MÜHTEDİ
Doğru yolda olan, İslam’ı kabul eden, başka bir dinden İslam’a geçen kimse.
Doğru yol olan İslam’a girmeye ihtida, İslam’dan çıkmaya da “irtidat” denir. “Mühtedi”nin zıddı “Mürted”tir.
“Başka bir dinden İslam Dinine geçenlere mühtedî veya avdetî denilmiştir. Bağlı olduğu dini bırakarak başka bir dine girenler için genel olarak “dönme” veya “avdetî” tabiri de kullanılmıştır” (Abdurrahman Küçük, Dönmeler Tarihi, Ankara 1990, s. 231).
“Hidayet”, esasında doğru yolu göstermek anlamına gelir: “Bize doğru yolu göster” (el-Fâtiha 1/6).
“Hidayete ermek”, “hidayette olmak” deyimlerinde “hidayet” kelimesi doğru yol anlamında kullanılmıştır. Zıddı “dalâlet” (sapıklık)’tır.
Muhtedi kavramı, İslâm’a dâvet ve İslâm’ın yayılışıyla yakından ilgilidir:
Allah Teâlâ sapıklıkta olan insanları hidayete sevketmek için İslam’ı din olarak seçmiş, peygamber ve kitap göndererek de bu dini tebliğ etmiştir. Hak ve batıl açıkça gösterilmiş; insana, düşünmesi ve aklını kullanması öğütlenmiştir. İmam edip iyi işler yapanlara mükâfaat vadedilmiş; inkâr edip kötülük yapanlar da Cehennem azabıyla korkutulmuştur.
İnsan, hür iradesi ve serbest seçimiyle, kendisine gösterilen iki yoldan birisini seçecek, böylece yaratılış gayesi olan imtihan gerçekleşecektir: “Gerçekten biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yaratmışızdır. Onu imtihan edelim diye kendisini işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona (doğru yolu) gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör” (el-İnsan, 2-3)
Kur’an’da yirmibir yerde geçen muhtedi kelimesi iki anlamda kullanılmaktadır:
1. Genel sözlük anlamı: Doğru yolda olan, mümin olan, kurtuluşa eren.
2. Terim anlamı: İhtida eden, batıl bir dini bırakıp İslâm dinine giren.
“Mühtedi”nin bu ikinci anlamı, genel sözlük anlamının içinde mevcut olmakla beraber, terim olarak, Asr-ı saadetten sonra başka bir dinden İslâmiyete geçenler hakkında kullanılmıştır.
Kur’an’da mühtedilerin ve mühtedi olmayanların özellikleri bildirilmiştir. Gerçekten doğru yolda olmadıkları halde kendilerini doğru yolda (mühtedi) zannedenlere de işaret edilmiştir: “İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar (var ya), işte güven onlarındır. Ve doğru yolda olanlar da onlardır” (el-En’am, 6/82);
“İşte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman “Biz Allah için varız ve biz sonunda O’na döneceğiz derler. İşte Rablerinden bağışlananlar ve merhametler hep onlaradır. Ve yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır” (el-Bakara, 2/156-157; ayrıca bk. et-Tevbe, 9/18);
“İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazanmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir” (el-Bakara, 2/16);
“Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği rızkı Allah’a iftira ederek (kadınlara) haram kılanlar, muhakkak ki ziyana uğramışlardır. Onlar gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak da değillerdir” (El-Enam, 6/140).
“O bir grubu doğru yola iletti. Bir gruba da sapıklık müstahak oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar” (el-A’raf, 7/30).
Kur’an “müttakiler için hidayet rehberi “Hüdâ (el-Bakara, 2/97,185); Allah ve peygamberler de yol gösterici (hadî)dirler (el-Hac, 54; er-Rad 7, el-Furkan 31)
Peygamberler doğru yolu gösteren kılavuzlardır. Bu yola girmek isteyenlere hidayeti nasib ve takdir eden ise Allah Teâlâ’dır.
Hz. Peygamber (s.a.s) Mekke’de İslâm’ı yaymaya başlayınca, O’nun güzel ahlâkını ve doğruluğunu bilen akl-ı selim sahipleri İslâm’a girdiler. Türlü işkence ve zulme göğüs gererek hidayet yolunu seçen bu ilk mühtedileri (es-Sâbikûn el-Evvelûn) Kur’an birçok ayetinde övmektedir (el-Tevbe, 9/100; el-Enfâl, 8/74, 75).
Bu ilk mücahid müslümanlar iman ettikten sonra ölüm pahasına bu imanlarını korudular. İslam’ın ilk şehidleri Yâsir ve Sümeyye bunlardandır.
Kur’an’ın metoduna göre insanlar İslam’a hikmet ve güzel öğütle davet edilir (en-Nahl, 16/125). Yine Kur’an’ın talimatına göre Ehl-i Kitap ile en güzel bir şekilde mücadele etmelidir (el-Ankebut, 29/46).
“Dinde zorlama olmadığı” (el-Bakara, 2/256) ifade edildiğine göre, İslâm’ı seçmek kişinin serbest iradesine bağlıdır. Hiç kimse İslâm’a girmesi için zorlanamaz.
İslâm’a karşı ön yargılı batılıların, “İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığı” şeklindeki düşünceleri tarihi gerçeklere uymamaktadır. Esasında zor kullanmak İslâm’ın davet metoduna aykırıdır.
İslâm’ın yayılış tarihini inceleyen bilginler bu dinin yayılmasını etkileyen faktörleri şöyle sıralamışlardır:
-İslam’ın hoşgörüsü; fethedilen topraklarda şiddet kullanmaktan kaçınması; İslâm’ın gönüllere hitap eden, sâde, kolay ve akla uygun (fıtrî) bir din oluşu; Allah’la kul arasında Hristiyanlıkta olduğu gibi- ruhban sınıfının bulunmaması; güzel ahlâk, insan sevgisi, sosyal yardımlaşma ve dayanışma (geniş bilgi ve örnekler için bk. Ebu’l-Fazl İzzetî, İslam’ın Yayılış Tarihine Giriş, İstanbul 1984).
Gerçekten de ihtida hadisesini bir tek sebebe bağlamak mümkün değildir. Mühtedilerin önceki kültürlerini korumalarına hoşgörüyle bakmak, ihtidayı teşvik edici bir unsur olduğu gibi, onlara ekonomik bazı kolaylıklar sağlamak da ihtida olayının yaygınlaşmasında rol oynamıştır. Mesela; Ömer b. Abdülaziz, valilerine gönderdiği mektupta müslüman olanlardan asla vergi alınmamasını istemiştir (Ebu’l-Fazl İzzetî, a.g.e, 305).
M.S. VIII yüzyıldan itibaren İslâm’ı kabul etmeye başlayan Türkler, müslümanların güzel ahlakından ve samimi davranışlarından etkilenerek ve ancak uzun bir incelemeden sonra X. yüzyılda kitle halinde müslüman olmuşlardır.
Tarihte, ihtida hadiseleriyle ilgili ilginç kayıtlar mevcuttur. Bunlar bilhassa, insanların hiç bir zorlama olmadan serbest seçimleriyle müslüman olduklarını gösteren belgelerdir:
“II Kılıç Arslan zamanında gelişen siyasi ve medenî yükseliş ile muvazi olarak ihtidâların başlaması dikkate şayandır. Filhakika onun zamanında yapılan ve oğlu Süleyman Şah zamanında 1202’de mahkemece tescil edilen Altun-oba vakfiyesi ihtidalara dair mühim bir şart ve tahsisi ihtiva etmektedir. Vakfiyeye göre yerli ve yabancı Hrıstiyan Yahudi ve Mecusi (putperest) olup da dinini değiştirerek müslümanlığı kabul edenlere, bunların yemek elbise ve ayakkabı ihtiyaçlarına, sünnet edilmeleri ve namaz kılacak kadar Kur’an öğrenmelerine vakıf gelirinden tahsisat ayrılmıştır.” (Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, 501);
“Bir ortodoks Rus müellifi Rumların ahlâkî sukûtu ve zulümlerine mukabil Türklerin bahşettiği din hürriyeti ve adâlet dolayısıyla İstanbul’un Sultan Mehmed’in adil eline geçmesini ilâhî bir emir saymıştı. Slavların çoğu da Türklere değil, halâ Bizanslılara düşman gözüyle bakıyorlardı. “… Papazlar ve halk dinlerini korumayı, İstanbul’da Latin şapkası yerine Türk sarığı görmeyi tercih ediyordu…” (O. Turan, a.g.e., 381).
Tarihte İslam devletleri dolaylı yollardan da olsa İslamlaştırma faaliyetinde bulunmuşlardır. Selçuklularda hristiyan çocuklarından meydana gelen askerî sınıf olan “iğdişler”le Osmanlılarda yine hrıstiyan çocuklardan oluşan “devşirmeler” buna örnek olarak gösterilebilir (O. Turan a.g.e., 506-507).
Hidayete ermek için “Şehadet Cümlesi” (Kelime-i Şehadet)’ni dil ile söylemek ve ona gönülden inanmak gerekir. Bu cümle, “Allah’tan başka ibadete layık bir ilâh olmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanır, tanıklık ederim” anlamına gelen cümledir. Bu cümlenin manâsını kalbiyle tasdik eden bir kimseye mümin denir. Bundan sonra müminin, imanının gereği olan ibadetleri (amel-i salih) yerine getirmesi icap eder.
İslam’a giren bir kimsenin ibadetlerle mükellefiyeti İslam’a girdiği tarihten başlar. “Günahından tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir” hadisine göre kul hakkı hariç önceki günahları affolunur. Kul hakkı için hak sahibiyle helallaşması gerekir. Mühtedî, gusül yapar, kendisine bir müslüman ismi seçer. Yeni girdiği Dinin hükümlerini öğrenmeye başlar. Namaz kılabilecek kadar sure ve dua ezberler. Bunlar kendisine farzdır. Müslüman olan erkek, sünnet olur.
Müslüman olan kadının eğer kocası müslüman değilse nikâh batıl olur. Çünkü müslüman bir kadının bir kâfirin nikâhı altında bulunması câiz değildir.
Müslüman olmak için herhangi bir tören şart değildir. Ancak, müslümanların sahip oldukları haklardan yararlanabilmesi için müslüman olarak tescil edilmesi gerekir. Başkalarını teşvik gayesiyle bir din aliminin başkanlığında bir tören yapılarak dini telkin ve tavsiyelerde bulunulması, hediye verilmesi faydalı olur.
İslam’a yeni giren bir kimse hayatında yeni bir döneme girmiş demektir. Bu bakımdan ona, doğru bir islâmî eğitim vermelidir. Çevresindekiler, İslâm’ı en iyi şekilde yaşayarak ona örnek olmalıdır. İhtilaflı konulara girmemeli, devamlı umut vererek, maddî-manevî yardımda bulunulmalıdırlar.
Halit ÜNAL