NÛR
Işık, aydınlık, ziya, parlaklık; şan, şeref; eşyayı ortaya çıkaran ve onun gerçekliğini gözler tarafından görünür kılan. Çoğulu “envâr”dır. Ziyâ kelimesiyle eş anlamlı olduğu kabul edilir. Ancak, bu iki kelime arasında ifade ettikleri şeyler açısından bazı farklılıklar ileri sürülmüştür. Parlaklığı bizzat kendinden olan cisimlerin yaydığı ışıklara ziyâ; başka bir ışık kaynağı vasıtasıyla parlak olan cisimlerin saçtığı ışığa ise nûr denilmektedir. Bu tanım, şu ayeti kerimeye dayandırılmaktadır: “Güneşi, ışıklı (ziyalı) ayı nurlu kılan… (Yunus,10/5). Bu ayeti esas alan bazıları, ziyanın, nurdan daha kuvvetli bir anlamı olduğunu iddia etmişlerdir.
Işık olarak nûr ile ziyâ arasında bir ayırım yapılmadan, Kozmoğrafya ve fizikle ilgilenen bilim adamları tarafından bir takım çalışmalar yapılmış ve ışığa has özellikler tesbit edilerek cisimlerle olan ilişkileri açıklanmaya çalışılmıştır. Bu konudaki çalışmaların en mühimi İbnul-Haysem’in optik ilminden bahseden Kitâbul-Menâzir’idır. İbnul-Haysem, ışık açısından cisimleri iki grup olarak değerlendirmektedir. Bunlardan biri, parlaklığının kaynağı bizzat kendisi olan cisimler (güneş, yıldızlar ve ateş gibi) ve karanlık olan cisimler. Karanlık cisimler ise kendi arasında saydam, yarı saydam ve saydam olmayanlar gibi bir tasnife tabi tutulurlar.
Aydınlığı bizzat kendisinden olan cisimlerin ışığı onların cevherî bir vasfıdır. Karanlık olup, başka bir kaynaktan gelen ışığı yansıtan ve bu yüzden parlak olan cisimlerin bu durumu, onlar için arazdır. Ancak ışık, her iki durumda da karşısında bulunan cisimleri aydınlatır.
Kazvînî de, bir kısmını kozmoğrafyaya tahsis ettiği, Âcâibu’l-Mahlukât ve Garaibu’l-Mevcudât” isimli eserinde konuyla ilmî olarak ilgilenmiş ve bazı deneylere dayanarak ışığın özellikleri hakkında bir takım çıkarımlarda bulunmuştur.
Nûr (ışık) kavramı, antik çağlara ait mitolojilerde, efsanelerde, gerçek ve batıl dinlerde etkileyici bir unsur olarak yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Ayrıca, mistik ve metafizik ile ilgili açıklamalarda, ilahiyât ve kozmolojide, nûr-ışık-aydınlık motifi sürekli işlenmiştir.
Nûr, bazan sadece fizikî anlamda, bazan da esrarlı bir remz, bir sembol olarak kalp ile algılanan mecazî anlamda kullanılır. Mecazî olarak kullanıldığında; nitelediği kişiyi, nesneyi yüceltir. Ona bir kutsiyet kazandırır. Bunun içindir ki, dinî olarak önemli ve büyük kabul edilen şahıslar ışıklı, nurlu bir çerçeve içerisinde telakki edilerek insanüstü vasıflarla nitelenirler. Bazı dinler ve felsefî inançlar tamamen nûr motifi üzerine kurulmuşlardır. Bunlardan birisi Maniheizm olup, bu inanışa göre evren deki bütün varlıklar aydınlık ve karanlık (nûr ve zulmet) karşıtlığı üzerine kurulmuştur. Nûr iyiliğin, zulmet de kötülüğün sebep ve kaynağıdır. Evren bu karşıtlığın mücadele alanıdır ve iki güç arasındaki savaş kesintisiz olarak devam eder. Bu tanım, aynı şekilde Mecusîliğin dualist (iki tanrılı) inancıyla da uyum içerisindedir. Zaten onlar iyilik tanrısını sembolize eden ve bir ışık kaynağı olan ateşe tapmaktaydılar (bk. Mecusilik mad.).
Bazı batılı filozoflar ve onların İslâm dünyasındaki uzantıları olan felsefeciler, çoğu zaman varoluşu ve bu varoluşun evrelerini ışık kavramı üzerine oturturlar. Allah’ın varlığını ve zatını, vahyin dışında, aklı kullanarak izah etmeye çalışanlar, ilahlığı ışıkla veya ışığın akılla olan ilişkileriyle tanımlama yoluna gitmişlerdir. Böyle bir inanç sisteminin temelleri Platon tarafından atılmış ve Aristo tarafından oldukça tekâmül ettirilmiştir. Batılı filozoflar tarafından geliştirilen metafizik ve ilahiyata dair bu nazariyeler pek az değişiklikle onların uzantıları olan Farabî ve İbn Sina tarafından iktibas edilmiştir. Onlar, ışık inancını akıl ile bağlantılı olarak kullanmışlardır. Farabî, Akl’ın ışığını ele alırken bir çok eş anlamlı kelimeler kullanmıştır. İbn Sina, Farabî’nin açıklamalarını genişletmiş, onun ilahiyatındaki ışık kavramını ruh ile beden arasında bir birleşme olarak telakkî etmiştir.
Sûfîler de, nûr (ışık) terimini yaygın bir şekilde kullanmışlardır. Bunlardan bazıları, Kur’an-ı Kerîm’de geçen ve Allah Teâlâ’nın yüklediği anlamlar çerçevesi içerisinde kalmış; diğer bazıları da doğu ve batıdaki nûr (ışık) akidelerinin tesiri altında kalarak farklı mecralarda yol almışlardır.
Burada, salt ışık akidesi üzerine kurulmuş felsefi bir ekol olan ve Mecusîliğin nûr-zulmet akidesinin tesiri kadar, batılı filozofların ışık inançlarının tesirinde de kalarak ortaya çıkan İşrâkîlikten bahsedilmesi gerekmektedir. İşrâkîliğin kurucusu, Eyyûbîler devrinde yaşamış olan ve yaydığı düşünceler İslâm akidesiyle çeliştiği için Halep’te 1191 yılında idam edilen Şihabüddin Sühreverdî’dir. O, İşrakî doktrinini oluştururken, İbn Sina’yı ve İslâm öncesi Pisagorculuk, Eflatunculuk ve Hermetizm esaslarını kaynak almıştır. Ancak onun felsefesi bu felsefeyi temellendiren kaynakların çokluğuna rağmen, eklektik bir felsefe olarak nitelendirilmekten uzak olup, orijinal özelliklere sahiptir. Meşşaî ekolün, hakikatın akıl yoluyla keşfine önem vermesine karşılık; o, gerçeğin ancak sezgi yoluyla kavranabileceği tezini ileri sürmüştür.
İşrâk kelimesi Arapça’da hem doğu hem de aydınlarıma ve ışık alemiyle alakalıdır. Sühreverdî, Kosmosun gerçekliğini açıklamaya çalışırken bu iki anlamı iç içe kullanmıştır. O, coğrafî Doğu-Batı yatay çizgisini dikey boyuta çevirir. Bu onun felsefesinde kutsal coğrafyayı oluşturur. Doğuyla kastedilen; madde ve karanlıktan tamamen soyutlanmış, dolayısıyla fanî gözlere görünmeyen saf ışıklar veya baş melekler alemidir. Batı ise, madde ve karanlıklar dünyasıdır. Orta batı da, ışığın karanlıklarla karışık olduğu görünür semalardır.
Sühreverdî’ye göre varlığın gerçekliği, çeşitli yoğunluk derecelerine sahip olan ışıktan başka bir şey değildir. Ona göre, hakikatın cevheri olan nûr’un tanımlanması mümkün değildir. Bu, ışıktan daha açık ve belirgin bir varlığın mevcud olmayışından dolayıdır. Işık ise, tüm eşyanın açık ve belirgin hale gelmesinin yegane sebebidir. O, varlığı incelerken bir ışıklar hiyerarşisi tesbit eder. Işıklar ışığı (nurul-envar) dediği saf ışık; ışığının yoğunluğu ve parlaklığı sebebiyle gözlerin idrak edemeyeceği, kör edici ilahî zattır. Bu ışıklar ışığı tüm varlığın kaynağıdır: Ve mevcudatın gerçeklik boyutları, ışık ve karanlığın derecelerinden başka bir şey değildir.
Işıklar ışığından sonra, sırasıyla melekler hiyerarşisini ve sonuçta şuhûd âlemini (görünen varlık), aynı ışık sembolizmini kullanarak açıklar. Sühreverdî, bu konuda da İslâmî anlayıştan tamamen soyutlanmış olarak hareket eder. Madde âlemini incelerken, madde âleminin arketipleri olan melekleri sıralar. Bu ise Mazdekî melek anlayışının aşağı yukarı aynısıdır. Ayrıca bu, yıldızlara tapan putperestlerin yıldızlar için tayin ettikleri arketipler olan meleklerden pek de farklı değildir. Sühreverdî’nin ortaya koyduğu ve bağlılarının geliştirdiği İşrâkî felsefe, bazı sûfî akımlar ve felsefi ekoller üzerinde derin tesirler bırakmıştır.
Nûr kavramı Kur’an-ı Kerîm’de bazan salt fizikî anlamda; çoğu zaman da Kalbî-ruhî gerçekleri ifade etmede mecâzî anlamlarda kullanılmaktadır. Kur’an-ı Kerîm, vahyin dışında ve onunla zıtlaşacak bir biçimde şekillenen bütün düşünce ve sistemleri, “zulumât” (karanlıklar) olarak nitelendirmektedir. Bunun karşısında ise ilahî vahyin nuruyla aydınlanmış tevhid çizgisi üzerinde uzanan yol bulunmaktadır. Ayetlerde bu yol “nûr” olarak nitelenmektedir. Ayetlerdeki kullanımı dikkate alındığında, hidayeti içeren ve kurtuluşa götüren her şeyin nûr olarak adlandırıldığı görülmektedir. Allah Teâlâ her şeyi aydınlatan ve varlığı, rahmet nûruyla kuşatan bir nûrdur. Kur’an-ı Kerim ve onu getiren peygamber; insanları şirkin, putperestliğin cahilî hayatın karanlığından kurtarıp hidayet aydınlığına ulaştıran bir nûrdur. Nûr suresinde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. Kandil cam içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Ne tam doğuda ne de tam batıda olan mübarek bir zeytin ağacının yağıyla tutuşturulur. Yağ neredeyse ateş değmeden bile tutuşup ışık verecek kadar saf ve parlaktır. Bu, nûr üstüne nûrdur. Allah dilediğini nûruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. Allah herşeyi çok iyi bilendir” (en-Nûr, 24/35).
Müfessirler bu ayeti tefsir ederlerken Allah Teâlâ’nın, nûr ile vasfedilmesini işrâkîlerin ve bazı sûfilerin yaptığı gibi gizemli ve batınî yorumlarla değil, lafız ve manasındaki i’câzı gözönünde bulundurarak açıklamışlardır.
Bu ayet sınırsız olanı sınırlı olan insan idrakine yakınlaştırmak için bir örnektir. Göklerde ve yerlerde bulunan bütün varlıkları aydınlatan, dilediğini nûruyla hidayete erdiren Allah Teâlâ kastedilmektedir. Yoksa işrakilerin ve diğerlerinin iddia ettiği gibi Allah Teâlâ’nın zatının, nûr olduğunu söylemek sapıklıktır. Allah Teâlâ, nûrun yaratıcısı ve var edicisidir:
“Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nûru) var eden Allah’a mahsustur” (el-En’am, 6/1).
Ayetin müteşabih olduğu gayet açıktır. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, ayette, mucizevî bir ifade ile Allah Teâlâ’nın, bütün kâinatı ortaya çıkaran, insanlara bunun varlığını gösterip idrak ettiren, varlığa dair gerçekleri onlara bildiren, kalbleri huzura kavuşturan ve dilediğine hidayet yolunu açan gerçek Rab olduğu gerçeğinin kastedilmiş bulunduğu açığa çıkmaktadır. Bu kelime Allah hakkında dar ve sınırlı anlamıyla değil, ancak mutlak anlamıyla kullanılabilir. Yani yalnızca o, tezahürün, görünmenin, ortaya çıkmanın gerçek ve asıl nedenidir; aksi halde kâinatta karanlıktan başka hiç bir şey olmaz. İşık veren ve başka şeyleri aydınlatan her şey, ışığını ondan alır. Hiç bir şeyin ışığı kendinden değildir.
Nûr kelimesi, “bilgi” anlamında da kullanılır. Dolayısıyla, cehalete “karanlık” denir. Allah, bu anlamda da kainatın nûrudur. Çünkü, hakikat ve hidayetin bilgisi yalnızca O’ndan gelir. O’nun nûruna başvurmadan, dünyada karanlıkla cehalet ve neticede kötülük ve şerden başka bir şey olmayacaktır (Mevdudî, Tefhimu’l-Kur’an, İstanbul 1986, III, 488).
Ayetteki; “O’nun nurunun misali…”cümlesi, “Allah göklerin ve yerin nurudur” ifadesinden doğabilecek bir yanlış anlamayı ortadan kaldırmaktadır. Burada Allah için “nûr” kelimesinin kullanılması, hiç bir zaman O’nun zatının nûr olduğu anlamına gelmez. Nûrun kaynağı olarak mükemmelliğinden dolayı, Allah’a “nur” denilmiştir. Ayetin başında yer alan “Allah göklerin ve yerin nûrudur” anlamındaki “Allahu nurissemavâti vel ard ” nazmının delâletiyle, İslamî kaynakların tamamında, ayetten bağımsız olarak kullanıldığı zaman, bu cümle ile mutlak anlamda Allah Teâlâ’nın kastedildiği anlaşılır.
Allah Teâlâ için kullanılan “nûr” kelimesinden; her şeyi kuşatan ve aydınlatan, vahyinin ve o vahyin içerdiği kurtuluş ve gerçek iç aydınlığının kastedildiğini belirten ayetler vardır. Bir ayet -i kerimede Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır” (et-Tevbe, 9/32; es-Saf 61/8). Buradaki nûr, Resulullah (s.a.s)’a vahyedilen İslâm’dır.
Allah Teâlâ, insanların şirkin ve cehaletin karanlığından İslâm’ın aydınlığına ulaşmalarını sağlamak için, İslâm dışılığın sembolü olan “zulmet” ve İslâm’ın hidayetinin sembolü olan “nûr” kelimelerini bir arada, birbirine kıyaslanabilecek şekilde bir çok ayeti kerimede kullanmaktadır. Ayrıca, Allah’ın dinine tabi olmak; zulmetten (karanlıktan) çıkıp nûr (aydınlık)a ulaşmak şeklinde ifade edilmektedir:
“Allah, o kitabda rızasına tabi olanları selamet yollarına eriştirir. Onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Ve onları doğru yola iletir” (el-Mâide, 5116).
Bazı ayetlerde nûr, Allah’ın ayetlerini içeren kitablardır:
“Şüphesiz Biz, içinde hidayet ve nûr bulunan Tevrat’ı indirdik” (el-Maide, 5/44); “Biz, (Meryem oğlu İsa’ya) içinde hidayet ve nûr olan İncil’i verdik…” (el-Maide, 5/46).
Şu ayeti kerimede olduğu gibi, bazan, Resulullah (s.a.s.)’in özelliklerinden söz eden bir tarzda kullanılmaktadır:
“Ey Peygamber! Biz seni, bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a davet eden bir davetçi ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik” (el-Ahzâb, 33/45-46).
Diğer bazı ayetlerde de nûr, ahirette dünyadaki iyi amelleri yüzünden mükafatlandırılacak kimseler için bir mükâfat olarak zikredilir. Yani o kimseler kıyamet gününde onları bütün endişelerden sıyıran bir nûr’a sahip olacaklardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“O gün mümin erkeklerin ve mümin kadınların nurlarının önlerinde ve sağlarında koştuğunu görürsün. Melekler onlara “Bugün sizin müjdeniz altından ırmaklar akan cennetlerdir…” (el-Hadid, 57/ 12). Allaha ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar gerçekten doğru olanlar ve şehitlerdir. Bunların Rableri katında mükafatları ve nurları vardır ” (el-Hadid, 57/19).
Hadis-i şeriflerde de nûr kelimesinin bazı vahyî gerçekleri ifade etmek için kullanıldığı görülmektedir. Bu kullanım nitelik olarak Kur’an-ı Kerim’deki kullanımla uyum içerisinde olup, hiçbir yanlış tefsir ve anlamaya sebep vermeyecek bir netliktedir.
Allah’ın kitabı, içinde hidayet ve nûr bulunan bir kitabtır. Onun syetleri tabi olanları nihaî kurtuluşa ulaştırıp nûruyla kalbleri ve gönülleri aydınlatarak, insanlığı kötülüklerin karanlığından, hidayet ve aydınlığa kavuşturur. Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Ben size iki şey bırakıyorum. Onlardan biri, içinde hidayet ve nûr bulunan Allah Teâlâ’nın kitabıdır. Allah’ın kitabındakileri alın ve ona sımsıkı yapışın…” (Ahmed b. Hanbel, IV, 367).
Yine hadisler, Kur’an ayetlerinin kıyamet günü bir nûr olarak onları okuyanları aydınlatacağını haber vermektedir.
“Kim Allah Teâlâ’nın kitabından bir ayet dinlerse, ona kat kat sevap yazılır. Her kim de onu okursa o kimse için o, kıyamet gününde bir nûr olacaktır” (Ahmed b. Hanbel, II, 341).
Namaz da müminler için bir nûr olarak zikredilmektedir:
“Namaz bir nûrdur. Sabır da bir ziyadır” (Müslim, Taharet, 1).
Başka bir hadiste de; “Gecenin karanlığında namaza yürüyen kimseye Allah Teâlâ onu kıyamet gününde bir nûr olarak o kimseye gönderir” (Darimî, Salat, 133).
Kıyamet gününde nûr, yalnızca mümin kimselere ait olarak sürekli var olacaktır. Kâfirlerden farklı olarak, nifaklarının bir cezası olarak münafık kimselere bir nûr verilecek; ancak o, kısa bir süre sonra Cehennem’e yuvarlanmalarıyla sönecektir. Bir hadiste Resulullah (s.a.s) bu durumu şöyle açıklamaktadır.
“…Mümin veya münafık her insana bir nûr verilecek, sonra o nûrun peşine takılacaklar. Cehennem köprüsünün üzerinde bir takım çengeller ve pıtrak dikenleri vardır. Bunlar Allahın dilediklerini tutacaklar, sonra münafıkların nûru sönecek, müminler kurtulacak. Onlardan ilk zümre yüzleri Bedr gecesinde ay gibi (parlak) yetmiş bin kişi olarak hesap görmeden kurtulacaklar, sonra onların arkasından gelenler gökteki yıldız nûrları gibi gelip geçecekler…” (Müslim, İman, 84).
Nûr kavramı yaradılışla alakalı olarak melekler ve Resulullah (s.a.s) için kullanılan fizik ötesi bir manayı ifade etmektedir. Allah Teâla melekleri nûrdan yaratmıştır. Bir hadiste şöyle denilmektedir: “Melekler nûrdan yaratıldı. Cinler ise dumanlı alevden yaratıldılar. ” (Müslim, Zühd, 10):
Aclûnî, Cabir (r.a)’dan şöyle bir hadis nakletmektedir: “Babam anam sana feda olsun ya Resulullah, Allah’ın eşyadan önce yarattığı ilk şeyin ne olduğunu bana haber ver” dedim: Resuûlullah (s.a.s) şöyle dedi: Ey Cabir! Allah Teâlâ, eşyayı yaratmadan evvel kendi nûrundan senin nebînin nûrunu yarattı” Bu nûr, Allah’ın dilediği şekilde onun kudretiyle deveran ediyordu. Bu vakitte, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Mülk, Sema, Yer, Güneş, Ay, Cin ve İnsan ortalarda yoktu. Ne zaman ki Allah, mahlukâtı yaratmayı diledi; bu nûru dört parçaya böldü. Birinci bölümden kalemi, ikincisinden levh’i, üçüncüsünden de Arş’ı yarattı. Sonra da dördüncü bölümü tekrar dört parçaya ayırdı. Bunun ilk parçasından Hameletül Arş’ı, ikincisinden Kürsî’yi, üçüncüsünden de kalan melekleri yarattı. Sonra da dördüncü parçayı tekrar dört kısma ayırdı. Bunların ilkinden gökleri, ikincisinden yerleri; üçüncüsünden de Cennet’i ve Cehennem’i yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dörde böldü. Birinci bölümle müminlerin gözlerinin nürunu, ikincisiyle marifetullah (Allah bilgisi) olan kalplerin nurunu, üçüncüsüyle de Kelime-i Tevhidi yarattı”. Aclûnî’nin naklettiği bu hadisi Abdurrezzak, İbn Cabir’den rivayet etmiştir. Aclûnî, Mevahib’de de hadisin aynı şekilde rivayet edildiğini kaydetmektedir (el-Aclûnî, Keşful-Hafâ, Kahire t.y., I, 311).
Bu hadis ve diğer bazı hadisler çerçevesinde Arş’ın Kalem’den önce yaratılışı hakkında ihtilafların varlığı zikredilmiş ve hadiste geçen nûr’un ne anlama geldiği açıklanmaya çalışılarak, yanlış bir anlamanın önüne geçilmek istenmiştir: “Allah Teâlâ için muhal olduğundan dolayı O’nun nûrundan kastedilen, kelimenin zahirine göre, O’nun zatıyla kaim olan bir nûr değildir. Çünkü nûr ancak cisimlerle birlikte var olabilir. Burada kastedilen, Muhammed’i, nûrundan önce yaratılmış bir nûrdan varettiğidir. Buna ek olarak şu ihtimal de eklenebilir. Muhammed’i yarattığı nûr, O’nun zatıdır. Ancak bu, Muhammed’in yaratıldığı nûrun madde olduğu anlamında değildir. Aksine Allah Teâlâ’nın, hiç bir şeyi aracı kılmadan, nûru yaratması hakkındaki iradesine ilişkin bir manası vardır (Aclûnî, 312).
Bu açıklama, işrakîlerin, maddî nûr anlayışı ile ilahî gerçekliği ortaya koymaları felsefesinin çarpıklığını da göstermektedir. Allah Teâlâ’nın her türlü yakıştırmaların ötesinde olduğu, Kur’anî ve mutlak bir gerçektir. Ve onun zatının gerçekliği, insan aklının kavrayabileceği sınırların çok ötesindedir.
Bu hadislere dayanan bazı sûfilerin Muhammedî nûr’un intikali hakkında ileri sürdükleri şeyler, akli verilere dayanmakta olup; mesnedten yoksundurlar. Aynı zamanda nübüvvetin devamını niteleyen nûr-i Muhammedî’nin Resulullah’tan sonra masum imamlar yoluyla Ehl-i beyt’te devam ettiğini iddia etmenin de hiçbir tutarlı dayanağı yoktur.
Nûr, Allah Teâlâ’nın elinde olan ve dilediğini delalete, sapıklığa düşmekten kurtardığı ve onunla insanları hidayete erdirdiği ilâhî bir hakikattır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Veya inkâr edenlerin amelleri derin bir denizdeki karanlıklara benzer. Bir deniz ki, onu üst üste dalgalar örtmüş dalgaların üstünden de bulutlar, bir biri üstüne yığılmış kat kat karanlıklar, insan elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile göremeyerek. Her kime ki, Allah nûr vermedi, artık onun nûru yoktur” (en-Nûr, 24/40).
Ömer TELLİOĞLU