RASÛL
Gönderilmiş kimse, elçi, peygamber; bir iş veya vazife için bir kimseyi göndermek veya elçilik anlamına gelen risalet kelimesinden türemiş bir isim; risaleti veya ilâhi sözü taşıyan zat. Resul, “fe’ül” vezninde mübalağa siğası olduğuna göre, çok defa gönderilmiş veya elçilik müddeti uzadığındarı kendisine gönderilen ile göndereni arasında gidip gelen ve görüşmesi defalarca vuku bulmuş; veya göndericisinin haberleri birbiri ardınca (mütevaliyen) kendisine gelen demektir. Bundan dolayı “resul”un lugat bakımından yapılan tarifinde; kendisini gönderenin haberlerini devamlı bekleyen ve alan kimsedir. Veya, “resul” kelimesinin iştikakı; birbirini takib etmek ve birbiri ardı sıra gelmek anlamına gelen “re.se.le” kelimesindendir… Sanki tebliğin tekrarlanması resule lazım kılınmış, yahut ümmetin rasûle tabi olmaları lazım gelmiştir.
Resul kelimesi, açık bir şekilde göndereni (el-mürsili), kendisine gönderilen kimseyi (el-mürselü ileyhi) ve yine kendisine gönderilen kimseye tebliğ edeceği risaleti ifade eder. O halde risalet ve tebliğ, doğrudan doğruya “er-resul” kelimesinden doğan iki mefhumdur. Resul kelimesi, şu açıklamadan anlaşıldığına göre, aslî bünyesinde elçilik ve tebliğ vazifesini de taşır. O halde resul, gönderildiği kimselere tebliğ etmek üzere elçilik vazifesini taşıyan kimsedir.
Resul; Allah’ın seçtiği ve kendisine vahyettiğini tebliğe memur ederek insanlara gönderdiği kimsedir. Nebi de peygamber demek olup, Allah Teâlâ’nın emir ve nehiylerden vahyeylediği ahkâmı tebliğ etmesi için insanlara gönderdiği zattır. Nübüvvet (nebîlik) her resulun zorunlu vasfıdır. Yani her resul nebidir. Taftâzâni gibi ban ehl-i sünnet âlimleri ile Mutezile alimlerinin tümü “resul ile nebi” kelimelerinin mefhumları itibariyle farklı ise de ıstılahta aynı anlama geldiğini ve müteradif olduğunu söylemişlerdir.
Nebî kelimesi, haber anlamına gelen “nebe’e” den türemiş olup ism-i fail manasına “haber veren”, veya ism-i mefûl manasında “kendisine haber verilen” demektir. Veyahut bünyesinde her iki manayı da bulundurarak elçilik ve tebliği de ifade eder. Yükseklik anlamına gelen “nebve “den türemiş olursa fail veya mef’ûl manasına gelmesi muhtemel olduğundan; kendisine uyanları yüksek rütbelere eriştiren veya derece, şeref ve makamı yükseltilmiş anlamına gelir. Nebi, Allah ile kulları arasında vasıta ve yol olduğu için tarik (yol) anlamına gelen “nebi ” kelimesinden nakledilmesi dahi caizdir. Gerek haber, gerek yükseklik ve rütbe ve gerekse yol ve vasıta (aracı) anlamları “nebi” de toplandığı için hemzesiz (nebi) denmesi hemzeli (nebî’) denilmesinden daha uygun ve daha belagatlı olur. Nebî’nin kelime manâsından çıkan bu anlamların hepsi de “resul” ün vasıflarındandır. Farsça “peygamber” sözü her iki kelimenin de yerine geçer.
İmam Eş’ari ile Zahiriler Hani bir vakit melekler; Ey Meryem, Allah seni seçti, seni tertemiz büyüttü, seni âlemlerin kadınları üzerine mümtaz kıldı, demişti” (Âl-i İmrân, 3/42); “…Ona (Meryem’e) ruhumuzu (Cibrili) gönderdik…” (Meryem,19/17) gibi ayetlerin zahirlerine tutunarak Hz. Meryem’in nübüvvet ile görevlendirildiğini ileri sürmüşler ve bu sebeple âlimlerden bir kısmı nebi’yi “Nebi, ister tebliğe memur edilsin, ister edilmesin kendisine vahy olunan kimsedir” diye tarif etmişler (İbrahim el-Bacûrî, Hâşiye Ala metni’s-Senüsiyye, Matbaatü Amiretü’-ş-Şerefiyye,1303, s. 37; İbn Hümam, Şerhul-Müsâyere, Bulak 1317, 138) ve Hz. Meryem’in de kendisine vahyedilerek tebliğe memur edilmeyen, nebi olduğunu söylemişlerdir. Resulu de “Kendisine vahyolunarak mutlaka tebliğe memur edilen kimsedir” diye tarif etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Meryem hakkında zikredilen ayetler Hz. Meryem’in nübüvvetine kesin olarak delâlet etmez. Bu ayetlerde onun peygamberliği açıkça söylenmemiştir. Hz. Meryem’e gelen vahiy bir şeriat ile irsal olmayıp peygamberlere gelen vahiy’den başkadır. Bazı alimlerin yukarıda zikrettiğimiz nebi hakkındaki tarifleri eksiktir. Çünkü tebliğ vazifesi resullerde olduğu gibi nebilerde de vardır. Kur’an ayetleriyle hadislerden enbiya’nın da kendilerine vahyolunan hakkı ve hayırlı işleri halka duyurup açıklamaya memur edildikleri anlaşılır. Tebliğ, nebi ile resulun müşterek vasfıdır. Kur’an-ı Kerim ve hadislerde, nebilerden hiçbir nebî’nin tebliğe memur edilmediğine dair, hiç bir mesned ve işaret yoktur. Aksine, nebilerin hepsinin tebliğe memur edildiklerine dair delil çoktur. Nebilerden hiç bir nebi hariç olmayarak onların hepsine beşerin inanacağı kadar ayetler (mucizeler) verildiğini bildiren hadis” (Buhârî, Fedailül-Kur’an,I; Müslim, İman, 239) nebilerin hepsinin de tebliğe memur edilmiş olduğuna açıkça delalet eder. Yusuf süresinin 109. ayetinde, peygamberlerin erkeklerden ve şehirler halkından seçilerek gönderildiği bildirilir.
Nübüvvet ve risâlet, Allah vergisidir; çalışıp çabalamakla, mücahede ve riyazetle ve ilim tahsili yaparak elde edilmez. Ancak Allah Teâlâ iyi kimselerden dilediğini nebi ve resulu olarak seçer. Allah elçiliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir” (el-En’âm, 6/124). Kur’an ve hadislerde çok defa resul ile nebi kelimeleri – mefhumları arasında bir fark belirtilmeden müteradif olarak kullanılmıştır.
Fakat Kur’an-ı Kerim’de bir ayette nebi kelimesi resul kelimesine atf olunur: “Biz senden evvel hiç bir resul ve hiç bir nebi göndermedik ki… ‘ (el-Hacc, 22/52). Bu cümle “Oraya hiç bir âmir ve memur gelmedi ki…” cümlesine benzer. Eğer resul ile nebi eş anlamlı olsaydı, Allah’ın belagatlı olan bu ayetinde birbirine atf edilerek tekrar edilmeleri güzel olmazdı. O halde ma’tufun, ma’tüfun aleyhden (kendisine atf edildiği kelimeden) başka olması zarureti vardır. Bu atıf, resul ile nebi arasında farkın olduğuna delâlet eder. Bu ayet ile peygamberliği rütbeleri veya faziletleri farklı iki grup için ispat etmek mümkün oluyor. Bir hadisi şerifde de Enbiya’nın adedi 124 bin veya 224 bindir. Bunların içinden 315’i resuldür” (Ahmed b. Hanbel, V, s. 226) buyurulmuştur. Gerçi bu hadis haber-i âhaddır, itikatta zan ifade eder. Fakat resul ile nebi arasında bir farkın olduğuna dair bir ipucu verir. Âlimlerin çoğu da bu hadis ve yukarıda mealini zikrettiğimiz ayetten dolayı “Her resul nebidir, fakat her nebi resul değildir” görüşünü kabul etmişlerdir.
Şu halde nebi ile resul arasında fark vardır. Fakat hangi bakımdan fark bulunuyor? Bu farkın ne olduğu Kur’an ve hadislerden anlaşılmadığı gibi, bunda İslâm âlimleri de ihtilaf etmişlerdir.
Ehl-i sünnet kelamcılarının çoğu resul ile nebi arasındaki farkı şu şekilde belirtmişlerdir: Resul; Allah’ın kendisine vahy ederek tebliğe memur ettiği ve kendisini kitab ve yeni bir şeriatla gönderdiği kimsedir. Veya resul, Allah’ın emrine muhalefet edenlere bilmedikleri ilahî hükümleri veya tamamen unutulmuş bir şerîatı getiren, veyahut, geçmiş şerîattan insanların riayet etmeyerek unutup kaybettikleri kısımları ihya ederek tebliğ eden kimsedir. Hz. Mûsâ’dan sonra İsrâiloğullarına gönderilen resuller (el-Bakara, 2/87-88) ya bu milletin Hz. Musâ’nın getirdiği ahkâmdan unuttuklarını ihyâ ederek tebliğ ediyorlar, ya da asırların geçmesiyle ihtiyaca göre Hz. Musâ’nın şerîatının az bir kısmında değişiklik yapıyorlardı. Yahut da lsrailoğullarına -ki onlar Hz. Musâ’nın şeriatından bir şey unutup kaybetmedilerse- bu resullerin gönderilmesinde ancak Allah’ın bileceği başka incelikler vardır.
Resul, kendisine Allah tarafından şeriat verilen kimse olup bunu tebliğ ederken karşısına çıkana gerektiğinde savaş ilan eden ve Allah’ın ahkâmına dayalı devlet idaresini de elinde bulunduran ve ilahî hükümleri fiilen tatbik eden kimsedir.
Nebi ise, Allah’ın kendisine vahyettiğinden insanları haberdar eden kimsedir ki; kendisine ait müstakil bir şeriatı olmayıp, önce gönderilen peygamberin şeriatı ile hükmeden ve insanlara bunu açıklayan ve bu şeriata uymalarını emretmekle mükellef olandır. Nebi, tebliğ ettiği hususlara karşı koyanlarla harp etmez; sadece tebliğ ve ikaz ile yetinir. Ona belli konularda özel haberlerde vahyedilir. Nebi, bazen karşı koyanlarla harp etmek için bir melik veya kumandan da tayin edebilir (el-Bakara, 2/246-248). İsrâiloğullarına gönderilen nebiler, Hz. Musâ’nın şeriatını takrir ve izah ederler, Tevrât’ın ahkâmına göre bunlârı idâre ederlerdi.
İnsanoğulları var oldukları günden beri, Allah Teâlâ, onlara, hakkı bildiren ve doğruyu gösteren, bir ucu ezelliyetin karanlıklarında, diğer ucu geleceğin sonsuzluğunda kaybolan yollarını aydınlatan peygamberler göndermiştir. Öyle ki, insanlara devamlı olarak peygamberlerini göndermesi Allah’ın sünneti olmuştur: “Andolsun ki Biz her ümmete, Allah’a kulluk edin putlara (tapmaktan ve azgınlığa götürecek şeylerden) kaçının diye tebliğde bulunması için bir peygamber (resul) göndermişizdir” (en-Nahl, 16/36).
İster nebi olsun, ister resul olsun peygamberlerin hiç birisini diğerinden ayırdetmeden hepsine iman etmek farzdır. Resul ve nebilerin hepsi nübüvvetin aslında ve peygamberliğin mahiyetinde eşittirler. Çünkü peygamberliğin hakikatında tefaddul ve noksanlık yoktur. Hz. Yunus da peygamberdir, Hz. İsa ve Musâ da peygamberdir. Hepsi de Allah’tan vahiy almışlar, bütün peygamberler tevhid itikadını ve hayırların bütününü insanlara öğretmede Allah rızası için yarışmışlardır. Peygamberlerin hepsi de masumdurlar, özellikle insanlara örnek olmada ve dinin hükümlerini tebliğ ile ilgili hususlarda Allah’ın emrinin dışına çıkmamışlardır. Bu bakımdan onların aynı seviyede olan bu haklarını teslim ve tasdik etmeden bir insan mümin ve müslim olamaz. Resulullah(s.a.s) Peygamberler arasında ayırım yapmayınız…” buyurmuştur (Buhârî, Enbiya, 35; Müslim, Fedail, 159).
Kur’an-ı Kerim’in bize öğrettiği ve Hz. Peygamberin de geceleri teheccüd namazında okuduğu dua esnasında “Peygamberler haktır ve Muhammed haktır…” (Buhârî, Teheccüd, I) dediği gibi onların hepsini peygamberliklerinde (nübüvvetin mahiyetinde) birbirlerinden ayırdetmeksizin eşit olarak tasdik etmek imanın gereğidir:
Allah’ı ve peygamberlerini inkar edenler ve Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler (Allah’a inanıp peygamberlerine inanmayanlar) ve peygamberlerin bir kısmına inanırız ve bazılarını inkâr ederiz diyenler ve böylece küfür ile iman arasında bir yol tutmaya yeltenenler var ya! İşte bunlar gerçek kâfirlerin kendileridir. Biz o kâfirlere horlayıcı ve zillete düşürücü bir azab hazırladık. Allah’a ve peygamberlerine iman edip onlardan birini diğerinden ayırmayanlara gelince, bunlar da ecir ve mükafatları kendilerine verilecek olanlardır. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir” (en-Nisa, 4/150-152). Peygamberlere iman etmeyi emreden ayetlerde “resul” kelimesinin içerisine “enbiya” da girer. Enbiyanın ilki Hz. Âdem’dir. Hz. Âdem’in nübüvveti, kendisine emredilip nehyolunduğuna delâlet eden Kur’an ayetleri ve hadislerle sabittir. Hz. Muhammed (s.a.s) nebi ve resullerin sonuncusudur. Peygamberlerin sayısı hakkında rivayetlerin en kuvvetlisi Enbiyanın sayısı 124 bin veya 224 bindir. Bunların içinden 315’i resuldür” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V 226; İbn Hibbân, Taberânî, Hâkim, Beyhaki ve İbn Mürdeveyh rivayet etmişlerdir). Bu hadis ahâd haberdir. Lafızlarında (124 bin, 224 bin) gibi şüphe ve rivayet farkı vardır. Haberi ahâd zan ifade eder. İtikadiyatta zanna itibar edilmez. O halde peygamberlere imanda onların adedini muayyen bir sayı ile belirtmemek lâzımdır. “Allah’ın gönderdiği peygamberlerinin hepsine iman ettim”. Veya Peygamberlerin ilki Hz. Âdem, sonuncusu ise Hz. Muhammed (s.a.s)’ dir. Bu ikisi arasında ne kadar peygamber gelip geçmişse, hepsine iman ettim. Bütün peygamberler, haktır, gerçektir, doğrudur demek lâzımdır. Ahâd habere uyarak peygamberlerin sayısını belirtmekte ise, enbiyadan olmayanların sayı ile belirtilen adedin içine sokulması veya nebi olanların ise sayı dışında bırakılması gibi imana zarar verici tehlikeli bir durumla karşılaşılmış olur.
Kur’an-ı Kerim’de, nübüvvetin mahiyeti dışında ve peygamberlik hâricinde peygamberlerin bazı meziyyet ve özelliklerle birbirlerine tafdil olundukları bildirilir: “O resuller ki biz onların kimine kiminden üstün meziyetler verdik…” (el-Bakara, 2/253), Nebilerin bazısını bazısına tafdil ettik” (el-İsrâ, 17/55). Peygamberlerin bazısının diğer bir kısmına tafdil olunduğu meziyet ve faziletler, nübüvvetin mahiyeti dışında ve peygamberlik rütbesinin tamamen haricinde kalan Allah’ın onlara verdiği lütuf, ihsan ve meziyetlerdir. Meselâ, “O holde resullerden azim sahiplerinin sabrettikleri gibi sen de sabret. Onlar için azabı istemede acele etme” (el-Ahkâf, 46/35) buyurulduğu gibi peygamberlerin bir kısmı azim sahipleridir. Ulul-azm olan peygamberler diğerlerinden efdaldir … Ulul-azmi mine’r-rusul…” deki “min” in beyaniyye olması ihtimali daha kuvvetli olduğuna göre bu ayetteki “ulu’l-azm mine’r-rusul”den murad resûllerin hepsidir. Resuller resul olmayan nebilerden efdaldir denilmiştir. Doğrusu, peygamberlerin tafdili, Allah’ın onlardan her birine gerek dünyada gerek ahirette nübüvvetleri dışında verdiği bir takım lütuf ve meziyetlerdir. Meselâ, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya şehid edilmişlerdir. Bilfiil şehâdet rütbesi her peygamberde yoktur. Hz. Peygamber, kıyamet gününde ilk elbise giydirilenin Hz. İbrahim (a.s) olduğunu söylemiştir (Buhârî, Enbiya, 8; Müslim, Cennet, 58). Hz. İbrahim’e diğer peygamberlerden önce elbise giydirilmesi onun için ayrı meziyettir.
Peygamberlere olan ihtiyaç
Allah, insanların iradelerini doğru itikad, güzel ahlak ve amel bakımından imtihan için yaratmıştır. Eğer, Allah Teâlâ, insanlara tekliflerini tebliğ edecek, iyilik yapanları müjdeleyici, kötülük yapanları azabından korkutucu resul ve nebilerini göndermemiş olsaydı, onların Allah’a karşı ileri sürecekleri delil ve bahaneleri olur; hakka irşâd olunmadıkları için küfür ve işledikleri çeşitli günahlardan dolayı mâzur tutulmaları lazım gelirdi. Halbuki Allah, işledikleri türlü türlü ma’siyetlerden dolayı insanların kendisine karşı ileri sürecekleri bir özür ve delilleri olmasın diye peygamberler göndererek onlara hüccetini tamamlamıştır (en-Nisa, 4/165).
İnsanın tek başına aklı da onun yaratılışındaki gayeyi idrak etmesi ve doğru yolu bulmasına yeterli değildir.
Akıl her ne kadar Allah Teâlânın varlığını ve bazı sıfatlarını bilirse de O’na layık olduğu şekilde ibadeti, ahireti ve ondaki mükafat ve mücazâtı da bilemez. Halbuki insanların ıslahı ve hayatta amellerini düzeltmeleri için bunların bilinmesine çok ihtiyaç vardır. Bunların normal ilim yolları ile bilinmesine imkân yoktur. Bu dünyada ve ahirette ebedi saadetimiz için gerekli olan bütün bu bilgileri, doğruluklarına dair kendilerinde emareler yaratılmış ve mucizelerle tasdik olunmuş rasuller haber verir.
İnsanlar, tek başlarına hayırların hepsine, insanî fazilet ve ahlâkî kemallere ulaşamazlar ve bunlar da birleşemezlerdi. Çünkü, bencillik, nefis ve hevâları, onları hak ve hayırlardan alıkoyar, rezalet, ahlâksızlık, zulüm gibi batıl ve şerlerin peşlerinde koşarlar, adeta ormanlarda yaşayan iptidai ve vahşi insanlar gibi olurlardı. Hayır, ahlakî kemal ve faziletlerin hepsini bilmede insanlar Allah’ın gönderdiği peygamberlere muhtaç olmuşlardır.
İnsanlar; ferd ve toplumlarını ıslah edip ahlâk ve fazilette yükseltmede örnek alınacak ve örnek olacak, her bakımdan doğru dürüst bir eğitici ve terbiyeciye muhtaçtırlar. Islahatçı bilgin ve filozoflar ise günahlardan masum değildirler. Çok defa da kendi kafalarından koydukları kanun ve felsefelerine bağlı kalarak iyi örnek olamazlar. Bu hususlarda da yüzlerce hataların içerisine düşerler. Sadece peygamberler günahtan masumdurlar. Tebliğ ettikleri bilgileri kendi nefislerinde yaşayarak güzel örnek olurlar. Onlar her türlü günahlardan korunmakta Allah’ın yardımına mazhar olmuşlardır.
Peygamberlerden başka diğer ıslahatçıların ellerinde insanlara tatbik etmek istedikleri esasların doğruluğuna delâlet edecek bir delil ve âlamet de yoktur. Çok defa bu esaslar akl-ı selime ve insanın körelmemiş temiz vicdanına da aykırı düşer. O halde insanlar, muhtaç olup da bilemedikleri iki cihan saadetini gerektiren bilgilerin hepsini peygamberlerden öğrenirler (Ayrıca bk. Peygamberlik).
Muhiddin BAĞÇECİ