NAKÎB, NAKÎBU’L-EŞRÂF
Hz. Muhammed (s.a.s)’in neslinden gelen kişilerle ilgili işleri gören kimse.
Pek çok anlamı içeren nakîb kelimesi, bir topluluğun veya kabilenin reisi veya vekili anlamlarına geldiği gibi, tekkelerde şeyhlerin yardımcısı konumundaki en kıdemli derviş veya dede manasına da gelir. Ancak bu kelimenin daha çok, Hz. Muhammed (s.a.s)’in soyundan gelen kişilerin işlerini görmek üzere içlerinden devlete tayin edilen memur anlamında kullanıldığı görülmektedir.
Bilindiği üzere Hz. Peygamber’in nesli, kızı Fâtımâtü’z-Zehrâ (r.an) ile damadı ve amca oğlu Hz. Ali (r.a)’den devam etmiştir. Hz. Ali’nin, büyüğü Hz. Hasan ve küçüğü Hz. Hüseyin o(an oğullarından gelen zürriyet zamanımıza kadar ulaşmıştır. Birbirlerinden farklı olduğunu göstermek için, Hz. Hasan’dan gelen kola “şerif”, Hz. Hüseyin’den gelen kola ise “seyyid” denilmiştir. Ehl-i beytten olanlara, İslâm tarihinin ilk devirlerinden günümüze kadar, her devlet ve iktidar tarafından çok hürmet ve saygı gösterilmiştir. Nakîbül-eşrâf adı verilen kişi, bu soydan gelenler arasından seçilir ve Hz. Peygamber (s.a.s) neslinden gelenlerin işlerine bakar, neseplerini kaydeder, doğumlarını ve ölümlerini deftere geçirir, gelişigüzel mesleklere girmelerine engel olur, fey ve ganimetlerden kendilerine ait. paylarını alıp aralarında dağıtır, hanımların denkleri olmayan erkeklerle evlenmelerine mani olurdu. Bu açıdan nakîbül-eşrâf, Peygamber (s.a.s) hanedanı mensuplarının umumi bir vasisi hükmünde idi (Mehmet Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1983, II, 647).
Nakîbül-eşrâflık makamı, gördüğü fonksiyonların şerefi itibariyle, en yüksek mertebelerden biri kabul edilir ve halifeden sonra protokolde yerini alırdı. Bu sebepten dolayıdır ki, Abbasi halifesi el-Kâdir Billah zamanında nakîbül-eşrâflık görevini yürüten Şerîfü’r-Râdî, halifeye hitaben yazdığı bir şiirde, “Aramızda bir fark varsa, o da sen halifesin ben değilim. Başka yönlerden birbirimizden farkımız yok!” demişti (Pakalın, a.g.e., II, 647).
Kaynaklara göre, Abbasi halifesi Harun er-Reşid ile oğlu Me’mun dönemlerinde seyyid ve şerifler yeşil sarık sarıp yeşil cübbe giyerlerdi. Ancak bir süre sonra bu usûl terkedilmiş olduğundan halk içinde farkedilmez olmuşlardı. Mısır’da Türk Memluk sultanlarından Melik Eşref Şaban (773-1371) zamanında şeritlerin başlarına yeşil bir alâmet sarmaları emrolunmuştur. Bu yeşil alâmet Osmanlı döneminde de bu kişilerin özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlılar, seyyidlere “emir”, başlarına sardıkları yeşil sarığa da “emir sarığı” derlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s) soyundan gelen kadınlar da başlarına yeşil bir alâmet takıyorlardı. Şerif ve seyyidler her zaman yeşil sarıkla gezmeye mecburdu, ancak bunlardan biri şeyhülislâm olacak olursa o zaman şeyhülislâmlara mahsus beyaz sarık sarardı (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1984, s. 163).
Osmanlı Devletinde nakîbül-eşrâflık makamı, Ramazan 802/Mayıs 1400’de Sultan Yıldırım Bayezid döneminde tesis edilmiş ve Emir Buhari talebelerinden Bağdatlı Seyyid Ali Nita’ b. Muhammed adında biri, Anadolu’daki seyyid ve şeriflere nâzır tayin edilerek, kendisine aynı padişah tarafından Bursa’da yaptırılmış olan Ebu İshak Kâzerûnî Zaviyesi’nin tevliyeti verilmiştir (Nevîzâde Atâî, Hadâikul-Hakâik, İstanbul 1268, s. 176; H. Adnan Erzi, “Bursa’da İshakî Dervişlerine Mahsus Zâviyenin Vakfiyesi “, Vakıflar Dergisi, II, 424).
Ankara Savaşı’nda esir edilen Seyyîd Nita’, kısa bir süre sonra serbest bırakılmış ve haccını eda ettikten sonra II. Murad zamanında Bursa’ya gelerek eski görevine dönmüştür. Vefatından sonra oğlu Seyyid Zeynelabidin, seyyid ve şeriflere nâzır olmuştur. Zeynelabidin’in ölümünden sonra Fatih Sultan Mehmed, bu makamı ortadan kaldırmışsa da, sonraları seyyidlik iddiasında bulunan bazı kişiler türediği için, bu konu tekrar ele alınarak bazı yeni düzenlemelere gidilmiştir.
Nakîbül-eşrâflık ünvanı Osmanlılarda XV. yüzyıl sonlarından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Bu ünvanın kullanılması ile ilgili olarak şu olay nakledilir: Sultan II. Bayezid döneminde, padişahın hocası Seyyid Abdullah oğlu Seyyid Mahmud, 900/1494te şerif ve seyyid teşkilâtının başına getirilmişti. Seyyid Mahmud, Arap ülkelerinde seyyid ve şeriflere nezaret eden kişiye “nakîbül-eşrâf” denildiğini görmüş ve bu durumu hükümete intikal ettirerek kendisine bu ünvanın verilmesini talep etmişti (Atâî, a.g.e., s.176). Bunun üzerine sözkonusu ünvan kendisine verilmiştir. Nakîbül-eşrâflık makamı, Osmanlı saltanatının ilgâsına kadar devam etmiştir.
Nakîbül-eşrâfların, Osmanlıların ilk dönemlerinde devletçe ödenen yevmiyeleri yirmi beş akçe iken, daha sonra artarak XVI. asrın sonlarında günde yetmiş beş akçeye yükselmiş ve bu rakam sonraki dönemlerde giderek artmıştır. Nakîbül-eşrâflar, kadılar gibi belirli bir süre için atanmadıklarından uzun seneler bu makamda kalır, gerekli görülürse değiştirilirlerdi. Nakîbül-eşrâfların resmi elbiseleri, XVIII. yüzyıldan itibaren kazasker elbiselerinin aynı idi; ancak başındaki “örf” denilen kavuğun yerine “küçük tepeli” adı verilen kavuk giyip üzerine seyyid ve şeriflere mahsus yeşil renk tülbent sarardı (Uzunçarşılı, a.g.e., s. 166-167).
Nakîbül-eşrâfların, kendi konaklarında daireleri ve maiyyetlerinde hizmet eden adamları vardı. Nakîbül-eşrâflar, eyâlet, sancak ve kazalarda, yine seyyid ve şeriflerden olan kaymakamları aracılığıyla ülkedeki bütün seyyid ve şeriflerin isimlerini içeren defterler tutarlardı. “Şecere-i tayyibe” adı verilen bu defterlerde her seyyid veya şerifin ismi, hüviyeti, silsilesi, evlâdı, ahvâli ve ikâmetgâhına dair bilgiler bulunurdu.
İslâm âleminde seyyid ve şeriflere gösterilen bu rağbetten dolayı birçok kimse bunu istismar edip kendisinin seyyid olduğunu (müteseyyid) iddia eder oldu. Her yer ve zamanda görülmesi mümkün olan bu ve benzeri iddiaların önünü alabilmek, gerçek seyyid ile müteseyyid (seyyid olmadığı halde seyyidlik taslayan)leri birbirinden ayırma işine çok önem veriliyordu. Bunun için de yeni doğan her seyyidin neseb defterinin tutulması, isminin kaydedilmesi ve anne ile babasının da belirtilmesi gerekiyordu. Osmanlı devletinde bu iş biraz daha sıkı kontrol ediliyordu. Bunlar deftere kaydedildikleri gibi ellerine de “temessük” adı verilen tanıtıcı bir belge (hüviyet cüzdanı) veriliyordu. Nitekim, H. 976 senesi Receb ayının başlarında (1568 Aralık sonu) Defterdar Ahmed Çelebi’ye gönderilen bir hükme göre;
Hacı Mansur ve Bayram adındaki kimseler seyyid olduklarını iddia etmektedirler. Bunun üzerine adı geçenler nakîbül-eşrâf önünde gerçekten seyyid olduklarını isbat ederlerse deftere kayd ettirilip ellerine temessüklerinin verilmesi istemektedir (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defteri nr. 7, s. 979).
Seyyid ve şeriflerin kanun ve âdetlere aykırı hareketleri olursa ve İstanbul’da ise nakîbül-eşrâf, taşralarda ise kaymakamları tarafından cezaya çarptırılırdı. Cezalandırma sırasında, önce başındaki yeşil sarık alınarak öpülür; ceza işlemi bittikten sonra başlık iade edilirdi. (Öte yandan mahkemelerde ve divanlarda, davacılar arasında seyyid ve şerifler varsa, bunların davalarına diğerlerinden önce bakılırdı (Uzunçarşılı, a.g.e., s. 167169).
Padişah cüluslarında hükümdara, önce nakîbül-eşrâf bey’at edip dua eder, sonra protokol bey’atını yapardı. Bayram tebriklerinde de öncelik nakîbül-eşrâfa aitti. Her iki tebrikte de rütbesi ne olursa olsun, padişah nakîbül-eşrafa ayağa kalkar ve alkış yapılırdı. Osmanlı padişahlarının cüluslarında bazı nakîbül-eşraflar, kılıç alayı merasiminde yeni padişaha kılıç kuşatmışlardır (Uzunçarşılı, a.g.e., s. 169-170).
Diğer taraftan nakîb kelimesi, tekkelerde şeyh vekili makamında bulunan sülûkü ilerlemiş dervişler hakkında da kullanılmaktaydı. Rifâî, Sa’dî ve Bedevî tarikatlarında sülûklerini ilerletmelerine rağmen “nukebâ” derecesine ulaşamamış dervişlere “nakîb” denilmekteydi (Pakalın, a.g.e., II, 648). Ayrıca bu kelime ile ilgili olarak, “nakîb-i imâret” terimine vakfiyelerde karşılaşılmaktadır. Burada kelime, imaret şeyhinin yardımcısı anlamına gelir.
Mefail HIZLI