ORUÇ
İslâmın dört temel ibadetinden ve beş esasından biri. Farsça’dan Türkçe’ye geçmiş bir isimdir. Kelimenin aslı “Ruze”dir. Önceleri “Oruze” (günlük) olarak kullanılmış; daha sonra “Oruç” şeklinde telaffuz edilmeye başlanmış ve bu şekliyle yaygınlaşmıştır. Arapça karşılığı “savm” veya “sıyam”dır. Savm kelimesinin lügat manası; yeyip-içmekten kendini tutmak, imsak, hareketsiz kalmak ve herşeyden el, etek çekmektir. Kur’an-ı Kerim’de bazan “susmak” manasına kullanılmıştır (Meryem, 19/26). İslâmi ıstılahta oruç, “İkinci fecirden (fecr-i sadık’tan)” itibaren, güneşin grubuna kadar yemekten, içmekten, cinsel ilişkiden ve orucu bozan diğer şeylerden, Allahü Teala (c.c)’ya kulluk niyetiyle nefsi alıkoymaya verilen isimdir. Bilindiği gibi oruç, yalnız bedenle yapılan ibadetlerden biridir. Dolayısiyle, her mükellefin kendi nefsi için farz-ı ayn’dır. Resul-u Ekrem (s.a.s)’in; “Bir kimse, başka bir mükellefin yerine oruç tutmaz. Yine bir kimse, başka bir mükellefin yerine namaz kılmaz” (İbnül-Hümam, Fethül-Kadir, Beyrut 1315, II, 85) buyurduğu bilinmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de; “Ey iman edenler!.. Sizden evvelki (ümmet)lere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı). Ta ki, korunasınız” (el-Bakara, 2/183) buyurulmuştur. Oruç ibadetinin; Hicret’ten sonra farz kılındığı hususunda görüşbirliği vardır. Sahih olan rivayete göre, Bedir savaşından kısa bir süre sonra farz kılınmıştır. Hz. Âişe (r.a) validemizden rivayete göre; Resulullah (s.a.s) daha önce “Aşûre orucu”na devam etmiş ve Sahabe’ye tutmaları tavsiyesinde bulunmuştur. Muaz b. Cebel (r.a)’den rivayet edilen bir haberde de, Medine’de her ay üç gün oruç tutmuştur. İmam Merginani:
“Ramazan ayında oruç tutmak farzdır. Çünkü Allahu Teala (c.c) “Sizin üzerinize oruç farz kılındı” diye buyurur. Ayrıca farziyyeti hususunda kat’i icma teşekkül etmiştir. Bundan dolayı, Ramazan orucunun farziyyetini inkâr eden kimse kâfir olur” (Merginanî, el-Hidâye, I, 118) diyerek, meselenin hassasiyetine işaret etmiştir.
Oruç ibadetinin nedenine gelince; Usûl ûleması, ibadetlerde asıl olanın Allahu Teâlâ (c.c)’ya ihlâsla kulluk olduğunu, sebeplerinin tesbit edilip edilememesinin önemli olmadığını; hikmetlerinden bazılarını kavramanın ve açıklamanın mümkün, ancak teabbüdî olan bu hususlarda illeti tesbit etmenin güç olduğunu söylemişler ve ihlâsla Allah’a kulluğun esas alınmasını tavsiye etmişlerdir.
Resul-u Ekrem (s.a.s)’in: “Oruç insanı Cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır. Tıpkı sizi harpte ölüme karşı muhafaza eden bir kalkan gibi” (Nesâî, Savm, IV, 167) buyurduğu bilinmektedir. Oruç, mükellefi her türlü şehvetten alıkoyan ve ihlâsı artıran bir ibadettir. Açlığa, susuzluğa ve nefsin diğer arzularına karşı direnmek oldukça önemlidir. Allahu Teâlâ (c.c)’ya iman eden ve O’nun dini uğruna cihada karar veren müminler; oruç ibadeti ile kuvvetli bir iradeye sahip olurlar. Hicrî takvim ayın hareketlerine göre değiştiği için, her yıl diğerine nisbetle on veya on bir gün önce gelir. Dolayısıyle insan bazen kışın (20) derecede, bazen yazın (+ 40) derecede oruç tutar. Bu bir anlamda mükellefin “Dondurucu bir soğukta ve kavurucu bir sıcakta dahi; Allahu Teâlâ’nın emirlerini eda etmeye hazırım” taahhüdünde bulunmasıdır. Ayrıca bir ay süre ile Allah Teâlâ (c.c)’nın rızasını kazanmak için, nefsinin bütün şehvetlerini terk etmesi oldukça önemli bir hadisedir.
Oruç ibadetine riyanın karışması da mümkün değildir. Nitekim bir Hadis-i Şerif’te; orucun ve oruçlunun mahiyeti şu şekilde ortaya konulmuştur:
“Oruç bir kalkandır. Oruçlu kötü (kem) söz söylemesin. Kendisiyle itişmek ve dalaşmak isteyene iki defa “Ben oruçluyum”desin ve uymasın. Ruhum yed-i kudretinde olan Allahu Teâlâ (c.c)’ya yemin ederim ki; oruçlu ağzın (açlık) kokusu, Allah indinde misk kokusundan daha temizdir. Cenab-ı Hak buyurmuştur ki: “Oruçlu kimse benim rızam için yemesini, içmesini ve cinsi arzularını bırakmıştır. Oruç doğrudan doğruya bana edilen (riya karışmayan) bir ibadettir. Onun sayısız sevabını da, doğrudan doğruya ben veririm. Halbuki başka ibadetlerin hepsi on misliyle ödenmektedir” (Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI, 248, Hadis no: 897).
Orucun Şartları
Bir insana orucun farz olması için onda üç şartın bulunması gerekir. Birincisi; İslâm’dır. Bilindiği gibi, bir ibadetin sahih olabilmesi için mükellefin ihlâsla tevhid akidesine bağlanması şarttır. İkincisi; akıl’dır. Delilere ve ehliyet arızası bulunan kimselere oruç farz değildir. Zira teklifin mahiyetini bilmesi gerekir. Üçüncüsü; bulûğa ermiş olması lazımdır (Fetavay-ı Hindiyye, Beyrut 1400, I, 195). İbn-i Abidin “Reddül Muhtar” isimli eserinde bu konu ile ilgili olarak şunları zikreder: “Niyet ederek gündüzün orucu bozan şeylerden kendini tutmaktan ibaret olan oruç, İslâm diyarında olsun, Darül harb’te olsun, aynı şekilde orucun farz olduğunu bilsin veya bilmesin, hayız ve nifastan temiz olan müslümandan tahakkuk eder. Ancak akıl ve bulûğ; Ramazan orucunun farz olması için şarttır. Sahih olmasının şartı değildir” (İbn-i Abidin, IV, 231). Dolayısıyle oruç; çocuklara bulûğa ermedikleri süre içerisinde farz değildir. Ancak onların belirli bir yaştan itibaren bu ibadete alıştırılmaları ve teşvik olunmaları lâzımdır.
Oruçun edâsının farz olması için gerekli şartlar:
Bir mükellefe orucun edâsının farz olması için onda iki şartın bulunması gerekir. Birincisi: Sıhhatli olmaktır. Ramazan ayına hasta olarak giren bir kimse, mümin ve mütehassıs bir doktora müracaat ederek, orucun kendisine zarar verip vermeyeceğini öğrenmelidir. Eğer orucun edâsı mümkün olmazsa, sıhhat bulduğu zamanda kaza eder veya o hastalık sebebiyle ölürse, yakınları durumu araştırırlar: Hastalıktan kurtulmuş ve nefsine mağlup olarak tutmamışsa fidye vermeleri müstehaptır. İkincisi: Mukim olmaktır, yani seferî halde bulunmamaktır. Hanefi fukahası; “Sefer halinde bulunan kimseye oruç zarar vermeyecekse, tutması menduptur. Çünkü Allahu Teâlâ (c.c): “Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır” (el-Bakara, 2/184) buyurmuştur. Resul-u Ekrem (s.a.s)’in: “Sefer halinde iken oruç tutmak bir (itaat ve iyilik) değildir” hadisi, “güçlük durumuna hamledilir” hükmünde görüş birliğindeler. Bilindiği gibi ruhsat; kulların özürlerine binaen meşrû kılınmış hükümleri içine alır. Seferî halde bulunmak güçlükten uzak olmaz. Ancak Ramazan ayında tutulan oruçla, diğer zamanlarda tutulan oruç aynı değildir. Dolayısıyle “Ruhsat-ı Terfih”teki esas; azimetle amelin meşrûiyetini düşürmesidir. İslâm âlimlerinden bazıları; yukarıda zikrettiğimiz hadisin zahirini esas alarak “Seferî halde iken oruç tutulmaması gerektiğini” ifade etmiştir.
Oruç’un edâsının sahih olmasının şartları: Bu hususta da iki şartın bulunması gerekir. Birincisi, niyet etmek; ikincisi, kadınlar için hayızdan ve nifas’tan temizlenmektir. Bilindiği gibi niyet; kalbe ait olan kat’i bir azimdir. Mükellefin oruç tutacağını kalbi ile bilmesi ve azmetmesi niyet hükmündedir. Bunu dili ile söylemesi ise sünnettir. Nehrü’l Fâik’te de bu şekilde zikredilmiştir (Fetevay-i Hindiyye, I, 195). Ramazan-ı Şerif ayında her günün orucu için ayrı ayrı niyet etmek esastır (Fethül-Kadir, II, 46). Zira her günün orucu başlıbaşına bir ibadet hükmündedir.
Oruç’un Vakti:
Kur’an-ı Kerim’de “Oruç (günlerinin) gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için, siz de onlar için birer libbassınız. Allah nefislerinize karşı zayıf göstermekte olduğunuzu bildi de, tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı. Artık (bundan sonra geceleri) onlara yaklaşın ve Allah’dan hakkınızda yazdığını isteyin. (Bütün gece) fecr(i sadık) olarak ak iplik, kara iplikten seçilinceye kadar yeyin, için!. Sonra geceye kadar orucunuzu tamamlayın ” (el-Bakara, 2/187) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Serahsî, bu ayet-i kerime’de zikredilen “siyah ve beyaz iplik” kelimelerinin renk manasına kullanıldığını, ufuktaki yaygın beyazlığın zahir olması ile oruca başlamak gerektiğini kaydetmektedir (Serahsî, el-Mebsut, III, 54). Esasen İslâm bilginleri “Orucun vaktinin fecr-i sadıkla başlayacağı ve güneş batıncaya kadar devam edeceği” hususunda müttefiktirler. Sadece ikinci fecrin (fecr-i sadık’ın) ilk doğduğu ana mı, yoksa beyazlığın ufukta dağılmaya başladığı zamana mı itibar edileceği hususunda farklı görüşler vardır. Şemsü’leimme el-Hulvânî bu hususta “Birinci görüşe uymak yani ilk ana bakmak, ihtiyata daha uygundur. İkinci görüş ise, oruç tutacaklar için daha geniştir. Âlimlerin çoğu da bu görüşü benimsemişlerdir” demiştir (el-Fetevay-ı Hindiyye, I, 194).
Sahur’a Kalkmak:
Malik b. Enes (r.a)’den rivayet edilen Hadis-i Şerif’te Resul-u Ekrem (s.a.s)’in: “Sahur yemeği yiyiniz. Çünkü sahur yemeğinde bolluk (bereket) vardır” buyurduğu bilinmektedir. İmam-ı Merginanî, bu hadis-i şerifi zikrettikten sonra:
“Müstehap olan sahur yemeğini yemek ve onu geciktirmektir. Zira Resul-u Ekrem (s.a.s), “Üç şey mürsellerin ahlakındandır: İftarda acele etmek; sahuru geciktirmek ve misvak kullanmak” buyurmuştur. Ancak mükellef fecr-i sadık’ın durumu hakkında şüpheye düşerse, haramdan kurtulmak için yemeyi, içmeyi terketmelidir (Merginanî, el-Hidâye, I,129) diyerek konuya açıklık getirir. Şurası muhakkaktır ki; sahura kalkıp bir şeyler yemek, oruç tutmak niyetiyle olur. Nitekim Fetevay-ı Hindiyye’de:
“Ramazan-ı Şerif ayında sahura kalkmak bir niyettir. Necmüddin Neseî de böyle der. Ancak sahura kalkmak, sadece o günün orucu için niyet hükmündedir. Başka bir günün orucu için niyet yerine geçmez” (I,195) diye kaydedilir.
Sahurun delili, Ebû Davûd’un dışındaki hadis imamlarının Hz. Enes (r.a)’den rivayet ettikleri hadistir. Resulullah (s.a.s) “Sahura kalkın!. Çünkü sahurda bereket vardır” buyurdu. Buradaki bereketten murad, ertesi günün orucuna kuvvet kazanmak veya sevabın ziyadeliği olduğu söylenmiştir. Sahur, seher vaktinde yenilen yemektir”. Bu gecenin son altıda birindedir. İslâm alimlerinin sözlerinde bu sünnetin sadece su ile yerine getirileceğini açık olarak görmedim. Ama hadisin zahiri bunu ifade ediyor. Hadis, İmam Ahmed (r.a)’in rivayet ettiği “Sahurun hepsi berekettir. Onu bırakmayın!. Velev ki biriniz bir yudum su olsun içsin. Çünkü sahura kalkanlara Allah (c.c) ve melekleri salat eylerler” hadis-i şerifidir. Mükellef olan her mümin sahura kalkma hususunda titiz olmak durumundadır. Bunun müstehap olduğunda icma vardır. Meşru bir mazeret sebebiyle sahura kalkamayanların durumu müstesnadır.
Orucun Çeşitleri: Oruç ibadeti farz, vacib ve nafile olmak üzere üçe ayrılır. Farz olan oruç da kendi arasında ikiye ayrılır. Birincisi Ramazan-ı Şerif orucu gibi muayyen olan farz oruç; İkincisi, muayyen olmayan farz oruç; Meşru bir sebeple kazaya bırakılan Ramazan orucu ve kefaret sebebiyle tutulacak oruç gibi. Hükmen vacib olan oruçlar da, kendi aralarında muayyen ve gayr-i muayyen olmak üzere ikiye ayrılır. Muayyen olan vacib oruç, mükellef tarafından gün tayin edilerek adanan oruçtur. Meselâ, “falanca ayın ilk gününde oruç tutmak üzerime vacib olsun” diyerek, kendi nefsine vacib kılmak gibi!. Eğer mükellef muayyen bir vakit tayin etmeksizin oruç nezrederse, dilediği zaman edâ edebilir. Buna da gayri muayyen vacib oruç denilir. Allahu Teâlâ (c.c)’nın rızasını kazanmak niyetiyle tutulan nafile oruçlar da, ayrı bir türdür.
Orucu Bozmayan Şeyler: Resul-u Ekrem (s.a.s)’in, unutarak yiyen ve içen bir sahabeye hitaben “Orucunu tamamla!. Sana ancak Allahu Teâlâ (c.c) yedirdi ve içirdi” (İbnül-Hümam, Felhül-Kadir, ll, 62) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyle oruç tutan bir mükellef unutarak yer, içer veya cima ederse orucu bozulmaz. Bu hususta orucun farz veya nafile olması arasında fark yoktur (Molla Hüsrev, Dürerül-Hükkâm, I, 64).
Oruca niyet etmiş bir mümin uyur ve uykuda iken ihtilâm olursa, orucu bozulmaz. Zira Resul-u Ekrem (s.a.s) “Üç şey vardır ki, bunlarla oruç, tutan kimse iflas etmiş olmaz: Kan aldırmak, kusmak ve ihtilâm” hükmünü beyan buyurmuştur. Esasen ihtilâmda cinsi münasebetin ne sureti, ne mahiyeti mevcut değildir. Herhangi bir kadına baktığı ve bu sebeble menisi geldiği zamanda da durum aynıdır. Bu da düşünerek menisi gelen kimse gibidir (Merginânî, Hidaye, I, 122).
Resul-u Ekrem (s.a.s)’in “Kim kusmak zorunda kalırsa, ona kaza yoktur. Her kim de kasden kusarsa kaza etsin”buyurduğu sabittir. Hanefî fukâhası; “Kusma ile oruç bozulmaz. Fakat isteyerek ve kasden kusan kimse ağız dolusu ve bir kaç defa kusarsa, kaza etmesi gerekir” hükmünü, zahirü’r rivaye olarak benimsemiştir. Bunların dışında: “Göze sürme çekmek, krem ve zeytinyağı gibi yağlı maddeleri vücûda sürmek, dedi-kodu ve gıybet yapmak, kendi arzusu ve fiili olmaksızın boğazına duman, un, toprak tozu veya sinek kaçması; cünüp olarak sabahlamak; iftar etmeye niyet edip de iftar etmemek; yemeksizin herhangi bir maddenin tadını boğazında hissetmesi; mesaneye geçmemek şartı ile erkeğin tenasül uzvuna su veya yağ gibi maddelerin akıtılması; yara üzerine konan kuru ilâç; burunda birikmiş olan sümüğü boğaza çekip yutmak; nohut tanesinden daha küçük olan ve dişler arasında bulunan yiyeceği yutmak” orucu bozmaz (Fetevay-ı Hindiyye, I, 202-204). Ancak başta dedi-kodu ve gıybet olmak üzere, bu fiillerin tamamından kaçınmak gerekir. Nitekim Resul-u Ekrem (s.a.s)’in: “Kim yalan söylemeyi ve yalan ile amel etmeyi bırakmazsa, Allahu Teâlâ (c.c) o kimsenin yemesini, içmesini bırakmasına hiç kıymet vermez, iltifat buyurmaz”hadisi, önemli bir konuyu gündeme getirmektedir: Yalan, gıybet ve dedikodu gibi fiiller, orucun sevabına zarar verir. Hatta İmam Evzaî’nin ve Süfyan-ı Sevrî’nin “Gıybet ve yalan orucu bozan hallerdendir. Oruçlu iken gıybet eden kimselerin ve yalan söyleyenlerin kaza etmeleri gerekir” (İbn Hacer, Fethul-Bâri, Kahire 1959, IV, 73) buyurduğu bilinmektedir. Bu müctehidlerin “Evzaî’lik” ve “Sevrîlik” mezheplerinin kurucusu olduğu dikkate alınırsa, meselenin ciddiyeti daha iyi kavranır. Bugün bu iki mezhebin izleyicileri yoktur. Ancak yalan, dedi-kodu ve gıybetin bütün Ehl-i Sünnet’in müctehid imamlarınca “haram” kabul edildiği sabittir. Dolayısıyla, oruç tutan her mükellef gerek zahirî, gerek bâtinî şartlarına riayet hususunda çok titiz olmak mecburiyetindedir.
Orucu Bozan ve Kefareti Gerektiren Haller:
Resul-u Ekrem (s.a.s)’in: “Oruç, vücûda girenden dolayı bozulur” (İbnül-Hümâm, II, 72) buyurduğu bilinmektedir. İnsan, fıtratının gereği olarak gıda maddelerini boğaz vasıtasıyla vücûduna ulaştırır. Malum olduğu gibi en tabii yol budur. Bunun dışında kulak, burun, ön ve arka menfezler gibi, arızî yollarla da vücûda ilâç vs. gibi şeylerin girmesi mümkündür: Kur’an-ı Kerim’de “Amellerinizi iptal etmeyiniz” (Muhammed, 47/33) hükmü beyan buyurulmuştur. Farz olan Ramazan-ı Şerif orucunu kasden ve taammüden bozmak büyük bir cinayettir. İhlâsla niyet ettiği bir ameli meşrû bir sebep yokken bozmak “Ameli iptal etmek” hükmündedir. Fukaha, Resulullah (s.a.s)’ın “Kim Ramazan ayında orucunu bozarsa; onun üzerine zıhar yapan kimsenin üzerine lâzım gelen şey (keffaret) gerekir” hadisini esas alarak, “Kasden orucunu bozan mükellef; arka arkaya olmak şartı ile altmış gün oruç tutmak mecburiyetindedir. Bu, o mükellef üzerine farzdır. Ayrıca aynı (bozduğu) orucu kaza etmesi gerekir. Bir mükellefe hem kaza, hem keffaret’in gerekli olması için bazı şartların tahakkuku gereklidir.
1) Kasden orucu bozmuş olmak şarttır: Oruca niyet eden mükellef hata ederek iftar ederse, sadece kaza gerekir. Meselâ abdest alırken ağzına su verdiği anda, elinde olmayarak boğazına su kaçarsa orucu bozulur. Ancak bu fiilde kasıt unsuru mevcut değildir. Günü gününe kaza etmesi gerekir.
2) Kendi iradesi ile bozmuş olmalı; zorlama ve ikrah bulunmamalıdır: Kendisiyle cim’a edilen kadın, bu fiile razı olmuşsa; hem kaza, hem keffâret gerekir. Ancak cima zorlama ve ikrah sonucu olmuşsa, kadına sadece gününe gün kaza gerekir. Çünkü orucunu bozması hususunda zorlanmıştır, ihtiyarı mevcut değildir.
3) Oruca başladıktan sonra hastalanmaması veya sefere çıkmaması esastır: Mükellef oruca niyet ettikten sonra hastalanır veya sefere çıkarsa, muhayyerdir. İster durumuna katlanır orucunu tamamlar; ister iftar ederek gününe gün kaza eder.
4) Mükellef Ramazan orucunu tutarken, geceden niyet etmiş olmalıdır.
5) Mükellef orucunu bozarken, tabii gıdalardan veya gıda yerine geçebilecek yiyecek ve içeceklerden faydalanmış olmalıdır: Meselâ çakıl taşını veya demir parçasını yutan kimsenin orucu bozulur. Ancak keffâret gerekmez. Zira bunlar gıda olmadığı gibi, gıda yerine geçecek besleyici özelliğe de sahip değildirler (Merginanî, Hidâye, I, 124).
Orucu bozan ve sadece kazayı gerektiren hususlara gelince; Mükellefin herhangi bir kasdı olmadan, zorlama ve hata sonucu orucu bozulursa, gününe gün kaza etmesi gerekir. Meselâ Ramazan ayında oruca niyyet eden bir mümin, unutarak yeyip-içer veya cima eder, daha sonra da sırf cehaleti sebebiyle orucunun bozulduğu zannına kapılarak iftar ederse; günü gününe kaza eder. Kezâ, kustuğu için veya kan aldırdığı için orucunun bozulduğunu zanneden ve sırf bu zan sebebiyle orucunu yiyen kimsenin durumu da aynıdır. Zorla iftar ettirilmiş olan kimsenin veya hataen orucunu bozmuş olan mükellefin de sadece kaza etmesi esastır. Keffâret lâzım gelmez (Fetevây-ı Hindiyye, I, 201).
Bu durumlarda şu kaide uygulanır: Kasden ve kendi ihtiyarîyle herhangi bir meşru özrü bulunmadan Ramazan orucunu bozan mükellefe hem kaza, hem keffâret gerekir. Bunun dışında, kendi ihtiyarı olmaksızın ve meşru bir özür sebebiyle orucunu bozan kimseye, sadece gününe gün kaza gerekir.
Orucu bozan ve sadece kazayı gerektiren hususlar şunlardır.
1) Mazmaza ve istinşak (Ağıza ve buruna su verme) anında midesine su kaçıran kimsenin orucu bozulur. Gününe gün kaza gerekir.
2) Cünûb olarak sabahlayan bir mümin gusül abdesti alırken boğazına su kaçırırsa orucu bozulur; kaza gerekir. Bu sebeble, cünüb olarak sabahlamamaya özen göstermek veya gusül abdesti alırken dikkatli olmak şarttır.
3) Oruca niyet eden mükellef çakıl, kuru çamur, pamuk, kuru ot ve kağıt gibi gıda özelliği olmayan maddeleri yutarsa orucu bozulur; kaza gerekir.
4) Meşrû bir özür sebebiyle; makadından şırınga (iğne) yaptıran veya mesanesine ilâç veren kimsenin orucu bozulur, gününe gün kaza gerekir.
5) Kendi iradesi olmaksızın ağzına kar ve yağmur tanesi kaçan ve bunu yutan kimsenin orucu bozulur; gününe gün kaza gerekir.
6) Bir kimse oruçlu iken karısını öpse ve bu sebeble inzal vaki olsa, orucu bozulur. Gününe gün kaza gerekir.
7) Ramazan ayının dışında herhangi bir oruca niyet eden mükellef, orucunu kasden dahi bozsa, kaza vacib olur; keffâret gerekmez. Keffâret sadece Ramazan-ı Şerif orucunun bozulması ve bu fiilde mükellefin kasdı sebebiyle gündeme giren bir cezadır.
Boğaza huni ile bir şey akıtmak; ağzına aldığı bir şeyle boyanmış tükrüğü yutmak; karnında veya başında olan bir yaraya akıtılan ilaç mideye veya beyine ulaşmak; zorla oruç bozmak; dişleri arasında kalan nohut tanesi kadar şeyi yemek; unutarak bir şey yedikten sonra orucun bozulduğunu sanarak bile bile yemek ve içmek; kendi isteğiyle ağız dolusu kusmak; ağız dolusu gelen veya getirilen kusmuğu geri çevirmek; kendi isteğiyle boğazına veya genzine duman çekmek; sabah olmuşken, daha vakit var diye sahur yapmak; güneş batmadan, battı zanniyle oruç açmak; Ramazan orucundan başka bir orucu bozmak; Ramazan orucuna niyyet etmeyerek gündüz yiyip içmek; oruçlu ve mukim iken yolculuğa çıkıp orucunu bozmak; makata su veya yağ akıtmak, bez veya pamuk sokmak; uyurken birisinin ağzına su damlatmak; Oruca niyet etmeden bütün günü oruçlu gibi yemeden içmeden ve cinsî ilişkide bulunmadan geçirmek; kadının tenasül uzvuna bir şey damlatması, yaş parmağı ile rutubet salması veya tıkadığı bezin kaybolması; Ramazan orucunu gündüzün bozduktan sonra hastalık, hayız ve lohusalık gibi şer’i bir özrün meydana gelmesi gibi durumlarda oruca kaza gerekir.
Ramazan da bunlardan biriyle orucu bozulan kimseye, fecrin doğuşundan sonra temizlenen hayızlı ve nifaslı kadına, ikamet eden misafire, sıhhat bulan hastaya, iyileşen deliye, buluğa eren çocuğa, müslüman olana günün geri kalan kısmını oruçlu gibi geçirmek farzdır. Bir görüşe göre de müstehaptır. Bu şekilde vaktin hakkı verilmiş olur. Son ikisi hariç diğerlerinin, tutamadıkları oruçları uygun bir vakitte kaza etmeleri gerekir.
Resul-u Ekrem (s.a.s)’in: “Sana şüphe veren şeyi terk et; şüphe vermeyen şeye bak!. ” (Fethül-Kadir, II, 94) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla, her mümin oruç ibadetini edâ ederken titiz olmak mecburiyetindedir. Meselâ, oruçlu iken banyo yapmak veya denize girmek, yutmamak şartı ile herhangi bir şeyin tadına bakmak ve bunun gibi bir çok husus “mekruh” olarak nitelendirilmiştir. Ancak meşru bir özür sebebiyle bunlara cevaz verilmiştir. Meşru bir özür mevcut değilken bir şeyin tadına bakmak veya denize girmek, ibadeti tehlikeye sokabilir. Kaldı ki orucu bozulan kimsenin dahi gündüz boyunca imsak etmesi (yeyip-içmemesi) vacibtir.
Oruçluya mekruh olan hususlar şunlardır:
Bir şeyi dilinin ucuyla gereksiz yere tatmak (sinirli bir kocanın karısı, eşinin kızacağından korkuyorsa yemeğin tuzuna bakabilir); lüzumsuz yere bir şey çiğnemek (ufak çocuğu için bir şeyi çiğnemesi gereken bir kadın oruç tutmayan başka birini bulamazsa kendisi çiğneyebilir); sakız çiğnemek (sakızın evvelce çiğnenmiş” beyaz ve dağılmaması şarttır. Aksi takdirde mekruh olmakla kalmaz, oruç bozulur; kendisinden emin olmayan bir kişinin hanımını öpmesi, boynuna sarılması veya kucağına alması; tükürüğü ağızda biriktirip yutmak; kan aldırmak ve kendini zayıf düşüreceğini tahmin ettiği yorucu bir işte çalışmak.
Oruçluya Mekruh Olmayan Şeyler
Misk ve gül gibi bir şey koklamak; gözüne sürme çekmek; bıyığına yağ sürmek; zayıf düşmeyecekse, kan aldırmak; misvak kullanmak, ağzı fırça ile yıkamak; ağza su alıp gargara yapmak; burnuna su çekmek; nefsinden emin olmak ve ileri derecede olmamak şartıyla öpmek ve sarılmak; serinlemek ve harareti gidermek için duş almak veya ıslak beze sarınmak (Bu görüş Ebu Yusuf’a aittir. Fetva da buna göredir).
İftar vaktinde: “Allâhümme leke sumtü ve bike âmentü ve aleyke tevekkeltü ve alâ rızkike eftartü ve savmi ğadin min şehri Remadâne neveytü fağfir mâ kaddemtü ve mâ ahhartü” demek sünnettir. Anlamı: “Allahım senin rızan için oruç tuttum, sana inandım, sana güvendim senin verdiğin rızıkla orucumu açtım, yarın ki Ramazan orucuna da niyyet ettim. yaptığım günahları bağışla”. Ayrıca hurma ile; yoksa su ile oruç açmak da sünnettir.
Oruç Tutmamayı Mübah Kılan Özürler:
Kur’an-ı Kerim’de “Ey iman edenler!. Sizden evvelki (ümmet)lere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç yazıldır (farz kılındı). Ta ki korunasınız. (O Ramazan ayı) sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta yahut yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar). İhtiyarlığından veya şifa ümidi olmayan hastalığından dolayı (oruç tutmaya) gücü yetmeyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye (lâzımdır). Bununla beraber kim gönül isteği ile bir hayır yaparsa, işte bu onun için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin hakkınızda (fidye vermenizden) hayırlıdır; bilirseniz” (el-Bakara, 2/183-184) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse, hangi hallerin oruç tutmamayı mübah kıldığı nasla belirtilmiştir.
I) Hasta Olmak: Mükellef, hastalık sebebiyle nefsinin telef olmasından veya bir azasını kaybetmekten korkarsa, oruç tutmaz. İmam Merginani “Hastalığın artması veya uzaması bazen ölüme götürebilir. Bu durumda ondan sakınmak (artmasından veya uzamasından kaçınmak) gerekir” diyerek konunun hassasiyetine işaret eder. Hastalık, tecrübe veya mümin bir mütehassıs doktorun teşhisiyle kesinlik kazanır.
2) Sefere çıkmak (Yolculuk): Ramazan ayında sefere çıkacak olan bir mükellef, geceden oruca niyet etmeyebilir. Bu mübahdır ve nasla sabittir.
3) Şeyh-i Fani (İhtiyar) Olmak: Oruç tutmaya gücü yetmeyen ihtiyar kimse iftar eder ve her gün için bir yoksula fidye verir. İmam Merginani “Bu hususta asıl olan Allahu Teâlâ (c.c)’nın “Oruç tutmaya gücü yetmeyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye vermek lâzım gelir” hükmüdür. Şayet oruç tutmaya gücü yeterse, fidye batıl olur. Çünkü fidyenin oruç yerini tutabilmesinin şartı, acizliğin devam etmesidir” (el-Hidâye, I, 127). Şeyh-i fani olma hali hangi yaşta başlar? Fukaha bu soruya cevap verirken, farklı yaşlar üzerinde durmuştur. Ancak şeyh-i fanilik (fazla ihtiyarlık) hali, insandan insana farklılık gösterir. Fetevay-ı Hindiyye’de (I, 207):
“Şeyh-i fani, ölüme kadar hergün kuvveti noksanlaşan kimsedir ki, bunlar tekrar kuvvet bulmadan vefat ederler. Bahru’r-Raik’te de bu şekilde tarif edilmiştir. Bu durumda olan kimseler, dilerlerse fidyelerini Ramazan-ı Şerif ayının başında, bir defada verirler. İsterlerse bunu ayın sonuna bırakırlar. Fidye verdikten sonra oruç tutmaya gücü yeter hale gelirse, vermiş olduğu fidyenin hükmü geçersiz olur. Bu kimsenin önceden tutamamış olduğu oruçlarını kaza etmesi gerekir” diye kaydedilir.
4) Hayız ve Nifas Hali: Hayız ve nifas halindeki kadınların oruç tutmaları haramdır. Hz. Âişe (r.anha) validemiz, “Bizlerden birisi Resul-u Ekrem (s.a.s) zamanında, hayızdan temizlendikten sonra orucunu kaza eder, namazı ise kaza etmezdi” (Fethül-Kadir, I,114) buyurduğu sabittir. Dolayısıyle hayız ve nifas halindeki kadınlar, o hal içerisinde iken oruç tutamazlar. Daha sonra geçirdikleri günleri (temizlendikten sonra) kaza ederler.
5) Hamilelik ve Çocuk Emzirmek: Dürrü’l-Muhtar’da: “Zann-ı galip ile, kendi hayatından veya çocuğunun hayatından korkan hamile yahut zahirü’r rivayeye göre, anne olsun, süt anne olsun emzikli kadın oruç tutmayabilir” (İbn Âbidin, IV, 338) hükmü kayıtlıdır. Esas olan; gerek hamile, gerek çocuk emziren kadınların, kendi nefislerinin veya çocuklarının helâk olma tehlikesinin bulunmasıdır. Nitekim Fetevay-ı Hindiyye’de: “Hâmile olan veya çocuk emziren kadınlar; gerek kendi nefislerinden, gerekse çocuklarının helâk olmasından korkarlarsa oruç tutmayabilirler veya iftar edebilirler. Bu durumdaki kadınlara keffaret gerekmez, daha sonra oruçlarını kaza ederler” denilmektedir (A.g.e., I, 207).
6) Helak Olma Korkusu ve Yılan Sokması: Ramazan ayında, düşmanla savaşacağını bilen ve oruç tuttuğu takdirde zayıf düşerek gerektiği gibi cihat edemeyeceğinden endişe eden mücahit oruç tutmayabilir (A.g.e., I, 208). Dürrül Muhtarda, “Zorlanan (ikrah), helâk olmaktan veya akli melekelerini kaybetmekten korkan kimse ile kendisini yılan sokan kimsenin iftar etmesinin mübah olması” hükmü kayıtlıdır. Bütün bunları, ayette geçen “hasta olma” anlamı içerisinde düşünebiliriz. Kendisini yılan sokan bir kimsenin acilen tedavi olması esastır. Bu durumda iftar eder ve gününe gün kaza yolunu tutar. Çünkü, gecikme halinde telef olma korkusu söz konusudur. Bunun meşru bir mazeret olduğu sabittir.
Oruçla İlgili Diğer Meseleler: Oruç tutan mükellefin misvak kullanması sünnettir. Nitekim İbn-i Abidin bu hususla ilgili olarak şunları zikreder:
“Misvak kullanmak da mekruh değildir. Bilâkis başkaları gibi oruçluya da sünnettir. Delili, Peygamber (s.a.s)’in “Ümmetime meşakkat vereceğini bilmesem her abdest aldıkça ve her namaz kıldıkça onlara misvakı emrederdim” hadisinin umum ifade etmesidir (İbn Âbidin, IV, 332).
Ramazan ayını baygın geçiren kimse, sıhhat bulduktan sonra oruçlarını kaza eder. Bu hususta icma vardır. Ancak, bir deli Ramazan ayının son günü zevalden önce iyileşmiş olsa, kendisine kaza lâzım gelmez.
Ramazan ayında, gündüz vakti bir çocuk buluğa erse veya kâfir, müslüman olsa, o günün geri kalan saatlerinde oruçlu gibi davranır. Yani, orucu bozan şeylerden uzak durur, ondan sonraki günlerin orucunu edâ eder. Geçen günleri kaza etmesi gerekmez.
Sıhhat bulan hastalar ve seferleri sona eren yolcular, daha önce tutamadıkları oruçlarını kaza ederler. Bu hususta ihtilâf yoktur. Alimlerin ekserisinin görüşü budur. Bir mükellefin, daha önceki Ramazan ayına ait kaza borcu bulunsa, fakat bu sırada Ramazan-ı Şerif girse; o kimse edâyı kaza üzerine takdim eder. Yani önce, yeni giren Ramazan ayının orucunu tutar; daha sonra kaza oruçlarını tamamlar. Nafile olan oruçlarda da, özürsüz olarak iftar etmek helâl değildir.
Iskât-ı Savm:
Iskât-ı savm, bir müslümanın hayattayken tutmadığı veya tutamadığı oruç borçlarını, öldükten sonra malından fidye vermek suretiyle düşürmek demektir. Çok daha sonraları çıkmış bir tabirdir. Bu tabirin dini literatürdeki ismi “fidye”dir.
Yukarıda ifade edildiği gibi oruç, İslâm’ın beş esasından biridir. Âkıl-bâliğ olan her müslümana farzdır. Oruç tutmaları farz olanların bazıları, belli durumlarda oruç tutmakla yükümlü kılınmamış; oruçlarını sonradan kaza etmelerine izin verilmiştir. Bunlar, hastalar ve yolculardır. Allah Teâlâ Kur’anda şöyle buyurur:
“…İçinizden hasta olan veya yolculukta bulunan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutar. (İhtiyarlığından yahut şifa bulma ümidi olmayan bir hastalıktan dolayı oruç tutmaya dayanamayanlar, bir düşkünü doyuracak kadar fidye verir” (el-Bakara, 2/ 184).
Ayetten de anlaşılacağı gibi; hastalar ve yolcular, oruçlarını daha sonra kaza edebilirler. İhtiyarlık ve devamlı hastalık gibi sebeplerle daha sonra kaza etme imkanı bulamayanlar ise fidye verirler. Fidye, bir fakiri bir gün doyurmak demektir. Bir müslümanın böyle mazeretlerden dolayı hayattayken tutamadığı ve fidyesini de ödemediği oruç borcu varsa; öldüğünde, malından, tutamadığı oruçlar kadar fidye verilmek suretiyle borcundan kurtarılır. İşte bu ameliyeye ıskât-ı savm denir.
Ancak burada, eda şartından dolayı (hasta ve yolcu olmamak) kaydıyla oruç tutamayanlar söz konusudur. Fakat kasden, hiç bir mazereti olmadan orucunu tutmayan ve daha sonra bunları kaza etmeyenlerin durumu da böyle midir? Yani bunlar için, öldükten sonra fidye verilirse, oruç borcundan kurtulurlar mı? Bunu ancak Allah bilir.
Bu hususta halk arasında, şöyle bir uygulama vardır: Mesela 62 yaşında ölen birinin 12 yılı büluğ çağı için çıkarılır (62-12:50 yıl). Her yıl için 30 oruç, (30×50:1500 fidye) hesab edilerek bulunan miktar fidye fakirlere dağıtılır. Böylece ölü, oruç borçlarından kurtarılmış olur!
Fakat bu işlem doğru değildir. Her şeyden önce Hz. Peygamber (s.a.s) ve Ashab devrinde böyle bir uygulama yoktur. Diğer taraftan, ölünün tutup-tutmadığı oruçlar arasında bir ayrım yapılmamaktadır. Tutulan günler için tekrar fidye verilmekte, böylece, dinde hiç yeri olmayan bir bid’at ortaya çıkmaktadır. Ayrıca her Ramazan ayı 30 gün değildir, 29 da olabilir. Öyleyse bu konuda ne yapılmalıdır?
1. Hastalık veya yolculuk gibi bir sebeple tutulamayan ve daha sonra da kaza imkanı olmayan oruçlar kadar ölü için fidye verilir. Bu Kur’an ve Sünnet’e uygundur.
2. Mazeretsiz olarak tutulmayan ve daha sonra kaza edilmeyen oruçlar kadar da ölü için fidye verilebilir ve ölünün oruç borcundan affedilmesi içip dua edilir. Çünkü bir ibadeti kasden terketmek günahtır.
3. Bunların dışında, bir kimsenin oruç borcu yoksa, onun için ıskât-ı savm adı altında fidye verilmesi yanlıştır, bid’attır. Belki kabul olmayan oruçları vardır diye de böyle bir ameliye yapmak caiz değildir. Eğer bu doğru olsaydı, yaptığımız her ibadet için böyle bir kaza muamelesi gerekirdi. Kulun görevi, emredilen ibadeti ihlasla yapmaktır. Kabul, Allah’a kalmış bir şeydir. Ve kul bunu bilmekle mükellef değildir. Kul, samimiyetle ve şartlarına uygun olarak yaptığı ibadetin Allah tarafından kabul edileceğini umar.
Yusuf KERİMOĞLU