SALÂH VE ASLAH
Mu’tezile’nin, “Vücub alellah” temel görüşü içinde kabul ettiği düşünce ve inançlardan biri.
Allahu Teâlâ’nın, yarattığı ve kendisine ibâdetle mükellef tuttuğu insanlardan herbiri için en uygun ve en salih olan şeyleri yaratması, yüce zâtına vâcib (zorunlu) olur mu? Kul için aslâh (en iyi ve uygun) olan nedir? Bir kul için en uygun veya en faydalı olan şeyi yaratmak Allah (c.c) üzerine vâcib olur mu? Vâcib olur ise, bunlar dünya hayatı için mi, âhiret hayatı için mi, yoksa her ikisi için midir? İşte bu soruların cevabını araştıran Kelâm âlimleri ve Mu’tezile tarafından “Salâh ve Aslah” adı altında incelenen bu konu, Allah’ın fiilleri ile yakından ilgilidir.
Bilindiği gibi, Allah’ın fiillerinin başında “halk ve icad”, yani “yaratmak” fiili gelir. Kulların menfaatına en uygun olan şeyleri Hâk Teâlâ’nın yaratmasının yüce zâtına vâcib (zorunlu) olup olmadığı hususu, Allah (c.c)’in “yaratma fiili” ile, dolayısıyla “irade ve kudret” sıfatları ile doğrudan alakalıdır. Ehl-i Sünnete göre Allah’ın fiilleri yüce zâtının (ulühiyyetinin, ilâhlığının) icabı olmayıp; O’nun ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarının birer taalluku ve eseri olarak “mümkinât”tan, yani câiz olan şeylerdendir. Bu fiiller, “vâcibâttan” yani mutlaka olması zarurî şeylerden değildir. Çünkü bu fiiller, Zât-ı İlâhî’den zaruri (zorunlu) olarak değil, hür bir irâde ve ihtiyar yoluyla meydana gelir. Çünkü Allah Teâlâ, fâil-i muhtar’dır. O’na iradesi dışında hiç bir şeyi yapmak vâcib olmaz.
Allah Teâlâ’yı tenzih ve yüceltme fikrine dayanan bu temel görüşe rağmen, İslâm’da itikâdî mezheplerin en meşhurlarından olan Mu’tezile alimleri bu konuda, “kul için aslâh, yani en uygun veya en faydalı olan şeyi yapmak, Hak Teâlâ’ya vâcibtir” demişler ve bir ekol olarak bu temel görüş üzerinde birleşmişlerdir. Böyle bir görüşe sahip olmaları, halk-ı ef’al-i ibad konusu ile Hüsün ve Kubuh meselesindeki görüşlerinden doğmuştur. O halde “Salâh ve Aslâh” problemi, bu iki aslî mes’eleden doğan tâli bir inanç konusu sayılır. Bu esasa göre; Ehl-i Sünnet âlimleri ile Mu’tezile kelâmcıları arasında itikadî ana meselelerde çıkan görüş ayrılıklarından doğan önemli bir tartışma konusu da, “Salâh ve Aslah” meselesidir. Özetlenen bu iki ana fikirden hareketle; “Allah Teâlâ’nın, insanların her birinin menfaatına en uygun ve bu sâlih olan şeyleri yaratması vâcib midir?” sorusuna, Ehl-i Sünnet âlimleri “hayır” derken; Mu’tezile mensupları “evet” diye cevap vermişlerdir.
Gerçekte bu konuda iki ana mezheb vardır: Biri, Ehl-i Sünnet, diğeri Mu’tezile… Ehl-i Sünnet mezhepleri olan Eşariyye vc Mâtürîdiyye, bu konuda esas ve delil yönünden bir oldukları gibi, aralarında önemli bir görüş farkı da yoktur. Mu’tezile ise; “kul için aslâh olan her şey, Allah hakkında vâcibtir” ana hükmünde birleştikten sonra, “aslah”ın manasında, bunun dünya hayatı için mi, âhiret hayatı için mi, yoksa her ikisi için mi olduğu hususunda görüş ayrılığına düşmüş ve üç ayrı mezhep olarak ortaya çıkmıştır. Bunlar; Bağdad Mu’tezilîleri mezhebi, Basra Mu’tezilîlerinin çoğunluğu (cumhuru) mezhebi ile, Basra Mu’tezilîlerinden Ebu Ali el-Cübbâî mezhebidir (Bu mezheplerin görüşleri ve delillerinin tartışmaları için özellikle bkz. et-Taftazanî, Şerhul Akâid en-Nesefiyye ve Hâşiyeleri, Kahire 1939, s. 389-395; M. Yusuf eş-Şeyh, Müzekkerât fi’t-Tevhid, Kahire 1954, IV, 37-44, 48; Salih Musa Şeref, Müzekkirât et-Tevhid, Kahire 1954, IV, 35-45, İmamul-Harameyn el-Cüveynî, Kahire 1950, s. 287-299; Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları (İlm-i Kelâm) İstanbul 1984, I, 389-392, 396-397).
Ehl-i Sünnet, yukarda özetlenen ana fikirden hareketle “fâil-i muhtar” olan Allah Teâlâ’ya herhangi bir fiili işlemek, hiç bir şekilde vâcib ve zorunlu olamaz. O halde; “kulları için aslah olan, yani kulun menfaatine en uygun ve en sâlih olan şeyleri yaratmak, Allah (c.c) üzerine vâcib değildir. Bu sebeple kul için aslâh olan bir şeyi terkedebilir” demişlerdir. Bu ana esasta, Eş’arîlerle Mâtürîdîler ittifak etmişler, mezheplerini ispat etmek için aynı delilleri kullanmışlar, hasımlarını ilzam için aynı metodu uygulamışlardır. Ancak, bu görüş birliğinden sonra, Hâk Teâlâ’nın kul için aslâh olan bir şeyi nasıl terk edeceği hususunda farklı görüşleri benimsemişlerdir. Bunlardan Mâtürîdîlere ait olan görüş şöyle özetlenebilir:
Allahu Teâlâ, kul için aslâh olanı; ilâhî hikmeti terketmeyi gerektirirse terkederek, onun yerine başka bir şeyi yapabilir. Çünkü Hak Teâlâ’nın fiillerinde mutlaka hikmet vardır. İlâhî fiillerin bir hikmete dayanmaması ise, Allah (c.c)’ın münezzeh olduğu bir noksanlıktır. Mâtürîdîler; “Hak Teâlâ’nın fiillerinde mutlak hikmet ve menfaat gözetmek vardır” derlerse de; “Allah üzerine vâcibtir” demezler. Ayrıca, “özel bir hikmet gözetimi vâcibtir” de demezler. Gerçekte “Allah’ın fiillerinde mutlak hikmet gözetimi vardır ” sözü, “Hak Teâlâ üzerine hiç bir şey vâcib değildir” hükmüne aykırı düşmez. Çünkü Mâtürîdîler, kul için lütuf ve aslâh gibi “hususîyât” denilen şeylerde “vücubu” yani “mutlaka vuku bulması” esasını reddederler.
Eş’arîlerin görüşü ise şöyledir:
“Hâk Teâlâ kul için aslâh olan her şeyi, yani “mutlak aslâh”ı, terkedilmesini gerektiren bir hikmet olmasa dahi terkedebilir. Allah Teâlâ hakkında hiç bir şey vâcib değildir. Onda “özel hikmetler” veya “mutlak hikmetler” bulunması bu hükmü değiştirmez” (Musa Salih Şeref, a.g.e., IV, 34, 35; Ali Arslan Aydın, a.g.e., 388-389).
Ehl-i Sünnet âlimleri, temelde bir olan bu görüşlerini ispat etmek için birçok delil zikretmişlerdir. Şöyle ki;
1- Eğer kul için aslâh olan, Allah (c.c) üzerine vâcib olsaydı; dünya ve âhirette azap gören fakir kâfiri hiç yaratmaması gerekirdi. Çünkü onun için aslâh olan, hem mü’min hem de zengin olmak idi. Fakat bu tip insanların yaratıldığı müşahade ile sabittir. O halde, kul için aslâh olan, Hak Teâlâ’ya vâcib değildir. Bilindiği gibi bu tip kâfirler, yoksulluk içinde kıvrandıkları için dünya hayatında perişandırlar. Kâfir oldukları için de, âhirette devamlı ve şiddetli azaba maruz kalacaklardır. Halbuki bu gibiler için aslâh olan, hiç yaratılmamak idi. Veya mükellef olmadan öldürülmek veya aklının alınması gerekirdi. Halbuki bunların hiç biri olmamış; kâfir olarak yaşamış ve kâfir olarak ölüp sonsuz azaba müstahak olmuştur. O halde, kul için aslâh olan, Hak Teâlâ üzerine vâcib değildir.
2- Eğer kul için aslâh olan Allah Teâlâ’ya vâcib olsaydı; kulları üzerine fazlı ve keremi, lütfu ve ihsanı, kulların da O’na minnettarlığı olmaz; lütfettiği hidayet ve çeşitli nimetler sebebiyle şükredilmeye, hamdu senâya (haşa) hak kazanmazdı. Çünkü Allah (c.c), kullarına karşı, ancak üzerine vâcib olanı, yani terketmesi mümkün olmayan şeyleri yapmış olurdu. Zira bunları yapmasa, Mu’tezile’ye göre Allah (haşa) bahil (pinti) ve sefih (!) olurdu. Bu sebeple, terkedemeyeceği bazı fiilleri yapmakla hamde ve şükre hak kazanamazdı. Bu ise; hem aklen hem de dinen bâtıldır. Çünkü Hak Teâlâ’nın sırf kendi yüce iradesi ve lütfu keremi ile bütün insanlara genel, mü’minlere ise özel nimetler verdiği ve kendisine şükredilmesini istediği şu âyetlerle sabittir:
“Şüphe yok ki Allah (c.c) insanlar hakkında lütuf ve kerem sahibidir” (el-Bakara,2/243); Andolsun ki Allah (c.c), mü’minlere büyük lütufta ve ihsanda bulunmuştur” (Âlu İmrân, 3/164); “Bana şükrediniz ve (nimetlerime) nankörlük etmeyiniz” (el-Bakara, 2/ 152).
O halde, kul için aslâh olan, Hâk Teâlâ’ya vâcib değildir (bkz. Musa Salih Eşref, a.g.e., IV, 38-39; A. A. Aydın, a.g.e., I, 393-394).
3- Eğer kul için aslah olan Allah Teâlâ’ya vâcib olsaydı, Cenab-ı Mevlâ’nın sevgili Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)’e olan büyük lütuf ve ihsanı, müşriklerin reisi Ebu Cehil’e olandan daha fazla olmazdı! Çünkü Hâk Teâlâ onlardan her biri için aslâh olanları verdi. Sağlıklı ve özürsüz olarak yarattı, mükellef kıldı. Dilediğini yapma imkân ve kudretini her ikisine de tam olarak verdi. Bu esasa göre, eğer her ikisine karşı yapması vâcib olan aslâhı Allah (c.c) noksansız ve farksız olarak vermiş oldu denirse, bu durumda Allah (c.c) en sevgili Peygamberi üzerine Ebu Cehil’e gösterdiğinden fazla lütfu ve ihsanı yoktu (!) demek gerekir. Böyle bir iddianın bâtıl ve imkânsız olduğu âşikârdır. Zîra Cenab-ı Hakkın, Rasûlü Ekrem (s.a.s) Efendimize en büyük şeref ve dereceyi, nimet ve faziletleri vermiş olduğu ve bütün insanlara rahmet peygamberi olarak gönderildiği Kur’an’da sabittir: Muhakkak ki biz seni, ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik” (el-Enbiya, 21/107). O halde kul için aslâh olan, Allah Teâlâ’ya vâcib değildir.
4- Ehl-i Sünnet, Mu’tezile’nin iddiasını, dayandığı esas bakımından iptal etmek için de, “vücûb” kelimesinin manasını tahlil ederek şöyle bir delil zikretmişlerdir. Eğer kul için aslâh olan Allah Teâlâ’ya vâcib olsaydı, vücub; ya “onu terkedenin zemme (kötülenmeye) ve cezaya mustahak olduğu” anlamına, veya; “fiilin Hak Teâlâ’dan, zarurî, yani iradesiz olarak meydana geldiği ve bu fiili önleme gücüne sahip olmadığı (!)” manasına gelirdi. Vücubun her iki manasının da Hak Teâlâ hakkında kasdolunması asla düşünülemez. Zira, birinci mananın kasdolunması, Cenâb-ı Hakkın her hângi bir fiili terketmesi halinde zem ve ikaba müstahak olmasını (haşa) gerektirir ki; bu, şer’an ve aklen muhaldir. Çünkü o, yegane Hâlık ve yegane Mâliktir; fiillerinde mutlak irade, mülkünde mutlak tasarruf sahibidir; her hangi bir fiilinden dolayı cezaya (haşa) müstahak olamaz. Bu konuda İslam âlimleri arasında ittifak vardır. Ayrıca; Hak Teâlâ’yı âdeta bir mükellef gibi tasavvur ederek O’na bazı vâcibleri yapmayı zarurî kılmak, bâtıl bir kıyastan ve sapık bir düşünceden başka birşey değildir. İkinci mananın da bâtıl olduğu açıktır. Çünkü o mana kastedildiği takdirde, bazı filozofların sapıtarak iddia ettiği gibi, Hak Teâlâ’nın küllî iradesini O’ndan selbetmek anlamı çıkar. Halbuki Allah (c.c) fâil-i muttak ve fâil-i muhtar’dır. Bu konuda bütün İslam âlimleri icmâ ve ittifak halindedirler. Sözün özü; Allah Teâlâ’ya (Ehl-i Sünnete göre) hiç bir fiili işlemek asla vâcîb değildir (A.A. Aydın, a.g.e., I, 392, 396; et-Taftazânî, a.g.e., 391-395).
Şu hususu da belirtelim ki; Bağdat Mu’tezilîleri; “Kullar için dünyada ve dinde aslâh olan şeyleri yapmak, Allah Teâlâ’ya vâcibtir” demişler ve aslâha, “ahkem” yani hikmete ve tedbire en uygun olandır, anlamı vermişlerdir. Basra Mu’tezilîlerinin cumhuru ise; “Kullar için aslâh olan şeyleri yapmak, Hak Teâlâya vâcibtir. Ancak bu aslah, dünya’da değil, yalnız dindedir” demişler; aslaha bir çok manalar vermişlerdir. Bunlar; Aslâh, kul için dininde “enfa”‘ yani “en faydalı olandır”, “Yalnız dinde ikdar ve temkin vermektir”, “Teklif vâki olduktan sonra sonsuz lütuf vermek, yani Hak Teâlâ’ya kullarına karşı bilgisinde olan bütün lütufları son haddine kadar göstermek vâcibtir” demişlerdir. Birinci manaya Mu’tezile reislerinden Ebu Ali el-Cübbâ”ı de katılmakta ve “Allah (c.c)’ın ezelî ilmine göre kul için dinde aslâh olan şeyleri yapmak Hak Teâlâ’ya vâcibtir” demektedir. Bilindiği gibi Cübbâî; vaktiyle kendisinden ders okuyan, sonra onu ve Mu’tezile mezhebini terkederek Eş’ariyye mezhebini kuran İmam Ebu Hasan el-Eş’arî tarafından, meşhur ihve-i selâse (üç kardeş) konusunda ilzam edilmiştir. Mu’tezile’nin beş ana prensibinden biri olan “el-Menziletü beynel-Menzileteyn”; “Kebire (büyük günah) sahibi, ne mü’mindir ne de kâfir, belki o, fâsıktır ve iki menzile arasında bir menzilededir” şeklinde özetlenen hükmü açıklayan Cübbâı’ye, Eş’arî’nin; “Biri mü’min, biri kâfir, diğeri küçükken ölen üç kardeşin ahiretteki durumu ve her biri için aslâh olanın yerine gelip gelmediği” tarzındaki sorusuna Cübbaî makul cevap veremeyerek bocalamış ve şaşırıp kalmıştır. Çünkü bu yanlış hükme ve aslâh esasına göre, mükellef çağdaki kâfirin hiç yaratılmaması veya çocukken öldürülmesi, çocuğun da büyüyerek mü’min olduktan sonra ölmesi ve cennete girmesi gerekirdi. Zira küfrün, kul için dininde aslâh olmadığı, bilakis onu Cehennemde ebedî azaba mahkum ettiği âşikardır (A. A. Aydın, a.g.e., I, 389-391, TDV. İslâm Ansiklopedisi “Aslâh” mad. III, 495-496; el-Cüveynî, a.g.e., 287-292). Salâh ve Aslâh konusunun; Ehl-i Sünnet ile Mu’tezile arasında ihtilâf konularından ve Mu’tezile’nin beş ana esasından biri olan “el-Va’d vel-Vaîd” meselesiyle de yakın ilgisi vardır (bk. “Va’d ve Vaîd” maddeleri).
Ana kaynaklara göre, Mu’tezile mezheplerinin özetlediğimiz ortak görüşlerini ispat eden meşhur bir delili vardır. Diyorlar ki: “Eğer kul için aslâh olanı terketmek câiz olsaydı; Allah Teâlâya, âciz olmak veya cehalet veya bahillik veya sefihlik (hafiflik) veya abes iş yapmak (haşa) câiz olurdu. Fakat bu sayılanlar Hak Teâlâ hakkında muhaldir, batıldır. O halde O’nun aslâhı terketmesi câiz değildir. Çünkü aslâh olanı terketmesi eğer onu yapmaya kaadir olmadığından dolayı ise, âciz olması; kaadir fakat onu bilmediği için ise, câhil olması; bildiği halde yapmazsa, bahil olması icap eder. Bütün bu noksanlıklar Allah (c.c) hakkında muhal olduğundan, kul için aslâh olanı yapması vâcib olur” (S.M. Şeref, a.g.e., IV, 42; A.A. Aydın, a.g.e., I, 396-397).
Ehl-i Sünnet bu delili şöyle reddediyor: “Hâk Teâlâ’nın kul için aslâh olanı terketmesi zikredilen noksanlıkların hiç birini gerektirmez. Çünkü aslâh olan şeyler de, Allah (c.c)’ın hakkı ve mülküdür. Hak Teâlâ’nın aslâh olanı terketmesi câiz ise de, her şeye kaadir, sonsuz kerem, lütuf ve hikmet sahibi olduğu aklî ve naklî kesin delillerle sâbit olduğundan, dilediğinde kul için aslâh olanı terketmesi, ezelî ilminde sâbit olan ilâhî bir hikmetin icâbıdır. Çünkü O, Kerimdir, Alîmdir, gizli ve âşikar olanı, herşeyin başını ve sonunu bilir. Âlemlerin Rabbi, Hâlıkı ve Mâliki olduğundan, mülkünde dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Hak Teâlâ (haşa) mükellef bir kul mudur ki, bazı şeyleri yapmak O’na vâcib olacak, dilediğini terketme gücünde olmayacak?! İnsanların bazan akıl erdiremediği bir hikmete binaen dilediği kulu hâkkında aslâh olanı terketmesi, bir cezayı kaldırması veya diğer bir topluluğun menfaatına ve hayrına olanı yapması, Ahkemül-Hâkimin olan Rabbül âlemin hakkında niçin caiz olmasın?!” Mu’tezilenin bu konudaki, mesnetsiz görüşü, Allah Teâlâ’nın küllî irade ve ihtiyarını bir bakıma kaldırmak gibi bir sonuç doğurduğundan, Ehl-i Sünnet âlimlerince şiddetle red ve tenkit edilmiş; ilâhiyyat bahsinde kısır düşünce, noksan bilgi ve “Gâib’i şâhide kıyas etmek” ile itham olunmuştur (Fazla bilgi ve tartışmalar için bkz. et-Taftazanî, a.g.e., 390-395; M. Yusuf eş-Şeyh, a.g.e., IV, 37-44; S. Musa Şeref, a.g.e., IV, 37-42, 44-46; Ali Arslan Aydın, a.g.e., I, 392-397).
Ali Arslan AYDIN