâle adlı usûle dair eserinde, sünnetin üç türlü olduğuna karşı çıkan bir ilim adamı bilmiyorum, dedikten sonra bu üç hususu şöyle belirtir. 1) Allah Teâlâ bir konu hakkında âyet indirir. Hz. Peygamber de Kur’ân’ın bildirdiğini olduğu gibi açıklamıştır. 2) Allah’ın indirdiği mücmel olur ve Allah elçisi bundan Yüce Allah’ın kasdettiği anlamı açıklar. 3) Kitapta yer almayan bir konuda Allah’ın elçisi hüküm koyar. Çünkü bu konuda Cenab-ı Hak kendisine yetki vermiştir. Bazı bilginler, Hz. Peygamber’in koyduğu sünnetin Kur’ân’da mutlaka bir aslı olduğunu söylemiştir. Nitekim, namazın aslı Kur’ân’la emredilmiş, ayrıntı sünnete bırakılmıştır. Yine alış-veriş ve diğer konularda da sünnetler koydu. Çünkü Allah Teâlâ; ” Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin” (en-Nisâ, 4/29), Âllah alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır” (el-Bakara, 2/275) buyurmuştur. Hz. Peygamber, namazı açıklaması gibi diğer konuları da Allah Teâlâ adına açıklamıştır. Kimisi de, sünnet, Allah tarafından Rasûlünün kalbine atılan hikmettir. Bu şekilde kalbe atılan onun sünneti olmuştur (bk. eş-Şafii, er-Risâle, tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Mısır 1309, s. 91 vd.).
Sünnetin Rivâyet Bakımından Çeşitleri:
Senedinde kopukluk bulunmayan hadisler rivâyet bakımından üçe ayrılır. Mütevatir, meşhur ve âhad sünnet.
1. Mütevatir Sünnet
Yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda bir sahabe topluluğunun Hz. Peygamber’den rivayet ettiği, daha sonra bu topluluktan Tâbiün ve Etbâu’t-Tâbiîn devirlerinde de aynı özellikteki toplulukların naklettiği haberlere “mütevatir sünnet” denir. Bu üç nesilden sonraki devirlerde yalan üzerinde birleşmenin aklen mümkün olmaması şartı aranmaz. Çünkü sünnet bu dönemden sonra tedvin ve tasnif edilerek yazılı eserlere intikal etmiş, daha önce tek râviler aracılığı ile gelen haberlerin pek çoğu da tevâtür ve şöhret derecesinde nakledilmiştir.
Tevatür de Lafzî ve Mânevi olmak üzere ikiye ayırılır.
a) Lafzî mütevatir: Lafiz ve anlam birliği içinde nakledilen mütevatir haberdir. Meselâ; “Kim bilerek bana yalan söz isnat ederse, cehennemdeki yerini hazırlasın” (Buhârî, İlim, 38; Müslim, Zühd, 72) hadisi, tevatür derecesinde kalabalık bir sahabe topluluğunca aynı lafızlarla rivayet edilmiştir.
b) Manevî mütevatir: lafız ve anlam bakımından farklılıklar taşımakla birlikte, bütün râvilerin ortak bir anlamda birleştiği mütevatir haberdir. Dua sırasında ellerin kaldırılması bu çeşit mütevatire örnek gösterilebilir. Çünkü Hz. Peygamber’in dua sırasında ellerini kaldırdığına dair yüz kadar hadis rivayet edilmiştir. Fakat bunlar değişik olaylarla ilgili, değişik şekillerde ve farklı ifadelerle nakledilmiştir. Belki her olay hakkında lafzî tevatür gerçekleşmemiştir, fakat bütün rivayetlerin birleştiği ortak anlam, dua sırasında ellerin kaldırılmış olmasıdır.
Yine İslâm bilginleri, Hz. Ömer’den rivayet edilen ” Âmeller niyetlere göredir. Herkes niyet ettiği şeyi görecektir” (Buhârî, Bedül-Vahy,I; Müslim, İmâre, 155) hadisinin anlamı üzerinde görüş birliği içindedir.
Mütevatir sünnetin hükmü, Hz. Peygamber’e nisbetinin kesin oluşudur. Buna göre, mütevatir sünnetle amel etmek farz olup, onu inkâr eden dinden çıkar. Bu çeşit hadislerin delâleti zannî olmadıkça, ortaya koyduğu hüküm kesinlik ifade eder. Mütevatir hadisler, delil olma bakımından Kur’ân’a yakın kuvvettedir.
2. Meşhur Sünnet
Meşhur sünnet, Hz. Peygamber’den bir veya iki yahut tevatür sayısına ulaşmamış sayıda sahabi tarafından rivayet edilmişken, Tâbiün veya Etbâu’t-tâbün devirlerinde tevatür sayısındaki ravilerce nakledilen sünnettir.
Mütevatir ve meşhur sünnet arasındaki fark şudur; birincide her üç tabaka ravileri tevatür sayısında iken, meşhur sünnette, sahabeden olan raviler tevatür derecesine ulaşmamıştır. Buna göre mütevatir hadisin Hz. Peygamber’e nisbeti kesin iken meşhur hadisin, Hz. Peygamberden rivayet eden sahabiye nisbeti kesin olmakla birlikte, Hz. Peygamber’e nisbeti kesinlik taşımaz.
Meşhur sünnetin hükmü, kesine yakın bir bilgi vermesidir. Bu yüzden mütevatir sünnetle Kur’ân’daki bir âmm lafzın tahsisi ve mutlak lafzın takyidi mümkün olduğu gibi, meşhur sünnetle de “âmm” tahsîs ve “mutlak” takyid edilebilir.
Âmm’ın tahsisine örnek: “Âllah çocuklarınızın miras payı için şunu istiyor” (en-Nisâ, 4/11) âyetindeki “çocuklarınız (evlâdüküm)” kelimesi âmm olup bütün çocukları kapsamına alır. Hz. Peygamber’in; “Öldüren öldürdüğü kimseye mirasçı olamaz” (Ebû Dâvud, Diyât, 18; Dârimî, Ferâiz, 41) şeklindeki meşhur hadis, miras bırakanını öldüren çocukları kapsam dışı bırakmıştır.
Mutlak ifadenin takyidine örnek:
Mirasla ilgili âyette; ” (Bütün bu miras payları, ölenin) yapmış olduğu vasiyetin ve borcun ifasından sonradır” (en-Nisâ, 4/11) buyurulur. Burada “vasiyet” sözcüğü mutlak olup, malın belli bir parçası ile sınırlandırılmış değildir. Fakat Hz. Peygamber’in, “Üçte bir daha bayırlıdır” (Buhârî, Cenâiz, 36; Vesâyâ, 2, 3; Menâkıbul-Ensar, 49; Müslim, Vasiyyet, 5, 7, 8, 10; Ebû Dâvud, Ferâiz, 3; Eymân, 23) şeklindeki meşhur hadisi vasiyet miktarını üçte birle sınırlamıştır.
3. Âhad Sünnet
Bunlar, Hz. Peygamber’den bir, iki veya daha fazla sahabi tarafından rivayet edilen ve meşhur hadisin şartlarını taşımayan hadislerdir. Âhad hadisi bir kişiden yine bir kişi rivayet etmiş olup, bize kadar ulaşan senedindeki kişiler hiçbir zaman tevatür sayısına ulaşmamıştır. Hadis kitaplarında toplanmış bulunan hadislerin çoğu bu kısma ait olup, bunlara tek kişinin haberi anlamında “haber-i vâhid” veya birer kişilerin haberi anlamında “âhad haber” denir.
Ahad sünnet kesin bilgi ifade etmez, zanlı bilgi verir. Çünkü bunların Hz. Peygamber’e ulaştığında şüphe vardır. Bu yüzden inançla ilgili konularda âhad habere dayanılmaz. Ancak belirli şartları taşıyan âhad haberler amel konularında delil olarak kabul edilir.
Hanefiler dışındaki bilginlere göre, hadisler mütevatir ve âhad olmak üzere ikiye ayrılır. Onlar meşhur sünneti de “âhad haber” içinde değerlendirirler. Çünkü meşhur sünnetin ilk tabaka ravileri, gerçekte âhad sünnet sayısındadır. Ancak bu görüşte olanlar âhad haberi, kendi içinde “Garib”, “Aziz” ve “Müstefiz” olmak üzere üçe ayırmışlardır.
Ahad Hadisle Amel Etmenin Şartları:
Hanefilere göre âhad haberin delil olarak kullanılabilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir.
1. Râvinin, naklettiği hadisle kendisinin amel etmesi gerekir. Buna aykırı davranışı veya fetvası belirlenirse, hadis değil, onun amel veya fetvası esas alınır. Çünkü râvi, bu hadisin neshedildiğini gösteren bir delil bilmese, hadise aykırı davranmaz. Aksi halde “adâlet” vasfını kaybeder.
İşte bu prensipten hareket edilerek Hanefiler, Ebû Hureyre’nin naklettiği; “Birinizin kabına köpek ağzını soktuğu zaman, onu döksün, sonra biri toprakla olmak üzere yedi kere yıkasın” (Nesâî, Tahâret, 52; Miyâh, 7; ayrıca bk. Buhâri, Vüdû, 33; Müslim, Tahâret, 89-93; Tirmizi, Tahâret, 68) anlamındaki hadisle amel etmemişlerdir. Çünkü ed-Dârekutni’nin naklettiğine göre Ebû Hüreyre bu hadise aykırı olarak böyle bir durumda kabı üç kere yıkamakla yetiniyor ve bu yönde fetva veriyordu. Hanefiler onun fetvasını, bu hadisin neshedilmiş bulunduğuna delil saymışlar, yani yedi defa yıkama yerine üç defa yıkama ile yetinmişlerdir.
Başka bir örnek de, Hz. Âişe’den rivayet edilen ve kadının kendi başına evlilik akdi yapamayacağını bildiren şu hadistir: “Velisinin izni olmadan evlenen kadının evliliği bâtıldır” (Dârimi, Nikâh, 2). Hz. Âişe bu hadise aykırı olarak kardeşi Abdurrahman Şam’da iken onun kızını evlendirmişti. Abdurrahman yolculuktan dönünce bu evlendirme işinden hoşnut olmadığını ifade etmişse de, nikâh akdini iptal yoluna gittiğine dair bir haber nakledilmemiştir.
2. Hadisi rivayet eden ravi, fıkıh bilgisi ve ictihad ehliyeti ile tanınmış bir kimse değilse hadis, kıyasa ve genel şer’i esaslara aykırı olmamalıdır.
Buna göre, kıyasa aykırı düşen hadis dört halife gibi, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud ve Abdullah b. Ömer gibi hem hadis rivayeti ve hem de fıkıhtaki ve ictihattaki ehliyeti ile tanınmış biri ise hadis kabul edilir ve onunla amel edilir. Fakat Enes b. Malik ve Bilâl gibi yalnız hadis rivayeti ile tanınan, ictihada ehliyeti bulunmayan birisi ise, bu hadis kabul edilmez.
Bu nitelik, hadislerin “mânâ rivayeti” usulünün yaygın olması yüzünden öngörülmüştür. Fakih olan ravi, bir kelime yerine hadiste başka bir kelime kullansa, hadisin aynı anlamı koruduğunu söylemek mümkün olur. Aynı esası, fakih olmayan ravi için söylemek güçtür. Özellikle; ortada kıyasa ve genel şer’i esaslara aykırı düşen bir rivâyet varsa, bu ravinin yanılma ihtimali güç kazanır.
Hanefiler bu esastan hareketle “musarrât” hadisi ile amel etmemişlerdir. Ebû Hüreyre, Hz. Peygamberden şunu nakletmiştir: “Develerin ve koyunların memelerini sütlü göstermek için şişirmeyin. Birisi böyle bir hayvanı satın almış olur ve sütünü de sağmış bulunursa iki şeyden birisini seçebilir: Ya hayvanı bu hali ile kabul eder, veya hayvanı iâde eder ve ayrıca bir sâ’da hurma verir” (Müslim, Büyü, 11; Ebû Dâvud Büyü, 46).
Bu hadisi Ebû Hüreyre rivayet etmiştir, Ebû Hüreyre ictihad ehliyeti ile tanınmamıştır. Hadisin taşıdığı hüküm İslam’ın genel prensipleri ile çelişmektedir. Çünkü istihlâk edilen bir şeyin tazmini misli mallarda misliyle, kıyemî mallarda kıymetiyle olur. Hadiste bildirilen süt karşılığı bir sâ’ (2,179 kg) hurma, sütün ne misli ve ne de kıymetidir. Diğer yandan bu hadis “el-Harâcu bıd-dımân ” (Ebû Dâvud Büyü’, 71; Tirmizi, Büyü’, 53) diye ifade eden “nefi (yarar) ve hasarın dengelenmesi” ilkesi ile de çelişmektedir. Buna göre, bir şeyin tazmin sorumluluğu kime aitse o şeyin semereleri de ona aittir. Şu halde, sağdığı süt, bir bedel ödemesine gerek olmaksızın alıcıya aittir. Çünkü, hayvanı teslim aldıktan sonra, ona gelecek zararı da üstlenmiş bulunmaktadır. Durum böyle olunca, alıcının süt karşılığı bir sâ’ hurma vermekle yükümlü tutulması bu prensiple de çelişmektedir.
3. Âhad haber sık sık tekerrür eden ve her yükümlünün bilmesi gereken olaylar hakkında olmamalıdır. Usûl ilminde bu duruma “umumî belvâ” denir. Burada olayın tevatür veya şöhret yoluyla nakfi için gerekli şartlar oluşmuştur. Buna rağmen haberin tek ravi yoluyla gelmesi, onun Hz. Peygamber’e nisbetinin sağlam olmadığını gösterir.
Bu esastan hareketle, Hanefi mezhebi bilginleri Abdullah b. Ömer’den rivayet edilen; “Hz. Peygamber rukûya giderken ve başını rukûdan kaldırırken ellerini kaldırırdı” (Buhâri, Ezân, 83-86) anlamındaki hadis ile amel etmemişlerdir. Çünkü bu durumda ellerin kaldırılması, çok sık vuku bulan ve herkesin hükmünü bilmeye muhtaç olduğu bir olaydır. Eğer bu konuda varid olan hadis sahih olsaydı, bunu çok sayıda başka râvilerin de nakletmesi gerekirdi.
Hz. Peygamber’in namazda Fatiha Süresi’ni okurken besmeleyi de yüksek sesle okuduğunu bildiren âhad haber (Tirmizî, Salât, 67) de aynı prensip gereği kabul edilmemiştir. Çünkü bu haber sağlam olsaydı, çok sayıda râvi tarafından nakledilirdi. Olayın çok tekrarlanması bunu gerektirir. Senedinde Kopukluk Bulunan Hadisler: Senedinde kesinti bulunan hadis sened bakımından Hz. Peygamber’e ulaşmayan hadistir. Buna “Mürsel” veya “Münkatı”‘ hadis denir. Sahabe atlanıp, tâbiinden birisinin Hz. Peygamberden işitmiş gibi hadis rivayet etmesi gibi.
Ebû Hanife ve İmam Mâlik, mürsel hadisi kayıtsız şartsız kabul ederler. Onlar yalnız mürsel hadisi rivayet eden ravinin güvenilir olup olmamasına bakarlar.
İmam Şâfiî mürsel hadisi, bunu rivayet eden tâbiî, Medineli Sâid b. el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan el-Basrî gibi meşhur ve bir çok sahabî ile görüşen bir tâbiî ise kabul eder. Ancak Şâfiî bunun için ayrıca mürsel hadisin şu dört şeyden biriyle desteklenmesini şart koşar.
l. Mürsel hadisi, senedinde kesinti olmayan ve anlamı aynı olan başka bir hadis desteklemelidir.
2. Mürsel hadisi, ilim adamlarının kabul ettiği başka bir mürsel hadis desteklemelidir.
3. Mürsel hadis, bazı sahabi sözüne uygun düşmelidir.
4. İlim ehli, mürsel hadisi kabul edip çoğu onunla fetvâ vermiş olmalıdır.
Şâfiî’ye göre, mürsel hadis, senedi kesintisiz olan bir hadisle çatışırsa bu sonuncusu tercih edilir (Muhammed Ebû Zehra, Usulül-Fıkh, Dârul-Fıkhıl-Arabî tab’ı,1377/1958 y.y., s. 111, 112).
Mâlikîlerin Âhad Haberi Delil Kabul Etmesi:
İmam Mâlik, senedi sahih olan haber-i vahidle amel etme konusunda, sadece bu hadisin Medinelilerin ameline uygun düşmesini şart koşar.
Örnek: Rivayete göre Hz. Peygamber; “Namazdan çıkmak istediğinde biri sağ tarafına, diğeri sol tarafına olmak üzere “es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah” diyerek selâm verirdi” (Zeylaî, Nasbur-Râye, I, 430-433). Fakat İmam Mâlik Medine uygulamasına dayanarak bir selâmla yetinmiş ve bu hadisle amel etmemiştir. Çünkü Medineliler sadece bir selâm vermekle yetiniyorlardı.
İmam Mâlik Medinelilerin amelini meşhur hadis derecesinde kabul etmiştir. Ona göre, Medinelilerin ameli Hz. Peygamber’e ulaşıncaya kadar bin kişinin bin kişiden rivayeti kuvvetindedir:
Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel de, sahih hadisin şartlarını taşıyan haber-i vahidi delil olarak kabul ederler (bk. Ebû Zehra, a.g.e., s. 114,115 vd.; Zekiyüddin Şa’bân, a.g.e., s. 79 vd.).
Hz. Peygamber’in Fiilleri: Rasûlüllah (s.a.s)’ın fiilleri üçe ayrılır:
1. Hz. Peygamber’in bir beşer, bir insan olarak yaptığı fiillerdir. Yeme, içme, giyinme, uyuma, yatıp kalkma gibi. Bu fiiller genel olarak ümmeti bağlamaz. Çünkü bunlar Allah elçisinden bir peygamber sıfatıyla değil bir insan olması sıfatıyla meydana gelmiştir.
Bununla birlikte, ashab-ı kiramdan, Allah elçisini bu gibi fiillerinde de izleyenler vardı. Abdullah b. Ömer bunlardandır.
Hz. Peygamber’in ticaret, ziraat, savaş tedbirleri, hastalık tedavisi gibi dünyevî işlerde kendi görgü ve tecrübesine dayanarak yaptığı davranışlar da bu kısma girer. Çünkü bunlar şahsi tecrübeyle ilgilidir. Buna şu olayı örnek verebiliriz: Hz. Peygamber, Medinelilerin hurmaları aşıladıklarını görünce, aşılamamalarını bildirdi. Ancak ertesi yıl iyi ürün alınmadığını görünce; hurma bahçesi sahiplerine “Siz dünyanıza ait işleri daha iyi bilirsiniz” (Müslim, Fezâil, 141; bk. İbn Mâce, Rühün, 15) buyurdu.
Bedir Savaşı sırasında da savaş tecrübesine dayalı şöyle bir olay yaşanmıştı. Hz. Peygamber, orduyu bir yere konaklatmak istedi. Hubâb b. Münzir bu yerleştirmenin vahye mi, yoksa savaş taktiğine mi dayandığını sordu. Allah elçisinin, bunun bir savaş taktiği olduğunu söyleyince, Hubab b. Münzir bu konaklama yerinin uygun olmadığını söyledi ve daha uygun yeri göstererek, gerekçelerini açıkladı. Bunun üzerine, ordu Hubâb’ın belirlediği yere yerleştirildi (Kettânî, et-Terâtibü’l-İdâriyye, Beyrut (t.y), II, 384).
2. Hz. Peygamber’in sırf kendisine mahsus olduğu şer’i bir delille belirtilmiş olan fiilleri. Gece teheccüd namazı kılması (el-Müzzemmil, 73/1-4; el-İsrâ, 17/79). Ramazan’da “visal orucu” tutması, dörtten fazla kadınla evlenmesi buna örnek olarak zikredilebilir. Diğer müslümanlar, Hz. Peygamber’in bu fiillerini kıyas yoluyla delil olarak alamazlar. Çünkü bunların Hz. Peygamber’e ait oluşunda şer’i deliller vardır.
3. Hz. Peygamber’in teşrîi nitelikli fiilleri. Namaz kılışı, oruç tutuşu, haccedişi, ziraat ortaklığı kuruşu, borç alıp vermesi gibi. Bu tür fiilleri sünnet olup bunlara uymak gerekir. Bu fiilleri de ikiye ayırmak mümkündür.
a. Kur’ân’ın mücmellerini açıklamak için yaptığı fiiller. Bunlar Kur’ân’ın tamamlayıcısı sayılırlar ve hangi mücmeli açıklamışlarsa onun hükmünü alırlar. Mücmel * ifadenin hükmü vacibse; onu açıklayan sünnetin hükmü de vacib, mücmelin hükmü mendupsa, açıklayıcı sünnetin hükmü de mendup olur.
b. Hz. Peygamber’in bağımsız olarak ve bir işin mübah oluşunu göstermek üzere yaptığı fiiller. Bu çeşit fiillerin vücub, nedb veya mübahlık gibi şer’î niteliği bilinir. Bunlara ümmetin de uyması gerekir ve fiil yukarıdaki hükümlerden birisine uyar. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur: “Şüphesiz Allah’ın Rasûlünde, sizin için Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok ananlar için mükemmel bir örnek vardır” (el-Ahzâb, 33/21).
Sonuç olarak sünnet, Kur’ân’dan sonra ikinci asıl kaynak olup, İslâm’ın pek çok hükmü ve belki İslâmî müessese ve esasların bütünlüğü sünnetle tamamlanmıştır.
Hamdi DÖNDÜREN