NİSA SURESİ
Kur’an-ı Kerim’in dördüncü suresi. Yüz yetmiş altı ayet, üç bin yedi yüı kırk beş kelime ve on dört bin beşyüz otuz beş harften ibarettir. Fasılası elif, lâm, mim ve nun harfleridir. Medenî surelerden olup, nüzûl sırası Mümtehine suresinden sonra gelmektedir. Bazı bölümlerinde kadınlarla alakalı hükümlerden bahsedildiği için bu adı almıştır. Bakara suresinden sonra Kur’an’ın en uzun suresidir. Hz. Âişe’den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: Kur’an’ın yedi uzun suresini kim öğrenip bellerse, o kişi bilgin sayılır” (Ahmed b. Hanbel, VI, 73, 82; Hakim, II, 305) buyurmuştur. Nisa suresi de bu sureler arasındadır.
Nisa suresi, Uhud savaşının peşinden başlayarak hicri sekizinci seneye kadar uzanan bir zaman zarfında bölüm bölüm nâzil olmuştur. Sureyi oluşturan bölümlerin nüzûl tarihlerinin tesbit edilmesi zor olmakla birlikte, ele aldığı konular ve bunların dayandığı sebepler gözönünde bulundurularak belirgin olmamakla birlikte nüzûl seyrini takibetmek mümkündür. Örneğin, şehitlerin miraslarının varislerine dağıtılması ve yetimlerin haklarının korunması problemi, Uhud savaşında yetmiş müslümanın şehadetinin peşinden ortaya çıkmış olduğuna göre, bu konuda düzenlemelerde bulunan surenin başından yirmi sekizinci ayetine kadar olan bölümün bu dönemde nazil olduğu söylenebilir.
Sure, Âl-i İmran ve Bakara surelerinde olduğu gibi teşekkül etmekte olan İslâm toplumunun karşılaştığı problemlerin çözümünü içermektedir. Bilindiği gibi, Mekke dönemi daha çok, insanların akidelerini şirkin, putperestliğin pisliklerinden temizlemek için yapılan mücadeleye sahne olmuştur. Medine’ye hicret ile İslam devlet haline gelmiş ve bünyesinde topladığı insanların ahlakî, sosyal, ekonomik ve siyasi yönden gerekli olan eğitimlerinin verilmesi durumu ortaya çıkmıştı. Bir taraftan, genç İslam devletini her taraftan kuşatan müşrik güçlerle savaşırken aynı zamanda İslam savaş hukuku prensipleri vazediliyor, diğer taraftan da ilahi hikmetin gereği olarak gelişen olaylar birer nüzûl sebebi kılınarak toplumu ilgilendiren bütün konuların Rabbanî emirler çerçevesinde tanzim edilmesi olayına şahit olunuyordu.
Bu suredeki hükümlerin bir kısmı daha önce inen bir takım ayetlerle kıyaslandığı zaman, teşriin tedrici olarak, yaşanan hayata uygulandığı görülür. Bunun sebebi, yerleşmiş olan değerlerin tek hareketle sökülüp atılmasının zorluğudur. İslâm dışı ahlakî, kültürel, sosyal, ekonomik ve politik değerlerin atılıp, yerine yenilerinin konması bir sürecin takip edilmesini gerekli kılıyordu.
Nisa suresi bu sürecin önemli bir merhalesini oluşturmaktadır. Cahilî putperest düzenin inananlar üzerindeki etkilerini yoketmek, onlara kendine has yepyeni bir kimlik kazandırmak için toplumun temelini oluşturan esaslar üzerinde düzenlemelerde bulunmaktadır. Bu yeni şekil, ilahî bir kaynaktan geldiği için tarih içindeki belirli bir zaman dilimini değil kıyamete kadar insanların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak mükemmelliktedir. Zaten teşrideki tedricilikden gözetilen hedef, İslâmın hükümlerinin peşisıra gönderilip, seçkin bir topluluk tarafından pratiğe dökülerek, sonraki nesillere bir örnek teşkil etmesidir.
Surenin, cahiliyetin pisliklerinden temizlemeyi hedef aldığı toplumun içinde bulunduğu durumu incelediğimiz zaman, çağlar boyu aynı kalan bir süreklilik içerisinde cahili ve müşrik toplumların aynı haksızlıkları ve zulümleri işledikleri görülür. Yani o zamanki Arap toplumu ve içinde bulunduğu durum, bugünün müşrik putperest cahilî toplumlarının ve düzenlerinin içinde bulunduğu durumdan hiç te farklı değildir.
Nisa suresinin değiştirmeyi hedef aldığı toplum nasıl bir toplumdu? Bakıldığında, güçsüz kimselerin haklarının çiğnenmekte, özellikle yetim kızların hakları, kendilerini ve mallarını korumaları gereken vasîleri tarafından gasbedilmekte ve kadınlara hiçbir hak tanınmadan zulmedilmekte olduğu görülür. Kadınlar, mirastan mahrum bırakılmaktaydı ve bir eşya gibi kocası öldüğünde ona elkonulmakta ve evlere hapsedilerek hakları çiğnenmekteydi.
Sureye, insanoğlunun yaradılışı hatırlatılarak durumunu değerlendirmesi ve gönderilen emirlere uyması için bir uyarı yapılarak girilmektedir. Aynı şekilde bu ilk ayet sosyal hayatın üzerine bina edildiği İslâm’ın temel kaidelerinden birisini oluşturmaktadır. Akrabalık, toplumun sosyal ve ahlakî bütün değerlerini içeren bir kurum olarak telakki edildiğinden Allah Teâlâ, ilk ayetle birlikte, akrabalık bağlarının koparılmaması hususunda kendisinden korkulması gerektiğini bildirmektedir:
“Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve bu ikisinden bir çok erkek ve kadın türeten Rabbinizden korkun. Adına bir birinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan korkun ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Muhakkak ki Allah, sizin üzerinizde tam bir gözeticidir” (1).
Bu uyarının hemen peşinden yetimlerin haklarının korunması konusundaki emir ve hükümler yer almaktadır: “Yetimlere mallarını verin. Temizi murdara değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır” (2).
Yetimlerle ilişkiler düzenlenirken evlilik ve nikâh konusu da gündeme getirilerek, yürürlükte olan çarpıklıklar yeniden bir düzenlemeye tabi tutulmaktadır. Allah Teâlâ, eşit davranılmak ve haksızlıktan emin olunmak kaydıyla birden fazla evliliğe izin vermektedir. Ancak bu aynı anda dört kadınla evlilik kurmakla sınırlandırılmıştır.
Kadınların mehir konusundaki haklan zikredilirken aynı zamanda yetimlerle alakalı hükümler ve uyulması icabeden prensipler ayrıntılı bir şekilde ortaya konulmaktadır. Bu arada, miras hukukunun esasları tesbit edilerek aile fertlerinden her bireyin tahakkuk eden hakkının kendisine verilmesi tenbihlenmektedir:
“Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedi kalırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve O’nun Resulüne karşı gelir, O’nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır” (13-14).
Peşinden zina suçu zikredilerek verilmesi gereken cezalar bildirilmektedir (15-16). Ancak buradaki hükümler daha sonra nazil olan Nûr suresindeki ayetlerle değiştirilmiştir.
Eşlerinden ayrılmak isteyenler, mehir konusunda onlara haksızlık yapmamaları için uyarılarak, evlenilmesi haram olan kimseler zikredilmektedir (23).
Allah Teâlâ, evlilik, aile içi ilişkiler, evlenilmesi helâl ve haram olan kimseler ve bunlara ait hükümleri teferruatlı olarak bildirdikten sonra bu konudaki malumatın ayrıntılı bir şekilde verilmesinin hikmetini şöyle ifade etmektedir:
Allah size dininizin hükümlerini açıklamak, sizden önceki doğru kimselerin yoluna iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Çünkü Allah Âlimdir, hüküm ve hikmet sahibidir” (26).
Hemen peşinden iman edenler, mallarını aralarında batıl yollarla yememeleri konusunda uyarılarak karşılıklı rızaya dayanan ticaretle geçimlerini temin etmelerinin helâl olduğu bildirilmekte, sonra, tekrar ana-baba ve akrabalarla alakalı miras konusuna dönülmekte (33) ve erkeklerin eşlerine, bazı olumsuz hareketleri karşısında nasıl davranmaları gerektiği üzerinde durulmaktadır.
İman eden kimselerin çevrelerine karşı bazı sorumlulukları vardır. Allah Teâlâ, kendisine ibadet edilmesini ve hiçbir şeyin kendisine ortak koşulmamasını bildirdikten sonra, müminlerin beraberinde yaşadıkları insanlara iyilikte bulunmalarını emretmektedir: Allah’a ibadet edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez” (36).
İşte bu kibirlenen, diğer insanlara karşı büyüklük taslayan kimseler mallarından muhtaç olanlara hiçbir harcama yapmazlar ve diğer varlıklı kimselere de kendileri gibi olmalarını tavsiye ederler. Allah Teâlâ, bu davranış şeklini kâfirlere ait bir özellik olarak nitelerken şöyle buyurmaktadır:
“Bunlar cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emrederler. Allah’ın kendilerine lutfundan verdiği nimeti gizlerler. Biz, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırladık” (37).
Daha sonra namazla alakalı bazı hükümler bildirilmektedir. Ancak, ayetin; “Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın…” (43) mealindeki kısmı daha sonra nâzil olan; “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktir. Bu pislikten kaçının ki, kurtuluşa eresiniz” (el-Maide, 5/90) mealindeki ayet ile neshedilmiş ve içki kesin olarak yasaklanmıştır.
Peşinden gelen ayetler, kitap ehlinin içinde bulunduğu sapıklıkları ve inanan insanları imanlarından döndürmek için gösterdikleri gayretleri ortaya koymakta ve onların Allah’a iftira edip, puta ve şeytana inandıkları; inkarcıları müminlere tercih ettikleri, Allah’ın kitabındaki gerçekleri tahrif ettikleri ve bu kimselerin Allah tarafından lanetlendiği bildirilmektedir:
Allah’ın lânet ettiği kimseler, işte bunlardır. Allah kime lânet ederse artık sen ona bir yardımcı bulamazsın ” (52).
Allah Teâlâ, iman edip salih amel işleyenlerin mükafat olarak elde edecekleri cennet ve oradaki nimetleri zikrettikten hemen sonra, emir sahiplerinin, topluma ait görevlere atamalarda bulunurken ve inananların idarecilerini seçerken nasıl davranmaları gerektiğini ve hükmederken adil olmaları icabettiğini bir emir şeklinde bildirmektedir:
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah size ne güzel nasihat ediyor. Allah Semi’dir, Basir’dir” (58).
Sure’de toplumun küçük birimlerinde meydana gelen evlilik, aite işi ilişkiler ve akrabalar ile ilgili münasebetlere ait hükümler ve öğütler teferruatlı bir şekilde verildikten sonra, İslâm’ın bütününü kapsayan; dinî, siyasî, kültürel sistemin temelini oluşturan prensipleri ortaya koyan; “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere itaat edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, aranızda her hangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmünü Allah’a ve Peygamber’e havale edin. Bu, daha hayırlıdır. Ve netice bakımından daha güzeldir” (59) mealindeki ayet gelmektedir.
Kur’an, tek gerçek otorite olan Allah Teâlâ’ya tam bir teslimiyetle itaat etmeyi dinin temel prensibi olarak ortaya koymaktadır. İman etmiş hiç bir kimseyi, başka bağlar ve zorunluluklar Allah’a itaatten yüz çevirmeye zorlayamaz. O’na itaatin sözkonusu olduğu yerde mümin için, boyun eğmekten ve emredileni yerine getirmekten başka bir seçenek yoktur. Başka bir şeye olan bağlılık veya itaat olayı, Allah Teâlâ’ya itaat ile alakası olmayan ve O’na isyanı içermeyen konularda kabul edilebilir. İman etmekle müminin kabullenmiş olduğu, Allah Teâlâ’nın tek Rab ve itaat edilmeye layık tek İlah olması gerçeği, diğer bütün bağlılık ve ahidleri geçersiz kılmaktadır. Resulullah (s.a.s) bunu:
“Yaratıcıya isyanın sözkonusu olduğu yerde yarattıklarından hiçbirine itaat edilmez” sözüyle net bir şekilde ortaya koymuştur.
Ayette ikinci olarak zikredilen Peygambere itaat emri Allah Teâlâ’ya itaat etmenin tek yoludur. Çünkü, Allah Teâlâ’nın emirlerini öğrenmenin tek kaynağı Peygamberdir. Bunun içindir ki, Allah’a itaat etmek O’nun Resulüne itaat etmekle mümkün olmaktadır. Peygambere isyan, ona bağlılıktan yüzçevirme, onu göndermiş olan Allah Teâlâ’ya isyan etmek demektir. Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır:”Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur”
Surenin daha sonra gelen bir ayeti de aynı gerçeği vurgulamaktadır: “Kim peygambere itaat ederse, Şüphesiz Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüzçevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik” (80).
Ayette, üçüncü olarak Allah ve Resulünden sonra, müslümanların aralarından seçip, işlerini idare etmeleri için görevlendirdikleri, emir sahiplerine (ulul-emr) itaat emredilmektedir. Ulul-emr kavramının kapsamı çok geniş olup, toplumun en yüksek kademelerinden en alt kademelerine kadar, bütün idarecileri kapsamaktadır. Bu yöneticiler, müslüman oldukları, Allah’a ve Resulüne itaat ettikleri sürece onların emrettikleri şeyleri yapmak, verdikleri görevleri yerine getirmek imânî bir yükümlülüktür. Allah’a ve Resulüne itaat etmeleri, onlara itaatın ön şartıdır. Bu şartları taşıdıkları ve emrettikleri şeyler Allah’a isyanı içermediği müddetçe bu emir sahiplerine karşı çıkmak, onlara isyan etmek caiz değildir. Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Emrettiği şey günah olmadığı sürece, bir müslümanın kendilerine yetki verilen idarecilerin emirlerine, hoşlansın veya hoşlanmasın itaat etmesi gerekir. Eğer, yönetici ona günah olan bir şeyi yapmasını emrederse, o yöneticiyi dinlememeli ve emirlerine de itaat etmemelidir” (Buharî, Müslim).
Ayetin, ortaya koyduğu dördüncü prensip, müslümanların; aralarındaki ihtilafların, yöneticiler ile ortaya çıkan problemlerin çözümü ve toplumsal hayatın fert fert bütününü içine alan münasebetlerin tanzim edilmesinde Allah Teâlâ’nın emirleri ve peygamberinin sünnetini esas alarak, koymuş oldukları hükümlere eksiksiz uyulması ve boyun eğilmesi olayıdır. Bu imanî bir yükümlülüktür. Meselelerin çözümlenmesi için bu mercilere gidilmediği takdirde, Allah’a kulluk ve O’nun Resulüne itaatten yüz çevrilmiş ve iman çerçevesinin dışına çıkılmış olur. Allah Teâlâ bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “…Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmünü Allah’a ve Peygambere havale edin… “
İnsanlar müminler olduklarını iddia ettikleri halde, kendileriyle alakalı kararlar vermesi için kitap ve sünnetten başka bir otoriteye başvurdukları ve verdiği hükme rıza gösterdikleri takdirde gerçekte birer inkârcı durumundadırlar. Allah Teâlâ bu kimselerin durumlarını; “Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia edenleri görüyor musun? Onlar, hakem olarak tağuta başvurmak istiyorlar. Halbuki kendilerine tağutu inkâr etmeleri emredilmişti. Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor” (60). Ayette tağut kelimesi, Allah’ın hükümlerine göre karar vermeyen, Allah’ı tek hakim, Resulünü de nihaî otorite olarak tanımayan hüküm sistemini tanımlamaktadır (bk. Tağut mad.).
Münafıkların, Allah’ın ve Resulünün hükmüne uyma konusundaki nifakları dile getirildikten sonra, peygamberlik müessesesinin fonksiyonu; “Biz, bütün peygamberleri Allah’ın izniyle kendilerine ancak itaat edilsin diye gönderdik…” ifadesiyle ortaya konmaktadır. Arkasından Allah Teâlâ kasem ile, ihtilaflarını Peygambere götürerek, onun verdiği karara mutmain bir kalp ile razı olup, boyun eğmedikçe hiç kimsenin iman etmiş sayılmayacağı gerçeğini net bir şekilde gözler önüne sermektedir:
“Rabbine yemin olsun ki; aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamıyla boyun eğmedikçe, iman etmiş sayılmazlar” (65). Bu ayet önceki ayetlerde bahsedilen hususları kesin bir sonuca bağlamaktadır.
Surede, itaat konusu ete alındıktan sonra, Allah’ın dinini yüceltmek, O’nun nurunu söndürmek isteyen müşrik güçlerin saldırılarını etkisiz kılmak ve İslâm tebliğinin önündeki tağutî engelleri ortadan kaldırmak için kaçınılmaz bir yükümlülük olan cihad konusu işlenmektedir. Allah Teâlâ, iman eden kimselere seslenerek şöyle buyurmaktadır:
Ey İman edenler! Tedbirinizi alın. Bölük bölük veya toplu olarak savaşa gidin ” (71).
Kalbinde nifak olan bir kimse inananların başına bir musibet geldiği zaman onlarla birlikte gitmemiş olmasını kendisi için bir nimet sayar ve; “…Allah bana nimet ihsan etti de onlarla beraber olmadım ” (72) der. Ancak, müminlerin lehine bir sonuç ortaya çıktığı zaman da:”… Keşke onlarla beraber olsaydım da büyük bir başarı elde etseydim” der” (73).
Dünya hayatını önemsemeyip nefislerini cennet karşılığında Allah Teâlâ’ya satan kimselere Allah yolunda savaşmaları bildirilmekte, peşinden de tağutî düzenlerin zulmü altında inleyen ve kurtarılmaları için Allah Teâlâ’ya kesintisiz duada bulunan mustaz’afların bu feryadları karşısında hareketsiz duran müslümanlara sitem edilmekte ve yükümlülükleri kendilerine şöyle hatırlatılmaktadır:
“Size ne oluyor da, kadın, erkek ve çocuklardan güçsüz olanlar (mustaz’aflar); Ey Rabbimiz, halkı zalim olan memleketten bizi çıkar. Kendi tarafından bize bir koruyucu ver ve yine tarafından bize bir yardımcı gönder” diye yalvarırken Allah yolunda savaşmıyorsunuz? İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kafirler ise, tağut’un yolunda savaşırlar. O halde siz de şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki, şeytanın hilesi zayıftır” (75-76).
Allah Teâlâ’nın savaşı farz kılmasından dolayı bazı kimseler müthiş bir ölüm korkusuna kapılırlar ve düşmanlarından Allah’tan korkmanın ötesinde bir korkuyla korkar ve insanları savaştan vazgeçirmek için bütün gayretleriyle çalışırlar ve; “Rabbimiz! Bize savaşı niçin farz kıldın? Bizi yakın bir zamana kadar geri bırakmalı değil miydin?… ” (77) derler. Allah Teâlâ insanoğlu için takdir edilmiş olan ölüm gerçeğini dile getirerek onların endişe ve korkularının ne kadar anlamsız bir duygu olduğunu; “Nerede olursanız olun, ölüm sizi yakalar. Sağlam yapılmış kalelerde bulunsanız bile…” (78) ifadesiyle dile getirmektedir.
Münafık ve zayıf inançlı kimselerin iki yüzlülüklerinin sebebi onların Kur’an hakkında kalplerinde taşıdıkları şüpheleridir. Allah Teâlâ bu tip insanlar için; bir delil olsun diye şöyle buyurmaktadır:
“Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından olsaydı onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı” (82).
Kişiler sadece fâili oldukları amellerden sorumlu değillerdir. Başkalarının işlemiş oldukları şeylere aracılık yapmak, o işin sonucunda ortaya çıkan durumdan bir pay alınmasına sebep olur:
“Kim iyi bir işe aracılık ederse, onun da o işten payı olur. Kim de kötü bir işe aracılık ederse onun da o işten payı olur. Allah, herşeyin karşılığını verir” (85).
Daha sonra hicretle alakalı bazı durumlar zikredilerek, münafıkların İslâm yurduna hicret etmek hususundaki ilgisizlikleri bildirilmekte ve onlara karşı takınılması gereken tavır ve uygulanması icabeden hükümler tespit edilmektedir. Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
“Başka bir takım münafıklar da vardır ki, hem sizinle hem de kendi topluluklarıyla barış içinde olmak isterler. Fakat ne zaman fırsat bulsalar
ihanete dalarlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içerisinde yaşamak istemezler, savaştan el çekmezlerse, onları yakalayın ve nerede bulursanız öldürün. İşte öylelerine karşı Allah size açık bir yetki vermiştir” (91).
Peşinden gelen ayette, iman etmiş bir kimsenin, diğer bir mümini kasten öldürmesinin iman etmiş olduğu halde mümkün olmadığı bildirilmektedir. Ancak hataen öldürürse kefaret olarak diyet ödemesi icap etmektedir. Öldürülen kimsenin, arasında bulunduğu topluluğun durumuna göre kefâret şekli değişmektedir.
Bir mümini kasten öldüren bir kimsenin arınması için hiç bir yol yoktur. O kimse Allah’ın gazabına ve lânetine uğramış olduğu halde ebedî olarak kalacağı cehennem ateşine atılacaktır.
“Bir mümini kasten öldürmenin cezası ise içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır” (93).
İslâm’ı yaşamanın mümkün olmadığı bir ortamda bulunan müslümanların ellerinde imkanları olduğu takdirde dinlerini serbestçe yaşayabilecekleri bir yere derhal hareket etmelerinin imanî bir zorunluluk olduğu bildirildikten sonra, böyle hareket etmeyen kimseler için; “… İşte onların durağı cehennemdir. Orası ne kötü gidiş yeridir” (97) buyurulmaktadır.
Allah Teâlâ, elinde göç etmek için hiç bir imkân bulunmayan ancak, içinde bulunduğu durumun şuurunda olarak kıvranan gerçek muztaz’afların bağışlanacaklarını bildirmektedir.
“Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve göç için yol bulamayan gerçekten zayıf erkekleri, kadınları ve çocukları Allah’ın affetmesi umulur. Çünkü Allah çok affeden, çok bağışlayandır” (98-99).
Daha sonra yolculuk ve savaş esnasında namazın kılınması hakkındaki hükümler ve eda şekli bildirilmektedir.
Kâfirler batıl olan amellerini gerçekleştirmek ve tağutlarına tabi olarak İslâm’ı yeryüzünden silmek için çeşitli zorluklara katlanarak mücadele vermektedirler. Müslümanların iman etmiş oldukları gerçekleri hâkim kılmak için kâfirlerin katlandıkları zorluklardan daha fazlasına cesaret ve sabırla göğüs germeleri gerekir. Allah Teâlâ bunu; “O topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah’tan onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız…” (104), ifadesiyle açıklamaktadır.
Allah Teâlâ, merhametinin genişliğini insanlara bildirerek, kendisine şirk koşmanın dışında dilediği kimseleri bağışlayacağını bildirmektedir:
“Allahın bağışlamadığı tek günah şirktir. Bunun dışında herşeyi dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan kişi büyük bir sapıklığa düşmüştür” (116).
Allah Teâlâ, şirk içerisinde olan kimselerin gerçekte şeytana tapındıklarını, şeytanın da insanları sapıtmak için sürekli uğraşmakta olduğunu ve kendisine tabi olanları boş vaadler ve boş ümitler vererek aldattığını bildirmektedir.
“Müşrikler Allah’ı bırakıp bir takım kişileri çağırıyorlar ve Allahın lânetlediği inatçı şeytandan başkasına yalvarmıyorlar. (Onların uyduğu şeytan) “kullarından belli bir payı kendime ayıracağım ve onları sapıtacağım. Onları boş kuruntulara sokacağım, onlara emredeceğim, onlar da benim emrimle hayvanların kulaklarını yaracaklar. Onlara emredeceğim, Allah’ın yarattığını değiştirecekler”. Kim Allah yerine şeytanı dost edinirse açık bir ziyana uğramıştır” (117-119).
Ayetteki, “Allah’ın yarattığını değiştirecekler” cümlesi, yaratıklar üzerinde müslümanların menfaatı için yapılan doğru ve yerinde değişiklikleri kastetmemektedir. Ayet, eşyanın, hayvanların ve insanların fıtratları dışında bir şekle sokulup, kullanılmaları olayını tarif etmektedir. Bu anlamda değerlendirildiğinde, erkek ve kadınlardaki cinsî sapmalar, doğum kontrolü, insanların ve hayvanların kısırlaştırılması, hücrelerin genetik yapılarının değiştirilerek hilkat garibesi yaratıkların türetilmesi gibi işleri kapsadığı anlaşılır. Çağımızda gen mühendisliği denilen bilim dalı bu konu üzerinde yoğun uygulamalı çalışmalar yapmaktadır. Allah Teâlâ’nın yarattığı mahlukatı, şekil, hal ve fonksiyonları açısından bir değişime tabi tutma işleminin şeytan tarafından müşrik kimselere emr ve ilham edildiği ortaya konmaktadır.
Sure tekrar, ilk konusuna dönerek, kadınlar, yetim kızlar, kimsesiz çocukların durumları, evlilik, eşler arasındaki ilişkiler ve kadınlar arasında adaletli davranma konusunda iman eden kimseleri doğru yola iletmek için etkili tavsiye ve emirlerde bulunmaktadır (130-134).
Allah Teâlâ, iman eden kimselere hitap ederek, O’nun koymuş olduğu hükümler çerçevesinde adaletin gerçekleştirilebilmesi için şahitlik konusunda, en yakın akrabaların aleyhinde bile olsa, doğruyu söylemeleri gerektiğini bildirmektedir:
Ey inananlar! Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun. Adalet ve deliller kendiniz, anne-babanız veya yakınlarınız aleyhinde bile olsa, sözkonusu kimse zengin de olsa fakirde olsa farketmez. Çünkü Allah ikisine de sizden daha yakındır. O halde keyfinize uyarak adaletten sapmayın. Eğer (şahitlik yaparken dilinizi) eğip bükerseniz ve doğruyu gizlerseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır” (135).
İman edenlere, durumlarını gözden geçirip, hakkıyla ve gerektiği üzere, Allah’a, Resulüne, indirdiği Kitaba ve önceki kitaplara iman etmeleri emredilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:
“…Çünkü kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, o büyük bir sapıklığa düşmüştür” (116).
Münafıkların müminlerle ve kâfirlerle olan ve duruma göre değişim gösteren ilişkileri dile getirilerek bu kimselerin nifakları, onların Allah Teâlâ’ya hile yapmak kadar büyük bir sapıklık içinde oldukları ve onların ibadet yaparken sadece insanlara gösteriş yapmayı amaçladıkları; Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Onlar, namaza kalktıkları vakit tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı pek az anarlar” (142) ifadesiyle açıklığa kavuşturulmaktadır.
İman eden kimselerin kâfirlerle dostluk kurmaları, onlarla birlikte hareket etmeleri iman gerçeğinin yasakladığı bir durumdur. Allah Teâlâ, mümin kullarını böyle bir yola sapmaktan kurtarmak için onlara şöyle hitab etmektedir:
Ey iman edenler! müminleri bırakıp ta kafirleri dost edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz” (144).
Surenin son kısmı, Ehl-i Kitabın İslam’a, onun Peygamberine ve geçmiş peygamberlere karşı aldıkları inkarcı ve nifak dolu tavırlarını konu edinmektedir. Resulullah (s.a.s)’in çağrısına karşılık ondan kendilerine gökten bir kitap indirmesini isteyen kitap ehlinin bu isteklerindeki samimiyetsizlikleri ortaya konarak onların Mûsâ (a.s)’dan daha büyüğünü istedikleri ve söz verdikleri halde görmüş oldukları bütün mucizevî delillere rağmen sapıklıkta direttikleri anlatılmakta ve onların bu tavırları karşılığında kalplerinin mühürlenmiş olduğu bildirilmektedir:
Ahitlerini bozdukları ve Allah’ın ayetlerini inkâr ettikleri, haksız yere peygamberleri öldürdükleri ve; kalbimiz kapalıdır” dedikleri için onlara lânet ettik. Doğrusu Allah, inkâr etmeleri sebebiyle onların kalplerine mühür vurmuştur. Onlardan pek azı iman eder” (155).
Daha sonra Allah Teâlâ, kullarına karşı olan sınırsız ve kuşatıcı merhametinin bir tezâhürü olarak, nasihat üslûbuyla şöyle buyurmaktadır:
Ey insanlar! Şüphesiz ki Peygamber, Rabbiniz tarafından size gerçeği getirmiştir, iman edin. Bu, sizin için daha hayırlıdır. Şayet inkâr ederseniz bilin ki göklerde ve yerde olan herşey Allah’a aittir. Allah, Âlim’dir, Hakim’dir” (170).
Kitap ehline din hususunda aşın gitmemeleri konusunda bir uyarı yapıldıktan sonra, iman edip salih amel işleyenlerin kavuşacakları mükâfatlar; yüzçevirip kibirlenenlerin karşılaşacakları; “can yakıcı azap”tan bahsedilmekte ve peşinden de yine insanlara yönelik bir hitap ile Kur’an’ın bir delil ve apaçık bir nûr olduğu gerçeği; Ey insanlar!… Size, Rabbinizden bir delil geldi ve size apaçık bir nûr indirdik” (174) ifadesiyle ortaya konulmaktadır.
Sure, mirasın bölüşümü konusunda teferruata inerek hükümler koyan ayetle son bulmaktadır.
Ömer TELLİOĞLU