MUTRAF, MUTRAFİN
Kendisine verilen bol nimetlerle azıp şımaran ileri gelenler.
“Mutraf” “Te-Ri-Fe” fiilinin “Ef-A-Le” Babına nakledilmiş hali olan “Et-Ra-Fe” fiilinin ism-i mef’ulüdur. “Terife”, “Suyu bol, taze ve hoş olmak, birisini nimetlendirmek” “Etrafe” ise, “azgınlıkta ısrar etti, bolluk verdi, şımarttı, nimetten ötürü sevindirtti” anlamlarına gelir. “Et-Ra-Fe”, “isteği yerine getirmek, nimetlendirmek, arzu edileni vermek, şımartmak, coşturmak, azdırmak” manâlarında; “mutraf” ise, “dünya nimetleri ve şehvani şeyler hususunda geniş bir bolluğa ve nimete sahip kılınan” manâsında kullanılır.
Kur’an-ı Kerim’de “mutraf” kelimesi” “mele” teriminde olduğu gibi ilâhî emirleri unutup şirke dalan milletlere gönderilen peygamberleri inkâr edenlerin öncüleri olarak kullanılmaktadır. Bundan da anlaşıldığı gibi Mutraf, şirk toplumlarında dengesiz sermaye dağılımıyla ortaya çıkan, sermayenin büyük kısmını eline geçiren sınıftır. Bu sınıf, toplumun “müstaz’af” yani fakirliğinden dolayı küçümsenen, hor ve fakir görülen kesimlerinin üzerine basa basa yükselmiş, müstaz’afların ellerindeki bir avuç malı, ezerek, sömürerek, güç kullanarak almış, sonra da elde ettiği bu mallarla azdıkça azmış, şımarmış kimselerdir.
Şu halde mü’min (Yüce Allah’a ve peygamberleri vasıtası ile gönderdiği dine inanıp ona göre yaşayan) toplumlardaki zenginleri “mutraf” yani servetten şımarmış kimseler olarak nitelendirmek doğru değildir. Çünkü onlar servetlerini meşrû yollardan kazanmışlardır. Kendilerine verilen nimetlerden dolayı kibirlenip şımarmazlar, kumar oynamaz, içki içmez, zina etmez ve israf yapmazlar. İnandıkları dinin prensiplerine göre hareket edip şükrederler, kendilerine verilen nimetlerden yoksun olanlara yardım ederler, yardım ettikçe de malları çoğaltılır: “Eğer şükrederseniz (size verdiğimiz nimetleri) muhakkak artıracağız” (İbrahim 14/7). İlahî prensiplere gönülden bağlanan mü’min zenginler zekât, sadaka ve sadaka-i câriye gibi yardımlardan huzur duyar, mutlu olurlar, mutluluğu gayri meşrû eğlencelerde aramazlar.
Mutrafîn, ise mal ve servet sahibi olmakla böbürlenip kendilerini Allah’tan müstağnî görme hastalığına sürüklenmişlerdir. Ayrıca üstünlük psikolojisi içerisinde kendilerinden başkalarını beğenmeyip küçümsemeleri ve her konuda kendilerini haklı sayarak rasûllerin getirmiş olduğu Allah’ın dinine karşı çıkmışlardır.
Kur’an-ı Kerim onların durumlarını şöyle anlatıyor: “Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan alıkoymaları gerekmez miydi? Fakat onlar arasında, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp mutraflaştılar (şımardılar) ve suç işleyen (kimse) ler olup çıktılar” (Hud, 11/116).
Mutrafin, tarih boyunca insanlığa gönderilen her rasûle maddî servetleriyle karşı durmuşlar, Allah’ın kendilerine nimet vermesinin kendilerinin iyi kimseler olduğuna delil teşkil ettiğini iddia etmişlerdir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim onlardan şöyle bahsediyor:
“Biz şirke dalmış hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın mutrafları (varlıkla şımarmış kimseleri); “biz sizin getirdiğiniz şeyi inkâr ediyoruz” derler. Her seferinde de, “biz malca ve evlâtça daha çoğuz ve biz azaba uğratılacak değiliz” derler ” (es-Sebe, 34/34-35).
Kurtûbî (671/1272), Katâde (118/736)’den rivayetle, âyetlerde geçen “mütrafiha” kelimesini şöyle açıklıyor: “Beldenin zenginleri, idarecileri, zorbaları ve şerrin kumandanları; peygamberlere dediler ki: “Eğer Allah dinimiz ve faziletimizden razı olmasaydı bu bolluğu, bu zenginliği bize vermezdi” (Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kurân, Dımaşk 1374, XIV, 305). Bu sözleri ile zenginliklerini, haklı ve doğru yolda olmalarına açık bir delilmiş gibi göstermek istiyorlar. Halbuki, servetin asıl kaynağını ve sahibini unutanlar için zenginliğin, dalalet kaynağı olduğu, “Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde muhakkak taşkınlık eder azarlardı” (eş-Şûra, 42/27) âyeti kerimesinden anlaşılıyor.
İbn Kesîr (774/1372) ise şöyle diyor: “Allah Teâlâ Rasûlünü teselli edip ve kendisinden önceki peygamberleri örnek almasını emrederek, şirke dalmış olan her memleketin; nimet, haşmet, servet ve riyaset sahipleri ile zorbaları, liderleri ve şerde önderlerinin gönderilen peygamberlere iman etmediklerini haber vermektedir.
İbn Kesîr bu âyetlerin tefsirinde şu hadisi nakleder: “Bize Kesîr… Ebû Hureyre’den nakletti ki Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuş: “Muhakkak ki Allah Tealâ sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak ve ancak kalplerinize ve amellerinize bakar” Müslim ve İbn Mâce Buharî, Kesîr kanalıyla Ca’fer İbn Burkân’dan nakleder”(İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, (çev: B. Karlığa-B. Çetiner). İstanbul 1986 XII, 6661, 6663).
Mutrafin rasullere her karşı çıkışlarında yeni bir bahane bulmuşlardır. Halbuki onların karşı çıkışları hep aynı endişeye dayanmıştır. O da ellerinden mallarının, servetlerinin, mevkilerinin, makamlarının gideceği korkusu. Çünkü bu inancın toplum arasında yerleşmesi halinde, gayri meşru yollarla edindikleri malların, lâyık olmadıkları halde kullandıkları yetki ve imtiyazların, sahibi oldukları makamların asıl sahiplerine verileceğini çok iyi bilen mele’ grubu, akla gelebilecek bütün metodları deneyip birçok bahaneler ileri sürecek uzun bir mücadeleye girişmişlerdir. Çoğunun hayatına mal olan bu mücadelede çok ağır bir üslûp kullanmalarına, en acımasız işkencelere baş vurmalarına rağmen peygamberler tebliğ ve irşadın gereği olan tatlı bir dille ikna edici deliller ortaya koyarak muhataplarının seviyesine inmekten daima kaçınmışlar, beşerî takatin üstünde bir sabırla daima hidayete ermeleri ümidini taşımışlardır. Fakat “İşte Âd (kavmi)! Rablerinin ayetlerini bile bile inkâr ettiler ve peygamberlerine isyan edip (iman etmemekte) inatçı her zorbanın emrine uydular” (Hud, 11/59).
“Onun (Nuh’un) kavminden kâfir olan âhirete kavuşmayı yalanlayan ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz (mutraflaştırdığımız) ileri gelenler dediler ki: Bu, ancak sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yer ve sizin içtiğinizden içer. Eğer kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz elbette hüsrana uğrayan kimseler olmuş olursunuz” (el-Mü’minûn, 23/33-34).
Bu âyetlerde bahâne olarak Rasûlün bir insan olmasını gösterirken, aşağıdaki âyetlerde de atalarının izini takip edip onları taklid ettiklerini belirtmekteler.
“İşte böyle, senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın mutrafları (varlıkla şımarmış kimseleri); biz babalarımızı bir ümmet(din) üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uymaktayız” dediler. “Ben size babalarınızı, üzerinde bulduğunuzdan daha doğrusunu getirmiş olsam da (yine babalarınızın yoluna)mı? (uyacaksınız)” dedi. Dediler ki; “doğrusu biz (herşeye rağmen) seninle gönderileni tanımıyoruz” (ez-Zuhruf, 43/23-24).
Burada, peygamberlere niçin hep kendi toplumlarında ileri gelen kimselerin, sermâye sahiplerinin muhâlefet ettikleri, atalarının dininin savunucuları olarak boy gösterdikleri, yine hep bu insanların Hakk’a karşı tavır alıp halkı peygamberlere karşı kışkırttıkları ve halkın cehâlet içinde yüzmesini arzulayıp, her türlü fitne ve fesadı çıkarttıkları noktasında biraz durulması ve dolayısıyla bunların nedenlerinin incelenmesinde yarar var. Tüm bu sorunların temelinde iki ana neden bulunmaktadır:
a) Zenginlik ve refah içinde yüzen insanlar, hak-batıl arasındaki mücadeleyle ilgilenmeyi akıllarının ucuna getirmeyecek kadar dünya meşgâlelerine dalmış kimselerdir. Dolayısıyla onlar, kendi çarpık mantıklarına göre böylesine basit sorunlarla zihinlerini yormayı istemezler. Zihnen ve bedenen tembelleşmişlerdir. Din hakkında pervasız bir tavır içindedirler. Çünkü mevcut sistemin yürürlükte kalması işlerine geldiği için, onlar yeni bir düzenin gerekliliğini asla düşünemezler bile.
Hak ve batıl nedir, adâlet ve zulüm ne anlama gelir, bunlar, onları pek ilgilendirmez.
b) Onlar, mevcut sistemin âdil olmayan değer ölçülerine göre zenginlik ve refah içinde olduklarından, sistemin yıkılmasını asla arzu etmezler. Onlar, Peygamberlerin öne sürdükleri düşüncelerin kabul görmesi ve yayılması sonucunda, mevcut sistemin sayesinde elde ettikleri makam ve mevkinin ellerinden alınacağını ve gayri meşrû mal ve servetlerine el konulacağını bilirler. İşte bundan ötürü, onlar peygamberlerin yaymaya çalıştıkları davanın en şiddetli muhalifleridirler.
Mutrafların egemen olduğu toplumlar dejenere toplumlardır. Bu toplumlarda Allahı emirler göz ardı edildiği için fısk, fucûr her tarafa yayılmıştır. Yeryüzü fesada boğulmuştur. Geçmiş toplumlarda, bu tür hastalıkların yayılması sünnetüllah gereği o toplumların Allah Teâla tarafından helâk edilmelerine yol açıyordu. Kur’ân-ı Kerim’de bu tür kavimlere örnek olarak Ad, Semûd kavimleri Medyen halkı gibi örnekler sık sık hatırlatılmaktadır. Bu kavimlerin helâkına sebep teşkil eden en önemli şey, mutrafların hakimiyetidir:
“Biz bir ülkeyi (dalmış bulundukları zulümleri yüzünden) helâk etmeği dilediğimiz zaman oranın mutraflarına (gönderdiğimiz Peygamberler vasıtası ile itaatı) emrederiz. Buna rağmen, orada fısk yaparlarsa o ülke üzerine (azâb) söz hak olur ve biz de orayı darmadağın ederiz” (el-İsrâ, 17/16);
“Âzâbımızı hissettikleri zaman onlar, derhal oradan (kaçmak için hayvanlarını) mahmuzluyorlardı. (Boşuna) kaçmayın, (bol bol) verilip içinde şımartıldığınız (mutraflaştırıldığınız) (nimetle) yurtlarınıza dönün, çünkü sorguya çekileceksiniz” (el-Enbiya, 21/12-13):
“Nihayet biz onların refahtan şımarmış ileri gelenleri (mutrafları)nı azab ile yakaladığımız zaman hemen feryada başlarlar. Bugün artık feryâd etmeyin, bize karşı size yardım olunmaz” (el-Mü’minun, 23/64-65),
Allah’u Teâlâ, Vakıa sûresinde insanları ashab-ı yemin (amel defterleri sağdan verilenler), ashab-ı Şimâl (amel defterleri soldan verilenler) ve öncüler olarak üçe ayırmaktadır. Kur’an: Mutrafların, ashab-ı şimâl olarak Cehennemdeki durumlarını şöyle tasvir etmektedir.
“Âshab-ı şimâl (kitabı sol tarafından verilenler) …Nedir o ashab-ı şimal (solun adamları)? Delikçiklere işleyen bir ateş ve kaynar su içinde, kara dumandan bir gölge altında ki ne serindir, ne de faydalı. Çünkü onlar bundan önce mutraflar idiler (varlık içinde şımarmışlardı). Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı. Ve diyorlardı ki: “Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?” De ki: “Öncekiler de sonrakiler de belli bir günün muayyen bir vaktinde toplanacaklardır” (el-Vakıa, 56/41-50).
Günümüz kapitalist toplumlar bir hayli güçlü olduğu için, dünyaya mutraflar egemen olmuş gözükmektedir. Mutrafın günümüzdeki karşılığı sermayeyi ellerinde tutan kapitalistlerdir. Bunlar, var güçleriyle Uluslararası ağlar oluşturarak insanların kanlarını vampirler gibi sömürmektedirler. Fakat ataları olan Karun gibi onlar da bir gün yok olacaklardır. Kur’an-ı Kerim’de kapitalistlerin en belirgin örneği Karun’dur. Şimdikiler de Karunvâri bir hayat yaşamaktalar. Akıbetleri de aynen onun gibi olacaktır. Hz. Musa’nın; malında fakirlerin hakkı olduğu ve zekâtını vermesi gerektiğine dair ikazlarını dinlemeyen, en sonunda kibir ve inadın zirvesine varan Karun, O’nu inkâr ederek -Firavun ve mele’inin yaptığı gibi- Hz. Musa’yı sihirbaz ve sahtekârlıkla itham etmeye başlar. Sahibi olduğu muazzam servetin, Allah’ın bir lütfu olduğunu inkâr ederek bunu sadece kendi kabiliyeti ile elde ettiğini iddia eder. Bu haliyle kavmi içindeki çoğunluğun, Hz. Musa’ya iman ve itimadını sarsıp delâletin kaynağı haline gelen Karun, Musa (a.s)’ın ikazlarını dinlemediğinden, sarayı ve bütün serveti ile beraber yerin dibine batırılır.
Firavun, siyasî zulüm ve istibdadda bir sembol olduğu gibi; Karun da ekonomik istibdad ve ihtikârda bir semboldür. Bu suretle Karun kıssası, muhtekir bir kapitalistin kıssasıdır (Elmalılı, a.g.e, V, 3755).
“Karun, Mûsâ’nın kavminden idi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak, güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: Şımarma, Allah şımaranları sevmez” (el-Kasas, 28/76).
“Bu (servet) bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi, dedi. O (mağrur), bilmedi mi ki Allah, kendisinden önceki nesiller arasında kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok cemaatı bulunan nice kimseleri helâk etmiştir. Suçlulara günahlarından sorulmaz” (el-Kasas, 28/78),.
“Nihayet Biz, onu da, evini barkını da yere batırdık, Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Kendi kendini (savunup) kurtaranlardan da değildi” (el-Kasas, 28/81).
“Biz refah içinde şımarmış nice, şehri helâk ettik. İşte meskenleri onlardan sonra pek az oturulmuştur. Onlara hep biz varis olduk (hepsi bize kaldı)” (el-Kasas, 28/58).
Muammer ERTAN