MÜRCİE
Günahın imana zarar vermediği tezini savunarak, büyük günah işleyene ümit veren ve onun hakkındaki nihai kararı Allah’a havale edip tehir eden akaid fırkası. Mürcie kelimesi, “tehir etmek, ümit vermek”anlamlarına gelen “irca” kökünden türetilmiş çoğul bir isimdir. İrca kelimesi, çeşitli şekillerde Kur’an-ı Kerim’de de geçmektedir: “Onu ve kardeşini te’hir et, dediler” (el-A’râf, 8/111; ayrıca bk. et-Tevbe, 9/16; eş-Şuara, 26/36).
Mürcie isminin menşei hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Yaygın olan görüşe göre, Mürcie mezhebi, mürtekib-i kebire* (büyük günah işleyen) meselesinin tartışıldığı bir ortamda ortaya çıkmıştır (M.Ebu Zehra, İslam’da Siyasî ve İtikadî Mezhepler Tarihi, Çev. E. Ruhi Fığlalı, Osman Eskicioğlu, İstanbul 1970, s. 166). Ameli imanın ayrılmaz bir cüzü (parçası) olarak gören Haricilere göre, büyük günah işleyen kimse kâfir ve cehennemliktir. Biraz daha yumuşak olmakla beraber, Mutezile de Haricilerle hemen hemen aynı görüşü paylaşmaktadır. Bu tartışmaların yapıldığı sıralarda yeni bir görüş ortaya atıldı. İyi amelin kâfire fayda vermeyeceği gibi, günahın da mü’mine zarar vermeyeceğini savunan bu görüşe göre, mürtekib-i kebîrenin durumunu Allah’a havale etmek (irca etmek) en doğru yoldur. Mürtekib-i kebîre hakkındaki son kararı Allah’a ve âhiret gününe bırakan bu gruba, “tehir edenler, erteleyenler” anlamında “Mürcie” denmiştir (eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975, I/139).
Bazı âlimlere göre irca görüşü, mürtekib-i kebîre meselesinden önce siyâsî bir tutum olarak mevcuttu. Daha Sahabe döneminde, Hz. Osman ile Hz. Ali taraftarları arasında meydana gelen ve neticede tekfire kadar varan görüş ayrılıklarının yaygın olduğu sıralarda bir grup vardı ki, bunlar, her ikisi de mü’min olan bu iki taraf hakkında herhangi bir hüküm belirtmeyip susmayı tercih etmişlerdi. Bu grup, İslâm dünyasında çok acı hatıralar bırakan bu tartışmalara, Hz. Peygamber’in şu hadîsini göz önünde bulundurarak katılmamışlardır:
“İlerde bir sürü fitne kopacaktır, Bu fitneler esnasında oturan yürüyenden, yürüyen de koşandan daha hayırlıdır…”(Müslim, Fiten 12, bab, 3). Fitne ve fesada yol açar endişesiyle, hüküm belirtmekten çekinerek bir kenara çekilen ve son kararı Allah’a havale eden bu gruba, bu tutumlarından dolayı “Mürcie” denmiştir (M.Ebu Zehra, a.g.e., s. 167; Subhi es-Salih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev. İbrahim Sarmış, İstanbul 1981, s. 111). Bu görüşü savunanlara göre, başlangıçta siyasî alanda bir tarafsızlığın ifadesi olan Mürcie, daha sonra akaid sahasındaki bir tarafsızlığın da adı oldu.
Bir görüşe göre de, Mürcie ismi, “irca”nın lügat anlamlarından birisi olan “ümit verme”den gelmektedir. Bunlara göre, mürcie, “taatın kâfire bir faydası olmadığı gibi, günahında imana bir zararı yoktur” şeklindeki ilkeyi kabul etmek suretiyle büyük günah işleyen kimseye ümit vermiştir. Bu nedenle onlara “ümit verenler”anlamında Mürcie denmiştir.
Diğer bir görüşe göre ise, imamet konusunda, Hz. Ali’yi birinci sıradan dördüncü sıraya geçirdikleri için onlara bu ad verilmiştir (eş-Şehristânî, a.g.e., s. 139).
Mürcie mezhebini, iman -ameli ilişkileri çerçevesinde değerlendiren diğer bir görüşe göre de, iman karşısında ameli ikinci plana itip ona fazla önem vermedikler için onlara Mürcie denmiştir (Abdülkahir el-Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Fırak, Çev. E. Ruhi Fığlalı, İstanbul, 1979, s. 179).
Başlangıçta müsbet bir yaklaşımın ifadesi olarak ortaya çıkan irca görüşü, zaman geçtikçe Ehl-i Sünnet çizgisinden uzaklaşarak bid’at ve sapıklık haline gelmiştir. Mezhepler tarihinde “Mürcie” ismi ile daha çok bu grup anılmaktadır. Bunlar, yani sapık ve bid’atçi Mürcie, mürtekib-i kebîre hakkında benimsemiş oldukları mu’tedil kanaatle yetinmeyip, “bu konuda verilmiş hükmü aşarak imanla beraber günahın da bir zarar vermeyeceğini kabule gitmişlerdir” (M. Ebu Zehra, a.g.e., s. 168). Onların temel prensipleri şudur: Nasıl taat küfre fayda vermezse günah da imana zarar vermez. Bu prensipten hareket eden Mürcie, imanı sadece ikrar, tasdik, sevgi ve bilgiden ibaret sayarak kuru bir iman anlayışına sahip olmuştur. Mürcie’nin kollarından birisi olan el-Yûnusiyyeye göre iman Allah’ı bilmek, sevmek ve ona karşı kibirlenmemektir. Bu özellikleri kendisinde toplayan kişi mü’min olur. Bunların dışında kalan diğer temel taat ve ibadetler imandan değildir. Bu nedenle onların terkedilmesi imana bir zarar vermez. Halis iman sahibi bir kimseye günah işlemesi zarar vermez. Mü’min Cennet’e ameli ve taati ile değil ihlâsı ve sevgisi sayesinde girer.
Mürcie’nin Ubeydiyye kolu bağlılarına göre ise, şirkin dışında kalan bütün günahlar kesinlikle affedilir. Tevhid üzere ölen kimseye işlemiş olduğu günah ve kötülükler zarar vermez (eş-Şehristani, a.g.e., I, 140).
Mürcienin bütün kolları, iman-amel ilişkisinde hemen hemen aynı görüşte birleşmişlerdir. Onlar imanla amel arasını kesin hatlarla ayırıp kötü fiilin imana zarar vermeyeceğini; çünkü imanın sadece bilgi, sevgi ve saireden ibaret olduğunu iddia etmişlerdir. “Bu mantıksız ve bozuk sözler ortasında bu mezhebe bağlı kimselerden bir kısmının, imanın hakikatlerini ve taat amellerini küçümsediği, bazılarının da faziletlerini basitleştirdiği görülmektedir. Zaten her bozguncu kimse, bu yolu kendisine mezhep olarak seçmiştir. O kadar ki, bu mezhep içindeki bozguncuların sayısı arttıkça artmış ve onlar da bu mezhebi günahlarına bir vesile, bozgunculuklarına bir sebep ve kötü niyetlerine de bir kolaylık vasıtası saymışlardır (M.Ebu Zehra, a.g.e., s. 170).
İmam-ı Azam ve Mürcie
Büyük günah işleyenin nihaî kaderi hakkındaki hükmü Allah’a havale etme şeklindeki irca görüşü, temelde Ehl-i Sünnetin anlayışına yakın bir görüştür. Ehl-i Sünnet alimlerinin önemli bir kısmına göre de, büyük günah işleyen kimse hakkındaki son karar ahirette belli olacaktır. Allah onu isterse affeder, isterse cezalandırır. Eğer bir mü’min büyük günah işlerse bu davranışıyla imandan çıkmış sayılmaz. O sadece günahkâr bir mü’min olur. Onun cennetlik mi yoksa cehennemlik mi olduğu meselesi Allah’ın iradesine kalmıştır. Allah onu isterse affeder isterse cezalandırır. İşte, Ehli Sünnetin ircası budur.
İmanı, “Allah’ı bilme ve Allah’ı ikrar ile Hz. Muhammed(s.a.s.)’i bilme ve onun Allah’tan getirdiği vahyi ikrar etme” şeklinde tanımlayan İmam Ebu Hanife de imana getirmiş olduğu bu tanım ve iman amel ilişkisi konusunda ortaya koymuş olduğu görüşlerden dolayı Mürcie arasında zikredilmiştir (Subhi es-Salih, a.g.e., s. 114; Hüseyin Atay, Ehl-i Sünnet ve Şia, Ankara 1983, s. 170). Gerçekten de, İmam Ebu Hanife ve onun görüşünü benimseyen el-Pezdevî (öl. 482/1089). es-Serahsî (öl. 490/1097) ve daha bir çok Ehl-i Sünnet âlimine göre iman, kalbin tasdiki ve dilin ikrarıdır. Amel imanın bir cüzü değildir (A. Saim Kılavuz, İslâm Akaidi ve Kelama Giriş, İstanbul 1987, s. 23). Bu görüşte olanlara göre, büyük günahı işleyen kimse kâfir değil; günahkâr mü’mindir. Onun hakkındaki son hüküm Allah’a aittir. Onu isterse affeder, isterse cezalandırır. İşte bu görüşlerinden dolayı Ebu Hanife de Mürcie arasında zikredilmiştir. İmamı Azam’ın Mürrieden sayılıp sayılmayacağı hususunda şu noktaları gözönünde bulundurmak gerekir:
İmam-ı Azam, amelin imanın zorunlu bir parçası olmadığı noktasında ilk Mürcielerle ittifak halindedir. Mürciede olduğu gibi, İmam-ı Azam’a göre de iman, değer bakımından amelden üstündür. Amel, imanın yanında ikinci sırada yer alır. Ameli imandan sonraya bıraktığı (irca ettiği) için, Ebu Hanife’nin bu görüşünde bir irca unsuru mevcuttur. Fakat, burada, sadece, amel ile iman arasında bir derecelendirme söz konusudur. İyi amellerin taat ve ibadetlerin hafife alınması söz konusu değildir. Ayrıca günah işleyen kimsenin mutlaka affolacağı muhakkak değildir. Cenabı Allah’ın iradesine kalmış bir husustur. İsterse günah işlemiş olan bu mü’min kulunu azap eder isterse etmez. Buna göre ibadetler zaruri olup haramlardan da kaçınılması gerekir. Halis Mürcie’ye gelince… Onların, “günah imana zarar vermez” şeklindeki görüşü itaat ve ibadetlerin zaruri olmadığı şeklindeki bir düşünceyi ifade etmektedir. Mürcie, “imanın yanında günahın zarar vermeyeceğini söylemekle günahı hiçe saymış ve iman edenin ne kadar günah işlerse işlesin kendisine ahirette sorgu ve sual sorulmayacağını ve diğer din sahiplerinin de aynı olacağını iddia etmiştir” (Hüseyin Atay, a.g.e., s. 170).
Şunu da belirtmek gerekir ki: Ebu Hanife “mürciî” vasfını kesinlikle kabul etmemektedir. “Mürcie” ifadesinin, bir Kelâm ve Mezhepler Tarihi kavramı olarak ilk etapta çağrıştırdığı anlam gözönünde bulundurulursa, İmam-ı Azam’a mürcie demenin doğru olmayacağı açıktır. Fakat, ameli imandan bir parça kabul etmediğinden dolayı onda da irca görüşünün bulunduğu bir gerçektir. Bununla beraber, bazı alimler bu ismin İmam-ı Azam’a muarızları tarafından, özellikle de Mutezile tarafından verildiğini ifade etmektedirler. Kendi düşüncelerini kabul etmeyen herkesi mürciîlikle itham eden Mutezile, mürtekib-i kebirenin kâfir olmadığını söyleyen İmam-ı Azam’ı da bu isimle vasıflandırmıştır (M.Ebu Zehra, a.g.e., s. 171; Subhi es-Salih, a.g.e., s. 115).
Mürcie, tam anlamıyla istikrar kazanmış bir mezhep olma hüviyetinde değildir. İrca görüşü, sadece bir mezhebe has olmayıp, çeşitli mezheplerce kullanılan bir görüştür. Bu anlamda, halis Mürcienin yanında, Cebriyyenin, Kaderiyyenin ve Haricilerin Mürciesinden de sözedilmektedir (eş-Şehristani, a.g.e., l, 139).
Bazı alimlere göre Mürcie ismi iki şıkta toplanabilir:
A- Bid’atçı Mürcie: Mürcie ismiyle, özellikle bu grup dile getirilmektedir. Mürtekib-i kebîrenin hükmünü Allah’a havale eden bu grup, imanın yanında günahın bir zarar vermeyeceğini iddia edip, taat ve ibadetlerin gereksizliğine inanmıştır.
B- Sünnî Mürcie: Mürtekib-i kebireyi kâfir saymayıp, günahkâr mü’min olarak telakki edenlere de,birincisinden daha özel bir anlamda mürcie denmiştir. Bazı sahabiler, Ehl-i sünnet âlimlerinden Ebu Hanife ve takipçileri, sünnî mürcie mensupları olarak vasıflandırılmıştır (M. Ebu Zehra, a.g.e., s. 171; eş-Şehristanî, a.g.e., I, 146).
Yağar K. AYDINLI