SEYYİD
Efendi, bey, mevla, ileri gelen baş, reis. Nesebi Hz. Hüseyin (r.a) yoluyla Rasûlüllah (s.a.s)’e ulaşan kimseleri ifade eden arapça bir sıfat.
Rasûlüllah (s.a.s), Seyyidu’s-Sakaleyn (iki âlemin efendisi), Seyyidul-En’am (yaratılmışların en büyüğü), Seyyidul-Enbiya (bütün peygamberlerin efendisi) gibi sıfatlarla vasıflandırılmıştır. Rasûlüllah (s.a.s)’den nakledilen hadis-i şeriflerde şöyle buyurulmaktadır: “Ben Ademoğlunun seyyidiyim” (Ebu Davud, Sünne, 13; İbn Mâce, Zühd, 37).
“Ben kıyamet gününde insanların seyyidiyim” (Buharî, Enbiyâ, 3; Müslim, İman, 367, 369).
Hadis-i Şeriflerde seyyid kelimesi, kabile başkanı, topluluğun ileri gelen seçkin kimseleri, kölenin efendisi gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Ayrıca, cuma günü günlerin seyyidi olarak vasıflandırılmakta (İbn Mâce, İkame, 79). İstiğfarın seyyidi olarak da: “Allahümme ente…..” duası zikredilmektedir (Buharî, Daavat, 2). Ayrıca ashab seyyid kelimesini aralarındaki faziletli kimseleri övmek için kullanmışlardır. Hz. Ömer (r.a); “Ebu Bekir seyyidinizdir. “Seyyidiniz (Bilâl (r.a)’i azad etmiştir” demekteydi (Buhari, Fedailul-Ashab, 23).
Rasûlüllah (s.a.s), minberde bulunduğu bir sırada yanındaki Hasan (r.a)’ı işaret ederek, “Bu oğlum Seyyiddir. Umulur ki Allah onun vasıtasıyla iki müslüman fırkanın barışmasını sağlar” (Buhari, Sulh, 9; Fedailul-Ashab, 22; Tirmizi, Menakıp, 31). Bir defasında da; “Hasan ve Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin iki seyyididirler” (Tirmizi, Menâsık, 31) buyurmuştur. Enes b. Malik (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)’ı “Biz, Abdulmuttalib’in çocukları cennet ehlinin seyyidleriyiz. Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdî” derken dinlediğini söylemektedir (İbn Mace, Fiten, 34). Fatıma (r.a) ise, cennetteki kadınların seyyidesidir (Buhârî, Fedâilul-Ashâb, 29; Menâkıb, 25). Hz. Ebu Bekir (r.a) ile Hz. Ömer (r.a)’de cennet ehlinin nebi ve resuller hariç iki yaşlı seyyididirler (İbn Mâce, Mukaddime, 11).
Rasûlüllah (s.a.s)’in Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i seyyidler olarak vasıflandırması, müslümanlarca, onların ve onların soyundan gelenlerin seyyid olarak isimlendirilmelerine sebep olmuştur. Müslümanların kalplerinde yaşattıkları, coşkun ehl-i Beyt sevgisi, onların tarih boyunca, Rasûlüllah (s.a.s)’ın torunlarının soyundan gelenlere aşırı bir sevgi beslemelerine ve onları diğer insanlardan ayırd ederek dünyevî muamelelerde farklı bir yere oturtmalarına sebep olmuştur. Başlangıçta, Hasan (r.a) ve Hüseyin (r.a)’ın her ikisi ve onların çocukları için seyyid ifadesi kullanılmaktaydı. Ancak sonraları Hasan (r.a)’ın soyundan gelenlere şerif, Hüseyin (r.a)’in soyundan gelenlere de seyyid denilmeye başlanmıştır. Seyyid ve şerifler, Emevîler döneminin sert ve acımasız muameleleri hariç tutulursa, şekli ne olursa olsun sonraki bütün yönetimlerce, layık oldukları şekilde saygı görmüşlerdir. Tarihteki bütün İslâm devletlerinde bu zümrenin işleriyle ilgilenen bir müessesenin bulunması ve bunun başında bulunan kimsenin (Nakîbul-Eşrâf) en yüksek makamlarından sayılması bunun en açık delilidir.
Samanî’ler, seyyidlere tahsis ettikleri mülkî arazileri vergiden muaf tutmuşlardır (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal, Ankara 1984, 237 n. I, 413). Fatımîler zamanında Mısır’da, Nikabetu’t-Talibiyyin adlı bir müessese kurulmuştur. Bu müessesenin görevi, seyyid ve şeriflerin, neseplerini incelemek, teftiş etmek, aralarında çıkan ihtilafları çözümlemek ve onları neseplerine yakışmayacak, ahlâk dışı hareketlerden sakındırmaktı (Uzunçarşılı, a.g.e., 388-389). İlhanlılar, müslüman olduktan sonra Gazan Han zamanında “Nakıb-ı Nukabayı Sadât” adında bir müessese teşkil etmişlerdir. Bu kurumun görevi yine, Hz. Hasan (r.a) ve Hz. Hüseyin (r.a)’in soyundan gelen kimselerin şecerelerini tutmak, onlara ait işleri görmek, onları eğitmek, haklarını korumaktı (Uzunçarşılı, a.g.e., 246-247).
Osmanlılar zamanında da seyyid ve şerifler, saygı görmüş ve onların toplum içindeki üstün ve saygın yerlerini korumaları için Nakıbul-Eşraflık adı altında bir memuriyet ihdas edilmiştir. Nakıbul-Eşraf, Müftil-Enam ve Şeyhül-İslam’dan sonra en yüksek makam olarak telakki edilmiştir.
Osmanlılarda Nakıbul-Eşraflık makamı Yıldırım Bayezid (1389-1402) zamanında ortaya çıkmıştır. Seyyid Ali Netta’ b. Muhammed, Nakıbul-Eşraf tayin olunarak, Osmanlı hudutları içerisinde bulunan Hz. Ali (r.a) evladının riyaseti ona tevdi edilmiştir. Seyyid ve şerifler halk arasında “emir” olarak isimlendirilmiş, onları diğer insanlardan ayıran yeşil sarıklarına da “emir sarık” denilmiştir. Ey zümreden olan kimseler bir suç işledikleri zaman, Nakıbul-Eşraf tarafından cezalandırılırlardı. Seyyid ve şeriflerin kayıtlı olduğu “şecere-i mutayyibe” adındaki defterler bulunmaktaydı. Nakıbu’l-Eşraf’ın devlet protokolü içinde önemli bir yeri vardı. Sonraları devlet düzeninin bozulmaya başlamasıyla birlikte onların, sahip oldukları imtiyazlar ve muafiyetlerden yararlanmak isteyen bir çok kimse uydurma şecereler ve yalan şahitlerle kendilerini seyyid veya şerif olarak Nakıbul-Eşraf defterlerine kaydettirmişlerdir.
Mekke, M. 960 yılından sonra, şerif olarak adlandırılan Hz. Hasan’ın neslinden gelen kimseler tarafından idare edilmiştir. Mekke şerifleri Abbasîlerin güçlerini yitirmelerinden sonra, sürekli olarak Mısır’daki Fatımîlere bağımlı kalmak zorunda kalmışlardır. Osmanlılar zamanında da Mekke’nin idaresi şeriflerin eline bırakılmış ve Hicaz’ı yarı muhtar bir şekilde idare etmişlerdir. İstanbul’dan Mekke’ye gönderilen sürre alayları ile şeriflere büyük ikramlarda bulunulmuştur. Fatih, İstanbul’u fethettiği zaman Mekke şerifine fethi bildiren bir nâme ile hediyeler göndermiş, şerif’e iki bin, ayarı tam halis altın, Mekke ve Medine’deki seyyid ve şeriflere ve muhtaç kimselere sarfedilmek üzere yedi bin altın göndermiş ve onun duasını talep etmiştir. Bu sırada Mekke şerifleri Memluklulara tabi bulunmaktaydı (Uzunçarşılı, Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara 1984, s. 4 vd.). Mekke’nin 1924 yılında Vahhabiler tarafından işgaline kadar şerifler Mekke’nin yönetimini ellerinde tutmuşlardır. Öte taraftan cumhuriyetin kurulmasından sonra, halifeliğin kaldırılmasıyla diğer bir çok dinî müessese ile birlikte Nakıbul-Eşraflık kurumu da kaldırılmıştır.
Ömer TELLİOĞLU