SİGORTA
Herhangi bir şeyde olabilecek bir zararın parayla karşılanacağının önceden garanti edilmesi.
Sigorta İtalyanca bir kelime olup, İngilizce “security” veya “insurance”; Fransızca “assurance” sözcükleri sigorta anlamında kullanılır. Bu sözcük ilk olarak Arapçada İbn Âbidin (ö. 1252/1836) tarafından “sevkara” veya “sükirta” şeklinde kullanılmış, günümüzde sigorta şeklini almıştır. Arapça eserlerde sigorta karşılığı olarak “ette’mîn”, “et-tekâfülül-ictimâî” ve “et-tadâmun” terimleri kullanılmaktadır.
Yangından cam kırılmasına, su baskınından hırsızlığa, uçak düşmesinden veya gemi batmasından trafik kazasına, hastalıktan ölüme kadar çeşitli zarar ihtimalleri sigorta konusu olabilmektedir. sigorta, gelecekteki bir zararı garantilemek için şimdiden zarar etmeyi göze almak demektir.
Sigortanın tarihçesi tam olarak yazılmamıştır. Ancak sigortaya benzer bazı yardımlaşma kurumlarına eski çağlardan beri rastlanmıştır. M.Ö. 2000 yıllarında Yunan’da, Eski Roma ve Mısır’da yoksullara yardım yapan dernekler görülür.
Yine Mısır’da Hz. Yusuf’un yedi bolluk yılında depoladığı tarım ürünlerini, sonraki yedi kıtlık yıllarında dağıttığı bilinmektedir (bk. Yusuf, 12/47, 49). Roma İmparatorluğunda Roman Collegia’lar, üyelerine yardım eden ve cenaze masraflarını karşılayan derneklerdir.
İslâm’da Medine döneminde hazırlanan ilk anayasada yer alan ve kabileler arası yardımlaşmayı ön gören maddeler de bu niteliktedir.
Selçuklular döneminde esnaf ve tüccarın oluşturduğu “fütüvvet” ve “âhilik” adı verilen esnaf birlikleri de bu sınıf arasında yardımlaşmayı sağlamıştır (Ahmet Tabakoğlu, İktisat Tarihi, İstanbul 1986, s. 163).
Osmanlılarda loncâ teşkilatlarının kurduğu orta ve teâvün sandıkları ile esnaf vakıfları, esnafın karşılaştığı mâlî veya meslekî problemleri çözmede etkili olmuştur (Tabakoğlu, a.g.e., s. 414).
Günümüz anlamında sigortacılık ilk olarak İtalya’da deniz sigortacılığı olarak ondördüncü milâdî yüzyılda ortaya çıktı. Onsekizinci yüzyılda büyük sermaye şirketleri kurulunca, buna paralel olarak büyük ve profesyonel sigortacılık uygulamaları gelişti. Zaman içinde özel sigorta şirketleri yanında, devlet eliyle yürütülen sosyal sigorta kurumları ortaya çıktı.
Sigorta genel olarak ikiye ayrılır: Yardımlaşma sigortası ve ticari amaçlı sigorta.
1. Yardımlaşma sigortası:
Birden çok kişinin belli bir para ödeyerek, bunların bir fonda biriktirilip ticaret işinde ve verimli yatırımlarda nemalandırılması amacıyla oluşturdukları sosyal sigortalar bu gruba girer. Böyle bir sigortanın bütün primleri ve gelirleri, ortakları arasında sigorta sözleşmesine uygun olarak dağıtılır. Hastalandıklarında tedavi masrafları, emekliliklerinde emekli maaşı, ölümlerinde dul kalan eş ve küçük çocuklara maaş bağlanması bu yardımlaşmanın kapsamına girer. Her sigorta üyesi bir çeşit inan şirketi ortağı gibidir. sigortadan kendi ödediği primlerden ve bunların gelirlerinden fazlasını aldığı takdirde diğer ortaklar bu fazlalığı ona teberru etmiş, kendisinin, eş ve çocuklarının maaşının sona ermesiyle, sigortadan payını alamaması halinde ise, bu fazlalığı diğer ortaklara bırakmış sayılır. Günümüzde Emekli Sandığı, Sosyal sigortalar Kurumu veya Bağkur gibi kuruluşlar işleyiş biçimleri ıslah edilerek bu grup içinde yer alabilirler.
Diğer yandan belirli kişi, kuruluş veya meslek sahiplerinin kendi aralarında benzer yardımlaşma sandıkları kurmaları da mümkün ve caizdir.
Kur’an ve sünnette bu çeşit sosyal yardımlaşmaya teşvik eden nass’lar vardır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yusuf dedi ki: Siz yedi yıl, önceki gibi ekin ekin; yedikleriniz dışında kalanı başağında bırakın ” (Yusuf, 12/47);
“İyilikte ve Allah’tan sakınmada birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın ” (el-Mâide, 5/2).
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Ben mü’minlere kendilerinden daha yakınım. Herhangi bir mü’min ölür ve arkasında mal bırakırsa; bu, mirasçılarrna aittir. Bir borç bırakırsa, bana getirin, çünkü ben onun mevlâsıyım” (Ahmed b. Hanbel, II, 334, 335);
“Hz. Peygamber Beni Nadir Hurmalarını satar ve ailesinin bir yıllık yiyeceğini ayırırdı” (Buhârî, Nafakât, 3; Müslim, Cihâd, 50). Hz. Peygamber malını vasiyet etmek isteyen bir sahabiye üçte birini vasiyet etmesini ve geri kalanı mirasçısına bırakmasını bildirmiştir (Buhârî, Cenâiz, 36; Müslim, Vasiyye, 5; Tirmizî, Cenâiz. 6). Seleme İbnül-Akvâ (r.a)’ten rivâyete göre, Hevâzin seferinde mücahidlerin azığı tükenmiş ve dara düşmüşlerdi. Develerini kesip yemek için Hz. Peygamber’den izin istediler. Kendilerine bunun için izin verildiğini duyan Ömer (r.a), binitsiz mücâhidlerin çok daha büyük sıkıntıya düşeceklerini düşünerek, durumu Allah elçisine arz etti. Hz. Peygamber herkesin geri kalan azıklarını getirmesini emretti. Azıklar karıştırıldı ve Rasûlüllah (s.a.s) hayır ve bereketle dua buyurdu. Sonra bu azıklar sahabelere dağıtıldı. Bu dağıtım işine “Nahd” yani “ortak kumanya” denildi (bk. Buhârî, Şerike, 1; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe; Mâlik, Muvatta’, Sıfatü’n-Nebi, 64).
2. Yangın, sel, kaza ve benzeri risklere karşı kurulan ticaret sigortaları: sigorta terimi daha çok bu ikinci şık için kullanılır. Bu çeşit sigorta yaklaşık iki asır kadar önce İslâm âleminde duyulmuştur. O devirde merkezi Avrupa’da bulunan sigorta şirketlerinin temsilcileri, deniz kenarında bulunan bazı İslâm şehirlerinde bulunup, Avrupa’ya giden gemilerle taşınan malların sigortasını yapmaya başlamış ve İslâm ülkelerinde bazı ortaklarda temin etmek suretiyle orada da yerleşmişlerdir. Bu çeşit sigortanın lehinde ve aleyhinde iki görüş ortaya çıkmıştır.
Çağımız İslâm bilginlerinden Mustafa ez-Zerkâ, Muhammed Abduh, Şeltut ve Muhammed el-Behiyy, sigorta şirketinin bir yardımlaşma şirketi olduğunu ve bu yüzden de sigortanın İslâm’a göre meşrû olması gerektiğini söylemişlerdir. Bunlardan Muhammed el-Behiyy şöyle demiştir: “Sigorta akdi bir satış akdi değil, mağdur olan kimselerin müsibetlerini hafifletip onlara yardım elini uzatmak için yapılan bir yardımlaşma ve dayanışma aktidir. İster mal, ister hayat sigortası olsun, dayanışma ve yardımlaşmadan başka bir şey değildir. Meselâ, köylü davarlarını; tüccar, ticaret malını; ev sahibi, evini, araba sahibi, arabasını sigorta ettiriyor. Çünkü zarara girmenin zor olduğunu, tek başına zarar yükünü kaldıramayacağını, ancak başkasının yardımıyla bu yükün hafifleyeceğini biliyor. Hayat sigortası yaptıran kimse de hayatını korumak için sigortaya baş vuruyor. Ecelin Allah’ın elinde olduğunu, zamanı gelince onu kimsenin geri bırakamayacağını biliyor. Sigortaya başvurmaktaki amacı, erken öldüğü takdirde aile fertlerine bir yardım kaynağı sağlamaktır” (el-Behiyy, el-Fıkhul-İslâmî ve Tetavvuruhü, s. 462).
Muhammed Hamidullah ve bazı İslâm bilginleri de devletin organize edeceği sosyal yardımlaşma nitelikli sigorta anlayışını benimser ve bunun Hz. Peygamber ile Hz. Ömer devrinde uygulama izlerinden söz ederler. Bu görüşe göre sosyal yardımlaşma yalnız ağır risklerde söz konusu olur. İslâm’ın doğuşu sırasında hastalıkların tedavisi önemli bir masraf gerektirmediği gibi; evi aile reisi kendi eliyle inşa eder, hatta malzemenin önemli bir bölümüne para da vermezdi. Böyle bir toplumda hastalığa ve yangına karşı bir sigortaya ihtiyaç duyulmaması tabiidir. Buna karşılık esirlik ve insan öldürmeye karşı sosyal yardım gerçek bir ihtiyaçtı. Bu yüzden Hicretin birinci yılında Medine site Devleti anayasasında bu sosyal dayanışma fonuna “maâkıl” denildi. Âkile veya maâkıl sistemi Medine’deki Arap kabilelerinin Hz. Peygamber tarafından yeniden teşkilatlandırılması ile birlikte düzenli bir şekil almıştır. Çünkü bir kimse savaşta esir düşse, onun kurtarılması için fidye (bk. Fidye” mad.), öldürme ve yaralamalarda ise diyet (bk. Diyet” mad.) ödenmesi gerekiyordu. Bunların miktarları çoğu zaman esir ve suçluların ödeme gücünü aşıyordu. Hz. Peygamber bu durumu çözüme kavuşturmak için karşılıklı yardımlaşma esasına dayanan âkile veya maâkıl sistemini kurdu. Buna göre, bir kabilenin mensupları kabile bütçesi için para yardımı yapacak; buna karşılık, ödeme gücünü aşan bir tazminatla karşılaşırsa bu bütçeden yardım bekleyecekti. Hatta kabile bütçesi de yeterli olmazsa diğer akraba ve komşu kabîleler onların yardımına gelecekti. Daha sonra âkile sistemi Hz. Ömer tarafından geliştirilmiş; insanların sahip olduğu meslekler askerî, mülkî, idari niteliklerine veya çeşitli bölgelere göre bir düzenleme yapılmıştır. Hür, âkil ve ergin erkeklerden oluşan âkile listesi deftere yazılınca, bunlara “Dîvân” adı verildi. Bazı müellifler dîvan uygulamasının Hz. Peygamber’in Müstalik oğulları gazâsından sonra, ganîmetlerdeki devlet hissesi olan humus’u (beşte bir) idare etmek üzere Mahmiye bin Cez’i tayin etmesiyle başladığını söylerler. Hanefîlere göre, diyet yükümlüsü, suçlu dîvan ehlinden ise, dîvandır. Bu durumda, diyet taksidi dîvan üyelerinin atâ veya rızıklarından (maaş) kesilir. Hz. Ömer’in uygulaması bu şekilde olmuştur. Eğer suçlu dîvan üyesi değilse bunun âkilesi, kabilesi, hısımları ve ödeme gücünü aşan tazminatlarda yardımlaşacağı diğer kimselerdir. Kendi kabilesi diyeti ödemeye yeterli olmazsa asabe sırasına göre en yakın nesep hısımları buna ilave edilir. Ancak buluntu çocuk, harbi ve zimmî gibi âkilesi olmayanın âkilesi beytül-mâl’dir. Suçu işleyen de âkileye dahildir. Ancak suçlunun eşi, babaları ve oğulları âkileye girmez. Kadınlar, küçük çocuklar ve akıl hastaları, âkile kapsamı dışındadır. Çünkü âkilenin diyeti yüklenmesi teberrü niteliğindedir. Bu sonuncular ise teberrü ehlinden değildir (el-Kâsânî, Bedâyiu’s-Sanâyi’, 2. baskı, Beyrut 1394/1974, VII, 255 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, tıpkı basım, İstanbul t.y., III, 178 vd.; ez-Zeylaî, Nasbu’r-Râye li Ehâdisil-Hidâye, I. baskı, y.y., 1393/1973, IV, 398; Muhammed Hamidullah, İslâm’a Giriş, Ankara 1961, . 200 vd.; “Âkile” maddesi).
Muhammed Hamidullahın sigortaya yaklaşımı şöyledir: Sigorta prensip olarak her bir kişinin yükünü azaltmak amacıyla mümkün olduğu kadar çok kimse üzerine bir tek kişinin yükünün dağıtılması demektir. İslâm, sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabiliyet ve işbirliği ile zirvesinde merkezi hükümetin bulunduğu birimlerin oluşturacağı bir sigorta modelini öngörmüştür. Böyle bir yardımlaşma kurumu, oluşacak sermaye birikimini ticaret işinde kullanabilir. Sağlanan gelirler artınca, artık sigorta mensupları prim ödemekten muaf tutulabileceği gibi, kendilerine dönem sonlarında kâr dağıtılması bile söz konusu olabilir. İşte böyle bir yardımlaşma kurumuna prim ödeyerek üye olan kimse, karşılaşacağı yangın, sel felâketi, trafik kazası gibi her çeşit rizikolara karşı sigortalı sayılır.
Ancak sigorta edilenlerin ödediği prim oranına göre kârdan pay almadıkları sermaye sigortaları bir çeşit şans oyunu özelliği taşıdıkları için, İslâm’da hoş görülmezler” (Muhammed Hamidullah, a.g.e., s. 201, 202).
Sigorta Akdinin İslâm Dünyasına Girmesi ve Bu Konuda Yapılan İlk Araştırma:
Günümüz İslâm hukukçularından önceki nesil içinde, sigorta konusunu ve bunun İslâmî hükmünü ilk araştıran hukukçu İbn Âbidîn (ö. 1252/1836) olmuştur. Çünkü sigorta yöntemi hicrî onüçüncü yüz yıla kadar doğu ülkelerinde bilinmiyordu. Bu yüz yılda Avrupa sanayi kalkınmasına paralel olarak doğu ile batı arasındaki ticaret bağı güçlendi. Bu arada ithalatla ilgili sözleşmeleri yapmak üzere İslâm ülkesinde bulunan yabancı ticaret temsilcileri (müste’men-pasaportlu yabancı gayri müslim) aracılığı ile Avrupa’dan ithal edilen malların sigorta edilmesi yoluyla bu müessese İslâm dünyasına girmiş oldu. Bu temsilciler ithal edilecek mallar üzerine yapılan deniz sigortasından başlayarak sigortayı İslâm ülkelerine getirmiş oldular. İbn Âbidin sigorta akdini “Kitabül-Cihâd” bölümünde ve “Müste’men (pasaportlu yabancı gayri müslim)” konusu içinde incelemiştir. Çünkü bu akdi yapan yabancı gayri müslim tüccarlara bu ad verilir.
İbn Âbidîn’e göre deniz araçları ile nakil sırasında helâk olan eşyanın tazmini için yapılan deniz sigortası caiz olmayıp, aşağıdaki üç sebepten ötürü, helâk olan sigortalı malın bedelini almak caiz değildir.
1. Sigorta akdi şer’an gerekti olmayan bir şeyi borçlanmaktır. İslâm’da bir şeyi tazminle yükümlü tutulabilmek için, dört tazmin sebebinden birisinin bulunması gerekir.
a. Zararın haksız bir fiille olması. Öldürme, yıkma ve yakma.
b. Malın telefine sebebiyet vermek. Umuma ait bir yola izinsiz olarak çukur açmak ve buraya düşen bir insan veya hayvanın telefine sebep olmak gibi.
c. Emanet sayılmayan şeye el koymak. Gasp, hırsızlık, satılan malın satıcının elinde iken telef olması gibi.
d. Kefâlet sözleşmesi yapmak. Sigorta şirketi, meydana gelen zararı ne haksız bir fiil ile meydana getirmiş; ne malın telefine kendisi sebep olmuş; ne zarara uğrayan mala emin sıfatıyla el koymuş ve ne de bu zarara kefil olmuştur.
2. Sigorta akdi, ücret karşılığı emânetçilik yapanın, emânet bırakılan mal helâk olunca, bu malı tazmin etmesi niteliğinde de değildir. Çünkü mal sigorta şirketine teslim edilmemiş olup, belki gemi sahibinin elindedir. Ancak gemi sahibi aynı zamanda sigorta eden durumunda ise, bu takdirde emanetçi değil ortak işçi (müşterek ecir) olur. Emânetçi veya ortak işçi ise kaçınılması mümkün olmayan zararı tazminle yükümlü tutulmazlar. Ölüm, yangın ve batma gibi.
3. Sigorta, zarara maruz bırakmanın tazmini kabilinden değildir. Çünkü aldatanın zarar riskini bilmesi; aldatılanın ise bunu önceden bilmemesi gerekir. Sigorta şirketi tüccarı aldatmayı kasdetmez; meselâ, bir geminin denizde batıp batmayacağını önceden bilemez. Ancak, sigorta şirketi ve sigorta yaptıran tüccar hırsızlık, yol kesme gibi yol riskini önceden biliyorsa, sigortanın zararı tazmini caiz olur. Fakat sigorta akdi buna tam olarak uymaz. Meselâ, bir kimse diğerine “Şu yoldan git. Eğer malın gasp edilirse ben tazmin edeceğim” dese; zarar meydana gelirse, tazmin etmesi gerekir. Çünkü bu durumda, mal sahibi ile kefâlet sözleşmesi yapmış olur (İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., III, 273 vd. İstanbul 1985, IV, 170 vd.; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, IV, 443 vd.).
İbn Âbidîn’in sigortacıdan tazminat almanın caiz olmadığı görüşünü dayandırdığı esas, bundan ibarettir. Özetlersek, sigortacı bu akit ile, borçlu olmadığı bir şeye borçlanmaktadır. Temelde o, kendisine bir şey emânet (vedia); âriyet veya kira akdi ile bırakılan kimse gibidir. Bunların ise kastı, kusur veya ihmali olmaksızın meydana gelecek zararı tazmin sorumluluğu yoktur. Burada tazmin sorumluluğu akde konsa bile, bu şart geçerli olmaz.
Diğer yandan müslümanın yabancı ülkedeki bir sigorta şirketi ile akit yapması İbn Âbidin tarafından caiz görülmüştür. Buna göre, müslüman bir tüccar, dârul-harpteki bir sigorta şirketi ile sözleşme yapsa, telef olan malının sigorta bedelini, dârul-İslâm’da sigortacının vekilinden alsa bu mümkün ve caiz olur. Çünkü dârul-harpte harbi ile yapılan böyle bir akit, sonuç doğurmaz; sigorta bedelini onun rızası ile almış sayılır. Bir müslüman dârul-harpteki bir gayri müslimle ortaklık tesis etse, sigorta işlemlerini bu gayri müslim yapsa, zarar halinde, İslâm ülkesine gönderilen sigorta bedelini müslüman ortağın alması caiz olur. Çünkü sigorta akdi darul-harpte ve iki harbi arasında yapılmış sayılır. Onların malı kendi istekleri ile müslümana gönderilmiş olur (İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 170).
Sigorta ile İlgili Yeni Bir Fetvâ
Mekke şehrinde 4.4.1397/1977 tarihinde, Abdullah b. Humeyd’in başkanlığında Muhammed Ali el-Harekân, Abdülaziz b. Baz, Muhammed b. Abdillah es-Sabil, Sâlih b. Asimeyh, Muhammed Reşid Kabanî, Mustafa ez-Zerkâ, Muhammed Reşidî, Abdülkuddüs el-Hâşimî en-Nedvî ve Ebû Bekir Gümî’den oluşan fıkıh heyeti, sigorta konusunu incelemiş ve heyet Mustafa ez-Zerkâ hariç, sigortanın bütün çeşitlerinin caiz olmadığına karar vermiştir.
Bu kararın özeti şöyledir:
1. Sigorta akdi kararı (riskli aldanma) kapsar. Çünkü sigortalı çoğu kere ne kadar prim vereceğini ve ne kadar sigorta bedeli alacağını bilmiyor. Belki bir iki taksit prim ödedikten sonra, zarar meydana gelir ve sigortalı malın tüm bedelini alır. Belki de bütün taksitleri ödediği halde, malı helâk olmadığı için hiç bir şey alamaz.
2. Sigorta, kumarın bir çeşididir. Çünkü sigorta şirketinin, meydana gelen zararda hiçbir rolü yoktur. Buna rağmen mal helâk olursa sigorta bedelini vermektedir. Veya hiç zarar meydana gelmeyince, bedelsiz olarak taksitleri almış olmaktadır.
3. Sigorta fazlalık ve nesie ribasını kapsamına alır. Çünkü sigorta, sigortalıya ödediği primlerden fazlasını verirse fazlalık ribası ve para mübadelesinin vadeli olması yüzünden de nesie ribası söz konusu olur.
4. Sigorta akdinde bedelsiz olarak başkasının malının alınması söz konusudur. Bu da; “Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksız yere yemeyiniz” (en-Nisâ, 4/29) âyetinin yasak kapsamına girer.
Sonuç olarak sigortanın hükmü üzerinde şunlar söylenebilir:
İslâm hukukunda sözleşme tiplerı sınırlayıcı bir şekilde vahiy ve Sünnetle belirlenmemiştir. Nass’larda belirlenen akit tipleri yanında “akit serbestliği” prensibi geçerlidir. Ancak yapılan akit ve sözleşmenin kapsamı, İslâmla çelişmemelidir. Bu konuda şu hadisler genel düzenlemeyi yapar: “Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar. Ancak helalı haram, haramı helal yapan şart müstesnadır” (Buhârî, İcâre,14; Ebû Dâvud, İcâre, 12; Tirmizi, Ahkâm, 17); Allah’ın kitabında olmayan her şart batıldır” (Nesaî, Talâk, 31; Büyü’, 85).
Bu duruma göre, ticari amaç dışında üyelerinin karşılaşacağı, tek başına üstesinden gelemeyecekleri sıkıntı ve felâketlerin yükünü paylaşmak veya mensuplarına tedavi, mesken, emekli maaşı gibi imkanlar sağlayan yardımlaşma kurumlarının meşrû olduğunda şüphe yoktur. Ancak bu gibi yardımlaşma kurumlarının kendi iç bünyesindeki işleyişinin de İslâmî ölçülere göre düzenlenmesi gerekir. Böyle bir sandık veya kurumun üye prim ve aidatlarından oluşan ana parasının işletilmesi, ticaret ve sanayi yatırımlarında nemalandırılması mümkün ve caizdir. Böylece, üyelerine daha iyi imkanlar sağlaması gerçekleşir. Ancak ana parayı işletmeye gerek olmaksızın, mevcut mal varlığından üyelerin yararlandırılması da mümkündür. Üyelerin yararlanma miktar ve süreleri önceden bilinmediği veya belirlenmediği ya da aileden aileye farklılık gösterdiği için, böyle bir sigorta akdinin “fasit inan şirketi” niteliğinde olması gerekir. Burada her üye gerçekte kuruma ödediği toplam prim kadar ortaklık hissesine sahip olur, kâr ve zarara da bu oranda katlanır. Ancak sigortadan kendi toplam hissesinden daha fazla pay alması halinde diğer pay sahipleri bu fazlalığı ona teberru etmiş sayılırlar, böylece karşılıklı yardımlaşma ve teberrulaşma yoluyla sigorta şirketi varlığını sürdürmüş olur. İştirakçiler böyle bir sisteme girmekle bu muhtemel sonuçları da önceden kabul etmiş olurlar. Bazan da toplum fertleri kendiliğinden, devletin düzenlediği böyle bir teşkilat kapsamına girmiş olurlar. Sigorta sisteminin kendi iç işleyişinde İslâm’la çelişen muameleler bulunmadığı sürece, katılım paylarının farklı oluşu veya farklı tazminat alımlarının gerçekleşmesi sonucu değiştirmez. Bunun delili muvâlât akdi ile âkile sisteminin İslâm’da meşrû sayılmasıdır.
l. Muvâlât akdi: Bu akit, ailesi bilinmeyen, buluntu bir çocuğun, başka birisi veya kendisini bakıp yetiştiren kimse ile şu şekilde anlaşmasıdır: Karşı taraf çocuğun akitle velisi olacak; çocuk tazminat gerektiren bir suç işlerse bu tazminatı, himaye eden ödeyecek. Buna karşılık da çocuk ileri ki hayatında mirasçı bırakmadan ölürse ona mirasçı olacaktır. Hz. Ömer, Ali ve Abdullah b. Mes’ud’un benimsediği bu görüş Hanefilerce benimsenmiştir (ez-Zühayli, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, VIII, 283, 284). Burada, buluntu çocuk ömür boyu tazminatı gerektiren bir suç işlememesi halinde, himaye eden onun mirasını bedelsiz olarak alacak, diyet ödemek zorunda kalır ve buluntu çocuğun mirasçısı da olursa, ödediği diyet karşılıksız kalacaktır.
2. Âkile sistemi. Diyet tazminatı ile yükümlü olabilen belirli hısımlar veya bir divana üye olan kimseler de kendi paylarına düşen tazminatı bir bedel karşılığında ödemezler. Daha sonra bu tazminat paylarını suçu işleyene rücû etmek suretiyle alma imkânı da bulunmaz. Divan üyelerinin aylık veya yıllık olarak önceden bir katılım payı ödemeleri halinde, günümüzdeki yardımlaşma sigortalarının benzeri gerçekleşmiş olur. Hz. Ömer döneminde böyle bir uygulamanın başlatıldığını yukarıda belirtmiştik.
Ancak bir kişi veya şirketin kâr amacıyla kurduğu yangın, sel, kaza vb. sigortalar gerek ana paranın işletilmesinden doğan gelirin katılımcılara yansıtılmaması ve gerekse kaza olmaması halinde ödenen primlerin karşılıksız kalması yüzünden yardımlaşma sigortalarından farklı yapıya sahiptir. Çünkü burada sigortalı her yıl, sigorta şirketine belli bir meblağ öder. Malı, bir âfet sonucunda telef olursa bedelini şirketten alır. Böylece kumar oynayan kimse gibi kazanmış olur. Aksi takdirde ise şirkete ödediği taksitler boşa gitmiş olur. Başka bir açıdan riba işlemi gerçekleşir. Çünkü verdiğinden daha fazlasını alma amacıyla sigorta şirketine para yatırılır.
Diğer yandan böyle bir sigorta şirketi bütün katılımcıların ortaklığı ile kurulduğu takdirde “yardımlaşma sigortası” halini alabilir. Bu takdirde elde edilecek gelir bütün ortaklara ait olacağı için bu, mümkün ve caiz olur.
Nitekim Sudan’da kaza sigortası zorunlu hale getirilince Hartumlu şoförler kendi aralarında bir yardımlaşma sigortası kurmuşlar, hem sigortalı ve hem de sigortacı olmuşlardır (bk. ez-Zerka-en-Neccâr, İslâm’a Göre Faizsiz Banka, Kalkınma ve sigorta, Terc. Hayreddin Karaman, İstanbul 1976, s. 216). Ancak bu şekilde yardımlaşma sigortaları gerçekleşinceye veya Devletin organizesi ile ticaret amacı dışında genel bir sigorta sistemi oluşuncaya kadar, zaruret olan durumlarda sigorta mübah hale gelir. Bu takdirde de kendi iç bünyesinde ana parasını işletmede İslâmî usullere uyan sigorta tercih edilmelidir.
Bununla birlikte, küfür diyarında kurulmuş bir sigorta şirketinden tazminat alınabileceği gibi; Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre, İslâm hükümleri uygulanmayan bir ülkede gayri müslimlerin veya irtidat ehlinin kurduğu bir şirketten sigorta tazminatının alınmasında da bir sakınca yoktur.
Hamdi DÖNDÜREN