MUTASAVVIF
Sûfilik yoluna giren, tasavvufla uğraşan kişi, sûfi; “Tasavvuf” mastarından ism-i fâil sîgasında isim. Çoğulu mutasavvifedir. Tasavvuf ve sûfi kavramları Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde geçmemektedir. Zira bu çok daha sonraki dönemlerde ortaya çıkmıştır. Sûfi ismiyle şöhret bulan ilk kişi, Ebû Hâşim el-Kûfî (öl.150/767)gir (Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985, s.117). Ebu Haşim ise Hicretten 150 yıl sonra yaşadığına göre bu kavram ilk defa Tabiun devrinde kullanılmıştır.
Sûfi ve mutasavvıf isimleri, tasavvuf ehli için genelde ortaklaşa kullanılmaktadır. Fakat, konunun önde gelen âlimleri, bu iki isim arasında, birincisini ikincisinden üstün tutmak suretiyle, bir mertebe farkı görmüşlerdir.
Bu ayrımı yapanlara göre, sufilik, gerekli olan bütün mertebelerin katedilmesiyle nihâî hakikatı elde etmenin, Hakka vasıl olmanın ve en son kemâle ulaşmanın ifadesidir. Sufi doktrinde ve tasavvufta bu nokta, bütün nefsânî kayıtlardan kurtulma ve Hak ile bakî olma şeklinde tarif edilmektedir. Mutasavvıflık ise, sufilik yoluna girmenin ve bütün gayretlerle sufîlik mertebesine ulaşmak istemenin ifadesidir. Bu nedenle, mutasaffıf ismi, sufilik mertebesine ulaşmak isteyenleri dile getirmektedir (Abdülkerim el-Kuşeyrî, Kuşeyrî risâlesi, Çev. S. Uludağ, İstanbul 1981, s. 450).
Meşhur tasavvuf âlimi Hucvirî, sufilik ile mutasavvıflık mertebelerini birbirinde ayırmakta ve bu konu üzerinde ağırlıklı bir şekilde durmaktadır. Ona göre sufî, velilerin muhakkık olanlarına ve velayette kemâl derecesinde bulunanlara verilen bir isimdir. Mutasavvıf ise, tasavvuf yolunun en yüksek noktasında bulunan sufilerle alâkası olan ve onları taleb eden kişilere verilen bir isimdir. Şu halde mutasavvıf, mertebe itibariyle, sufiden daha düşük bir noktada bulunmaktadır. Hucvirî, bu iki mertebe arasındaki farkı, gramatik açıdan ele almakta ve şöyle demektedir: “Tasavvuf tefe’ul ve tekellüftür, bir işi zorlanarak ve külfet çekerek ifa etmek anlamına gelir. Bu aslî olanın bir fer’idir (Safâ, asıldır, tasavvuf onun feridir). Safâ, delili ve şâhidi mevcud olan bir velayettir. Tasavvuf ise, şikayetsiz olarak, safânın (nakil ve) hikaye edilmesidir” (Hucvirî, Keşfu’l-Mahcüb, Çev. S. Uludağ, İstanbul 1982, s. 115).
Tasavvufun özü olan safâyı, “pırıl pırıl parıldayan bir manâ”; tasavvufun zahirini ise, “bu mananın hikaye edilmesi” şeklinde değerlendiren Hucvirî, tasavvuf ehli olanları üç dereceye ayırmaktadır. Birinci derecede sûfîler, ikinci derecede, mutasavvıflar, üçüncü derecede ise, mustasvifler bulunmaktadır.
Tasavvufun özüne sahip olan sufi, bütün nefsânî arzulardan sıyrılarak, hakikatların hakikatına ulaşmış kimsedir. Bu mertebe, tasavvuf mesleğinde en üstün noktayı temsil etmektedir.
Sufiliğin bir alt kademesi mutasavvıflık mertebesidir. Mutasavvıf, bütün gayretiyle sufilik mertebesine ulaşmayı arzulayan ve bu gayretinde hak yol üzere ilerleyen kimsedir. Mutasavvıfın tek maksadı sufilik mertebesine vasıl olup, Hakk ile baki olmaktır.
Üçüncü sırada, kendisini tasavvufa nisbet eden, fakat gerçek tasavvufla uzaktan yakından alakası olmayan mustasvif yer almaktadır. Mustasvif, mal ve makam sahibi olmak ve bu dünyadan nasibini almak için kendisini tasavvuf ehli olarak gösteren kimsedir. O, sufilikten de, mutasavvıflıktan da habersizdir. Sufîlere göre mustasvif, sinek gibi değersizdir. Yaptıkları, hevâ ve hevesini tatminden başka bir şey değildir.
Şu halde, “sûfî, vusûl sahibidir; mutasavvıf usûl sahibidir; mustasvif ise fuzûl (lüzumsuz şeyler) sahibidir” (Hucvirî, a.g.e., s.115 vd; sûfi ve mutasavvıfla ilgili olarak, bk. Kuşeyrî, a.g.e., s. 450).
Ehl-i tasavvuf arasında, mutasavvıfın tanımı hakkında ortak bir görüş yoktur. Herkes kendine göre bir tanım getirmiştir. Hatta bazıları, çeşitli zamanlarda farklı tanımlamalar yapmıştır. Bu, sufinin o anda içinde bulunduğu halle ilgilidir. Sufilerin, sûfi ve mutasavvıf hakkında yapmış oldukları tanımlardan bazıları şöyledir:
Zunnûn el-Mısrî şöyle demiştir: “Sûfi o kimsedir ki, konuştuğu zaman, sözü hakikatlardan açıklamalar yapar, sükût ettiği zaman da alakaları kesmek suretiyle organları onun adına konuşur” (Hucvirî, a.g.e., s. l16).
“Sufî kimdir” sorusuna Sehl b. Abdullah şu cevabı vermiştir: “Kederi safâ haline gelen, bulanıklıktan durulan, fikirle dolan, insanları bırakarak sadece Allah’la meşgul olan, altın ile toprağı eşit gören zattır” (Kelâbâzî, Taarruf, Çev. Süleyman Uludağ, İstanbul 1979, s. 57).
Cüneyd, “Zâhirine önem veren bir suti gördün mü bil ki, batını haraptır”, demiştir.
Nurî der ki, “Sufinin vasfı, bulamadığı zaman sükûn ve huzur içinde olması, bulduğu zaman başkasını kendine tercih etmesidir” (Kuşeyrî, a.g.e., s. 452. Ayrıca geniş bilgi için bk. Tasavvuf mad.).
Yaşar K. AYDINLI