ORDU
Bir toplumun devlet olabilmesini sağlayan, onu içi ve dış düşmanlara karşı koruyan, belirli bir disiplin içerisinde hareket eden silahlı güçlerin tamamı. Orduların varlığı, savaş gerçeğine dayanır. Bir fikri, bir ideali gerçekleştirmek için ona karşı duran kuvvetlerin yok edilmesi, tesirsiz hale getirilmesi zorunlu bir durumdur. Ayrıca kurulan düzenin ayakta kalabilmesi, kendini savunabilecek bir ordunun varlığıyla yakından ilgilidir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, ordu kavramının varlığı tarih öncesi devirlere kadar uzanır. Ordular değişik devirlerde, o devrin ihtiyaç ve teknik imkânlarına göre birbirinden farklılıklar arzetmektedir.
İslâmda ordu kavramı, diğer inanç ve ideolojilerin farklı bir konuma sahiptir. İslâm ordusu, müslümanlara düşmanlık eden, onları yeryüzünden söküp atmak için savaşan müşrik güçlere karşı İslâmı savunmak ve tebliğin önündeki engelleri kaldırmak için oluşturulmuş kuvvetlerdir. Ordu, Allah Teâlânın va’zetmiş olduğu cihat farizasını yerine getiren, İslâm Devletinin kurumlarından birisidir. Allah Teâlâ, Kuran-ı Kerimde iman edenlere şöyle hitab etmektedir:
Hoşunuza gitmese de, düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı” (el-Bakara, 2/216); Ey Müminler! Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın” (et-Tevbe, 9/36); Fitne ortadan kalkıp, din yalnız Allahın oluncaya kadar onlarla savaşın” (el-Bakara, 2/193) Resulullah (s.a.s) de; Cihad kıyamete kadar sürecek bir farzıdr” (Ebû Dâvûd), Cihâd, 33) buyurmaktadır.
İslâmda ordunun tesis edilmesi süreci, Hicretle birlikte başlamaktadır. Mekke dönemi, İslâm akîdesinin kalplere yerleştirilmesi dönemidir. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ, Mekke döneminde iman edenlerin geleceklerini gözeterek kıtali (savaşı) yasaklamıştı. Medineye hicretle birlikte, Allah Teâlâ bu yasağı kaldırarak, İslâma ve onun devletine karşı düşmanca davranışlarda bulunanlarla savaşmaya izin vermiştir. İlk önceleri Mekke müşriklerine ait kervanların yolunu kesmek için küçük birlikler (seriyyeler) halinde başlatılan askerî harekâtlar, peşinden Bedir, Uhud ve Hendek savaşında bir ordu mahiyetini almaya başlamıştır. Ancak Resulullah (s.a.s)in zamanında devamlı ve düzenli bir ordunun varlığından söz etmek mümkün değildir. Bir savaş durumu ortaya çıktığında her gücü yeten müslüman kimsenin, savaşmak için yapılan çağrıya karşılık vermesi imâni bir sorumluluktur. Resulullah (s.a.s), her sefere çıkmaya veya başka bir komutanın sorumluluğunda düşman üzerine asker göndermeye karar verdiği zaman bunu ilân eder ve zaten silah kullanma konusunda deneyimli olan müslümanlar, gönüllü olarak teşkil edilen orduya katılırlardı. Adları kötülüklere kaydedilen gönüllüler, belirlenen günde şehir dışında bir yerde toplanır, ordu Resulullah (s.a.s) tarafından teftiş edilir, durumu savaşa elverişli olmayanlar geri bırakılırdı. (M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, II, 1053)
Askerî sefere çıkan orduya Resulullah (s.a.s) katılırsa doğal olarak ordu komutanı o idi. Ve orduyu sevk ve idare edecek diğer komutanları bizzat tayin ederdi.
Hicâz bölgesindeki Araplar, İslâm öncesinde bir devlete sahip olmadıkları ve bölgeyi istilâcı kuvvetlere karşı savunma zorunluluğu ile yüz yüze gelmedikleri için, ne bir düzenli ordu ve ne de böyle bir orduyu meydana getirmek için gerekli olan bilgi birikimine sahip değillerdi. İslâm öncesi, kabileler arasında meydana gelen savaşlar genellikle hücum ve geri çekilme şeklinde basit bir taktik çerçevesinde cereyan ediyordu. Öte taraftan, Mekkelilerin, tek yaşam kaynakları olan ticaret kervanlarını korumak için silahlı müfrezeler meydana getirdikleri bilinmektedir. Ancak bu müfrezeler, sadece kervanların güvenliğini sağlamak gayesine yönelikti. Bununla birlikte Araplar, silah kullanma konusunda beceri kazanmak için kişisel olarak eğitim yaparlardı. Bilhassa ok atmak hususunda mâhirdiler.
Yapılan savaşlarda Resulullah (s.a.s), savaşçıları namazdaki gibi saf şekline sokuyor, Müslümanlar, savaşmak için düşman üzerine safları bozmadan yürüyordu. Uhud savaşında ise savaş meydanının stratejik konumuna göre Resulullah (s.a.s)’in okçuları farklı bir şekilde meydana hakim bir yamaca yerleştirdiği bilinmektedir. Ordu, bir emir komuta zincirine tâbi olarak savaşı sürdürürdü. Baş komutanla diğer komuta kademeleri arasında irtibat sağlayan ve yeni taktikleri komutanlara ileten “vâzi” adında görevliler bulunmaktaydı. Ancak düzenli bir ordunun sürekli silah altında bulunması söz konusu olmadığı için savaş bitiminde görevler de sona ererdi.
İslâm orduları bir ordu geleneğine sahip tecrübeli Bizans ve İran güçleriyle karşılaştıkları zaman, bu muntazam ordularla savaşabilmek için yeni taktikler geliştirdiler. Ancak belirtmek gerekir ki, Bizans ve İran’a karşı yapılan savaşlarda başarıya ulaşmanın sebebi, titizlikle uygulanan savaş planının yanında müslüman askerlerin şehadeti arzulayarak göstermiş oldukları eşsiz kahramanlıklardır.
İslam Devleti’nin kurumlaşması yolunda büyük bir gayret içerisinde olan Hz. Ömer (r.a), orduyu da şartların gerektirdiği şekilde bir düzenlemeye tâbi tutmak için çalışmalar başlattı. İslâm ordusu, kurulan “Divan el-Cund” (ordu divanı) bünyesinde teşkilatlandırıldı. Sürekli cephelerde bulunan ordu mensuplarının, isimleri, vasıfları ve görevleri tespit edilerek kayda geçirildi. Ayrıca, askerlik görevi yapan kimselerin geçimlerini temin edecek şekilde maaş almaları sağlandı. Hz. Ömer (r.a), Suriye, İran ve Mısır bölgelerinde fethedilen yerlerin düşmanlardan korunabilmesi ve yeni fetih hareketleri için orduların merkeze dönmeyip, bu bölgelerde kalmalarını sağlayacak ordugah şehirler tesis etmişti. Ancak, buralara yerleşen askerler ziraatla uğraşmaya ve bir zaman sonra zenginleşerek askerlikten ayrılmaya başladılar. Hz. Ömer (r.a), cihat ruhunun canlı tutulmasını sağlayabilmek için orduya yeni bir şekil vermek durumunda kalmıştı.
Hz. Ömer (r.a)’in başlatmış olduğu orduyu teşkilatlandırma hareketi Emeviler döneminde tamamlanmaya çalışıldı. Hayber’in fethinden beri varolan tabya usulü (Siretül-Halebiye, Beyrut (t.y), III, 33) Hz. Ömer zamanında daha da geliştirildi. Buna göre ordu, Mukaddime (öncü) Sakatü’l-Ceyş (Ardcı), Meymene (sağ kanat), Meysere (sol kanat) şeklinde taksim edildi. Baş komutan Kalbul-Ceyş’de yer alır ve orduya bu merkezî cepheden komuta ederdi.
Emeviler döneminde hızlı fetih hareketleri yaşandı. Ancak, Emevilerin kötü uygulamaları ve müslümanlar arasındaki kanlı savaşlar, İslâm’ın askerî gücünün zayıflamasına ve insanların savaşma isteklerinin yok olma noktasına gelmesine sebep oldu. Bu durum, Emevilerden Abdülmelik b. Mervan’ın mecburî askerlik sistemini getirmesine yol açtı. Emevilerde ordu, devletin genel siyaseti olan Araplık düşüncesi çerçevesinde sadece Arap asıllılardan meydana getirilmişti. Daha sonra “mevâli” de orduya alınmaya başlandı. Ancak Arap askerlerle birlikte aynı saflarda savaştıkları halde almış oldukları maaşlar onlardan çok düşüktü. Emeviler’in Arap olmayan müslüman unsura göstermiş olduğu olumsuz muameleler, Abbasî ihtilalinin (132/750) başarıya ulaşmasına büyük katkı sağlamıştır. Bilindiği gibi bu ihtilâl Horasanlıların oluşturduğu ordunun başarılı mücadelesi sonucu gerçekleşebilmişti. Abbasîler döneminde en fazla itibar gören, Halifenin özel muhafız birlikleriydi. Araplardan oluşan bu birlikler, Mu’tasım zamanında, önce müslüman İranlılar, sonra da Türklerden teşekkül ettirildi. Mu’tasım, Bizans cephesinde savaşmak için, ata binme ve ok atmada maharetli olan Türklerden dört bin kişilik bir özel ordu meydana getirdi. Ancak Mu’tasım’dan sonra Türklerden oluşan bu silahlı güçler Abbasî halifelerine itaat etmemeye ve bağımsız davranışlar göstermeye başladılar (İsmet Kayaoğlu, İslâm Kurumları, Ankara 1985, 49-50).
Abbasî ordusu, “Divanül-Ceyş” adındaki askerî daireden idare edilmekteydi. Bu dairenin merkezi başkent Bağdad’ta idi ve eyaletlerde şubeleri bulunmaktaydı. Ordunun en yüksek derecede sorumlusu vezirdi. Abbasî ordusunun, çağın bütün teknik donanımlarına sahip olduğu bilinmektedir (Mustafa Terzi, “Abbasî Ordusunun Merkezî İdaresi ve Sınıfları” Belleten, CLII, s. 205, s. 1537-1538).
Donanma
Araplar çöl hayatı yaşıyorlardı ve denizlerle ticarî veya askerî anlamda bir irtibatları bulunmamaktaydı. Dolayısıyla, İslâm’ın ortaya çıktığı dönemde Araplar, gemicilik ve deniz seferleri hakkında bilgi sahibi değillerdi. Hz. Osman’ın hilâfetine kadar, düşmanla, bilhassa Bizanslılarla denizlerde de savaşabilmek için bir donanma tesis edilmesi düşünülmemiştir. Hz. Ömer (r.a)’in halifeliği sırasında Suriye valisi Muaviye ona müracaat etmiş ve Suriye sahillerinde tersaneler kurarak savaş gemileri yapmak için izin istemişti. Muhtemelen böyle bir teşebbüs için vaktin henüz erken olduğu ve deniz savaşları için gereken şartların oluşmadığı düşüncesiyle bu teklif Hz. Ömer tarafından kabul edilmemişti. O, deniz hakkında hiç bir tecrübesi bulunmayan müslümanların hayatlarının tehlikeye atılmasına razı olamayacağını bildirmişti (Hasan İbrahim Hasan, İslâm Tarihi, Terc. İsmail Yiğit, İstanbul 1985, II, 191-192). Nitekim İslâm tarihinde ilk deniz seferine çıkan kimse kabul edilen Alâ b. Hadremî, Faris bölgesinde savaşmak için orduyu buraya deniz yoluyla naklettiği için Hz. Ömer tarafından görevinden azledilmişti (bk. aynı yer).
Hz. Osman (r.a) halife olunca, Muaviye ona müracaat etmiş, Hz. Osman da, kimsenin deniz savaşlarına katılmak için zorlanmaması şartıyla buna izin vermişti. Muaviye bir filo oluşturdu ve bu filoyu Abdullah b. Kays’ın emrine verdi. .Suriye bölgesinde bulunan gayr-ı müslimlerden istifade eden müslümanlar kısa zamanda, Bizans’la denizlerde de savaşabilecek ve zaferler kazanabilecek duruma geldiler. Muaviye’nin yönetimi devralmasıyla birlikte bu konudaki faaliyetler hızlandırıldı. O, Bizanslıların İslâm topraklarına giriştikleri saldırıları önlemek ve onların denizlerdeki gücünü kırmak için, gemi sayısı binyediyüze ulaşan bir donanma hazırladı ve yaz-kış sürekli olarak Bizans sahillerine saldırılar düzenledi. İslâm donanması, Muaviye zamanında ve Emeviler’in daha sonraki dönemlerinde İstanbul’a ciddi şekilde muhasaralarda bulunmuşlardır. Deniz harbi konusunda malumat kazanan müslümanlar, bu sahadaki bilgilerini ilk önce Bizanslılardan öğrenmişlerse de, daha sonraları Avrupa, denizcilik sanatı hakkında müslümanlardan çok şey öğrendi. Bugün dahi kullanılan denizcilikle alakalı bazı teknik kavramların Arapça asıllarını korumuş olmaları bu durumu açıkça ortaya koymaktadır (H.İ. Hasan, a.g.e., II, 193).
Savaş gemileri, “kâid” veya “mukaddem” adlarındaki komutanların idaresinde bulunur ve donanmanın tamamına emiru’l-ma (amiral) veya emiru’l-bahr komuta ederdi (İ.Kayaoğlu, a.g.e., 61).
Silâhlar
Resulullah (s.a.s)’in zamanındaki savaşlarda kullanılan silahlar, kılıç, kalkan, ok ve yay, mızrak ve kargı, mancınık, zırh, miğfer, debbabe, dabür ve arrade’den ibaretti.
Savaşlarda piyâdeler kalkan, kılıç ve mızrak; süvariler ise, kılıç, kalkan, yay ve oklarla savaşırlardı. Bu silâhtarın büyük bir yekûnu bizzat Araplar tarafından imal ediliyordu. Bu bir zorunluluktu. Çünkü, Bizans Devleti Araplar’a silah satışını yasaklamıştı. Medine’de üretilen oklar meşhurdu.
Kılıç imalâtı yapılmakla birlikte Suriye menşeli “Meşrefi” ve Hind menşeli “Muhammed” markalı kılıçlar tercih edilmekteydi
Mancınık, Tâif kuşatması sırasında Resulullah (s.a.s) tarafından kullanılan silâhlar arasındadır. Bu aletle düşman üzerine taş atılmaktaydı. Debbabe, aynı kuşatmada kullanılan silâhlardan olup, tahtadan kapalı bir şekilde yapılır ve savaşçılar onun içine girerek, düşmanın attığı ok vb. şeylerden korunarak kale duvarları dibine kadar ilerlerler ve kaleye tırmanırlardı. Dabür ise, debbabeye benzeyen, üzeri deri ile kaplanmış bir silahtı. Bunun içine giren muharipler, surlara yaklaşarak onun içinde oldukları halde savaşırlardı. Arrade ise, mancınıkla aynı işi yapmakla birlikte, hareket kabiliyetine sahip, zırhlı bir aletti (M. Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, Çev. Salih Tuğ, İstanbul 1972, 202-203 ; H. İ. Hasan, a. g. e. , I I, 187).
Sonraki devirlerde, bunlara ek olarak başka silahlar da kullanılmıştır: Bir kaç kişi tarafından kullanılabilen büyük oklar atan “Kavsu’s-Ziyar” denilen silah, kale kapılarını kırmak için kullanılan kebş (koç başı), yine kuşatmada kullanılan ve düşman üzerine neft (tutuşturulmuş petrol) atan silah ki bunları kullanan özel askeri kıtalar (neffât) bulunmaktaydı (İ.Kayaoğlu, a.g.e., 54).
Barutun müslümanlar tarafından kullanılmaya başlanması, mîladî 1118 yıllarına rastlar. Müslümanların bu tarihte Sicilya’nın Sırakuza şehrini kuşattıkları zaman ateşli silahlar kullandıkları rivayet edilmektedir (Kayaoğlu, a.g.e., 55). Ateşli silahlar, gelişen savaş teknolojisi içerisinde gittikçe ehemmiyet kazanmış, taş atan mancınıkların yerine top, ok ve yayın yerine de tüfek kullanılmaya başlanmıştır.
At, modern asra kadar orduların temel unsurlarından biri olmaya devam etmiştir. Ayrıca, savaş malzemesi taşımak için develer elverişli hayvanlardı. Fil ise, bir savaş aracı olarak kullanılmaktaydı. İranlılar’ın ordularında fillerin önemli bir yeri vardı. Sonraki dönemlerde bu hayvan, müslümanlar tarafından savaşlarda kullanılmıştır. Örneğin Gazneli Mahmud (998-1030)’un ordusunda fillerin de bulunduğu bilinmektedir (Erdoğan Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, Ankara 1989, 15).
İstihbarat (Casusluk):
Hicretle birlikte kurulan İslâm Devletinin kendisini yok etmeye uğraşan müşrik güçlere karşı başarılı bir mücadele vererek kısa zamanda Arap Yarımadasının nerdeyse tamamını hakimiyeti altına almasını sağlayan etkenlerden birisi de hiç şüphesiz haber alma ve karşı casusluk işinin göz ardı edilmeyerek düşmana ait gerekli bilgilerin zamanında elde edilmesidir. Resulullah (s.a.s)ı suikast düzenleyerek ortadan kaldırmak isteyen Mekkelilerin, planlarında başarısız oluşu ve Resulullah (s.a.s)in bir zarar görmeden Medineye ulaşması olayında, onun gizlilik içerisinde yürüttüğü haber almanın payı büyüktür (M. Hamidullah, age, 173-176)
Hicretten sonra Mekke kervanlarına karşı düzenlenen seriyyeler, Mekkeden bu kervanların hareketlerine dair ulaşan bilgiler çerçevesinde yola çıkarılıyorlardı. Yine Bedir Savaşı, kesintisiz sürdürülen istihbarat çalışmalarının sonucunda meydana gelmişti. Resulullah, Mekkeden hareket eden büyük bir kervanın Suriyeye doğru yöneldiğini öğrendiği zaman, ordusunun başında Zul-Uşeyreye kadar gitmiş, ancak kervanı yakalayamamıştı. Resulullah (s.a.s), bu kervanı dönüşte vurmak için iki casustan (Talha b. Ubeydullah ve Said b. Zeyd) Suriyeye kadar kervanı takip ederek, gerekli bilgileri kendisine ulaştırmalarını istemişti. Diğer taraftan, Resulullah (s.a.s) başka kaynaklardan aldığı bilgilerle kervanın dönüşünü bu iki kişinin Medineye bilgi ulaştırmalarından önce öğrenmişti. O, bu kervana karşı hareket geçtiği zaman yine iki casusunu kervanın nerede olduğunu araştırmak için göndermiştir. Resulullah (s.a.s) Bedire varıncaya kadar, istihbarat konusunda gereken titizliği göstermeye devam etmiştir (M. Hamidullah, age, 176. vd) onun giriştiği bütün askerî seferlerde başarıyla yürüttüğü casusluk faaliyetleri, kaynaklarda teferruatlı bir şekilde olayların anlatımı esnasında zikredilmektedir. O, bazen askerî önemi olan haberlerin sızmasını önlemek için bütün yolları kapatırdı. Aynı şekilde düşmanı yanıltmak ve bölmek için de karşı casusluk faaliyetlerine giriştiği görülmektedir. Hendek Savaşı esnasında başvurduğu bu yöntem Mekkeli müşriklerin, Yahudiler ve Gatafalılarla olan ittifaklarının bozulması ve böylece savaşı kaybetmeleri neticesini doğurmuştur. Bu iş için görevlendirdiği kimse henüz müslüman olmuş fakat bu durumu kimse tarafından bilinmeyen Eşca kabilesinin başkanı Nuaym b. Mesuddu (bk. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 269-270).
Bayrak ve sancaklar
Cahiliye döneminde Mekke Şehir devletinde bulunan görevlerden birisi de bayraktarlık (liva)dır. Bunun yanında bir de sancaktarlık (Râye) görevi bulunmaktaydı. Bu vazifeler İslâmdan sonra da devam etmiştir. Râye görevi Umeyyeoğullarının elindeydi ki bunun diğer bir adı da “el-Ukabb”dır. Livâ, görevi ise, abdud-Dareoğullarının elinde bulunmaktaydı.
Resulullah (s.a.s) bu görevlerin varlığına dokunmamıştır. Gayrı meşru ilan ettiği Mekke yönetimine karşı yapılan savaşlarda bayraktar olarak Abdud-dara mensup olan Musab b. Umeyri görevlendirdiği bilinmektedir. Bu kimse Bedir ve Uhud savaşlarında müslümanların livasını taşımıştır. Müşrikler tarafından ise livâyı yine Abdud-Dara mensup kişiler taşıyordu.
Hicret’ten sonra müslümanların giriştikleri askeri seferlerde livalar orduya ait alâmetler olarak sürekli kullanılmıştır. Livalar genellikle beyaz renkteydi. Bazan da siyah renk kullanılmıştır. Resulullah (s.a.s) zamanında Hayber seferine kadar sadece livalar kullanılmıştı. İlk defa bu savaş esnasında, râyelerin (sancak) kullanıldığına şahit olunmaktadır. Bu savaş esnasında birden fazla râye söz konusudur. Resulullah (s.a.s)’in kendi livası (Sancağı) bu savaş sırasında siyah renkteydi. İbn Abbas (r.a)’dan yapılan bir rivayete göre Resulullah (s.a.s)’in liva’sı, üzerinde Kelime-i Şehâdet yazılıydı. Beyaz renkteki, liva (bayrak) ise Hz. Ali (r.a)’a verilmişti. Mute savaşı sırasında Resulullah (s.a.s), beyaz renkteki liva’yı ordu komutanı Zeyd b. Harise’ye vermiş, savaş esnasında onun şehid oluşuyla livayı ikinci komutan Cafer almış; onun şahadetiyle de Abdullah b. Revaha komutan olarak liva’yı taşımıştı. Onun da şehit olmasıyla düşen bayrağı Sa’id b. Akram almış ve seçilen yeni komutan Halid b. Velid’e tevdi etmişti. Bu olaydan liva’nın savaşın seyri açısından ne kadar önemli bir unsur olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Ancak şu var ki; bazı tarihçiler liva ile râye arasında belli bir ayırım olduğunu ileri sürmüşler, diğer bazıları ise her ikisinin de aynı anlamı taşıdığını kabul etmişlerdir. (Konu hak. Fazla bilgi için bk. M. Hamidullah, hz. Peygamberin Savaşları, 204-217). Bayraklar sonraki devirlerde de kullanılmaya devam etmiştir. İslâmî veya İslâm dışı bütün devletler, bayrak ve sancakları ordularında ve devletin istiklalini ifade etmek üzere devlet merkezlerinde kullanmışlardır. Günümüzde mevcut bütün devletlerin bir millî bayrağı vardır ve bu devletlerin ideolojileri, bayraklarına saygıyı öngörmektedir. Hrıstiyanlığa mensup milletler daha çok inaçlarının bir sembolü olan haçı bayrak motifleri için esas kabul etmişlerdir. Osmanlı devletinde ise, motif olarak hilal kullanılmıştır. Bunun Bizans tesirinde kalınarak benimsenen bir şekil olduğu iddiası (Whitney Smith, Encylopedia Americana, “Flag”, XI, s. 360)’nın dayanağı yoktur. Hilalin benimsenmesinin sebebi müslümanların kullandığı takvimin ayın hareketleri esas alınarak oluşturulmuş olmasıdır. Ayrıca, Medineye gelip müslüman olduğunu bildiren Sad b. Malik el-Ezdi adındaki bir kimseyi Resulullah (s.a.s)in kabilesine başkan atadığı ve ona üzerinde beyaz bir hilalin bulunduğu siyah renkte bir raye verdiği bilinmektedir (İbn Hacer ve el-Kettaniden naklen M. Hamidullah, age., 215)
Selçuklularda ordu
Büyük Selçuklular (1040-1157) devletinde ordu, devletin temelini oluşturmaktaydı. Selçuklu sultanlarının maiyetinde büyük bir ordu bulunurdu. Ayrıca şehzade ve emirlerin de sürekli silah altında tuttukları düzenli orduları vardı. İlk önceleri aşiret kuvvetleri şeklinde olan ordunun yapısı Gaznelilerdeki (963-1186) yapı esas alınarak şekillendirilmişti. Ancak daha sonra devletin toprakları genişleyip büyük bir kudrete ulaştıktan sonra askerî bir teşkilatlanma yoluna gidildi. Büyük Selçuklu Devletinin vezirlerinden Nizamül-Mülk (1018-1092) o zamana kadar, emirlere eyâletler şeklinde taksim edilmiş olan arazileri küçük parçalara ayırarak ikta sistemini getirmiştir. Buna göre hükümdar, şehzade, vali ve emirlerin derecelerine göre iktaları (muayyen gelir olan arazi parçaları) vardı. Göstermiş oldukları yararlılıklar karşılığında bu topraklara (dirlik) sahip olan atlı askerlere sipahi” denilmekte idi. Ayrıca piyade birlikleri de bulunmaktaydı. Selçuklu ordusu çeşitli unsurlardan oluşturulmuştu. Önemli bölgelerin ordu komutanları, “isfehsâlar” veya “sipehsâlar” olarak isimlendirilmekte olup, bu ünvan Samaniler (895-1005) zamanında, merkezi Nişabur olan Horasan orduları komutanının ünvanı olarak kullanılmaktaydı. (Sipehsalar-ı Horosan) İyi bir şekilde teşkilatlandırılan Selçuklu ordusunun asker sayısı dört yüz bin kişi gibi muazzam bir rakama ulaşmıştır. Selçuklularda ordu komutanları aynı zamanda bulundukları bölgenin de valisi idiler.
Selçuklu ordusunun savaş meydanında konuşlandırılması, daha önceki İslâm devletlerinde olduğu gibi, merkez (kalp), sağ kanat (meymene), sol kanat (meysere), öncü (mukaddeme pişdar), ardcı (saka-dümdar) şeklindedir. Selçuklu ordusunda kılıç, ok, yay, kargı, kalkan, zırh, topuz vb. silahlar kullanılmakta, ayrıca mancınık, neftçiler ve barutçulardan oluşan ayrı birimler bulunmaktaydı. Selçuklular, askeri haberleşmenin süratli bir şekilde yapılabilmesi için mükemmel şekilde işleyen bir menzil teşkilatı da kurmuşlardı. Ordunun temelini tımarlı sipahiler teşkil etmekteydi. Sipahiler, ellibaşı, subaşı, emir, serasker, emir-i sipahsalar ve melikül ümera gibi komutanlar tarafından idare edilmekteydi. Bu komutanlar kendilerine verilmiş olan ikta ölçüsünde asker beslemek ve bunları savaşa hazır halde bulundurmakla yükümlüydüler. Savaştan sonra elde edilen ganimetin beşte biri “humus-ı has” adı altında hazineye konurdu.
Anadolu Selçuklularında da ordunun en önemli silahlı gücü tımarlı sipahilerdi. Kapıkulu, piyade ve süvarilerden başka, devlet hizmetine girmiş bulunan aşiretlerin kuvvetleri de ordunun yardımcı kuvvetleriydi. Kapıkulu askerleri gulamlardan teşekkül ettirilmişti. Anadolu Selçuklu ordusu savaş düzeni açısından diğer İslam orduları gibi konuşlandırılmaktaydı. Savaş esnasında esas ordunun yanında, anlaşma gereği savaşa katılan başka gruplar da vardı. Mesela, Moğollarla yapılan Kösedağ savaşında (1243), Selçuklu ordusunda Rum, Frenk, Gürcü, Ermeni askerleri de bulunmaktaydı.
Ordunun mevcudu hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Kösedağ savaşında yardımcı kuvvetlerle birlikte ordu, yetmiş bin kişilik bir rakama ulaşıyordu. Selçuklu askerlerinin sayısı elli bin kişi kadardı.
Anadolu Selçukluları Antalya, Alaiye (Alanya) ile Karadeniz kıyısında Sinop’u ele geçirdikten sonra, buralarda tersaneler kurup donanma inşa ettiler. Ancak bu donanmanın durumu hakkında fazlaca bilgi yoktur. Donanma komutanı “reisu’l bahr” ünvanıyla anılmaktaydı.
Osmanlı ordusu
Osmanlı ordu teşkilatı Anadolu Selçukluları, İlhanlılar ve Memluklular devletlerinin askeri teşkilat yapılarından belirli ölçülerde yararlanılarak kurulmuştur. Osmanlı devleti henüz bir uç beyliği durumundayken, yapılan fetihler tamamen aşiret kuvvetlerine dayanılarak gerçekleştirilmişti. Bu kuvvetlerin tamamı süvariydi ve muhasaralarda yetersiz kalıyordu. Bunun için, ihtiyaca cevap verecek ve sürekli savaşa hazır halde bulunacak bir ordu kurulması zorunluluğu hissedildi. Yaya ve atlılardan oluşturulan ordunun atsız kısmı “yaya”, süvarileri ise “müsellem” şeklinde isimlendirilmişti. Bu ilk düzenli ordu biner kişilik birlikler halinde tertiplenmiştir. Osmanlı Kapıkulu ocaklarının kuruluşuna kadar savaşlarda fiili olarak hizmet gördüler.
Osmanlı Devleti, Rumeli tarafındaki fetihlerle genişleyince daha fazla askere ihtiyaç duyuldu. Bu ihtiyaç, esir alınan hristiyan çocuklarının İslam terbiyesi üzere eğitilerek bir askerî sınıf oluşturulması yolunu açtı. Kapıkulu Ocağının çekirdeğini meydana getiren bu teşkilat, 1.Murad zamanında Kazasker Çandarlı Halil ve Konyalı Molla Rüstemin teşvik ve gayretleriyle kurulan Acemi Ocağı ve Yeniçeri ocağı teşkilatlarıyla merkezi teşkilat içendeki yerini aldı.
Kapıkulu Ocağı, altı kısımdan meydana gelmekteydi:
1- Acemi Ocağı
Yeniçeri Ocağına asker yetiştirmek için kurulmuştur. Bu ocağa alınan çocuklara “acemi oğlanı” denilmekteydi. Acemi oğlanları, savaşta alınan esirlerden beşte bir (pencik) ve Osmanlı tebaasından olan diğer gayr-i müslim çocuklarından olmak üzere iki yoldan temin edilmekteydi. 10 ile 17 yaşları arasından vücutça sağlam olanlar seçilmekteydi. Bu çocuklar Anadolu’daki müslüman çiftçilerin yanına verilir, daha sonra Yeniçeri Ocağı’na nakledilirlerdi. Genellikle sekiz sene olan eğitimden sonra Yeniçeri Ocağı’na kabul edilirlerdi.
2- Yeniçeri Ocağı: Balkanlardaki askerî gelişmeler, sürekli bir yaya kuvvetinin bulunmasını gerektirmiştir. 1363 yılında I. Murad tarafından kurulan Ocak, Selçuklu ve Memluklular örnek alınarak tesis edildi. Yeniçeri Ocağı’nın kurulmasında Çandarlı Kara Halil ve Kara Rüstem’in büyük katkıları olmuştur. İlk kuruluşunda Ocağa bin kişi alınmış ve bu sayı zamanla artmıştır. Yeniçeri askerleri, savaşlarda padişahın bulunduğu, ordunun merkez kolunda yer alır; padişah bunların arkasında veya ortalarında dururdu. İlk önceleri yeniçeriler sadece yaya bölüklerinden oluşmaktaydı. Fatih Sultan Mehmed zamanında 1451 yılında Sekban bölüğünün de kurulmasıyla iki sınıf haline gelmiş; sonraki tarihlerde “ağa bölükleri” denilen üçüncü bir sınıf daha tesis edilmişti. Yeniçeri Ocağının en büyük komutanı “yeniçeri ağası”ydı ve ondan sonra sekbanbaşı gelirdi.
Yeniçeri askerleri ok, yay, kılıç, kalkan, kargı, bıçak gibi savaş araçlarını kullanmaktaydılar. Bu silahları kullanabilmek için Ocağın talimhanesi vardı ve buradaki subaylar askerlerin eğitimleri ile ilgilenmekteydiler (İ. Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., I, 510, 511).
Yeniçeri Ocağının mevcudu XV. yüzyıl ortalarına kadar onbin kişiydi. Bu sayı XVI. yüzyıl sonlarında yirmi yedibin; XVII. yüzyıl başlarında otuz yedibine ulaşmıştır. Bu sayı sürekli yükselerek Karlofça anlaşması sırasında yetmişbine çıkmıştır.
Yeniçeriler, Osmanlı Devleti’nin başarılı savaşlar yapmasını sağlayan en önemli yaya gücü idi. Ancak Ocak, III. Murad zamanında bozulmaya başlamış, devşirme kanununa aykırı olarak Ocağa asker alınmış; bu da sayının kalitesiz şekilde artmasına ve Ocağa giren bu başıboş, eğitimsiz kimselerin devlet içinde asayişin bozulmasına sebep olmuştur. Savaş yapamaz derecede bir bozulmaya uğrayan Ocak, devletin siyasî işleriyle ilgilenen, isyanlar çıkararak devlet adamlarını azlettiren ve istedikleri kimseleri idarî makamlara getiren hatta padişahları değiştiren bir güç halini almıştı. Aslında Yeniçeri Ocağı çöküş noktasına gelen tek kuruluş değildi. Çürüme ve bozulma, devleti bütün müesseseleriyle kuşatmış bulunmaktaydı.
Yeniçeri Ocağı, Osmanlı Devleti’nin batılılaştırılması çalışmalarına şiddetle karşı çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nde batılılaşma çalışmalarını ciddi şekilde uygulamaya koyan ve bu yüzden halk tarafından “gâvur padişah” olarak nitelendirilen II. Mahmud, kendisine başkaldıran yeniçerileri 15 Haziran 1826’da Sultanahmed Meydanında Peygamber’in Liva-i Şerifi altında toplanan kuvvetlerle Aksaray (At meydanın) da topa tutarak imha etmiştir. Birkaç yüz yıl Osmanlı Devletinin bir anlamda varlığının garantisi olan ocak, islah edilip, düzene koyulamamış ve ortadan kaldırılarak devletin en önemli silahlı gücü yok edilmişti.
3- Cebeci Ocağı: Yaya askeri olan Yeniçerilerin silahlarından olan ok, yay, kalkan, kılıç, tüfek, balta, kazma, kürek, kurşun, barut vb. silah ve malzemeyi tedarik veya imal eden ocak. Cebeciler, savaş zamanında gerekli olan silah ve malzemeyi Yeniçerilere dağıtır, savaş sonrasında bu silahları toplayarak bakım ve tamirlerini yapardı. Ocağın en üst rütbeli subayı “Cebecibaşı” olup ondan sonra Ocak Kethüdası gelirdi. Özellikle kale kuşatmalarında faal rol alan humbaracı ve lağımcı bölükleri bu ocağın içerisinde yer almaktaydı. Ocağın personel ihtiyacı Acemi Ocağı’ndan karşılanırdı.
4- Topçu Ocağı: Kapıkulu ocaklarının yaya kısmından olan Topçu ocağı, top dökmek, top mermisi yapmak ve top atmak gibi görevlerden sorumluydu. Osmanlı ordusunda top, ilk olarak I. Murad zamanında 1389’da meydana gelen I. Kosova savaşında kullanılmıştı. Toplar çoğu zaman muhasara edilen kalenin önünde dökülürdü. Ocağın başındaki subaya “topçu başı” denilmekteydi.
5- Kapıkulu Süvarileri: Bu ocağın askerleri, sarayın Enderun kısmı ile dış saraylardaki iç oğlanlarından alınan kimselerin terfi edenlerinden oluşmaktaydı. Kapıkulu süvarilerinin, tımarlı süvarilerden ayırd edilmesi için bu ocağın süvarilerine kapıkulu süvarisi veya “bölük halkı” denilirdi.
Tımarlı Sipahiler
Osmanlı devletinin toprağa bağlı atlı askerî kuvvetleridir. Tımarlı süvariler, görmüş oldukları hizmet karşılığında kendilerine ikta edilen yerlerin vergilerini alırlardı. Tımarlı süvariler, Kanunî devrinin en önemli askerî gücünü oluşturmaktaydı.
Akıncılar
Akıncılar mükemmel bir teşkilata sahiptiler ve sınır boylarında bulunurlardı. Bunlar hafif süvari birlikleri olup, asıl ordunun öncü kuvvetleri durumundaydılar. Çok hızlı hareket kabiliyetine sahip olan akıncı birlikleri, düşman topraklarına, ana ordudan önce girer, ve yaptıkları gerilla tarzı saldırılarla halkın kalbine korku salarak direnme güçlerini kırarlardı. Akıncılar sadece bir sefer esnasında görev yapmayıp, sürekli olarak düşman toprakları içinde faaliyet gösterir, hatta canları pahasına düşman hatlarının gerilerine sarkarlardı. İlk fetih dönemlerinde Evrenos Bey akıncıları vardı. Sonraları Mıhaloğulları, Tunahan Bey ve Malkoç Bey akıncıları ortaya çıkmıştır (İ. Nakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1982, l, 518).
Fatih zamanında, her şeyiyle teşekkül ettirilen Osmanlı ordusu, gerek teknik donanım ve gerekse teşkilat yapısı olarak son şeklini almıştı. Kanunî zamanında Osmanlı ordusu çağın en güçlü ordusu durumundaydı. Bu dönem de Osmanlı ordusu, Hindistan’dan Viyana kapılarına kadar çok geniş bir coğrafi sahada başarılı bir şekilde harekatlarda bulunuyordu. Ve bir çok cephede aynı anda savaş yapabilecek kuvvete sahipti. 1610’larda kapıkulu askerlerinin maaş yekûnu 80 milyon akçaya ulaşmıştı. Kanunî, ateşli silah kullanan hristiyan piyadelerine karşılık tüfekli Yeniçerilerin sayısının arttırılması ihtiyacını duydu. Bu durum giderlerin yükselmesine ve mali açıdan problemlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Tımarlı sisteminin gerilemesi ve eyalet askerlerinin dağılması sonucunu doğuran bu olay, devleti askerî yönden bir bunalımın içine sürükledi. 1683 yılında Viyana önlerinde bozguna uğramasından sonra yapılan savaşlar, Osmanlı ordusunu oldukça yıpratmıştı. Rus ve Avusturya cephelerinde aynı anda savaşmak zorunda kalan ordunun yeniden yapılanması zorunluluğu ortaya çıktı. XVII. yy. birtakım yenilikler yapılarak, Yeniçerilerden ayrı bir kuvvet oluşturulması düşünüldü. Ancak bu gerçekleştirilemedi. Sadece Yeniçeri Ocağında bazı düzenlemelerle yetinildi.