SAADET
Hayra nail olma; mesud ve bahtiyâr olma; hoşnutluk durumu; insanın haz duyacağı bir hâl içinde bulunuşu. Saadete ermek, mesud olmak arzusu, insanların sürekli arzuladıkları ve hiç bir zaman vazgeçemedikleri temel bir beşerî eğilimdir. Hiç bir hayat anlayışı ve hiç bir ahlâk felsefesi bu eğilime kayıtsız ve yabancı kalmamıştır.
Saadet kavramı, antik çağda, şirk ve putperestliğin geçerli olduğu toplumlarda ortaya çıkan ahlâk görüşlerinde önemli bir yer tutmuştur. Hattâ bu ahlâk görüşlerine Evdemonizm (Mutluluk ahlâkı) adı verilir. Mutluluğu gerçekleştirmek gayesinde birleşen bu ahlâk görüşleri; putperest antik toplumlarda gelişen felsefi eğilimlerden hangisinin ürünü olursa olsun, kişinin mutlu olmasını sağlamaya yönelmişlerdir. Sokrates, Eflatun ve Aristotales gibi aklı esas alan filozofların yanı sıra; Epikuros gibi hazzı esas prensip kabul edenlerin ekolü ve acı ve tutkulara hükmetme yoluyla mutluluğa erme metodunu öngörenlerin gayeleri arasında bu konuda bir fark yoktur. Bunun da gösterdiği gibi, müşrik ilkçağ toplumlarında kişilerin mutlu olma ideali, öncelikli bir kavram olarak genel kabule mazhardı; en yüksek bir iyilik olarak telâkkî ediliyordu. Bu konuda özellikle “Hedonizm” (Hazcılık) adı verilen tipik bir müşrik felsefesinden söz etmek gerekirse, Hedonist felsefî ekolün insan hayatının ve davranışlarının bütün anlam ve esprisini maddî hazlarda bulduğunu kaydetmemiz gerekir. Öyle ki, onlara göre mutluluğun maddî hazların ötesinde bir muhtevası olamazdı. Ortaçağ boyunca kilise doktrini, ahlâkı, sevgi ve fedakârlık prensipleri üzerinde işledi. Antik çağ putperestlerinin tanı anlamı ile şahsî ve bencil esaslara dayanan mutluluk ahlâkı anlayışları, yerini diğergamlığı temel alan, kişinin mutluluğunu başkalarının mutluluğuna bağlayan ahlâk görüşlerine bıraktı. Hatta zamanla başkalarının mutluluğu,.kişinin mutluluğunun şartı olarak mütalaa olunmaya başlandı; “kişinin mutluluğu, başkasının mutluluğu gerçekleşmek suretiyle, onun aracılığı ile meydana gelir” düşüncesine varıldı. Bu eğilim, içinde, Kant’ın saf akıl ahlâkında sözünü ettiği soyut insanlık kavramına değil; daha somut kavramlara atıf yapılıyordu. Adam Smith ve J.J.Rousseau gibi filozoflar, toplumu meydana getiren fertlerin tümünü bu kapsam içinde düşünüyorlardı. Sonraları bu kapsam, daha da genişletilerek bütün insanları içine alacak bir alana yayıldı. Böylece ahlâk, mümkün olduğu kadar çok insanın ve hattâ bütün insanların mutluluğunu sağlamak gibi son derece geniş ve adeta somut plandan çıkmış bir hüviyete yeniden dönmüş oluyordu.
slamın ve müslümanların nazarında saadet kavramının ne ifade ettiğini değerlendirebilmek için İslamın hayat anlayışını gözönünde bulundurmak gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim, dünyası ve ahireti ile birlikte hayatın bir bütün olarak düşünülmesini telkin eder. Yeryüzü denilen gezeğen üzerinde idrak ettiği hayat, insanoğlunun dünya hayatıdır. Kur’ân’daki “el-Hayatü’d-dünya” terkibinde yer alan “dünya” kelimesi, yaşadığımız hayatın, “en alçak”, “en aşağı”, “en alt”, “en yakın” sıfatlarını taşıdığını ortaya koyan bir anlam ifade etmektedir. Bu yüzden yeryüzünde idrak ettiği hayat, insanoğlunun ilkel hayatıdır diyebiliriz. Gene Kur’ân’a göre hayatın gerçek anlamı ve ileri kavramı ise, ancak âhirette idrak edilecektir. Âhiret asıl hayatın ta kendisidir (el-Ankebut 29/64). Bozulmaların, arızaların söz konusu olmadığı; korku ve hüznün ortadan kalktığı; en ileri ve sarsılmaz anlamda güvenliğin geçerli olduğu yurt, yani, “Dâr’üs-selâm” (Cennet) oradadır. Orası aynı zamanda “Dâr’ül karar” dır; karar kılınacak ebedî yurttur.
nsan emek sarfederek, kulluk vazifelerinde çalışıp çabalayarak kendini yaratan Rabbinin mağfiretine kavuşmak suretiyle O’nun Cennetine girme şansına sahip olan bir yaratıktır. O, kendisini yaratan Allah’a kavuşmayı (likaullahı) umabilir; böyle çok yüce bir emele kavuşmak onun için gerçekten de mümkündür. Hattâ, Allah tarafından insan buna davet edilmektedir (Yunus, 10/25). Şu halde onun, Cenneti ve likaullahı hedef almadan; hayatın ekmel kavramını ifade eden âhiret gerçeğini prensip olarak yok sayarcasına dünya hayatına yönelmesi yaratılış hikmetine ve o hikmete uygun olan hüviyetine (kapasitesine) karşı sapma ifade eden vahim bir düşüncesizlik ve aldanıştan başka bir şey olamaz. İhtiyaçlarını dünya hayatı ile sınırlı gören ve isteklerini (bütün yöneliş ve taleplerini) ona hasredenler için nihaî hayat olan âhirette bir nasib yoktur (el-Bakara; 2/200). Allah’a kavuşmayı ummayan, arzu etmeyen, böyle meseleleri olmayan ve belki bunun farkında bulunmayan kimseler ile, dünya hayatından razı olup gönlü onunla yatışan ve tatmin olanlar ve Allah’ın âyetlerinden gaflet içinde bulunanlar şiddetle kınanmışlar ve onların özetlenen bu tavırlarıyla elde ettiklerinin (hüviyetlerine mal ettikleri kesblerinin), kendilerini Cehennem’e vardıracağı bildirilmiştir (Yunus, 10/7-8).
İnsanın fıtratında mevcut ve saklı olan yönlenişleri, özlemleri ve fizik ötesine ilişkin mahiyette olan ihtiyaç ve beklentileri, dünya hayatının yapısı içinde mahreç bulabilen, karşılanabilen ve tatmin olunabilen şeyler değildir. Bu yüzden insanın dünya nimetleri ve zevkleri ile yetinmesi; şu anda söz konusu olan yapısı ile hayatın bu hüviyetinden memnun ve razı olması, bunlarla kalbinin yeterli tatmin ve huzura kavuşması ve tek kelime ile dünya hayatında mutlu olabileceğini kabul etmesi, kafa ve gönül itibariyle büyük bir sapma içinde oluşundan başka bir şeyin ifadesi değildir. Böyle bir tavır, onun Allah’ın âyetlerinden gafil olduğunu; başka bir ifadeyle, etrafındaki olayların mahiyetini anlayamadığını ya da onlara ilgisiz kaldığını ortaya koymaktadır. O, ne tabiatı yorumlayabilmiş ve ne de Kur’ân’ı kavrayabilmiştir. Kendi konumunu ve Rabbini bilememiş; imana erememiştir. Hayat kültürü geçersizdir. Bu yüzden hep aldanacak; Allah’ın emaneti olan hüviyetindeki yüksek kapasiteyi değerlendiremediği ve alabildiğine suistimal ettiği için ebedî hüsrana sürüklenecektir.
İman eden insan ise, dünya hayatı ile tatmin olmayan, gönlü onunla yatışmayan ve ondan razı olmayan, yani onunla yetinemeyen ve onunla mutlu olamayan insandır. O, bütün bunların ötesinde mutlaka bir âhiret hayatı bulunduğunu, nihaî ve çok daha ileri bir hayat olması gerektiğini bilir; âhirete yakîn sahibidir. Çünkü o, Allah’a iman etmiş ve O’nu tenzih ve takdis etmiştir. Rabbinin yaratışının bâtıl (geçersiz ve abes) olamayacağını bilir ve hep O’nu tenzih eder (Âlu İmran, 3/191). Hem kendi dışındaki gerçekleri; tabiatı, kainatı doğru yorumladığı; âfaktaki âyetleri içleri ürperten bir hayranlık ve saygı ile anladığı için ve hem de bizzat kendi yapısında, enfüste saklı olan derin özlem ve yönlenişlerin farkında olduğu için dünyadan asla razı olamaz. Onu çok aşan yüce beklentilerin sahibidir. Bu yüzden, iman edenler, ancak Cennette mesud olacaklardır (Hud, 11 / 108). Onlar ancak Cennet ve likaullah ile itminana eren, gönlü ancak bu suretle yatışıp tatmin olabilen insanlardır.
Mü’minler, gerçek anlamda saadetin ancak ve yalnızca âhirette mümkün olduğunu bilen insanlardır. Bu yüzden müslümanlar için nihâı anlamda saadet beklentisi bu dünyada söz konusu değildir. Müslüman, hayale dalıp gerçeklerle bağlantısını koparmış olmadığı için, bu dünyanın bir cennet; bir dâr’üs-selâm olmadığını bilir. Burası fanî bir tecrübe ortamıdır; iman ve sadakatin, ahde vefa ve emanete riayetin zorluklar için ortaya konulacağı bir fırsatlar diyarıdır.
Dünya hayatında mü’minlerin de bir nasibleri mutlaka olacaktır. Onlara dünyadaki nasiblerini unutmamaları emredilmiştir (el-Kasas, 28/77). Ancak bu nasibin, sevabı âhirete uzanacak bir kulluk vesilesi olarak değerlendirilmesi söz konusudur. Çünkü mü’min, Rabbinden hem dünyası ve hem de âhireti için “hasene” ister; iyilik-güzellik taleb eder (el-Bakara, 2/201). Dünyadaki hasene, sevabı olan, âhirete bakan olumlu yönü bulunan iştir. Sırf dünya ile ilgili olup burada başlayıp burada biten iş ise hasene olamaz. İnanan insan dünyada iken dahi böyle işlerden ve dünyevî zevklerden çok, iman kültürünü kuvvetlendirecek manevî hazlarla ve sevab kazanma zevki ile ilgilidir. O kendisini Allah’ın rızasına yaklaştıran salih amel ile Rabbinin rahmet ve mağfiretinin kendine yönelik tecellilerini hissettiği zaman sevinir. İbadet ettikçe, bela ve sıkıntıları Allah için sabırla karşıladıkça mutlu olur. Onu Allah yolundaki başarıları mesud eder. Bu başarılarını, kendisine ulaştırılmış ilâhî bir lütuf ve kerem, Allah’ın kendisine sevab kazandırmak üzere gönderdiği bir nasib olarak karşılar.
Muhakkak ki, meşru beşerî hazlardan, mübah olan dünyevî zevklerden de mahrum değildir. Bunları Rabbinin -hesaba tabi- birer nimeti, birer imtihanı olarak şükür ile karşılar. O gibi nasiblerde göreceli olarak ve belki de mecazî anlamda bir saadete nail olduğundan söz edilebilir. Ancak bunlara saplanıp kalmaz ve emelini bunlara hasretmez.
İster geçici dünya hayatında zuhur edecek izafî veya mecazî anlamında olsun; ister nihaî, ebedî ve uhrevî; yani gerçek anlamında olsun, saadet mü’minlere mahsustur. Zemini, nefsanî ve dünyevî unsurlardan arındırıldığı için, ancak birer din kardeşi olan mü’minler arasında, saadet konusunda bir çelişki söz konusu olamaz. Bu yüzden birinin mutluluğu için, modern felsefenin ihtiyaç duyduğu cinsten soyut veya somut anlamda diğer insanların mutluluğuna atıf yapmak ihtiyacı yoktur. Allah’ın rahmeti sınırsızdır; herşeyi kapsar; herkese yeter ve onun paylaşımı gibi bir mesele söz konusu olmaz.
Mahmud Rifat KADEMOĞLU