MÜFLİS
Malı borcunu karşılamayan veya borcuna karşılık hiç malı bulunmayan kimse anlamında bir İslâm hukuku terimi; dünyada kazandığı sevapların âhiretteki hesaplaşmada, haksızlık yaptığı kimselere dağıtılması sonucu, elinde sevap kalmayan ve cehennemlik durumuna düşen kimse; iflâs mastarından ism-i fâil bir sözcük. İflâs, fels, feles ve tetlîs aynı kökten sözcüklerdir.
Fels; altın veya gümüş dışında demir, bakır, nikel gibi başka madenlerden basılmış olan madeni para demektir. Bu sözcüğün Arap diline lâtince “follis”ten geçtiği öne sürülmüştür. İmparator I. Anastius (M. 491-518)’un meskûkât nizamnamesinde 40 Nummialık Bizans sikkesinin adıdır. Çoğulu “fülûs”tür. Bizans bakır sikkelerinin ayarı, M. 7. yüzyıldan sonra çok bozulduğu için, Araplar bunları sikke olarak kabul edip tedavülde kullanmamışlardır. İslâm âleminin en eski, ilk bakır sikkesi Şam’da basılmış olan bir felstir. Emeviler devrindeki bu kullanımda da felsler mutlak kıymetli bir sikke gibi değil, ancak kesirleri tamamlamak için ufak para olarak kullanılmışlardır. Feles, malı tüketip paraya, pula, yani ufaklık paraya muhtaç duruma düşmek demektir. İflâs ise, malı tükenmek anlamına gelir ki; malı tükenen kimseye de “müflis” denir.
Kur’ân-ı Kerîm’de fels kökünden herhangi bir terim yer almamıştır. İflâs, teflis veya müflis kelimeleri daha çok hadislerde kullanılmıştır. Kişi mal varlığını dünyada kaybedebileceği gibi, âhiretteki en önemli değerleri olan iyi amellerini ve bunların bedeli durumundaki “ecir ve sevab”ını da kaybedebilir. Bu yüzden Rasûlüllah (s.a.s), iflâs’ı dünya ve âhiret yönüyle ifade etmişlerdir.
Ebû Hureyre (r.a)’den rivayete göre, Allah ın elçisi, Ashab-ı kirama; “Müflis’in kim olduğunu bilir misiniz?” diye sormuş, onlar da; “Ey Allah’ın elçisi! Bize göre, müflis, parası ve malı olmayan kimsedir”. Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Benim ümmetimin müflisi o kimsedir ki, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât getirecek, fakat buna sövmüş, filancaya zina iftirası yapmış, falancanın malını yemiş, şunun kanını akıtmış, bunu dövmüş olarak gelecektir. Sonra (yaptıklarının hesabını vermek için) oturacak; kısas olarak, bu haksızlığa uğrayanlar onun sevaplarından (haklarını) alacaklar. Eğer sevapları yeterli olmazsa, haksızlık ettiği kişilerin günahlarından alınıp, ona yükletilecek ve sonra ateşe atılacaktır” (Müslim, Birr, 60; Tirmizî, Kıyâme, 2; Ahmed b. Hanbel, II, 303, 334, 372). Bu hadisten, Sahabenin parası ve malı bulunmayan kimseyi müflis kabul ettiği anlaşılmaktadır. Rasûlüllah (s.a.s), buna ahiretteki değerlerini kaybeden kişiyi de ilâve etmiştir.
Ancak, “müflis”e, bir fıkıh terimi olarak, ayrıca borcunun bulunması unsuru da eklenmelidir. Nitekim Hanefi ve Hanbeli fıkıh kaynaklarında müflisin tarifi şöyle yapılmıştır: “Müflis; borcu malından, gideri gelirinden daha çok olan kimsedir” (İbn Kudâme, el-Muğnî, Beyrut 1968, IV, 455). Mecelle’nin tarifi şöyledir: “Medyûn-i müflis yani düyûnu malına müsavî yahut ezyed olup da guremâsı (alacaklıları) ticaretle malının zayi olmasından veyahut malını kaçırmasından veya aharın üzerine geçirmesinden havf ile hakime müracaat ederek malında tasarruftan yahut ahara borç ikrarından hacr olunmasını talep ettiklerinde hâkim ol kimseyi hacr eder ve emvâlini satıp esmanını beyne’l-guremâ taksim eyler” (Mad. 999).
Yukarıdaki bilgilerin ışığında iflâsı şu şekilde tarif edebiliriz: İflâs, hâkimin, borçlunun ödemesi gereken borçlarını ödemekten acze düşmesi sebebiyle, yani borçlarını nakitle ödeyememesi ve malvarlığının da yetersiz olması yüzünden, onun haczi mümkün ve caiz olan bütün mallarını, alacaklıların yararlanmasına tahsis etmesidir. İşte bu şekilde, borçlarını ödemekten aciz duruma düşen kimseye de müflis denir.
Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, malın borca batık olması, başka bir deyimle iflas hali bir hacr sebebidir. Hacr; bir kimseyi belli sebeplerden ötürü kavli tasarruflarından ve yaptığı akitlerin bağlayıcı olmasından alıkoymaktır. Hacr altında bulunan kimseye “mahcûr (kısıtlı)” denir: Kişiyi hacr altına almanın iki sebebi olabilir. a) Ya kişi kendisi veya malı bakımından korunur; b) Ya da üçüncü kişilerin zarara girmesi önlenmek istenir. Akıl hastası, küçük sefîh ve malını saçıp savuran kişinin kısıtlanması, kendi yararı içindir. İflâs eden borçlunun kısıtlanması alacaklıların; ölüm hastasının kısıtlanması ise, terekenin üçte birinden fazlası da mirasçıların haklarını korumak amacına yöneliktir (bk. “Hacr” ve “İflâs” maddeleri).
Ebû Hanîfe’ye göre, malı borca batık olsa bile borçlu hacr edilemez. Çünkü o, akıl bakımından tam ehliyetli olduğu için tasarruf ve insanlık hürriyetini korumak gerekir. Ancak borçlarını ödemesi için de gerekli tedbirler alınabilir. Meselâ; borçlu, kendiliğinden borçlarını ödemezse hapsolunur ve malını satarak borcunu ödemeye zorlanır.
Ebû Yûsuf, İmam Muhammed; İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel’e göre, serveti, vadesi gelen borçlarını karşılayamayacak durumda bulunan borçlu, alacaklıların isteği üzerine hâkim tarafından hacr olunur. İşte bu kimseye müflis denir. Bu; borcu malından daha çok olan kimsedir. Ancak Mâlikîler, müflis borçlunun, kazai bir hükme ihtiyaç olmaksızın da hacr edilebileceğini söylerler.
Müflis borçlu hacr edilince tasarruf ehliyeti kısıtlanır ve mümeyyiz küçük gibi olur. Artık onun, alacaklılara zarar veren mâli tasarrufları, onların icazetine bağlı olarak sahih olur. Bu tasarruflar hîbe ve vakıf gibi sırf teberru niteliğinde olsun veya bir malı değerinden daha az bir fiyatla satma yahut değerinden daha fazla bir fiyatla mal satın alma gibi müsamahalı bir ivazlı tasarruf kabilinden bulunsun sonuç değişmez. Eğer alacaklılar icazet verirse, tasarruf yürürlülük kazanır; aksi halde bâtıl olur.
Kısıtlının alım-satımı rayiç bedelle yapılmışsa, geçerli olur. Eğer gabn ölçüsünde piyasa fiyatı dışına çıkılmışsa, alıcı hastanın satım akdinde olduğu gibi ya gabn miktarını (eksikliği) tamamlar veya akdi feshedebilir. Ancak bu kimse, emsal mehirle evlenebilir; boşama; muhâlea ve benzeri aile hukuku tasarruflarında bulunabilir. Diğer yandan, alacaklılar aleyhine bir durum söz konusu olmadığı için, lehine yapılan hibe ve teberruları kabul edebilir. Hanefîlerde, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşü ile fetvâ verilerek, borçluluk veya iflâs bir hacir sebebi sayılmıştır (İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, Mısır, t.y., V,101,102,105 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, Kahire, t.y., II, 20; ez-Zeylaî, Tebyînü’l-Hakâik, V,199; eş-Şirbînî, a.g.e., Mısır, t.y., II,146; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 280; ez-Zühayli, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, IV, 132, 133).
Malın zorla satılarak bedelinin alacaklılara ödenmesi prensibi zamanla kötüye kullanılmış; borçlular mallarını alacaklılardan kaçırmak için muvazaalı olarak başkasına satış göstermiş, bir hayra veya çocuklarına vakfetmiş ya da hibede bulunmuştur. İşte bu durum karşısında müteahhirûn (bk. “Müteahhirûn” maddesi) hukukçuları borcu servetini aşmış kimselerin kısıtlı olmasalar bile, alacaklılar razı olmadıkça hîbe ve vakıf gibi tasarruflarının, yürürlülük kazanamayacağına fetva vermişlerdir. Hanbelî ve Mâlikî fakihlerinden sonra Hanefiler de bu yolda fetva vermişlerdir. Nitekim Kanunî ve II. Selim devirlerinde Şeyhülislamlık yapan Ebussuud Efendi, sultana arzettiği marûzatında bu hükmü açıkça belirtmiştir (Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, 144).
Müflis olarak vefat eden kimsenin hak, alacak ve borçları artık tereke üzerinde devam etmektedir. Onun mal, hak ve alacaklarının mülkiyeti mirasçılarına intikal eder. Borçları ise yalnız terekede kalır ve onu bağlar. Hanefi ve Şafiîlere göre, borçlar tereke varsa veya kefille takviye edilmişse zimmet borcu olarak devam eder. Aksi halde terekenin karşılamadığı borç miktarı dünya hukuku bakımından düşer (Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1970, V, 221-223, 232; Senhûrî, Masâdiru’l-Hak, y.y., 1958, V, 84; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1987, II, 321-322; Fahreddin Atar, İslâm İcra ve İflâs Hukuku, İstanbul 1990, s. 302, 303).
Diğer yandan mirasçılar borca batık terekeyi, bütün borçları ödemek suretiyle satılmaktan kurtarabilirler. Ancak yalnız terekenin kıymetini ödemekle satışa engel olamazlar. Bu duruma göre, borca batık terekenin iflâs hükümlerine göre işleme tabi tutulması için iki şartın gerçekleşmesi gerekir. a) Terekenin borca batık olduğunun sabit bulunması, b) Mirasçıların, borcun tamamını ödeyerek terekeyi kurtarmak istememeleri. Burada, mirasçıların bütün borçları ödemeyi kabul etmemeleri mirasın reddi niteliğindedir. Bu durumda, ölenin mal varlığı nakit paraya çevrilerek alacaklılara, alacakları oranında paylaştırılır. Meselâ; tereke, borçların yarısını karşılayacak durumda ise, bütün borçların yarısını ödemekle yetinilir. Kefil bulunmaz ve mirasçılar da kendi rızalarıyla mûrislerinin bıraktığı bu borcu özel servetleriyle ödemeyi kabul etmezlerse, terekeyi aşan borç kısmı dünya hukuku bakımından düşer. Onun hesabı artık âhirete kalmış bulunur. Günümüz beşeri hukuklarında da, borca batık terekeyi, mirasçıların belirli süre içinde reddetme hakları genellikle kabul edilmektedir (İbn Âbidîn, a.g.e., V, 416; İbn Kudâme, a.g.e., IV, 483; Ali Efendi, Fetâvâ, II, 355, 356, 358; Ali Haydar, Düreru’l-Hukkâm, İstanbul 1919, 1330, III, 327).
Hamdi DÖNDÜREN